Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Bu bahse konu çıkarımlar hem yazarımızın anlatımlarından izlenim olacak. Hem de benim yazarımızı tanıma ve Hasanoğlan patentine, naçizane tanık oluşumdan atıfla kendi çıkaracağım izlenimlerden oluşacaktır. Yazarımızın kimi kişisel gelişim seyri konusunda, yorumlarda bulunmakla, Sn. yazarımızın kitabını ele alacağım. Şehriban Tuğrul; 1960'lı yılların son çeyreğindeki bir döneme ait kırsalın ve kırsal özlemi içindeki sürecin formalliği olmanın tevazusu ile kendi iç devinmeli ruhsallığını yürümenin somut şeklidir. Kırsaldaki bu özel durum, kırsaldaki bu özel bağıntı; genel olan toplum sal bağıntıdan pek çok ortak ilişkinleler taşımaktadır. Bu haliyle Sn. Tuğrul, genel bağıntılı kesim içinde olan alanın, en temel karakteristik temsilcisi olmuş gibidir. Şehriban Tuğrul; yalın, temiz duyguları içerisinde barındıran bir gelenek ve kültürün ürünüdür. Bu ürünün parçası oluşuyla Sn. Şehriban, toplumsal genelliğin bir başka parça süreci olan Hasanoğlan bağıntısı içine katılır. İşte tüm olup biten süreç, bu iki kesişimin nicelim ve nitelik değişmeleri oluşundadır. Şehriban bu iki ürünün sentezi olan bir kişisellik ve hem de anonim olan kimliktir. Sayın Tuğrul'un yerellik backgroundu ile toplumsa bilincin ürünü olan Hasanoğlan karşılaşması, o minicik dünyada öylesi kırılmalara neden olur ki, değerli miniğimiz (minik dedimse devasamız) bu kırılmalar eşliğinde duygu sellere düşer. Artık Sn. Şehriban kendi ikilemli deryası içinde boğulmakla, boğulmamak arasındaki sıratta, bir o yana (geleneğe) bir bu yana (okuluna) bakmasıyla hayata tutunmanın duygu, duyuş çelişkilerini yaşar. Bazen Arafat’a çekilir. Bir gelenek olan kırsalındaki yaşama bakar, kâh bir gelecek olan Hasanoğlan yaşantısına bakar. Seçemezlikle, bağdaştırma çelişkisi içinde sürüklenir. Yeğlemesi Hasanoğlan'dan yanadır. Ne var ki; "başı yere eğdirmemek" gibi aile çevresinin "el âlem ne der" gibi değer yargılı etkin baskı ve basıncı altında olmasının psikolojisi, yazarımızın o dönem haliyle kendi olmasına izin vermez, gibidir. Güncel aklın, güncel eğitimin oldurduğu düşüncelerin Sn. Şehriban'a medeniyeti tercih ettirmesiyle; diğer yanda da doğduğu andan itibaren onu kuşatıp; onun ruhsal ve öznel oluşmasının kategorik öğrenme kalıplarıyla onun ortamına kabul edilmesi olan zihin kalıplarını oluşturan geleneğin, Sn. Şehriban'ı sarıp sarmalaması vardır. Aslında Şehriban çok özgün bir karakterdir. İçinde olduğu ortamın bile aykırısı olan bir davranış olmakla birlikte bunu yaşar ama dışına ifade etmez. Bu aynen şöyledir. Hiç resim yapmasını bilmeyen bir grup içinde, resimi konu bile etmeyen grubunuz içinde sizin resim yapmayı bilir olmanızı dışa vuramamanız gibidir. Yine yüzme bildiğiniz halde hiç deniz görmemiş dağ ortamı içindeki arkadaş grubunuzla olduğunuz anlarda dağ ortamında yüzmeyi bilir olmanızın hiç bir anlam ifade etmez olmasıyla suskunlaşmanız gibidir. Denizi bulduğunuzda; o ana kadar dağ grubu arkadaşlarınızdan hiç bir farkı olmayan, sıradan gibi olan siz; dağ grubu arkadaşlarınız içinde seçilip fark edilir bir yeğlenme olursunuz. Değeri Yazar Şehriban akadaşlarıyla birlikte davransa da, bu potansiyel davranışını kararlılıkla, kendisine özgü irade ile kendi içinde tutumlaşır. Ta ki kendisini ortaya koyacak ortam karşılaşmasını yapana dek böyle süren bir karakterdir. Farklı bir sekans olmanın frekansıyla siz yazarımızın arkadaş grubuna yaklaştığınızda onun arkadaşlarından çok farklı şekilde bu frekansa karşı cevap oluşla seçicileşeceğini göreceksiniz. Şehriban'ın, tutkunca okuma düşkünlüğü, öykü yazma eğilimi, sizden duyduğunu araştırıp geri onu size dönüt yapmakla karşınıza vekarla dikilmesi türünden ferasetlerini ortaya koyma olan özgüllüğünü ve özgünlüğünü; ancak beceri ve yetenek dersleri içindeki ortaya koyduğu işiyle ve yeteneği ile baş başa kaldığında siz bu durumla farkındalığı fark edebilirsiniz. Değerli yazar bir duruma, bir olaya; biz tarafından değil de; o durumun diğer tarafından olan duyulur duyulmazları ifade eden söylemleriyle bakar. Dışıntaki ve içindeki birbirine zıt olan çelişkilerin devinmeleriyle ve devindirmeleriyle olan yazarın; "kendisi olan medeniyet" bu aykırı karşılaşmalarıyla ortaya çıkacaktı. Moderniteyi oluşacaktı. Medeniyet onun dışındaydı. Ama medeniyetin temsilciliği olan kendisi, medeniyetin parçası olmakla kendisi kadar olan bir katkı payı ile de, medeniyeti sürükleyen olacaktı. Değerli Şehriban dıştaki ve içteki iki alanların oldurması içinde kendisi olmanın bir görüngüsüyle ortaya karışık olmakla primer (feodal) çevresine; sekonder çevresinin donanımıyla "işte uygarlık bu" diyecekti. Bunu gurur oluşla değil, pek sevdiği eğitilir, öğrenir olmanın eğitim sel ve öğreti sel oluş diliyle yansıtacaktı. Bir yanda örnek alıp gıpta ile baktığı öğretmenleri ve çok çok hoşuna giden çevresiyle akan zamanın dayanılmazlığı olan Hasanoğlan. Diğer yanıyla da feodal ilişkilerin sıcaklığı ve feodalitenin içerisinde oluşmanın çekimliği vardı. Birine eğilim etse, diğeri elinden kaçacak gibi gelir. Ama Hasanoğlan etkisi olan pay, bu duygu sal aşamada hep kıl payı öndedir. Hasanoğlan günleri içindeki yazarın kendi hayalinde ve yarıyılla yaz tatili aralıkları içinde de ilkokul eğitimiyle, gelenek olan dinsel eğitim sürecinin yaşanmışlığı birlikte siluet edip boy verirler. Yazar statüko olan gelenekle, aydınlığın temsilcisi olan yeni sürecin tam farkında olmamakla; bu süreci kız erkek kaçgöçü olmakla değerlendirip, vurgularsa da; asi ruhu Hasanoğlan ruhuna eğilim etmiştir. Çünkü tüm tercihlerini övüne övüne söylediği okulundan yana koymaktadır. Hasanoğlan eğilimi o kadar baskındır ki, bir çiçeğin açmasını, karın lapa lapa yağmasını, gördüğü her yeniliği öznesindiği Hasanoğlan eğilimiyle sever. Hasanoğlan Sn. Şehriban'ın dünyasındaki her şeye yol olmuştur. Tüm yollar da, Sn. Şehriban'ın dünyasında Hasanoğlan’a yöneliktir artık. Yazarın alttan alta aklında geçirdiği kardeşlerini bile bu Hasanoğlan'la özneleşmesi içinde eşletip, sever. Aslında Sn. Tuğrul aydınlıkla karanlığın savaşı içindedir. Ama minik dünya; karanlığı yapanların neler olup, karanlığı nelerin yaptığının henüz farkında değil gibidir. Çünkü bunlardan hiç bahsetmez. Elbet çelişkilerin varlığı ve birliği esastır. Ama saygıdeğer kişimiz çelişmeleri o sularda belirleye bilmiş değildir henüz. (Anımsadığım kadarıyla biz de farklı değildik biraz. Recep ve ben biraz farklıydık sanki) Ben bu güzide insanın eğitim yaşamı içine has bel kader hemşerisi oldum. Ve belli periyotlarla da olsa bir ya da bir buçuk yıl kadar sevgili Şehriban’ın tanışı olmanın kervan sürecine katıldım. Bu sürece katılmış bulunmakla Şehriban yazarımızın kimi karakter ve gelişim süreçlerinin de tanığı oldum. Bana katkısı da oldu. Benim de ona katkım oldu. Bu yadsınmaz. Bu tanışlık içinde ne yalan söyleyeyim ikilemini belirleyenlerden biri olan o feodal ruh hali içindeki sevecen tutumuyla, Sevgili Şehriban yazarımızdan bana da Arapça öğretmesini istemiştim. Bir iki temrin (tekrarlatarak alıştırma) çalışması içindeki telaffuz başarısızlığım karşısında Saygı değer Şehriban için komiklik arz etmiş olmalıyım ki; güldü. Bu gülmesiyle Sn. Tuğrul sanki çokbilmiş bilmişleydi geldi bana! Tabii ki bu teşhis benim temrinler karşısında atıl kalan zannıma göre öyleydi. Bu nedenle de doğru değildi. Hakkını vermek gerekirse yazar Aslında Arapça alfabe konusunu hakkıyla bilmiş olmanın tavır muktedirliği dışında bir anlamla gülmesi olacak her hangi bir olumsuzluk yansıtmıyordu. Yani biliyordu ve konusuna hâkimdi. Yine de ben bu gülme karşısında adeta ezilmişlikti bir olumsuzluk çıkarmıştım. Bu egzersiz karşılaşması da, benim dünyamda benim Arapça alfabeyi öğrenme isteğimin sonu oldu. Bunu niçin anlatıyordum? Alt yapısı buram buram Anadolu ve gelenek kokuyor olmasıydı. Buna rağmen, Şehriban’ın o dünyadan bu dünyaya taşıdığı bilmeleriyle benim bilmezliğim karşısındaki karşılaşma içinde, kibir yoktu. Yeni bir dünyada (Hasanoğlan’da) olmanın da, sevinci içindeydi ama kibiri içinde değildi. En az iki sınıf üstte olmakla; bilgi beceri ve davranımı oluşla, onun üzerine bir potansiyelim olduğu, bu nedenle benden bilgi, görgü, söyleyiş, dünya görüşü tarzında etkilenmiş olması çok olasıdır. Bu türden anılarına istinaden olsa gerek; Sn. Tuğrul, lütfedip benden de bahsetmiş. Kendisine teşekkür ederim. Değerli yazarımız kırsalın eğitimi olan, güncel olmayanla; güncelin eğitimi olan Hasanoğlan duygu seli içinde bu duygularla savrulur da, savrulur. Şefaatli'li olur, Hasanoğlan'lı olur. Bu dilemma (ikilem) içinde kırılır da, kırılır. Her kırınımlar belli bir açı yansıtması oluşla, Değerli Tuğrul'un şekillenen ruhsal, kimyasal moral değerlerinin yapısı içine katılırlar. Artık "el âlem ne derle" oluşan yüz ifadesi yanında Hasanoğlan’a özgü eleştirellikle oluşan yüz ifadesi; yok etmesi gerekmediği halde, geçmişini yok edemezse de geçmiş ön yargılarını baskılamayı öğrenir. Bu nedenle Değerli Yazarımız Şefaatli de, sade bir Şefaatli'li gibi davranır. Şefaatli'de olası tepkilerini Hasanoğlan'lı gibi ortaya koyar. Artık dirençleşmiştir. Neye göre firen süreçlerinin oluşacağına kararlar verebilmektedir. Görücüleri kırmadan nasıl ikna edebileceğine dek tepkilerini, Şefaatli’li Şehriban gibi başını mahcup mahcup eğerek değil de, kişisel azmine göre müşfiki içinde kendi reddini (iradesini) gururla yapmaktadır. Hasanoğlan da bir Şefaatli'li gibi davranır olmak, kendisinden daha küçük sınıflardaki hemşerilerine empati yapmanın deneyim zenginliği olmaktan öte gitmez. Artık Sn. Tuğrul iki boyutlu girişme içinde davranmanın olgunluğunu göstermektedir. Olgunluk öncesinin düşün selleri içinde, kâh Şefatli'li ve kâh Hasanoğlan'lı olur. Değerli yazarımız Şehriban bu kaosları durultamadan fizyolojik ve kimyasal değişmelerin içinde olma kırınımları; değerli yazarımızda ne aşırı bir fantastik durum olmayı ele verir; ne de yazarımızda kararlı bir tutum alış olur. Değerli yazarımız fiziğindeki değişmeleri kısalan elbise ve ayakkabı ölçütleriyle belertiyor olsa da sosyal gelişmesi fizik sel gelişmeden çok hızlı oluyordu. Sosyal ve ruhsal gelişmeli ikilemi içindeki sorunun temelini; sosyo ekonomik şartlardan doğan sağın ve solun ne olduğunu anlayamadığını belirtmekle, kendisini yepyeni bir sosyal ve ruhsal dünyanın eşiği içinde bulur. Hoş, sağ sol süreçlerini o aşama itibarıyla ben de anlamış değildim! Sözgelimi, o günlerin TÖS boykotunu bile anlayabilmiş değildim. Aynı ya da benzer ön yargılar içinde olduğumuz muhakkaktı. Birinin sindirilmesi bitmeden yenisi başlayan bu dünya da yazarımızın, Hasanoğlan'a gelişi gibi sağcı solcu olması da kendi tercihi değildir. Fakat Sevgili Şehriban yine de kendisi olmayı tarif etmekten hiç kaçınmaz. Böylesi bilinmezlikte en kurtuluşlu yol, elbette eğilip bükülmeden kendisi olandı. Çok cesur bulduğum özel duygularını sakınmadan ve şimdiki büyümekliğinin disipline etme süzgeci içinde yansıtır olduğu özellikle vurgulanmalıdır. Çünkü karşısında Hasanoğlan'a gelmezden önce Hasanoğlan’ın ön yargılarını oluşmuş söylenceler içinde olan yazarla; gerçek bir Hasanoğlan vardı. Bu kabilden ön yargılı Hasanoğlan duyumlarıyla; şimdi içinde olduğu Hasanoğlan'daki kendi taze duyguları vardı. Ne Şefaatli’li, ne Hasanoğlanlı olan bu taze duygulara eşlik eden ön yargılı gölge yansımaların çağrışımları, Sn. Şehriban’ın öznesi içinde belirim vermemesi; pek olası değildir. Buna rağmen yazar olması gereken, en nadide ve çok güçlü duygularını vurgulamasındaki dışa vurumu; yazarımızın büyümekliğini anlatan eserini, hayli başarılı kılmıştır. Değerli Şehriban her birimiz gibi savrulmalarının her birinde, güçlü çıkarım ve yargıları da belirtmeden edemez olmuş. Bu çıkarımlarıyla bu alanda adata temsilcilik olmuş. Yine bu tür ortak özlemlerin adeta destan olmanın, ortak ve gerçek hikâyesidir. Hikâye dedimse sözcüğün ironi anlamasıyla hikâye, değil ise ben, geçmişin şimdiye göre olan göreceli kalışına; hikâye dedim. Yazar çok karmaşık ve yaman çelişkileri olan Anadolu kırsalının özleşimi olan sesidir. Kendi çocukluğu ve kendi büyümesidir. Tüm bu kendisinin ve çevresinin gözetiminde olan özleşimi içinde endişe, korku ve beklentileri olmakla; çevresini içsinen bu içsinmesinde güzellik ve gelecek vaadini seçebilen bir anlayışın dili olmuştur yazar. Kapak düzenlenim konfigürasyonu, anlatım konusuna göre olağan üstü güzel bir kompozisyon olmuş. Adete şimdiki zaman içinde olan büyüğünün kitap içinde anlattığını, geçmişi olan o söylüyordu. Ne de olsa ikisi arasında anlatım, dil ve zaman farkı vardı. Kitap olan anlatımla, resim olan kare muntazamdı. Değerli yazar o fırtınalı zamanın içinde dahi, eğitimi ve eğitimcileri, eğitim ortamlarını iyi gözlemiş. Bu gözlemleri alanında olan okulu, okulu da kendi işlev alanlara ayıran bölümlerini; okul bütünlüğünün fiziki doğal güzelliğini seçebilmeyi, yazar; kendi içindeki estetik duygularıyla bezemiş. Değerli Yazar Şehriban'ın Kimi öğretmenleri, dönem dönem bizim de öğretmenlerimiz olmuşlardı. Hatta kendisinin yokluğunda Ahmet Rıza Tükel beni görevlendirmişti. Yazarımızın da dediği gibi yah baba bana evinin dış çevresini gösterip, tembihte bulunması üzerine; bir hafta kadar tavuklarına yem su vermiştim. Ahmet Rıza Tükel namı diğer Yah baba benim aklımda, Ali Rıza Tükel olarak kalmış. Yanılmam pek olası. Ne var ki beraberimde oturan Ali Rıza denen arkadaşla adaştılar biliyorum. Bu adaşlıktan ötürü bunu böyle anımsıyorum. Yiğit lakabıyla anılır. “Yah” ve “bakim” sözcüğü Sevgili Şehriban’ın belirttiği gibi Tükel öğretmenimizde dilin, pelesengiydi. Aydın İpek Öğretmenimizde de, başparmağı ile işaret parmağı arasına almakla burnu üzerindeki gözlüğü, şöyle bir kaşına doğru kaldırıp indirme eylemine eşlik eden “bizim İclal…” diye başlayan örnekler yinelemesi pelesenkti. Sn. Tükel sınıfta olanların tümünün adını bilmezdi. Galiba 5. Sınıftaydık. Yine bir ders esnasında anlattığı konuyu; “kim tekrar edecek bakim?” dedi. Ben o sırada sıra gözünde sakladığım kitabı okuyordum. Her kafadan bir ses konuyu şu tekrar etsin, bu tekrar etsin diyordu. Ben de sıra arkadaşım Kızılcahamamlı Ali Rıza Özdemir anlatsın bağlamına “Ali Rıza, Ali Rıza” diye gürültü içine kaynayan bir sesle bağırıyordum. Birden seslerin kesilip te “Ali Rıza söylesin” diyen sesimin yankılanmasını ben de duyup irkildim. Sn. Tükel’in en arakada ikinci sırada oturduğumuz masaya doğru hışımlı şekilde öfkesini seğirttiğini gördüm. “Kim o küstah bakim” demesiyle pot kırdığımın farkına vardım. Kendi ismiyle eğleştiğimizi sandığını, bir anda çaktım. Bu yanlış anlamayı izah bağlamında; “Ali Rıza bu, Ali Rıza bu” diyerek hem arkadaşımı gösterdim. Hem de, sol yanıma doğru kaykılmakla masada yaptığım çıkıntı nedeniyle öğretmenle arama sırayı mesafe koymuştum. Öğretmenin hücum alanında biraz daha uzaklaşmıştım. Ali Rıza Arkadaşım da bana doğru soluna kaykılarak pozisyon aldı. Kalkan kol pozisyonunu bana indirmesi için abanması gerekiyordu, Arkadaşın üzerinde abanıp bana vurdu da. Abanıp vurmasıyla dengesi bozuldu. İkinci hamle masaya denk gelmekle saati orta aralıkta kara tahtaya doğru fırladı. Öfkelenmişti. “Ali Rıza bu” dediğimi; “Ali Rıza” diyen bu, demişim gibi anlamış olacak ki, hırsını arkadaşım Ali Rıza üzerinde indirgiyordu. Üçüncü, dördüncü, beşinci vurumları, zaten altında kalan “ öğretmenim, öğretmenim” diyen arkadaşım Ali Rıza’ya bir inip bir kalkıyordu. Halimize yanmayıp benim açıdan oluşan komikliğe gülüyordum. Her şey nasıl da bir anda olup bitmişti. Yaşlı vücut yorulmuştu. “Yah bakim” diyerek bir eliyle masaya çarpan bileğini ovuyordu. Sınıfta çıt yoktu. Yeniden “Yah bakim” dedi kafa salladı. “Neymiş bakim” dedi “sulh ile uslanmayanın İşte sonu böyle olur” dedi. Kaldığı yerden devam etti. Öndeki bir kız, sınıf arkadaşımız “ öğretmenim saatiniz” diye öğretmenimizin fırlayan saatini saygı ile verdi. Yah baba kordonu dağılan saati cebine koydu. Sevgili Şehriban'ın öğretmenlerinden olan kimileri; Müzeyyen hanımın Değerli Eşi Osman Işık, Vahdet Köseren, Aydın İpek ve yazarın bahis konusu ettiği Ali Arı, Bayram Asım Yılmaz (!), İhsan Aksu, Himmet Şahin, Muhiddin Sakallı, Osman Saygı gibi saygın isimler bize de katkısı olan değerlerdi. İhsan Aksu'nun kızı Emel Aksu sınıfımızda, sınıf arkadaşımızdı. Emeller, revirin üst yanındaki erkekler yatakhanesi bloğunun karşısında ağaçlık alan içinde olan müstakil lojmanlarda oturuyorlardı. Emel’in atkuyruğu dediğimiz tipte bağlı uzun saçı vardı. Gündüzlüydü. Kuyruk tipindeki uzantı olan saçı adeta çek beni diye bağırırdı. Özellikle İkinci sınıftan beri çok kez ikinci etüde, bizimle birlikte katıldığı da olurdu. İkinci sınıfta biz de şatoda kimya dersliğinde üst katta etüt yapardık. Etüt yerimiz kimya dersliği olmakla, lavabosu olan sınıftı. Emel’in katılımlı olduğu böyle bir etüt çıkışıydı. Beş altı kişi sona kalmış, sınıfı terk ediyorduk. Emel’e ve diğerlerine sınıf arkadaşlığım dışında hiç bir yakınlığım yoktu. Sırf takılma arzusuyla olsa gerek, Lavabo yanında geçerken Emele su fışkırttım. Ses etmedi, zoraki gülümsedi. Etüt yerini çıkışa doğru terk ederken Sevgili Emel'in yanında konuşup yürüyen bir kaç kişiden birisi de bendim. Merdiven başına geldiğimizde, arkadan bir elimle kuyruk dediğim saçından güya Emel’e fark ettirmeden ben değilmişim gibi çektim. Saçı dağıldı. Dağılan saçla adeta bir peri kızı ortaya çıktı. Çok kızdı. O kadar üç beş karma kişi içinde bunu yapanın ben olduğumu bildi. Öfkeliydi. Bu kez müsamaha yoktu. Anında idaredeki nöbetçi öğretmenine beni şikâyet etmişti. Bana da ağlayış içinde idareye gittiğini söylemişlerdi. “Oğlum ne yapacaksın şimdi. Canına okurlar senin. Hem de bir öğretmen kızı” dediler. Yatakhanede nöbetçi öğrenci tarafından idareye çağrıldım. Sevgili Emel de oradaydı. Nasihat aldım. Delikanlılık hastalığı işte. Eğer yanlış hatırlamıyorsam Yazarımız Şehriban'ın kitabına yaptığı yorumlarından ötürü tanıdığım kadarla Sn. Hüseyin Erkan gibi seçkin eğitimcilerin, eğitimciliği içinde eğitimi dayakta aramayan öğretmenlerden biri de Sn. Erkan'ın adaşı ve sürgünlere cevaz olan kader arkadaşı Hüseyin Denge'ydi. Sn. Denge galiba eğitim şefimizdi. Sevilendi. Buraya sürgün gelmişti. Bir gün Diyarbakır'a sürüldüğünü duyduk. Aklımda kalan "Hüseyin Denge gitti, okulun dengesi bozuldu" ifadesindeki söylemdi. Her halde dayağı eğitim gören bir öğretmen olsaydı böylesi bir söylem dile gelmezdi. Sürgün olması o yıllarda ve şimdilerde istisnası mahfuz olmak kaydıyla, başlı başına iyi tür eğitimcilerden olmasına tanıklık eder bir karine gibidir. Hasanoğlan'ın kütüphane mekânı Sn. Şehriban'ın belirttiği gibi kitaplıkta yararlananları için gerçekten de ufkumuzun, kişisel düşünce karakterimizin biçimlendiği yerdi. Kütüphanede roman oluşla neler okumadım ki, Harp ve sulh, Doktor Jivago, Istırap sokağı, Sartre'den uyanış, Bekleyiş, Diriliş üçlemesi; Ekmekçi Kadın... Bu ara ben de öğrenci halimle kitaplar alıyordum. George Eliot'un Kıyıdaki Değirmen kitabı, kitapçılarda gözüme çarpıyor görsel illüstrasyonunu beğeniyor ve aldığım kitaplardaki takdiminden ötürü de almayı çok istiyordum. Ama alacak param yoktu. Değerli Yazar Hemşerim Şehriban'la bir karşılaşmamızda kitap sohbeti esnasında aklıma Şehriban'a bu kitabı aldırma hinliği(!) geldi. Ama karşımdaki 15-16 yaşlarında olan cin gibi genç kıza; "bana kitap al" nasıl derdim! Kitabı da çok istiyordum. Şehriban da kimi sohbetlerde "babam gelecek" diyordu. Bu çerçevede dedim ki "Şehriban ben sende okul hatırası adına; hem de şehirlilik hatırası adına bir kitap hediyesi istiyorum. Hele de bu kitap Kıyıdaki Değirmen olursa makbule geçer" dedim. Üstesinden gelip gelemeyeceğinde olsa gerek yanıt veremedi. Bunu bir kaç kez laf arasında yinelediğimi hatırlıyorum. Sağ olsun günü geldi, aldı da. Kitaplık yararlanmaları içinde hele de Dostoyevski'den Suç ve ceza, Ecinniler, Karamazov kardeşler. Ölüler Evinde Anılar. Bir başka yazardan Dostoyevski’nin Dünyasını vs. okumuştum. Dostoyevski karakter tahlili açısından beni çok etkilemişti. Değerli Şehriban'a bir kaç kez Suç ve Ceza'dan kimi kesimlerden hararetle bahsetmiştim. İyi bir dinleyiciydi. Dinleyici oluşla fikrini kendi düzlemi içinde kendi okuduklarından oluşan dağarcıkla benzetilemeyi ifade eden iyi bir katılımcıydı. Bizim de, bizden büyük Satılmış Akkaya diye bir Ağabeyimiz vardı. Sınıfımızda Sevgili İbrahim Akkaya'nın amca çocuğuydu. Hafta sonlarında özellikle de bizim sınıfta ya da ağabeyin sınıfında İbrahim, Ben, Ahmet Aslan, Kerim Mazlum gibi (İbrahim dışındaki isimlerde yanılabilirim) kişilerle üç dört arkadaş toplaşırdık. Bu toplaşımlarda Yaşar Kemal'den ve Fakir Baykurt'tan iki ya da üç Romanı sesli okunma yoluyla dinlemiş ve bitirmişliğimiz vardı. Satılmış ağabey romanları vurgularıyla öyle güzel okur ve açıklardı ki. Kısa boylu güleç Satılmış Akkaya’nın okuması ve grup şeklinde onu dinleme yapar olmamız müthiş oluyordu. Can kulağı kesilirdik. Bu mesaileri keyifle okuma dinleme yapar olmakla geçirirdik. Bazen kısa solukla kitabı bize okuturdu. Kendisi dinlenir okumamızı da eleştirirdi. Sonra da kendisi devam ederdi. Hafta sonlarında ağabeyin sınıfına geldiğimizde, ağabeyin sınıfındakiler ağabeye takılıp; "senin civcivlerin geldi" diye gülüşerek sınıfı terk ederlerdi. Beni düşün ve felsefe hayatına sürükleyenler; Veli Yalçın, Sami Arda öğretmenlerdi. Teneffüs sohbetleri bir harikaydı. Konular ders ötesinde ufuk açıcı dünyanın eşikleriydi. Bu nedenle idare ve dolaysıyla “abc öğrensinler yeter” diyen siyasetin gözünde yaramaz öğretmenlerdi(!) Sivas’tan sürgün gelen Veli yalçından beş senede alıp, duyamadığım; okuma kimliğimi oluşan değer manzumelerini bu söyleşilerde kapmıştım. Kütüphanede edindiğim Orhan Hançerlioğlu kitaplarından olan ve Varlık Yayınlarından çıkan üçlemesinden; Düşünce Tarihi; Mutluluk Düşüncesi ve Özgürlük Düşüncesi bu büyülü dünyaya ayak basmamın öncülü ve temeli olmuştu. Hançerlioğlu kitaplarını cümle cümle ezberlemiştim. Bir kitabın bir sayfasını defalarca tekrar etmekle ve sıkı okumakla üç ayda bitirmiştim. Böylece 5. sınıftan itibaren felsefi kitaplar okumaya başladım. Yavuz özdeş, Nihal Atsız gibi zevkle okuduğum yazarların Volga Kızıl Akarken, Yavuzun Pençesi, Bozkurtların dirilişi gibi kitaplar artık yavan gelmeye başladı. Bir daha da bunları ve "bestsellerden" olmakla yukarıda da anılan romanları elime almadım. Bunları Değerli Şehriban'ın “Anılarımla Hasanoğlan” kitabı içeriğinde belirttiği, tanığı olduğu bizatihi yaşadığı durumların ekseninde olmak kaydıyla anlattım. Aynı atmosferi yaşayan birinin empatisi ile (duygudaşlığıyla) anlattım. Değerli Şehriban’ın kitabında savladığı o günün konjonktürel tutumuna katılım olan benzer ya da paralel Hasanoğlan kesitlerinden yaşadığım anılarımı, benzeşişi nedeniyle bunları anlattım. Değerli Şehriban "medeniyet dediği Hasanoğlan'da, "medeniyetin bağrına" sığınmıştı. Yedi yılın sonunda bu kez Sn. Şehriban donanımıyla medeniyete sığmamıştı. Özel bağıntılı Hasanoğlan medeniyeti kıymetli yazarımıza dar gelmişti. Bu nedenle sevgili yazarımız dış dünya medeniyetine açılmıştı. Şimdi medeniyetten aldıklarını işlemiş oluşuyla tekrar medeniyete verme sırası ondaydı. Pekiyi de Sn. Şehriban'ın medeniyete vereceği geri beslen imli ışıtmayı üstlendiği işinde başarılı oldu mu? 45 senedir haberdarı olmadığım çınarın "Anılarımla Hasanoğlan" kitabında olduğu gibi aldığına kendisinden katkı olan üretimi içinde dağıttığı feyz ve ferasette, çok başarılı olmuşa benzer. Ben kendi payıma dıştaki medeniyet içinde de ışıtma yaptığına adım gibi eminim. 20.07.2016
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bayram Kaya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |