"Küle değil, ateşe üflemelidir." -Divanü Lügat-it Türk, Savlar |
|
||||||||||
|
20. Yüzyılda Türk Edebiyatının yetiştirdiği en büyük isimlerden biri de şüphesiz Orhan Pamuk olmuştur. Orhan Pamuk, yazdığı romanlarla bırakın Türk Edebiyatını, Dünya edebiyatında isim yapmış, herkesin tanıdığı ünlü bir isim olmuştur. Edebiyat alanında da Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür. Bu, şüphesiz ki hem kendi adına hem de Türk Edebiyatı adına büyük bir onurdur. Nobel Edebiyatına sahip olmak her yazara, her sanatçıya nasip olmaz çünkü. Herkese nasip olmuyor… İşte Orhan Pamuk, yazdığı romanlarla bu onuru, bu şerefi Türk Milletine yaşatmış bir şahsiyet oldu. 1952’de İstanbul’da doğan yazar, çocukluğundan gençlik yıllarına kadar resim yaptı. İçinde hep ressam olmak hevesi, isteği vardı. Liseyi Amerikan Robert Koleji’nde okudu. İstanbul Üniversitesi’nde mimarlık okudu. Fakat zaman sonra mimar ve ressam olmayacağına karar verince okulu yarıda bıraktı. İstanbul Üniversitesi’nde gazetecilik okumaya başladı. 23 yaşından sonra romancı olmaya karar verdi. Ve evine kapanıp yazmaya başladı. 1982 yılında ilk romanı olan “Cevdet Bey Ve Oğulları”nı yazdı. Bu eseriyle “Orhan Kemal” ve “Milliyet Roman Ödülleri”ni aldı. Bu romanın Fransızca çevirisiyle de 1991 yılında Prix de Decouverte Europeene’i kazandı. Bu roman için Selim İleri “ Örneğine kolay rastlanmayacak bir çağ romanı… Şimdiden Türk romanına köşebaşı açıyor” derken, Fethi Naci de roman için “Büyük bir başarı… Hiç duraksamadan en beğendiğim yirmi Türk romanı arasına alırdım” der. Nişantaşlı bir ailenin üç kuşak boyunca serüvenlerini anlatan bu kitap, ev içlerinin renklerini, zamanın akışını, günlük sıradan konuşmaları akılda yer eden kahramanlar aracılığıyla saptarken, okura geleneksel romandan alınacak bütün hazları verir. Ertesi yıl “Sessiz Ev” adlı romanı yayınladı. Romanda, biri tarihçi, biri devrimci, biri de zengin olmayı aklına koyan üç torunun İstanbul yakınlarında Cennethisar Kasabası’nda yaşayan babaannelerini ziyaret etmeleriyle birlikte burada geçirdikleri bir haftayı anlatıyor. 1985 yılında Venedikli bir köle ile bir Osmanlı alimi arasındaki gerilimi ve dostluğu anlatan romanı “Beyaz Kale” yayımlandı. Bu eser, pek çok dile çevrildi. Orhan Pamuk artık uluslar arası bir üne kavuştu. Aynı yıl Amerika’ya giden yazar, Colombiya Üniversitesi’nde “Misafir Âlim” olarak bulundu. 1990 yılında “Kara Kitap” romanı hayat buldu. Bu romanda yazar, İstanbul’un sokaklarını, geçmişini, kimyasını ve dokusunu, kayıp karısını arayan bir avukatın umutla, sabırla bekleyişini anlattı. Kaybolmayan, bitmeyen sevgisini, inancını dile getirdi. Bu eser de Fransızca çevirisiyle Prix France Culture Ödülü’nü kazandı. 1994’te esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli bir genci hikâye ettiği “Yeni Hayat” adlı şiirsel romanı yayımlandı. 1998 ise Osmanlı ve İran nakkaşlarını, Batı dışındaki dünyanın görme ve resmetme biçimlerini bir aşk ve aile romanının entrikasıyla hikâye ettiği “Benim Adım Kırmızı” adlı romanı yayımlandı. Bu kitapla da Fransa, İtalya ve İrlanda’da ödüller kazandı. “İlk ve son siyasi romanım” dediği “Kar” adlı kitabını 2002’de yayımladı. Kars Şehri’nde, siyasal İslamcılar, askerler, laikler, Kürt ve Türk milliyetçileri arasındaki şiddeti ve gerilimi hikaye eden bu kitap, New York Times Book Rewiev tarafından 2004 yılının en iyi 10 kitabından biri seçildi. Pamuk’un 2003 yılında yayımladığı “İstanbul” yazarın hem 22 yaşına kadar olan hatıralarını aktardığı bir anı kitabı, hem de kendi kişisel albümüyle, Batılı ressamların ve yerli fotoğrafçıların eserleriyle zenginleştirilmiş, İstanbul üzerine bir denemedir. Kitapları 58 dile çevrilmiştir. Dünyada yedi milyondan fazla satmıştır. Orhan Pamuk, birçok üniversiteden şeref doktorası almıştır. Alman Yayıncılar Birliği tarafından verilen en seçkin ödülü kabul edilen “Barış Ödülü” 2005 yılında Orhan Pamuk’a verilmiştir. 2006 yılında “Time Dergisi” tarafından Dünyanın en etkili 100 entelektüeli arasında gösterildi. Orhan Pamuk, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Tek Türk oldu. Görüldüğü gibi Orhan Pamuk, eserleriyle tüm Dünyanın tanıdığı, zevkle okuduğu ve büyük değer verdiği, önemli bir yazar olmuştur. Yazdığı eserler dünyanın birçok yerinde ödüller almıştır. Orhan Pamuk’un eserlerinin birçoğunu okudum. Bunlar, “Kar”, “Benim Adım Kırmızı”, “Yeni Hayat”, “Kara Kitap” ve son olarak “Masumiyet Müzesi” adlı romanlarıdır. Orhan Pamuk’un kendine has değişik, farklı bir üslubu var. Eserleri tamamen titiz bir araştırma sonucu ortaya çıkıyor. Sıradanlık ve basitlik yok. Eserlerinde tarihten ve tarihi kişiliklerden oldukça faydalanıyor. … “Benim Adım Kırmızı” “Kara Kitap” adlı eserlerinde ağır bir üslup kullanırken “Yeni Hayat” ve “Masumiyet Müzesi” romanlarında akıcı bir üslup kullanıyor. Günümüz Türkçesi ve konuşma diline daha yakın bir dil var bu eserlerde. Son okuduğum romanı “Masumiyet Müzesi” olduğu için bu eser üzerinde durmak istiyorum. Her şeyden önce bu eserde Orhan Pamuk güzel bir Türkçe kullanmış. Açık, anlaşılır ve temiz bir Türkçe. Konuşma dili hâkim tüm eserde. Okurken okuyucu hiç sıkılmıyor. Oysa “Benim Adım Kırmızı” ve “Kara Kitap” adlı eserleri için bunu diyemeyiz. Yabancı kelimeler çok fazla olmamakla birlikte ağır bir dil ve üslup kullanmış bu eserlerde. Doğrusunu isterseniz okurken sıkılıyor okuyucu bu iki eserinde. En azından ben öyle oldum. Ama şunu da belirtmeliyim ki kalite bakımından oldukça yüksek olmasına rağmen, bu romanları okuyan okuyucular öyle çok da rahat olamamışlardır. Hatta yazarın ne demek istediğini, ne anlatmak istediğini defalarca kendi kendilerine sormuşlardır diye düşünüyorum. İç içe giren, uzun ve karışık ve sıkıcı cümleler… Yazarın her ne kadar ünü, Dünyaya yayılmışsa da günümüz okuyucusu için bu eserler, biraz ağır geliyor diyebilirim… Ben, bu eserleri okuduğumda “Orhan Pamuk’a nasıl Nobel Ödül’ü vermişler?” diye kendime soramadan edememiştim. Hatta şu karşılaştırmayı dahi yapmıştım o zamanlar: “Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ gibi bir romanı dururken, Orhan Pamuk’un eseri, bu başarıyı hak etmiş miydi?” “Masumiyet Müzesi” ise tamamen farklı bir şekilde kaleme alınmış. Gayet açık, sade, anlaşılır ve konuşma dili kullanılmış. Cümleler kısa ve net… Okurken okuyucu hiç sıkılmıyor. Anlatılmak istenileni bir çırpıda anlıyor… Birinci tekil ağızdan anlatılan romanın son bölümünde anlatıcı, yerini yazara bırakmış. Roman sonunda, anlıyoruz ki, baştan sona kadar, roman kahramanı başından geçen olayları, yaşadıklarını, hissettiklerini yazara anlatıyor. Yazar da uzun bir araştırmadan sonra romana hayat veriyor. Ve olayları ardı ardına sıralayarak kahramanının ağzından anlatıyor. Yer yer geriye dönüklerle veriliyor olaylar… Ben, romanı okurken, adeta 1970’li yılların bir filmini izliyormuşum hissine kapıldım. Sanki bir Ekrem Bora, bir Ediz Hun, bir Kartal Tibet, bir İzzet Günay, bir Türkan Şoray, bir Hülya Koçyiğit, bir Fatma Girik başrollerde oynuyor düşüncesini taşıdım. Çünkü roman baştan sona kadar hep bu tarzda kaleme alınmış. O dönemin sinemasını bilenler için bu özellik hiç gözlerden kaçmayacaktır düşüncesindeyim. Gerek konu bakımından, gerek kahramanları bakımından, gerekse mekân bakımından tam eski Türk Filmi içeriyor roman: “Seyirciler vakit ilerlediği, kucaklardaki çocuklar uyuyakaldığı, gazoz içip leblebi savaşı yapanlar yorulduğu, ön sıralardaki şamatacılar da suskunlaştığı için mi acaba filmi daha büyük bir sessizlikle izliyorlardı? Yoksa Orhan Gencebay’ın aşk acısını fedakarlığa çevirmesini saygıyla karşıladıkları için mi? Ben de aynı şeyi yapabilir, kendimi daha fazla rezil ve mutsuz etmeden yalnızca Füsun’un mutluluğunu isteyerek yapabilir miydim? Onun bir Türk filminde oynaması için gerekenleri yapıp rahatlaya bilir miyim? Füsun’un kolu bana yakın değildi artık. Orhan Gencebay’ın sevgilisine “Mutluluk senin, hatıralar benim olsun” demesine, ön sıralardan biri “Enayi!” diye bağırdı, ama pek az kişi gülüp onay verdi ona. Hepimiz sessizdik. Yenilgiyi efendice kabul etmenin bütün milletin en iyi öğrendiği, öğrenmek istediği bilgelik ve hüner olduğunu o sırada düşündüm. Belki de film bir boğaz yalısında çekildiği için, bir ara boğazım düğümlendi… sayfa 291” Romanı ilk elime aldığımda dahi bu hissi yaşadım. Roman kapağı, adeta eski bir Türk Filminin afişini andırıyor. Ya da bana öyle geldi… Üstü açık, yazlık pembe bir arabanın içinde yer alan üç bayan, iki erkek, beş kişi, geride İstanbul Boğazı, vapur ve Kız Kulesi görülüyor. Araba, pembe renkli iken geride İstanbul siyah beyaz görünüyor. Tıpkı o dönemin Türk filmleri gibi… O dönemde Türk filmleri siyah beyaz idi… Kıyafetlerden de yaz sonu veya sonbahar olduğu anlaşılıyor. Arka kapakta ise Orhan Pamuk’un Paris’te bulunan Gustave Moreau Müzesi’nde romanı için araştırma yaparken çektirdiği bir resmi bulunuyor. Bu resmi, kızı Rüya’nın çektiği biliniyor. Romanda yazar olarak veya anlatıcı olarak kahraman veya diğer bir söylemle yazar, sık sık araya giriyor. Okuyucuya kendi düşüncelerini aktarıyor. Açıklamalar yapıyor ve okuyucu ile neredeyse konuşuyor. Yani bir sohbet havası taşıyor roman. Bu özellik de Tanzimat Dönemi’nde roman türü ile ilk kez tanışan Türk yazarlarının anlatım biçimini andırıyor: “Yıllar sonra resimli yemek listesini, bir ilanını, özel kibritini ve peçetesini sergilediğim Fuaye, kısa zamanda Beyoğlu, Şişli, Nişantaşı gibi semtlerde yaşayan sınırlı sayıda zenginin ( gazetelerin dedikodu sütunlarının alaycı diliyle söylersek “sosyetenin”) en çok sevdiği Avrupa tarzı (Fransız taklidi) lokantalarından biri oldu. Sayfa 28” “Romanımızın bu kısmını okutan lise öğretmenleri endişeye kapıldıysa, öğrencilerine şu bir sayfayı atlamalarını önerebilirler. Sayfa 38” Bu tarz, O dönem için, romanda oldukça kusur sayılmış ve zaman sonra yazarlarımız bu tarzı kendiliğinden bırakmışlardı. Orhan Pamuk’un bu yola neden başvurduğunu anlayabilmiş değilim. Romana yazar “Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi” (sayfa 11) cümlesiyle başlıyor. Bu cümleleri önce merak eden okuyucu, daha sonra sayfalar ilerledikçe roman kahramanının büyük bir aşkla yandığını, tutuştuğunu ve psikolojik bir sarsıntı yaşadığını anlıyor. İşte bu cümleler romanın bir aşk romanı olduğunu, yazarın duygusal ve romantik bir aşk ateşi içinde yanıp tutuştuğunu daha ilk başlarda veriyor okuyucuya. Gerçekten de romanı okudukça, yazarın bir butikte gördüğü ve fakat uzun zamandır görmediği uzak akrabalarının 18 yaşındaki Füsun’a duyduğu aşkın tüm dünyasını nasıl sardığını, bu aşkın kendi ruhuna bir sarmaşık gibi dolandığını, bu aşk yüzünden, kendi ayarında, zengin, okumuş, kültürlü nişanlısını nasıl bıraktığını görüyoruz. Adeta okuyucu aşkın derecesini gördükçe kendi kendine “Bu kadar da olamaz!” diyor. “Masumiyet Müzesi” sadece aşk hakkında değil, o dönemin İstanbul’u, orada yaşayanların yaşayış biçimi, arkadaşlık duygusu, aile bağları, Avrupailik, cinselliğe bakış açımız hakkında da çeşitli bilgiler veriyor: “Çayımızı içerken, akrabalardan, çocukluğumuzdan, ortak hatıralarımızdan kimseyi iğnelemeden, kötülemeden söz ettik. Annesinin çok saygısı olduğunu söylediği annemden hep korkarlardı. Ama çocukluğunda ona en çok da annem ilgi göstermiş, dikişe geldiklerinde oynasın diye bizim oyuncaklarımızı, Füsun’un sevdiği ve bozmaktan korktuğu kurmalı köpekle tavuğu vermiş, güzellik yarışmasına kadar her yıl doğum günlerinde şoför Çetin Efendi’yle ona hediyeler yollamıştı… Sayfa 33” Tıpkı eski Türk filmlerinde olduğu gibi, roman kahramanı Kemal de zengin bir işadamının oğludur romanda. Nişanlı olduğu halde, uzak akrabasının fakir kızı Füsun’a âşık olur. Füsun 18 yaşında güzel, alımlı ve çekici bir genç kızdır. Fiziki yapısı oldukça güzeldir. Adeta bir film yıldızı gibidir. Lise bitirmiş ve üniversite sınavlarına hazırlanmaktadır. Oysa romanın tamamında Füsun bir film yıldızı olmak istemektedir. Bu nedenle bir güzellik yarışmasına da katılmıştır. Tek hayali filmlerde oynamaktır… Füsun, Şanzelize Butik adında Avrupa’dan getirtilen kadın eşyaları satan bir mağazada çalışmaktadır. Burada çanta, elbise, iç çamaşırı gibi bayan eşyaları satılmaktadır… Eserde verilen isimler de bize o dönemin hala Tanzimat Dönemi’nin etkisi altında olduğumuzun ve Fransız etkisinin daha ülkemizde tamamen geçmediğini gösteriyor. Ve fakat artık zamanla bu anlayış, yavaş yavaş kalkacak ve yerini kendi benliğimiz olan, bizi anlatan, bizden olan sözcüklere bırakacaktır. Kullanılan kelimeler, mekân isimleri ara ara Fransızca sözcüklerdir. Bu dönemde İngilizce isimler, günümüzdeki gibi, henüz o kadar yaygın değildir. Ve Avrupa denilince, Tanzimat Dönemi’nde olduğu gibi, bu dönemde de Paris akla gelmektedir. İstanbullu zenginlerin seyahat için, arkadaşlarına hava atmak adına, Avrupa olarak kabul ettikleri Paris’e gittiklerini görüyoruz. Romanda bu anlayışın yavaş yavaş değiştiğini, insanımızın öze dönmeye başladığını anlıyoruz.: “Yıllar sonra resimli yemek listesini, bir ilanını, özel kibritini ve peçetesini arayıp bulduğum ve burada sergilediğim Fuaye, kısa zamanda Beyoğlu, Şişli, Nişantaşı gibi semtlerde yaşayan sınırlı sayıda zenginin (gazetelerin dedikodu sütunlarının alaycı diliyle söylersek “sosyetenin”) en çok sevdiği Avrupa tarzı (Fransız taklidi) lokantalarından biri oldu. Müşterilerine bir Avrupa şehrinde oldukları izlenimini altını çok çizmeden vermek isteyen bu lokantalara Ambassador, Majestik, Royal gibi Batılı ve iddialı adlar yerine, Batı’nın kenarında İstanbul’da olduğumuzu hatırlatan Kulis, Merdiven ve Fuaye gibi adlar verilirdi. Sayfa 21” Roman yazarı, bu iki kahramanı yine eski Türk filmlerindeki gibi bir tesadüf sonucu karşılaştırır. Kemal, nişanlısına daha önce görüp beğendiği bir çantayı almak için Şanzelize Butik’e gelir. Burada tezgâhtarlık yapan genç kızdan çantayı ister. Biraz sonra bu genç kızın çocukluğunda aynı yerde yaşadıkları uzaktan akrabalarının kızı Füsun olduğunu anlar. Konuşurlar… Aslında daha ilk görüşmelerinde birbirlerine karşı ilgi duyarlar. Yazar, bu nedenle tüm hayatını saran bir aşkın başlangıcı olarak “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” der… “Merhaba Füsun. Ne kadar büyümüşsün. Beni tanımadın galiba.” “Yok Kemal Ağabey, hemen tanıdım sizi ama siz tanımayınca, ben de rahatsız etmeyeyim dedim.” Bir sessizlik oldu. Az önce çantada işaret ettiği yere baktım. Güzelliği, o zamana göre aşırı kısa eteği ya da başka bir şey huzursuz etmişti beni, tabii davranamıyordum.” Ee neler yapıyorsun?”- sayfa 14” İlerleyen günlerde Kemal, çeşitli bahanelerle Butik’e tekrar gelir. Aslında bu gelmelerin ardında Füsun’u tekrar görmek isteği vardır. Bu, açık bir şekilde söylenmese bile ilerleyen bölümlerde okuyucu bunu rahatlıkla hissedebilmektedir. Kemal’in, ailesiyle birlikte kaldığı evden başka, çalışmak, yalnız kalmak ve dinlenmek istediğinde gidip kaldığı, kendine ait olan, bir bekâr dairesi vardır. Füsun’u bir bahane ile oraya davet eder. Füsun da gider. İşte her şey bu gitmeden sonra başlar. Bu evde, Füsun ile Kemal, birlikte olurlar. Füsun, cesurca, korkmadan kendini Kemal’e teslim eder. İlk defa cinselliği burada yaşar. Oysa o dönemin Türkiye’sinde bekâretlik durumu çok önemlidir. Kızların bekâretliklerini evleneceği erkeklere, ilk geceye sakladıkları bir gerçektir. Burada ise Füsun, batılı anlayışa sahip bir genç kız olduğunu göstermek istercesine kendini rahatlıkla Kemal’e teslim eder: “… O yıllarda gençler, üzerlerinde adlarının baş harfleri olan künyeler, kolyeler, bilezikler takarlardı, küpelere hiç dikkat etmedim. Füsun’un tek tek elbiselerinden sonra, aynı kararlılıkla küçük külotunu çıkarması da bana aynı şeyi, benimle sonuna kadar sevişeceğini düşündürdü. O yıllarda sonuna kadar gitmek istemeyen kızları külotlarını mayonun altı gibi üzerlerinde bırakırlardı, hatırlıyorum. Badem kokulu omuzlarını öptüm, kadife kıvamındaki terli boynuna dilimle dokundum ve göğüslerinin, daha güneşlenme mevsimi başlamamasına rağmen, sağlıklı Akdeniz teninden bir derece daha açık renk olduğunu görünce ürperdim. Sayfa 38” Okuyucu, burada Füsun’u kolay, basit biri gibi düşünebilir. Fakat ilerleyen sayfalarda bunun böyle olmadığını anlar. Kendi aralarında bu kadar yakınlık olmasına rağmen, ayrılıp karşılaşmalarından sonra sekiz yıl gibi uzun bir süre elleri ellerine değmez. Bunun sebeplerini okuyucu, sayfalarda ilerledikçe daha iyi anlayacaktır. Kemal, üniversite sınavlarına hazırlanan Füsun’a matematik dersleri vermek üzere, sürekli olarak bu daireye gelmeye, onu ikna eder. Füsun da bunu kabul ederek gelmeye başlar. Ders çalışmakla birlikte sevişmeler, birlikte olmalar devam eder… Hangi genç bir kız, nişanlı olduğunu bildiği bir erkeğe kendini teslim eder? Füsun, Kemal’in nişanlı olduğunu bilmektedir. Buna rağmen, onunla birlikte olmaktan çekinmemiştir. Bu birliktelik Kemal’in resmen nişanlanmasına kadar devam eder. Hilton Otel’inde görkemli bir törenle Sibel ile nişanlanır. Füsun ve ailesi de bu nişana davet edilir. Aslında bu davete seçkin, zengin kişiler çağrılmıştır. Ailesinin listeye eklememesine rağmen Kemal, listeden birkaç kişiyi çıkararak uzak akrabalarını eklemiş ve nişana gelmelerini sağlamıştır. Bir insanın nişan gecesinde, sevdiğini dört gözle ve heyecanla beklemesi, nişanlısını bir yana bırakıp onunla dans etmek istemesi, ertesi gün için onunla buluşmak istemesi ve sevişmek için eve çağırması, karşıdaki insana ne kadar güven verecektir? İster istemez Füsun da kendi geleceğini burada soracaktır: “Bundan sonra ne olacak onu söyle.” “Yarın, her zamanki gibi (sesim bir an titredi) saat ikide, sen sınavdan çıktıktan sonra gene Merhamet Apartmanı’nda buluşalım mı? Bundan sonra ne yapacağımı sana o zaman rahat rahat anlatayım. Bana güvenmezsen, beni ömrümün sonuna kadar görmezsin.” “Hayır, şimdi söylersen gelirim. - Sayfa 158” O geceden sonra Kemal, Füsun’u uzun bir süre görmeyecektir. Füsun, ailesinin taşınmasından sonra adeta kaybolur. Kemal, çok aramasına rağmen onu bulamaz. Bir gün gelir umuduyla her gün apartmana gider ve Füsun’u bekler. Füsun’un eski eşyalarıyla vakit geçirir. Ancak Füsun gelmez. Kemal, sıkıntılı günler yaşar. 339 gün aradan sonra Füsun’dan gelen bir mektupla yeniden irtibat sağlanır: “Kemal Ağabey, Biz de görüşmeyi çok isteriz. Seni 19 Mayıs akşamı yemeğe mutlaka bekliyoruz. Telefonumuz daha takılmadı. Gelemezsen Çetin Efendi’yle haber yolla. Sevgiler, saygılar Füsun- Sayfa 259” Mektupta Füsun, Kemal’e “Ağabey” diye hitap etmektedir ve saygı sunmaktadır. Aslında burada Kemla’e bir gönderme vardır. Düşünecek olursak, bir bayanın, birlikte olduğu, onunla yattığı bir erkeğe “ağabey” diye hitap etmesinin altında ne vardır? Neden bu kadar aradan sonra birdenbire mektup yazarak yemeğe davet etmektedir ve ona “ağabey” diye hitap etmektedir. Kemal, bu detayları fazla düşünmez. Nişanlısından da artık ayrıldığı için bu mektuba sevinir. Hemen Füsun’a koşmak ve ona evlenme teklifi etmek istemektedir. Ama artık her şey eskisi gibi değildir. Füsun başka biriyle evlenmiştir. Kemal, hayal kırıklığı yaşar. Ama bu evliliği normalmiş gibi karşılamaya çalışır ve fakat içinde fırtınalar kopmasına rağmen umudunu hiç kaybetmez. Füsun’un kocası, ona, küçük çocukken âşık olmuş şişman, genç bir sinemacıdır. Hayalinde hep bir sanat filmi çekmek vardır. Fakat bunu finanse edecek imkânı yoktur. Tek hayali film yıldızı olmak isteyen Füsun’a belki de bir fırsat doğmuştur. Kim bilir belki de Füsun, onunla bu hayalini gerçekleştirebilmek için evlenmiştir… Kemal, Füsun’u ve kocasını görünce aslında kendisinin bu film için arandığını, filme sermaye aracı olmak istendiğini anlamıştır. Füsun’u tekrar kaybetmek istemediğinden bunu da kabul eder. “Limon Film Şirketi”ni kurarlar. Ama Füsun’u da hep sinema ortamından uzak tutmak ister. Bu vesileyle Füsunların evine sekiz yıl süreyle sürekli gidip gelir. Tüm aile, bu süre içinde hep bir arada olur, televizyon seyreder, sohbet eder ve yemek yerler. Arada bir de Boğaza restaurantlara giderler. Füsun, bu süre içinde Kemal’e yakınlık göstermez. Sanki geçmişte aralarında o ateşli sevişmeler, aşklar yaşanmamış gibi davranır. Ama Kemal, roman boyunca ona kavuşacağı anı bekler... Füsun’a tekrar kavuşmak ve onu kollarının arasına almak isteğiyle yanıp tutuşur. Burada da okuyucu kendine soramadan edemez. Aralarında onca aşk yaşanmasına rağmen, defalarca birlikte olunmasına rağmen, şimdi bu iki aşığın birbirine bu kadar kayıtsız, bu kadar uzak ve hiçbir şey yaşanmamış gibi bu kadar yabancı kalmaları ne kadar gerçekçi, ne kadar doğrudur? Bu uzaklığı, Füsun’un başka biriyle evli olması mı sağlıyor? Yoksa annesi ve babasıyla hala birlikte olmalarından dolayı mı birbirlerine yabancı kalınıyor? Veya içlerindeki sevgi mi bitti? Bana göre cevap bunların hiçbiri değil… Sadece uygun zaman kollanıyor… Bu sorunun cevabı geleneklerimizde aranmalı bence… İnsanın içindeki dürtü, şeytan, ne kadar rahat bırakabilir insanı? Belli ki yazar, burada kahramanlara daha fazla yasak aşk yaşatmak istememiş. Bunu toplumun biraz da gelenek ve görenekleriyle örtüştürmüş… Yoksa Kemal’in nişanlı olduğunu bile bile kızlığını teslim eden biri, sırf evliyim diye mi gelenekçi davranacak? Kemal, Füsun’un kocası Feridun’a destek sağlar. Film çekerler. Ama filmde Füsun değil, Papatya diye başka bir yıldız oynar. Film oldukça başarılı olur. Gişe yaparlar. Hep birlikte sinema ile uğraşan kişilerin takıldığı mekânlara takılırlar. Kemal, ısrarla Füsun’u bu gruplardan uzak tutmaya çalışır. Zamanla Feridun ile Papatya arasında bir ilişki başlar. Zaten Füsun ile bir formaliteden öte gitmeyen evlilikleri bozulur. Film Şirketi’nin Feridun’a bırakılmasıyla boşanırlar. Kemal için artık hayallerine kavuşma vakti gelmiştir. Füsun’a evlenme teklifi eder. Bir otelde kendi aralarında nişanlanırlar. Evlilik için gerekli malzemelerin alınması veya onların beğenilmesi için Paris’e gitmek düşüncesi atılır ortaya. Kemal, Füsun, annesi ve şoförleri birlikte çıkar yola. Edirne yakınlarında bir otelde geceyi geçirmek için konaklarlar. Gecenin ilerleyen vakitlerine kadar içki içerler. Sabaha karşı, Kemal ile Füsun arasında küçük bir tartışma olur. Konu, Füsun’un film yıldızı olamamasıdır. Bu nedenle Füsun, kırgınlığını dile getirir. Paris’e gitmek istemediğini söyleyerek otelden ayrılır. Kemal, biraz sonra araba ile arkasından giderek onu ikna eder. Füsun, arabayı kendisi kullanmak ister. Kemal arabayı ona verir. Eğer, Kemal mutluluğunun sadece buraya kadar süreceğini ve burada biteceğini bilseydi, arabayı kullanması için Füsun’a verir miydi? Füsun arabayı alır ve hızla sürer. Gaza basar. Hızlanır, hızlanır… Geceden kalma sarhoşluk hala devam etmektedir… Sonuç malum… Araba bir ağaca çarpar… Füsun ölür. Kemal yaralanır… Ama Kemal’in asıl yarası bundan sonra başlayacaktır… Artık Füsun, asla yanında olmayacaktır… Yazar, romanı yine bazı eski Türk Filmlerinin sonu gibi bitirir. Ayrılık… Ölüm… Doğrusunu isterseniz bana göre çok yüzeysel ve basit bir şekilde bitirildi roman. Oysa Nobel Ödülü alan bir yazar için daha etkileyici, daha akılda kalıcı bir şekilde bitirilebilirdi diye düşünüyorum… Masumiyet Müzesi denildiği anda bu final sahnesinin akıllara gelmesi gerekirdi… Ben, roman sonunda Füsun’un arabayı bilinçli bir şekilde hızlı kullandığını ve bilerek ağaca doğru sürdüğü kanaatine vardım. Yani bana göre Füsun, burada intiharı tercih ederek ölüme sürdü arabayı… Tabii bu benim kendi düşüncem… Bu olaydan sonra anlatıcı, yerini, Orhan Pamuk’a bırakır. Orhan Pamuk da bundan sonra neler yaptığını anlatır… Birçok kişiyle konuşur… Romandaki diğer kahramanlarla görüşür… Herkesin görüşlerini, düşüncelerini alır… Romanını belgelere göre, daha gerçekçi yazar… Bitmez… Kemal’in Füsun için çok arzuladığı, hep açmak istediği Masumiyet Müzesi’ni de açar… Bu müze, 28 Nisan 2012’de İstanbul’da Çukurcuma’da açılır…İstanbul’un ilk şehir müzesi olan bu müze 1897 yapımı üç katlı tarihi bir binadan oluşmaktadır. “Masumiyet Müzesi” romanı 29 Ağustos 2008 yılında İletişim yayınları arasında 592 sayfa olarak yayınlanmıştır. Orhan Pamuk, kitabı kızı Rüya’ya ithaf etmiştir. Yazar, romanı “Kar” adlı romanı yayınlandıktan sonra yazmaya başlar. Bir yıl sonra yazmaya ara verir. “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” adlı anı kitabını yazar. Ve sonra tekrar “Masumiyet Müzesi” kitabına döner. Pamuk, yedi yıllık titiz bir çalışma sonrası kitabını bitirebilmiştir. Ancak, Nobel Ödülü nedeniyle kitabın yayınlanması gecikir. Aradan geçen bir üç yıl daha eklenince roman, ancak on yıl sonra basılabilmiştir. Roman, piyasaya sürülür sürülmez en çok satan kitap unvanını kazanmıştır. Basılmadan önce kitaptan iki bölüm Sabah Gazetesi’nde yayınlanmıştır. İlk basımında 100 bin adet basılan eser, daha sonra 30’un üzerinde dile çevrilerek yayınlandı. Kimilerine göre uzun olan, kimilerine göre sıkıcı olan, kimilerine göre tekrarlardan mürekkep, kimilerine göre de mükemmel olan bu kitabı keyif alarak okudum. Bir itirafta bulunmamı isterseniz, romanda kendimi buldum. Gençlik yıllarımda yaşadığım aşkı, aşkları yaşadım… “İşte beni anlatan bir roman” demekten kendimi alamadım…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |