Eğer bir kelebeği sevebiliyorsak, tırtıllara da değer vermemiz gerekir. -Antonie de Saint-Exupery |
|
||||||||||
|
Açık olan camdan içeriye makine gürültüsü dolmaya başladı, kapatmak için kalktım. Gürültü giderek arttı, bu öyle küçük bir aracın çıkarabileceği ses değildi. Merak edip cam kenarında ne olduğunu görmek için beklemeye başladım. Ve işte gürültüyü çıkaran araç yeri sallayarak geldi, kocaman bir iş makinesi daha doğrusu kepçe. Evimin bahçe duvarının yanında durdu, ama stop etmedi. Az sonra da manevra yaparak yönünü eve doğru çevirdi. Bahçe kapısından içeri üç adam girdi, hepsinin de kılığı kıyafeti düzgün, galiba içlerinden biri mahallemizin muhtarı. Bir kere ikametgah belgesi almak için gitmiştim, o zaman onu gördüm. Kapı zili uzun uzun çaldı, tişörtü üzerime giydim; zil gene çaldı. Kapıyı açtım. Gelen adamlardan uzun boylu olanı selam verdi, kendini tanıttı. Belediye'den geliyormuş, benim evimle ilgili yıkım kararı varmış, bunu uygulayacaklarmış, bana daha önce evimin kamulaştırılması ve yıkım kararıyla ilgili tebligat yapıldığını hem söyledi hem de elindeki belgeleri gösterdi. Evet bana iki tane resmi zarf birer ay ara ile gelmişti, ama ben önemsememiştim, ne olduğunu merak edip de zarfları açmamıştım bile. Konuşmadım, sadece anlatılanları dinledim. Adam konuşması bitince benden birkaç evrak imzalamamı istedi. Ne yazdığını okumadan imzaladım, o da bana bu evrakların birer suretini verdi ve son söz olarak: Evi terk etmem için yarım saat sürem olduğunu, daha sonra eşyaları dışarıya çıkaracaklarını ve yıkıma başlayacaklarını da söyledi; ben de anladığımı göstermek için başımı salladım ve gittiler. Onlar gittikten sonra üzerimdekileri çıkarıp elbisemi giydim ve sırtçantama en gerekli eşyalarımı doldurdum. Bu benim on dakikamı aldı, ama ben yarım saatlik süreyi dolduruncaya kadar bekleyecektim. Evin her tarafını birkaç kere dolaştım, bilhassa annemin eşyalarının bulunduğu odada daha çok oyalandım. Yarım saat dolunca gene camın yanına gittim. O canavar iş makinesi orada duruyordu, ama bu sefer sessizdi. Görev zamanını bekliyor olmalıydı. Sokakta hareketlenme vardı: Resmi elbiseli çok sayıda adam, işçi kılıklı insanlar ve mahalleliler. Kapı çaldığında sırt çantamı aldım, ayakkabılarımı giydim, son bir defa kapısı açık olan annemin odasına baktım. Evin kapısını açmamla birlikte iri yarı beş adam içeri doldu, benim çıkmamı bile beklemediler. Duvara yapışıp adamlara yol verdim. Evden dışarı çıktım. Sokağın karşısındaki kaldırıma oturdum. Etraftaki insan sayısı bir hayli artmıştı. Hepsi de seyretmeye gelmişler gibi. Ama fazla yaklaşamıyorlardı, çünkü bahçe duvarının birkaç metre ilerisine ve gerisine kadar şerit çekilmişti. Heyecanla bekleyen seyirciler, az sonra olacakları görmek isteyenler. Gürültü etmeden hatta yüksek sesle konuşmadan bekleşiyorlar. Yalnız birkaç çocuğun sesi duyuluyor. Bazı seyirciler elleriyle, bazıları da kafalarıyla beni işaret ediyorlar. Hakkımda ne düşündüklerini bilmesem de bana acıdıklarını ve kendi başlarına böyle bir iş gelmediği için biraz da sevindiklerini tahmin ediyorum. Sabırsızlandıkları da belli oluyor; çünkü sağa sola sallanıyorlar, elleriyle kafalarını kaşıyorlar. O son vuruş anını, o evin yerle bir oluş anını heyecanla bekliyorlar. Dört-beş kişi telefon kamerasıyla görüntü almaya başladı bile. Biraz ileride de inşaatlarda kullanılan iki kamyon bekliyor; tabii çıkan yıkıntıları götürmek için. Öyle ki bu kamyonlar yapacakları işten utanıyorlarmış gibi saklanmışlar; görebilmek için çok dikkatli bakmak gerekiyor. Dev iş makinesi, kıpırdamadan, gürültü çıkarmadan duruyor, kendinden çok emin bir görüntü sergiliyor. Aynı zamanda kibirli, kendini beğenmiş ve biraz da ukela... Böyle desem de aslında ona kızmıyorum. Neden kızayım ki? O sadece verilen işi yapıyor. Etraf bir anda polis doldu, şeriti zorlayan seyircileri uyarıp geri çekilmelerini sağladılar; hatta onları şeritten bir metre kadar öteye çektiler. Üç yaşlarında bir oğlan şeridin altından geçip bahçe kapısına doğru koşmaya başladı, annesi olacak kadın farkında değil. Bir polis çocuğu görünce hızlı adımlarla ona doğru gitti, çocuk polisi gördü ve hızını artırdı. İkisi arasında bir dakika süren yarışı polis kazandı. Çocuğu kucağına aldı, çocuk debelenmeye hatta polisin yüzünü tırmalamaya başladı. Polis canı acısa da belli etmemeye çalışmak için güler gibi yaptı. Neden sonra anne polisin kucağındaki çocuğunu gördü, şaşırarak ağzını ve gözlerini açtı ve ellerini uzattı. Polis kadına bir şeyler söyleyerek çocuğu teslim etti. Taşıyıcıların eşyaları dışarı çıkarıp bir yere yığmaları uzun sürmedi. Kısa sürede evi boşalttılar, zaten öyle çok fazla eşyam da yoktu. Bir ara muhtar yanıma geldi. Konuşmaya başladı: -Eşyalarınızı taşımak için araç ve insana ihtiyacınız olacak. İsterseniz size bu konuda yardımcı olabiliriz. Ev tuttunuz mu? -Hayır, ev filan tutmadım. Yıkımı bugün öğrendim. -Size ev de bulabiliriz. -Teşekkür ederim, ama gereği yok. -Neden? -Çünkü ben eşyaları almayacağım. -Eşyaları ne yapmayı düşünüyorsunuz? -Burada bırakacağım. Siz ne yaparsanız yapın. -Bunları verecek yoksul aileler bulabiliriz, ama siz gene de bir kere daha düşünün. Almamakta kararlı mısınız? -Evet, kararlıyım. -Tamam öyleyse, biz gerekeni yaparız. Deyip muhtar yanımdan ayrıldı ve dev canavar çalışmaya başlayıp hareket etti, bahçe duvarına yaklaşıp durdu ve kepçesini acımasızca duvarın üzerine indirdi. Duvar yerle bir oldu. Etrafa toz saçıldı. Seyircilerden sesler yükseldi, sevinç çığlıkları değildi sanırım; hayret ya da korkunun yol açtığı çığlıklar olabilir. Canavar bahçeye girdi, durdu, kepçesini havaya kaldırıp evin çatısına indirdi, çatı bana mısın demedi bu darbeye. Evin bir vuruşta yıkılmadığını gören seyirciler bu sefer de şaşkın şaşkın bakmaya başladılar; gözlerini kırpanlar, dişlerini sıkanlar, ellerini yumruk yapanlar, birbirine iyice sokulanlar... Canavarın gururu kırıldı, biraz geri çekilip üst üste birkaç kere kepçesini çatıya vurdu, bu sefer etraf toza bulandı. Ev yıkılmaya başlamıştı. Sonuna kadar izlemedim. Eşyalarımın yanına gittim, vedalaşmak için. Tabii hiç de hoş bir görüntü yoktu, yan yana, üst üste rasgele konmuş eşyalar. Bunların artık hiçbiri benim değildi. Zaten bakışım da sıradandı, yabancıydı. Öyleyse neden son bir defa daha görmek istedim? Sebebini bilmesem de iyi ki istemişim, çünkü yerde parçalanmış o ayna belasını gördüm ve çok ama çok sevindim. Böylelikle Aynadaki'nden de kurtulmuştum. Kendimi öylesine özgür hissetim ki... ● ● ● (Devam edecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |