Bir gün karşıma biri çıkacak ve bana: "Herşey olması gerektiği gibi olmaktadır, efendim" diyecektir. -A. Ağaoğlu, Yazsonu |
|
||||||||||
|
Çetin Bey Merhaba! Kendime karşı içim öfke hatta nefret dolu… Kendimi bu pislikten arıttıktan sonra size yazmayı düşünüyordum. Ancak bunu başaramadım. Aylardır benden bir haber alamayışınızın nedeni verdiğim bu zorlu mücadeledir. Çok kötü olaylar oldu. Yaşadıklarımı anlatmakta çok zorlanıyorum. Bir türlü kendime gelemiyorum. O nedenle korkuyorum, hem de çok korkuyorum. Ellerim, ayaklarım titriyor; bazen de kasılıp kalıyorum. Vücudumdaki hiçbir organımı hissetmediğim anlar çok oluyor, buna beynim de dahil. Buna rağmen bugün size yazmak için kendimi zorlamam gerekiyor; hem de çok… İyisi mi olayları en başından anlatmaya başlayayım. Öğrenince siz de bana hak verecek, beni anlayacak ve bağışlayacaksınız. O gün sabah erkenden uyandım. Diğer günlerden bir farkı yoktu. Yatağımı düzeltirken bir şarkı mırıldanıyordum. Annemin içeriden kahvaltıya çağıran sesini duyunca şarkıyı kestim, acele ederek yatağı düzeltme işini bitirdim. Kahvaltıdan sonra odama çekilip birkaç sayfa kitap okudum. Okuduğum kitap sıkıcı gelince bıraktım, camın yanına giderek etrafı seyretmeye başladım. Her zamanki manzaranın aynıydı camın arkasından görünen. İşe yetişmek için büyük adımlarla yürüyen insanlar, okula giden öğrenciler, başının üstündeki tablayı tek eliyle tutan simitçi, yuvaya gitmemek için annesine direnen küçük bir çocuk ve tabii yoldan geçen araçlar… Farklı olan sadece durmadan çalan rahatsız edici cankurtaran sirenleriydi. Bu siren sesleri dakikalarca, belki de saatlerce sürdü. Cankurtaranların çıkardığı bu tiz ses, insanın bütün varlığını etkiliyordu. Ayrıca bu sesin yarattığı çağrışımlar da can sıkıcıydı. Öyle ya bu cankurtaranlar ya bir hastayı ya da bir yaralıyı götürüyordu. Belki de içindekilerden bazıları ölmüştü bile… Mevsim kış olmasına rağmen hava günlük güneşlikti. Ama soğuk olmalıydı, çünkü insanları çoğunun boyunlarında atkıları ve başlarında bereleri vardı. Camdan içeri giren güneş az da olsa ısıtıcıydı. Güneşin sıcaklığı ısıtmakla kalmıyor aynı zamanda tatlı bir haz da veriyordu. O nedenle pencere kenarından daha uzun süre ayrılmaya hiç niyetim yoktu. Güneşin önünü beyaz kalın bir bulut kapatınca “Kışın güneşi bu kadar olur.” Diye düşündüm. Oysa biraz sonra bulut güneşin önünden ayrıldı. Tekrar o tatlı sıcaklığa kavuşmuş olmama sevindim. Sevincim kısa sürecekti, zira önce gri, sonra da kara kara bulutlar sadece güneşi kapatmakla kalmadı bütün gökyüzünü kapladı. Ortalık kararmıştı. Gece karanlığı kadar olmasa bile ona yakındı. Rüzgârın estiğini sallanan ağaç dallarından anlamakta gecikmedim. Önce yavaş olan rüzgâr giderek hızını artırmaya başladı. Havadaki bu anormal durumun farkına önce kuşlar vardı. Hızla uçup ağaçların arkasında yüzlercesi kayboldu. Kuşları kedi ve köpekler izledi. Bu hayvanlar da koşarak kendilerine bir barınak bulma telaşındaydılar. İnsanların ise davranışlarında henüz bir değişiklik yoktu. Cama iri iri birkaç yağmur damlasının vurduğunu gördüm. Yoldaki insanlar da bunu fark etmiş olmalılar ki aniden telaşa kapıldılar. Derken karanlık biraz daha arttı, rüzgâr hızını iyice artırdı, bazı kişilerin şemsiyeleri ters döndü. Düzeltmek için uğraşanlar oldu. Kimi de rüzgârla başa çıkamayacağını anlamış olmalı ki şemsiyeyi kapatmaktan başka bir çare bulamadı. Yağmur yağmaya başlamıştı. Sokaktaki insan sayısı da azalmıştı. Yağmurun hızı da biraz sonra arttı. Bardaktan dökülürcesine yağmaya başladığında, elindeki poşeti kafasına koyup ıslanmaktan korunmaya çalışan bakkal çırağından başka kimse kalmamıştı sokakta. Yoldaki biriken sular giderek artıyordu. Derken su birikintisi kısa sürede kaldırıma kadar ulaştı. Arabalar ilerlemekte zorlanıyor, kornalara sürücüler öfkeyle daha uzun süre basıyordu. Bazı arabalar sağa yanaşıp dörtlülerini yakmışlar, demek ki artık ilerleyemiyorlardı. Tabii bunlar aynı zamanda trafiğin akışını da engellemekteydiler ki sürücüler iyice çileden çıkmaya başlamışlardı. Hem bizim sokaktan hem de biraz ilerideki caddeden gelen korna seslerine cankurtaran sirenleri de katıldı. Caddeden gitme imkanı bulamadığı için bir cankurtaran bizim sokağa sapmış olmalı ki suyu yara yara ilerlemeye çalışıyordu. Tam bizim binanın önünde durmak zorunda kaldı. Çünkü trafik kilitlenmişti. Birkaç dakika bekledikten sonra ancak ilerleyebildi. Gözden kaybolduktan sonra da siren seslerini duyduğumdan pek hızla yol alamadığı belli oluyordu. Yağmur hiç hızını kesmeden bir saatten fazla bir zaman yağdı. Sonra aniden durdu ve biraz sonra da gökyüzündeki bulutlar dağılmaya başladı. Güneş eskisine göre sanki daha parlakmış gibi geldi bana. Sular aktı gitti, geride ağır cisimlerin oluşturduğu çöpler kaldı. Dörtlülerini yakıp duran araçlar bile yavaş yavaş yola koyuldular. Oyalandığımı ve asıl konuya bir türlü giriş yapamadığımı sanırım fark etmişsinizdir. Anlatmak, tekrar o olayları yaşamak benim için gerçekten çok zor. Belki de yazmaktan vazgeçerim. Yazacak gücü kendimde bulamıyorum çünkü. İyisi mi yazmaya ara vereyim. Dinlenmek istiyorum. Bu sürenin sonunda belki mektubuma devam edebilirim. Tam iki gün sonra ancak kalemi elime alabildim. Az önce ağladım, sonra aynaya baktım. Karşımda gözlerinden yaş değil, irin akan iğrenç bir varlık gördüm. Yamulmuş ağzından da bu varlığın kusmuk akıyordu… Elime ne geçirirsem bu lanete fırlatmak, onu yok etmek istiyordum. Bir parfüm şişesiyle aynayı kırmaktan son anda vazgeçtim. Üşümeye ve titremeye başladım. Korkuyorum, hem de çok korkuyorum. Neden mi? Kendimden… Tekrar o güne dönüyorum: Yağmur dindikten sonra sokakta her şey normale dönmüştü. Bende ise aksine bir anormallik başlamıştı. Göğsümü daraltan bir sıkıntı vardı. Aynı sıkıntı daha sonra sırtımı ve midemi de sarmıştı. Yatağa uzanıp dinlenmenin iyi geleceğini düşündüm. O sırada başımı yastığa koyup hemen uyumayı o kadar çok isterdim ki! Başım yastıkta gözlerim tavanda birkaç dakika bekledim. Daha önce hiç görmediğim tavandaki, bir parmak kadar uzunluğundaki siyah leke canımı sıktı. Odanın başka tarafına bakmak için başımı çevirdiysem de dönüp dolaşıp hep aynı yere yani o siyahlığa bakmaktan kendimi alamıyordum. Birinin kapıya hızlı hızlı vurmasıyla yattığım yerden sıçradım. Gelen zili çalacağına kapıyı yumruklamayı tercih etmişti. Kapıyı açmak için odamdan çıktığımda annemin de telaşla kapıya doğru gittiğini gördüm. Elbisesinden tutarak gitmesini engelledim ve kapıyı ben açtım. İki adam vardı karşımda. Biri polis üniformalıydı. “Nilay hanım siz misiniz?” diye sordu sivil olan ve polis kimliğini gösterdi. Başımı evet anlamında sallayınca konuşmasını sürdürdü: “Sizi bir teşhiste bulunmanız için götürme emri aldık. Bir an önce hazırlanıp aşağıdaki arabaya gelin. Biz sizi orada bekleyeceğiz.” Dedi. Çabucak giyinip aşağıya indim. Polis arabasında ayrıca bir de sürücü vardı. Araba ben biner binmez hızla hareket etti. Ara sokaklardan bazen de caddelerden gidiyorduk. Trafiğin sıkışık olduğu yerlerde polisler megafonla sürücüleri uyararak bize yol vermelerini sağlıyorlardı. Gittiğimiz yerin karakol olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım. Çünkü bir hastane bahçesinden içeri giriyorduk. “Morg” yazan yerde araba durdu, hepimiz inip içeri girdik. Üzerinde beyaz giysiler ayağında plastik terlikler olan bir morg görevlisi bizi karşıladı. İçeride sabun deterjan karışımı ağır bir koku vardı. Ölülerin soğukluğuna bir de ortamın soğukluğu eklendiğinden titremeye başlamıştım. Ama asıl rahatsız eden içerideki o kokuydu… Öyle ağırdı ki nefes almamı bile güçleştiriyordu. Polislerden biri görevliye bir işaret yapınca o da içinde cesetlerin bulunduğu çekmecelerden birini çekti. İşareti veren polis eğilip çekmecenin içindeki cesede baktı ve kafasını “Bu değil!” anlamında sallayınca görevli öncekini iteleyip altındaki çekmeceyi çekti. Polis kolumdan tutarak beni çekmecenin içindeki cesedin yanına adeta sürükledi ve ekledi:”İyice bak… Tanıyabildin mi? Kim o?” Cesede baktım. Yüzü ve göğsü pıhtılaşmış kan doluydu. Hatta saçlarının bir kısmı bile kan rengindeydi. Sarı hafif siyah karışımı bir beniz, uzunca bir boy… İçerideki koku ve bu görüntü başımı döndürdü, içimi bulandırdı. Yığılıp kalacaktım oraya. Polis anlamış olmalı ki düşmemem için hemen koluma girdi ve beni morgdan dışarı çıkardı. Dışarı çıkınca içimdeki bulantı daha da arttı ve bir ağaç köküne midemde ne varsa hepsini çıkarmak zorunda kaldım. Gelip geçen insanlar benim bu halimi görmemek için başlarını çevirip adımlarını hızlandırıyorlardı. Bir kadının yanındaki çocuğa “Oğlum biraz acele et. Buradan hemen uzaklaşalım.” Dediğini de duydum. Polis ağzımı, elimi, yüzümü yıkamam için bir şişe su getirdi. Biraz kendime gelince sordu: “Tanıdın mı cesedi?” “Hayır, tanımıyorum.” Deyince beni tekrar morgun içine sokup ölünün yanına götürdü. Cesedin sağ elini çıkardı. Buradaki dövmeyi bana gösterdi. “Nilay” yazıyordu. “Hâlâ tanımadığını mı iddia edeceksin?” diye sert bir şekilde sordu. Bu uyarı cesede daha dikkatli bakmamı sağladı. Evet bu Metin’di. Kesinlikle Metin’di. Dikkatli bakınca sol dudağının üzerindeki beni de görünce “Evet, tanıdım. Bu Metin.” Dedim. Polislerden öğrendiğime göre, yüklü miktarda bir uyuşturucu kaçakçılığı yapılacağı ihbarı alınmış. Çok sayıda görevli kaçakçıları kıstırmış. Teslim ol, çağrısına uymayan kaçakçılara ateş edilmiş. Tabii kaçakçılar da buna karşılık vermiş. Kuşatmayı yarmak için çalışan kaçakçılar az kalsın bunda muvaffak olacaklarmış. Ancak gelen takviye polis güçleri kaçmalarını engellemiş. Çatışmanın sonunda Metin ve bir kaçakçı ölü ele geçirilirken biri yaralı üç kaçakçı da sağ olarak yakalanmış. Oradan ayrıldıktan sonra, gene hastane-karakol-savcılık üçgeninde dolaştırılmaya başladım. Polis ve savcı benim tedirgin halimi gördükçe hakkımdaki şüphelerinden bir türlü vazgeçemiyorlardı. Yaklaşık bir hafta boyunca her gün saatlerce ifade vermek zorunda kaldım. Ne biliyorsam her şeyi anlattım. Metin’le aramızda geçen sadece ikimizi ilgilendirecek olan anılarımı bile anlattım. Buna rağmen benim suçsuz olduğuma bir türlü inanamıyorlardı. Onların gözünde ben de uyuşturucu işine bulaşmış yalan söyleyen bir suçludan başka biri değildim. Ne olduysa oldu, orasını bilemiyorum; ama savcı bir gün “Kızım, sen daha nelerin uyuşturucu madde olduğunu bile bilmiyorsun. Hem kendimizin hem de senin zamanını boş yere aldık. Kusura bakma. Böyle davranmak, gerçeği ortaya çıkarmak zorundaydık. Artık gidebilirsin.” Dedi. Gerçekten de ben uyuşturuculardan habersizdim, hayatımda bir kere bile uyuşturucu madde görmemiştim. Sorgulama sırasında verdiğim cevaplardan bu sonucu çıkaran savcı beni serbest bırakmıştı. Aileme, komşulara, akrabalara, arkadaşlarıma hatta mahallemizdeki tanımadığım insanlara karşı bile mahcubiyet içerisindeydim. Suçsuzdum, ancak bunu insanlara nasıl anlatabilirdim. Anlatsam bana inanırlar mıydı? Müstehzi, şüpheci bakışlar her an üzerimdeydi. Ailem bile aynı bakışlarla beni izliyordu. Vebalı bir hasta ya da kuduz bir köpek gibi herkesin bana karşı belli bir mesafeyi korumaya çalıştığını görüyordum. Yalnız, tek başıma kalmıştım. Şu koskocaman dünyada, kalabalıklar arasında yalnız, tek başınaydım… Bütün bunlardan daha kötüsü de vardı: Ruhsal durumum… Bazen ağlıyordum bazen gülüyordum, bazen bir köşeye çekilip sessizce oturuyor bazen birden hareketlenip her şeyi kırkmak, dökmek, parçalamak istiyordum. Bu gelgitler beni perişan ediyordu. Öyle ki Metin’in ölmesine sevinmeli miydim, üzülmeli miydim bilemiyordum. Metin’den sonra onsuz bir yaşam sürdürebilir miydim? Ondan kurtulmuş muydum, yoksa ona daha çok bağlanmış mıydım? Günlerce dışarı çıkmadım. Tam olarak kaç gün olduğunu bilemem ama bir aya yakın bir süre olabilir bu mahpusluğum. Bir gün kendimi zorladım, sokağa çıktım. Ayaklarım beni mezarlığa doğru sürüklemeye başladığında içimdeki ses de geri dönmemi telkin ediyordu. Sesin isteğine uymamak için koşmaya başladım. Mezarlığa geldiğimde nefes nefeseydim. Duvarın üzerine oturup biraz dinlendim. Etrafa bakındım. Kimseler yoktu. Bırakın insanları benden başka bir tane bile canlı yoktu. Ne bir kuş, ne bir kedi, ne de bir köpek… Ortalık sessizdi. Sadece çok derinden gelen bir rüzgâr sesi duyuyordum. Soğuktu, ama üşümüyordum. Metin’in mezarını bulmakta zorluk çekmedim. Mezarın yanına gelince üzerine kapandım ve ağlamaya başladım. Elimle toprağı okşadım. Metin’le konuşmayı denedim. Onu sevdiğimi, beni affetmesini söyledim. Beni duyduğunu, anladığını biliyordum; sesini duymamış olmam bu inancımı değiştiremezdi. Toprak yaş ve soğuktu. Bu yaş ve soğuk toprağın altında o gencecik bedenin yattığını düşündükçe önce kendime, sonra da onu öldüren polislere ve hatta tüm insanlara karşı olan öfkem kabarıyordu. Mezarın üzerinden kalkıp eve dönmeye karar verdim. Bu kararımı gerçekleştiremedim. Çünkü mezarın üzerinden ayağa kalkmış olmama rağmen bir türlü yürüyemiyordum. Ayaklarıma sanki pranga vurulmuştu. Ne kadar denersem deneyeyim yürümeyi bir türlü başaramadım. Tekrar mezarın üzerine kapaklanıp öylece kaldım. Rüzgârın sesi daha çok duyulmaya başlamıştı ve hava da artık kararmak üzereydi. Kulağıma ezan sesi geliyordu. Bildiğim bütün duaları defalarca okudum, okudum, okudum. Sonrasını hiç hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde bir hastanedeydim ve başucumdaki annem yaşlı gözlerini siliyordu. Eve dönmeyince beni aramaya çıkmışlar, bakmadık yer bırakmamışlar. En sonunda akıllarına mezarlık gelmiş. Neredeyse soğuktan donarak ölmek üzereyken yetişmişler ve hemen hastaneye getirmişler. Hastanede üç gün kaldıktan sonra taburcu edildim. Hastanede kaldığım günlerde doktorlar, hemşireler ve annem birbirleriyle sözleşmiş gibi bana hep aynı nasihatleri verdiler. Ne söyledikleri benim umurumda bile değildi. Hepsine anlamış ve nasihatlerini tutacakmışım gibi başımı sallayarak cevap veriyordum. Şimdi ise vicdan muhasebesi yapıyorum ve bu yüzden de çok rahatsızım. Yani vicdan azabı çekiyorum. Metin benim yüzümden öldü, benim yüzümden o gencecik beden soğuk toprağın altına girdi. Eğer bana hediye almak için hırsızlık yapmak zorunda kalmasaydı, hapishaneye düşmezdi ve uyuşturucu işine de bulaşmazdı. Tabii benden ayrılmak, ilişkimize son vermek de istemezdi. Yoksul ama mutlu bir yaşamı birlikte yürütür geleceğe dair hayaller kurardık. Belki de bir gün evlenir ve birlikte yaşlanırdık. Ya şimdi? Evet, ben iğrenç bir varlığım. Sevdiğim insanın hayatını mahvettim, onun ölümüne neden oldum. Başkaları hatta Metin bile beni affetse de ben kendimi asla affetmeyeceğim. Kendimden iğreniyorum. Bir hayvan leşi bile benden daha temizdir. Ne yaparsam yapayım arınamayacağım. Yediklerim, içtiklerim ve hatta soluduğum hava bile benim yüzümden kirli… Toprağa karışmak, Metin’in toprağına karışmak, onunla toprakta buluşmak istiyorum. İçimdeki zehri, topraktan başka yok edecek bir panzehir olduğunu zannetmiyorum. Huzura ancak böyle kavuşabileceğime inanıyorum. Bunun bir veda mektubu olduğunu hemen anlamışsınızdır. İstedim ki sizinle helalleşeyim. Çünkü beni hiç tanımadığınız halde bana yazdınız, yazdıklarınızla doğruları göstermeye çalıştınız. Doğrusu çok da faydalı oldunuz. Mektuplarınızı sabırsızlıkla bekledim, geldiğinde de heyecanlandım. Hepsini defalarca okudum, öyle ki ezberlediklerim bile oldu. Sizi tanımak istiyordum. Nasıl bir insan olduğunuzu çok merak ediyordum. Gülüşünüzü, öfkenizi merak ediyordum. Konuşmalarınızı dinlemek için can atıyordum. Bir gün buluşacağımızı ve sizinle ilgili aklımdaki soruları cevaplandıracağımı umuyordum. Yazdıklarımı size okuyacaktım. Belki de yazdıklarımı beğenmeyecek, dudak bükecek ya da hepsini derhal çöpe atmamı tavsiye edecektiniz. O zaman ben de nasıl daha iyi yazabileceğimi, bu konuda neler yapmam gerektiğini size soracaktım. Bastırmayı düşündüğüm kitabımı onca meşguliyetinizin arasında bir şekilde size okutturmanın yollarını arayacak, bunda muvaffak da olacaktım. Kitap bastırma ile ilgili sorunlardan anlatmadıklarınızı bana anlatacaktınız. Ben de bu zorlukları nasıl göğüsleyebileceğimin yollarını araştıracaktım. Size Metin’i, onunla olan ilişkimi anlatacak, nerede yanlış yaptığımı soracaktım. Belki de bu ilişkideki hatalarımı tek tek yüzüme vuracak, bana gitmem gereken yolu gösterecektiniz. Yanınızda ağlayacak, gülecek, kızacak, susacak ama sonuçta sizinle beraber olmaktan haz duyacaktım. Bunların hepsi artık geride gerçekleşmemiş bir hayal olarak kaldı. Size fazlasıyla haksızlık ettim. Hep acılarımı, mutsuzluklarımı, yaşadığım kötü olayları paylaştım sizinle. İyi ve güzel şeylerden pek bahsedemedim. Gösterdiğiniz sabır için teşekkür ederim. Mektubun bazı yerlerinde yazılar karışmış, ama okunabiliyor. Kusura bakmayın. Gözyaşlarım buna sebep oldu… Bu mektubuma cevap beklemiyorum. Yazarsanız da ben o mektubu okuyamayacağım. Yanlış bir adrese mektubum gitmişti. Şimdi ise belki de gene yanlış bir adrese bedenim gidecek; tabii ruhum da… Birkaç gün içinde şöyle bir gazete haberi görürseniz lütfen şaşırmayın ve üzülmeyin: Mezarlıkta donarak ölmüş bir genç kız cesedi bulundu. Elveda. Nilay -BİTTİ-
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |