Sevgi en azgın yüreği uysallaştırır, en uysal yüreği azdırır. -Alexis Delp |
|
||||||||||
|
I --- Mehmet Efendi, Haydi! En kötü günümüz böyle olsun. Dedikten sonra kadehini kaldırıp, rakısından bir yudum alan Selim bey, Mehmet efendiyle sözleşmiş oldukları, bilinen yerde buluşmuşlardı. Gün akşama dönerken, ikisi de zamanın artık dem zamanı olduğunu biliyorlardı. Masalarında bulunan mezelere, yarılanmış olan iki adet içki kadehi eşlik ediyordu. Başladıkları derin sohbetlerine kısa aralar verdikleri zaman, önlerinde duran mezelerden biraz alıp, kaldıkları yerden sohbetlerine devam ediyorlardı. --- İnsanların iletişimden ne kadar yoksun kaldıklarının farkında mısın? Diyerek sözlerine kaldığı yerden devam eden Selim Bey, --- İletişim derken, işaret etmiş olduğum konunun, insanların karşılıklı olarak, yüz yüze iken, birbirlerinin ellerini sıkacak kadar samimiyetle hal, hatır sormayı unutmuş olmalarından bahsediyorum. Anlayabiliyor musun? Diyerek, Mehmet Efendiye baktı. Mehmet Efendi, karşısın da oturmuş olan adamın her sözünü tüm dikkatini vererek dinliyordu. Yaşının elliye gelmiş olmasına rağmen, tecrübenin insanların yaşlarıyla değil, yaşadıklarıyla kazanıldığını bildiğinden, Selim Bey’in sözlerine önem veriyordu: --- Haklısın Selim Bey. Diyerek onayladı. Elinde tuttuğu kadehin de bulunan içkisinden bir yudum daha alarak: --- Artık ak koyun ile kara koyunu karıştırıyorum. Bunun için ne dersin. Deyince. Selim Bey, hafiften gülümseyerek --- Mehmet Efendi, her insanın bir renk taşıdığına inanırım. Renklerin de birer anlamı olduğuna inanırım. Elbiselerde bulunan her rengin her insana da yakışmadığını bilirim. Yapılacak olan bir dansın da hangi renk elbiselere yakışacağını da bilirim. Bu nedenle koyunun ne renkte olduğundan çok, hangi renkle karşına çıkıp dans etmek istediğini anlamak gerek. Dedi. Mehmet Efendi, bu sözler karşısında afallamış halde, bakıp durdu. Selim Bey’in ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu. --- Mehmet Efendi. Sen dans nasıl edilir. Biliyor musun? Diye soran Selim Bey’in karşısında, iyice afallamaya başladığını hisseden Mehmet Efendi, kadehinde duran içkisini, bir seferde içerek bitirip, elinin tersiyle de ağzını silerek, yüzünü buruşturdu. Daha sonra Selim Bey’in karşısında gülmeye başladı. Dansın ne demek olduğundan herkes gibi o da haberdardı. İki ay evvel komşuları Hacer Teyzenin kızının düğününde dans edenleri görmüştü. Hatta kızların birbirleriyle dans ettiklerini görünce şaşırıp kalmıştı. Selim Bey’in inceden inceye kendisiyle dalga geçmeye başladığını hisseder gibiydi. Eğer böyle bir durum söz konusuysa yeri gelirse bir daha görüşmeme kararını da almayı aklından geçirmeye bile başlamıştı. Önünde boşalmış olan kadehine içki şişesinden biraz içki döküp, üstüne de su ilave etti. --- Amma yaptın Selim Bey! Dansın ne olduğunu bilmiyormuşum gibi karşıma geçmiş sorup duruyorsun. Daha iki ay önce kasabada düğün vardı. Ben de düğündeydim. Diyerek Selim Bey’in kendisine yöneltmiş olduğu soru nedeniyle, içten içe sitemde bulunuyordu. Selim Bey, elindeki kaşığıyla önünde duran yoğurttan biraz aldıktan bir süre sonra: --- Ben sana düğünlerde görmüş olduğun dansları sormadım ki. Dedi. Mehmet Efendi, bunca zamandır Selim Bey’le çoğunlukla da şu anda bulundukları yerde içkiler içip sohbetleri paylaşmışlardı. Belki Selim Bey gibi lise öğrenimi yoktu ve onun gibi İstanbul’da doğup büyümemişti. Sahil kasabasında hiç kimse de kendisine kolay, kolay bey diye hitap etmezdi ama bütün bunlar neyi değiştirebilirdi ki? Mehmet Efendi, kendi içindeki bu gelgitlerden kurtulmak için, her insana bir şans verilmesi gerektiğini bilerek, Selim Bey’e; --- O zaman dans demekle neyi belirtmek istediğini öğrenmek isterim. Selim Bey. Diyerek arkasına yaslandı. Selim Bey, Mehmet efendiden gelecek olan cevabı bekleyene kadar, geçmiş olan süre içerisinde, önünde duran peçetelikten, bir tane peçeteyi çıkarıp eline almış, peçeteyi katlayarak üçgen şekline dönüştürmüştü bile. Selim Bey yavaşça kaşlarını kaldırarak ve arkadaşının gözlerinin içine bakarak: --- Mehmet Efendi, hayatın içinde karşı karşıya kaldığımız öyle anlar olmuştur ki, o anlarda ölümle mi yoksa hayatla mı dans ettiğimizi anlayamayız. Bazı zamanlarda ise karşımıza çıkan kişilerin, bizle mi dans etmek istediğini o an bilemeyiz, dans etmek istiyorsa da neden ve nasıl dans etmek istediğini bilmek isteriz. Örneğin, senin yüzüne karşı, seni hoş tutmak için birçok sözler söyleyen birisi, arkanı dönmüş olduğun anda, senin hakkında kötü sözler söylerse, sence o kişi hareketli ritim[1]ile dans eden dansöze benzer mi, benzemez mi? Diyerek sustu. Mehmet Efendi, karşısında oturup kendi gibi içmekte olan Selim Bey’le sohbeti esnasında masadaki mezelerin içinden, çok sevdiği patlıcan salatasından çatalı ile biraz alıp, kendi tabağına aktardı. Sözlerine başlamadan önce, su dolu bardağından bir yudum içtikten sonra, Selim Bey’in gözlerine bakarak; --- Benzemez mi? Hem de öyle bir güzel benzer ki, Ortadoğu’nun en kıvrak dansözüne bile taş çıkartır. Diyerek rahatladı. Mehmet Efendinin içi de, Selim Bey’in sarf ettiği son sözlerinden sonra rahatlamıştı. Ona bir şans daha vermiş olmakla ne kadar doğru bir karar verdiğine de içinden sevindi. Mehmet Efendi, bu tür düşüncelere dalmış iken, Selim Bey, önünde duran kadehinden bir yudum aldıktan sonra, tabağına aktarmış olduğu tavuk etinden de bir parçayı, diğer elindeki bıçağın yardımıyla küçük dilimler halinde keserek atıştırmaya başladı. Sahil kasabasında bulundukları için sürekli balıketi yediklerinden, bu köhne meyhaneye geldikleri zaman, çoğu kez tavuk eti yemeyi tercih ediyorlardı. Selim Bey ağzındaki lokmasını bitirip, dudaklarını peçete ile silip, gözlerini Mehmet efendinin gözlerine kilitledi. Mehmet Efendi, ceketinin iç cebinden iki adet sigara paketi çıkarıp, masanın üzerine bıraktı. Daha sonra açtığı bir sigara paketinin içinden, bir sigara çıkararak, çakmağıyla yakıp, derin bir nefes çekti ve sigarasını masanın üzerinde duran kül tablasına bıraktı. Kül tablasında yanan sigaradan yükselmekte olan duman, Mehmet Efendinin yüzünü yalayıp tavana ulaşmadan köhne meyhanenin ortamında yok olup gidiyordu. --- Dans etmesini çok bilmem Selim Bey. Lakin benimle kim dans etmek isterse de, dans teklifini geri çevirmem. Diyen Mehmet Efendi, kül tablasında yanar halde bulunan sigarasından bir nefes daha çekerek, boşluğa savurdu. Selim Bey boşalmış olan kadehini, içki ile doldurduktan sonra gözlerini meyhanenin içerisinde gezdirmeye başladı. İçeride, kendi oturmuş oldukları masanın dışında dört masa daha vardı. Dört masanın ikisinde birer kişi oturuyordu, diğer ikisi de doluydu. Tavan da asılı duran ve yavaş, yavaş dönmekte olan vantilatör meyhanenin ortasına kurulmuş olan sobadan tüten dumanları sağa sola savuruyordu. Servis yapan garson çocuk, yanmakta olan sobanın içine bir odun parçası koyup sobanın kapağını kapattı. Selim Bey, Önünde duran kadehinden tekrar bir yudum daha aldıktan sonra, Mehmet Efendi’ye dönerek; --- Dans etmesini öğrenmek zor değildir. Fakat hangi dansı, ne zaman ve kiminle yapabileceğini çok iyi bilmen gerekir. Bunlara dikkat etmezsen ne olur biliyor musun? Mehmet Efendi. Dedikten sonra sözlerine ara verdi. --- Bilmiyorum Selim Bey. Ne olur. --- Şansını zorlamış olursun Mehmet Efendi. Şans söz konusu olunca, Mehmet Efendinin yüzü yine değişti. Yaşamış olduğu elli yıl boyunca şansının, kapısına uğramamış olduğu gerçeği ile bir kez daha, yüzleşmesi gerekecekti. Mehmet Efendi’nin şans konusundaki düşüncesi, hep aynı olmuştu. Ona göre şans, insana doğduğu andan itibaren verilmiş olan bir hediye idi. Mehmet Efendi parmaklarının arasına aldığı sigarasından bir nefes daha çekerek kül tablasına, bastırarak söndürdü. --- Selim Bey, seninle dans etmek isteyen çok kişi olmuştur. Onlara ne kadar şans tanıdın? Selim Bey, kadehinin üst kısmında gezinen parmaklarıyla daireler çiziyor, yorgun gözlerini, kadehinde gezdirerek ve hafifçe ses tonunu yükselterek; --- Şansını zorlayan insan, içeride ne olduğunu bilmediği ve ilk kez gireceği, karanlık bir odanın kapısını açarak içeri girdikten sonra, ardından kapıyı kapatan insandır. Bu seçeneği kullanan her insan, karşılaşacağı durumla ilgili olarak, kendi iç dünyasında bu davranışının hesabını kitabını yapmış demektir. Onlar zaten şanslarını fazlasıyla zorlamışlardır. Bu tip insanlara da bir kere daha şans tanımak, onların eline kullanabilecekleri başka bir karanlık odanın da anahtarlarını vermek demektir. Bu yaşıma kadar, emlak alım satımı yaparak hayatımı kazanmadığım için kendime de öyle bir şans tanıma lüksüm olmadığını belirtmek isterim, Mehmet Efendi. Diyerek sözlerini tamamladı. İki arkadaş, gecenin ilerleyen saatlerinde bedenlerini sokağa atarak yürümeye başladılar. Her attıkları adımdan sonra ayakkabılarından çıkan sesler, kasabanın sessizliğine vurulan ihanet damgaları gibi tak, tak vururken, İhanetin en acımasız gerçeği kendini gösteriyordu. İhaneti, ihanet yapan, sessizlikti. Özel hayatında ihaneti yaşamış olan kişiler daha sonra ihanetin sessizliğiyle baş başa kaldıklarında sessizlik, ihanetin ömrünü uzatıp sinsi, sinsi yaşamasına neden olur. İhanete uğrayanların yaşamlarından nelerin alınıp götürüldüğünü anlamak bazen bir ömür alır. Ayrıca kendi iç dünyalarında açılan yaraların, ne zaman kabuk bağlayacağı da bilinmez. Kaldı ki, kabukların bağlandığı anlar da ise, o kabukların dökülmesi gerektiğinin zamanının gelmiş olduğunu gösterir. Bu kabukların, vücuttan ayrılma işlemi de geçmişte yaşanılan ihanetin bir kez daha, hatırlanmasına neden olur. II Uykusunun gelmesi için elinden geleni yapması gerektiğine inanarak, yatmadan önce ılıttığı sütü doldurduğu bardağı eline alarak, yatağının içine girdi. Bir yandan bardaktaki sütünü içerken diğer yandan da kitapçıdan almış olduğu aşk romanının birkaç sayfasını çabucak okumuştu. Kitabını okurken beyni, önce gözlerine, sonra da bedenine yorgun düşerek, yatağının yanında bulunan sehpanın üzerindeki gece lambasından, yatak odasına yayılan ışığı kapattı. Işığı kapattıktan sonra gözlerini karanlığa alıştırma aşamasını başarıyla geçerek göz kapaklarına çöken ağırlığın verdiği gevşeme ile karanlıklar içerisinde beliren ve muz kabuğuna basıp kayan ateş böceklerinden oluşan bir grubun harikalar yaratan gösterisine tanıklık edip uyku faslına geçtiğini sanmıştı. Gel gelelim, her sanış belki de hayatta yaşanılan her aldanışa açılan kapı idi. O kapının açık halde olmasının da en güzel kanıtı sırt üstü yatmış olan Sibel’in açık olan gözleri idi. Sibel uykusunun neden kaçmış olabileceği konusunda düşünüp duruyordu. 2000 yılının son altı ayı içerisinde hayatındaki en uzun uykusuzluk dönemini yaşamıştı. O dönemler içinde evliliği zor dönemeçlerden geçmişti. Bekâr iken evleneceği kişinin nasıl birisi olacağını merak ederdi her genç kız gibi. Hayalinde yaşattığı erkek tipi yoktu, yoktu ama yinede meraktan kendini kurtaramazdı. İnsanların dış görünüşlerinden daha çok iç dünyalarına önem veren birisiydi. Bu şekilde düşünmesine neden olabilecek bir sürü geçerli düşüncelere sahipti. İnsanların dış güzelliklerinin geçici, iç güzelliklerinin ise kalıcı olduğuna inanırdı. Evleneceği kişinin de hayatında, geçici değil kalıcı olması gerekirdi. 2000 yılının Mayıs ayında Cemal ile görücü usulü bir evlilik yapmıştı. Ailesinin ısrarlarına boyun eğerek evlenmişti. Israr eden ailesi değil de Cemal olsaydı, onunla evlenmeyeceğini biliyordu. Ailesini çok sevdiği için onları kıramamıştı. Hayata bakış açısının değişmesine neden olan, o eski şanslı zamanlarının devam edeceğini zannediyordu. Evliliğinin ilk altı ayında Cemal’le aralarında çok fazla sorun çıkmamıştı. Sessiz sedasız bir şekilde sürüp gitmekte olan evliliğinin altıncı ayı dolduğunda, kendi kadınlık gururuna karşı yapılan ihanet sessizlik içinde her şeyden habersiz olarak ikinci ayını tamamlamıştı. Cemal tarafından başka bir kadınla aldatılıyor olmasının farkına vardığında, kendisinin ne kadar yalnız olduğunu fark etmişti. Yalnızlık hissi de kendisini, ihanetin sessizliğine ortak etmişti. İçin de giderek artan yalnızlık hissi, taşıyamadığı yük olarak sırtında giderek ağırlaşıyordu. Cemal nasıl olur da böyle bir ihanete kalkışabilirdi? Hiçbir zaman başka bir kadınla kendisini kıyaslamayan bir yapıya sahipti. Böyle bir yapıya sahip olmasının en büyük nedenlerinden biri de kendisine olan güveniydi. Keşke Cemal’in de kendisine olan güveni konusunda sorunları olmasaydı. Evliliğinde yaşamış olduğu ihanetin karşısında ödün vermeden tavır sergileyerek, ilk fırsatta avukat tutarak boşanma davası açtı. O günden sonra da Cemal, araya aracılar koyarak yüz yüze görüşebilmek için her yolu denese de artık çok geçti. Cemal ile yüz yüze gelerek karşılaşmış oldukları tek yer, 2000 yılının Kasım ayının ortalarında boşanmak için hâkim karşısına çıktıkları mahkeme salonuydu. Hâkim tek celse süren duruşmada boşanmalarına karar vermişti. Sibel boşanma kararının ardından, yeniden kuracağı kendi hayatı hakkında yeni kararlar almıştı. İlk aldığı karar bundan sonra tek başına yaşamaktı. Yeni hayatında kararsızlıklara yer yoktu. Almış olduğu ikinci karar da buydu. En son aldığı karar ise artık kimseyle evlenmeyecek olmasıydı. Almış olduğu bu kararlardan vazgeçmeyecekti. Ailesine yeni kararlarını açıkladığında, onlardan saygıyla karşılamalarını bekledi. Ailesi de üzgün olan kızlarının daha fazla üzülmemesinden yanaydı. Bu nedenden dolayı, almış olduğu kararlara saygı duyarak kabul etmişlerdi. Kızlarının yeni kuracağı hayatında, mutlu olmasını istiyorlardı. Erkek kardeşi de her zaman ablasının yanında olacağını söylemekle kalmamış birde kendisine söz vermişti. İlk olarak evli iken oturmuş olduğu ve ailesinin de oturmakta olduğu Kadıköy’den taşındı. Avrupa yakasında Beşiktaş’ta ev tutarak yeni hayatın da ilk adımlarını atmış oldu. Boşanma sürecinden sonra karşılıklı olarak evde bulunan eşyaları eşit şekilde paylaşmışlardı. Kendisine düşen eşyaları, ikinci el eşyalar alan bir dükkânda satmıştı. Yeni taşınmış olduğu evine, yeni eşyalar aldı. Ev ile ilgili olan eksiklikleri tamamlamasının ardından, kendine yeni elbiseler almaya başladı. Ailesinin ekonomik durumu iyiydi. Tek başına yaşama kararı almasının, arkasında yatan esas nedenlerden birisi de buydu. Ailesinin kendisine sunduğu ekonomik desteğin yanı sıra manevi yönden de gerekli olan desteği de alıyordu. Boşanmasının üzerinden beş yıl geçmişti. Yeni evinde kurduğu yeni hayatının keyfini çıkartmaya yavaş, yavaş başlamıştı. Başından geçen evliliği ile ilgili kendi şansı konusunda, kendisiyle iç hesaplaşma yapmıştı. Şansı kendisini yeniden dansa davet edeceği ana kadar bekleyip duracaktı. Kolundaki saatine baktığın da, saat 02.00 idi. Yatağında, sağ tarafına dönerek sağ elini, başını koyduğu yastığının altına soktu. Sabah 07.00’ de çalacak olan cep telefonunun ikaz sesini duyacağı ana kadar da göz kapakları kapalı kalacak şekilde, rüyalar âlemin de yolculuğa çıktı. İlk olarak yaşanılan her şey, ileride tekrar edeceği ana kadar, hayatın not defterine unutulmaz anlar olarak kaydını düşmeye devam edecekti. İstanbul, 24 saat uyumayan şehir olarak, ününe ün katarken, şehrin yarı uyanık olan yerleşim bölgelerinde ise yarı uyanık halde olan bedenlerin, işgal ettiği yataklarda kıpırdanmalarda olağan sayılmaya başlanıyordu. III Yatakta sırtı, yanındaki kadına dönük vaziyette yatmakta olan adam, kızıl saçlı kadının omuzlarında dolaşan parmaklarını hissettiğinde, yatakta dönerek sırtüstü yatmaya başladı. Kızıl saçlı kadın, adamın açıkta kalmış olan göğsünün üzerinde parmaklarını gezdirmeye devam etmesi üzerine, adamın göz kapakları yavaşça açılmaya başladı. Gözlerini açan adam, kızıl saçlı kadını karanlıkta fark etmeye başladığında kısık bir sesle: --- Canım lütfen! Dedi. Adamın dudaklarından sarf edilen lütfen kelimesi, kızıl saçlı kadınla adam arasına çekilmek istenen duvar misali yatak odasının duvarlarında yankılandı. Kızıl saçlı kadın, aynı yatağı paylaştığı adamın lütfen kelimesini ilk başta umursamadı. Parmaklarını adamın göğsünde, tekrar gezdirmeye başladı. Adam göğsünde dolaşan kızıl saçlı kadının parmaklarını yeniden hissettiğinde, yine ses tonumu yükseltmeden uyarıcı bir ifadeyle; --- Türkan. Derken yatakta soluksuz bekledi. Kızıl saçlı kadın, kıkırdayarak: --- Efendim, aşkım! --- Rahat dur. Dediğinde ise kızıl saçlı kadın, adamın göğsünden parmaklarını çekmeyerek: --- Neden rahat duracakmışım? --- Ben böyle olmasını istiyorum da ondan. Diyen adamın, nihayet uykusunu bölmeyi başarmıştı. Kızıl saçlı kadın: --- Sadece senin istemenle olmuyor. Diye mırıldanarak, inatla adamı kızdırmaya devam etti. Adam, yanında yatan kadının dudaklarının arasından çıkan, son sözleri karşısında, karanlık odanın belli belirsiz olan tavanına gözlerini dikerek: --- Bu ne demek oluyor şimdi? Diye sordu. Kızıl saçlı kadın, adamın kulağına: --- Hakan seninle sevişmek istediğimi anlamıyor musun?” Diye sitemde bulundu. Bunun üzerine Hakan, yapmacık gülümsemesini gizlemeye çalıştı. Türkan’ın bunu anlamasının olanaksız olacağını da çok iyi biliyordu. Türkan’a başını çevirerek, “Ne zamandır, istenilen adam oldum? Bunu öğrenmek isterim.” Dedikten sonra odada soğuk bir rüzgâr esmiş gibi kanının çekildiğini zannetti. En son tartışmış oldukları an gözlerinde canlandı. O gün tartışmalarında, eşine sert şekilde çıkışlarda bulunmuştu. Tartışmalarına neden olan konu da, haklı olduğunda ki ısrarı, eşinin de buna karşı çıkışı, kendisini çok sinirlendirmişti. Eşi hiçbir zaman kendi babası gibi olamazdı. Babası gibi olmak içinde bu zamana kadar olumlu adımlar atmayı da hiç denememişti. Söz konusu olan şımarıklığı olduğunda eşinin babasına çok benzemesini isterdi. Oysa eşinin, babası gibi hoşgörülü davranmasını beklerken, aksine kendisine dersini vermeye cüret eden ve cüret ettikçe de kabalaşıp, küstahlaşan kalitesiz bir insan olduğunu görmüştü. Kaliteden yoksun olan insan kim olursa olsun, kendi ölçütlerine göre, işe yaramaz asalak birisiydi. --- Hakan biliyor musun, her geçen yıl, sana olan inancım azalmaya başlıyor. Yıllar geçtikçe de bu adamla mı evlenmeyi hak ettim diye de son zamanlarda bayağı düşünmeye başladım. Diyerek, parmaklarını onun göğsünden geri çekip, yatağın da onun gibi sırt üstü yatmaya başladı. --- Peki, Yıllardır senin şımarıklıklarının dozunun azalacağı yerde artmış olmasını fark edemiyor musun? Artan şımarıklık dozunu ayarlamam konusunda gerekli olduğuna inandığım, uyarılarım karşısında hiç mi aklına getirip de kendi kendine; Ben kimim? Yaşım kaç? Bu yaşıma geldim ama şımarıklığımdan ödün veremedim. Tarzında soruları sormuyor musun? Diyen Hakan, zıvanadan çıkmaya başladığını hissediyordu. --- Hakan yeter! Daha fazla konuşarak sinirlenmek istemiyorum. Sırtını dön ve uyumana devam et. Diyerek kendisine de sevişmek konusunda ısrarcı davrandığı için kızıyordu. Kısa bir sessizlikten sonra Hakan, kızgın bir ifadeyle: --- Tabi işine gelmedi değil mi? İşine gelmediğinde kaçacak yer arıyorsun. Bu durumlarda kaçmak yerine kabullenmeyi bir kere denemiş olsaydın. Şu an seninle tartışıyor değil, sevişiyor olurduk. Ama sen dediğim dedik tavrınla devam edip, kaçmak için her şeyi ayarlayıp, 2 gün sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranıp, yüzsüzce yaşamaktan yana olan birisin. Bence son sözlerimi iyi düşün, derim. Diyen Hakan, yattıkları yataktan kalkarak holden geçip, evin girişinde bulunan mutfaktaki sigara paketini almaya giderek, hırsını sigaradan çıkartmaya başladı. Türkan, yattıkları yatakta tek başına kalınca, sessiz bir şekil de ağlamaya başladı. Şımarıklığı yeniden gündeme gelmişti. Şımarık olmasının suçu kendisinde mi, yoksa kendisini şımarık olarak büyüten anne ve babasında mıydı? Şımarık olmak aileden gelen, kalıtımsal bir hastalık mıydı? Ya da kalıtımsallık ile ilgisi olmayan, başlı başına başka bir hastalık mıydı? Bu soruların yanıtları olması gerekiyordu. Gözlerinden akmakta olan gözyaşlarını avuç içleri ile sildikten sonra yataktan kalkarak, Diz kapaklarının üzerine kadar inen şeffaf geceliğiyle banyoya giderek yüzünü yıkadı. Banyoda yüzünü yıkadıktan sonra havluyla yüzünü kurutarak tekrar gelip yataklarına yattığında, yatak odasının kapısını aralayıp içeri girmekte olan eşinin de yatağa yatıp kendisine sırtını dönüp, uyumaya başlamasıyla, gergin geçmiş olan geceye gözlerinden akan yaşlarla nokta koymuş olması, kendisini çok üzen bir durum olmuştu. Sonbahar mevsiminin son ayı olan Kasım ayının son günleri, hazan mevsimine yakışan hüzün yağmurlarını yeryüzüne bırakırken, gelecek olan Kış mevsiminin ilk ayı olan Aralık ayı da, insanlar arasında bulunan kapalı kapıları aralamak için gelmeye hazırlanıyordu. İstanbul kış mevsimini karşılamaya hazırlanırken, eskisi kadar özen göstermiyordu. Küresel ısınma bu hazırlıkların üstün körü yapılıyor olmasında büyük söz sahibi oluyordu. Seneler önce Titanic isimli dev yolcu gemisine kafa tutan buzullar, son yıllarda güneşe dondurma kıvamında tatlar sunarak, güneşin her yalayışında eriyip yok olmaya doğru ilerliyorlardı. Erimeye yüz tutan buzulların, tükenişine sadece güneşin iştahını sorumlu göstermek haksızlık sayılırdı. Güneş dışında insanoğlu da buzulların eriyip gitmesinde katkılar sağlıyordu. İnsanoğlu bir yandan buzulların erimesine katkılar sağlarken, diğer yandan da kendi aralarındaki iletişimi sağlayan dostluk köprülerinin ayaklarına dinamitler koyup, dinamitleri de teker, teker patlatıyorlardı. Bazı geceler, gökyüzünde rengârenk görüntüler sunan havai fişeklerin görsel şölenine dönüşen etkinlikler, aslında insanlığın tükenişinin hüzünlü bir şölenine katkı sağladıklarının bilincinde değillerdi. [1] Ritim: Süre kavramından türemiştir. Etkisi yalnız müzik ve diğer sanatlara değil, bütün evrene egemendir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Oğuz Tepe, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |