Hayaller olmasaydı, umutlar dünde kalırdı. - Dolmuş atasözü |
|
||||||||||
|
Siz hiç Maçka’ya gittiniz mi? Hani o meşhur türküsü vardır, hepimiz zevkle dinleriz: “Maçka yolları taşli, Geliyo kalem kaşli. Ne oldi sana yavrum Böyle gözlerin yaşli?” İşte bu sefer yolumuz Maçka’ya düştü. Hem de yolları öyle zannettiğiniz gibi taşlı falan değil. Trabzon’a yaklaşık 30 km uzaklıkta. Güney tarafa düşüyor. Erzurum yolunu takip ederek Maçka’ya giriyoruz. Hava kapalı. Ama biz, daha ziyade Sümela Manastırı ile ilgilendiğimizden şehirde hiç oyalanmıyoruz. Doğruca Manastıra geçiyoruz. Maçka’nın merkezinden, yukarı doğru hiç sapmadan giderseniz, 15 km sonra Manastıra ulaşırsınız. Yolda ilerlerken, yemyeşil ağaçlarla kaplı dağlar, size eşlik eder. Dereler, akarsular da sizi hiç yalnız bırakmaz. Altındere Köyü’ne geldiğinizde Karadağ’ın eteklerinde bir vadiye rastlarsınız. Burası, Altındere Vadisi. İşte Sümela Manastırı bu vadi içinde kurulmuş. Dağların yamacında, kayalıkların üzerinde, görkemli bir yapı olarak karşınıza çıkar. Halk, buraya “Meryem Ana” adını vermiş. Sümela sözünün, siyah anlamına gelen “melas” sözcüğünden alındığı söyleniyor. Rivayete göre burası, Bizans İmparatoru 1. Theodosius zamanında Atina’dan gelen Barnabas ve Sophranios adlı iki rahip tarafından kurulmuş. Biz, buraya yağmur altında giriyoruz. Öyle ki daha Trabzon’da başlayan yağmur, hızını hiç kesmeden burada da devam ediyor. Maçka’yı çıkar çıkmaz, mükemmelliği ile dikkat çeken doğa güzelliği, burada en yüksek derecesine ulaşıyor. Sağlı sollu ağaçlar altında ilerliyorsunuz. Bulutlar, yola kadar inmiş. Yol, gayet güzel. Hiç pürüz yok. Maçka dışında, çok denebilecek sayıda otel veya pansiyon bulamazsınız. Biz, bu konuda hayal kırıklığına uğradık. Bazı otellere baş vurduk. Doğrusu bize göre uygun değildi. Sonlara doğru bir pansiyona rastladık. Burası Manastıra sadece 2 km uzaklıkta bir yerdi. Yol üzerinde dağın eteklerine kondurulmuş, çam ağaçlarının arasında, derenin tam kenarında, üç katlı, yarı ahşap, yarı beton, etrafı bahçe olarak düzenlenmiş bir pansiyon dikkatimizi çekti. Küçük bir levha. Üzerinde “KAYALAR PANSİYON” ibaresi ve hemen altında da www.kayalarpansiyon.com adresi yer alıyor. Tereddüt etmeden, sağa dönüyor ve küçük köprüden geçiyoruz. Pansiyon uzaktan adeta bize sesleniyor. “Buyurun. Ben sizi çok iyi ağırlarım. Artık benim misafirimsiniz” diyor. Biz de bu sese kulak veriyoruz. Çünkü albenisi oldukça fazla geliyor bize. Bir bayan karşılıyor bizi. 40 yaşlarında. Beyaz yüzlü, uzun boylu, güler yüzlü bir bayan. Hareketleri ve konuşmalarıyla bize içten davranıyor. Samimi. Eşim, bayanın nezaretinde odaları dolaşıyor. Biraz sonra gülerek iniyor. Anlaşılan geceyi burada geçireceğiz. Fiyatlarda da bir sorun yok. Gerekli uygunluk sağlanıyor. Ve yerleşiyoruz. Biraz dinleniyoruz. Pencereden dağları izliyorum. Dumanlı dağlar o kadar yakınımızda ki sanki içimize dolacaklar. Etraf mis gibi kokuyor. Müthiş bir doğa güzelliği ile karşı karşıyayız. Orman, hemen elimizin altında. Uzansak ağaçların dallarını tutacağız. Veya ağaçlar odaya kadar uzanacak. Vahşi bir güzellik var. Afrika’nın balta girmemiş ormanları gibi. Dumanlar, çamlarla dans ediyor. Gün boyunca birbirlerini hiç bırakmıyorlar. Ağaçların arasında ateş yanmış da dumanları yukarı çıkıyor gibi geliyor bize. Yağmur da bir ara duruyor. Fırsat bilip Manastıra gidiyoruz. Bulunduğumuz pansiyona o kadar yakın ki araba ile beş dakika bile sürmüyor. Biraz sonra Milli Park sınırlarına giriyoruz. Bu nedenle giriş ücretli. Düşük bir ücretle içeri geçiyoruz. Bu arada alabalık lokantaları da mevcut. Manastıra iyice yaklaştık. Havanın azizliği yine kendini gösteriyor. “Durdu” dediğimiz yağmur yine başlıyor. Hem de hızını daha da artırarak. Gökyüzü sanki bize öfkelenmiş de gözlerindeki bütün yaşları üzerimize bırakıyor. Tek damla dahi bırakmıyor geriye. Yani bize muhalefet oluyor. Manastıra 300 metre kala artık arabalarla gidemiyorsunuz. Yürümek zorundasınız. Tabii yağmur buna izin vermiyor. Bir süre arabada bekliyoruz. Ama kesilecek gibi değil. Buraya kadar gelip de Manastırı görmeden gitmek olmaz. İmdada yine eşim koşuyor. Yanımızda şemsiye falan olmadığı için, pratik zekasını ortaya koyuyor. Çocuklara banyo havlusu veriyor. Bana da bir kilim veriyor. Kırmızı ve siyah çizgili kilimi kafamdan aşağıya tutuyorum. Biraz sonra da iyice sarılıyorum. Beni gören gülüyor. Hatta turistlerden fotoğrafımı çekenler bile oluyor. Ben hiç oralı olmuyorum. “Galiba beni Kızılderili zannettiler” diyorum. Gerçekten de Kızılderililere benziyorum, bu halimle. Patika yolda yürüyerek manastıra gidiyoruz. Bu arada dağda Karadeniz ezgileri yayılıyor. Bu ses nedir diye merak ediyorum. Biraz sonra bu merakım gidiyor. Dağ yamacında bir müzisyen arkadaşa rastlıyoruz. Kemençesini eline almış, dertli dertli çalıyor. Bu, yanık bir Karadeniz havası. Oysa ben, hep kemençe ile hareketli ezgiler dinlemiştim. Müzisyenin önünde bir de kutu bulunuyor. Dileyen bozukluk atıyor. Ben de cebimde bulunan bir bozukluğu kutuya bırakıyorum. Kemençe sesi kulağa hoş geliyor. Şimdi sanki tüm dağlarda kemençe sesi yankılanıyor. Karadeniz’in öyküsünü anlatıyor. Manastıra nihayet geliyoruz. Sarp kayalar yüzyıllar öncesinden iyice oyulmuş. Buraya bir kilise yapılmış. Duvarlar resimlerle dolu. Manastır, Anakaya Kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazma bölümlerinden oluşuyor. Oldukça geniş bir alana yayılmış. Burası ilk kurulduğunda bir okul olarak düzenlenmiş. Amaç hrıstiyanlığı yaymakmış. Orada bulunan bir görevliye “Neden dağın başını seçmişler?” diye soruyorum. “O zamanlar hrıstiyanlık yasakmış. Bilinmiyormuş. Daha iyi ibadet yapabilmeleri için dağları seçmişler.” cevabını alıyorum. Görevli, bana “buranın 1920’ye kadar kullanıldığını, Lozan Antlaşması ile boşaltıldığını” söylüyor. “Osmanlı İmparatorlarının da burası için ciddi yardımları olduğunu” belirtiyor. Görevli arkadaş, burasının turizm açısından önemli bir yer olduğunu, daha bu yıl içinde 160 bin turistin geldiğini anlatıyor. Evet. Anlatmakla olmuyor. Görüp, gezmek gerekiyor. Hissetmek gerekiyor. Bakınız elin adamı yüz binlerce km yol kat ederek buralara geliyor. Oysa biz, elimizin altında olduğu halde zahmet edip gitmiyoruz. Eğer yolunuz Karadeniz’e düşerse mutlaka buraya uğrayın. Burasını çok beğeneceksiniz. Kültür zenginliği yaşayacaksınız. Artık, Maçka yolları eskisi gibi taşlı değil.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |