Sanatçının işlevsel tanımı bilinci neşelendirmektir. -Max Eastman |
|
||||||||||
|
Yirmi yaşındaydım, üniversite üçüncü sınıfta okuyordum. Bir gün ders arasında okulun bahçesinde ince, uzun boylu, biraz zayıfça, kumral saçlı, etek-blüz giymiş bir kız gördüm. Bu kız tarafından mıknatıs gibi çekildiğimi hissettim. Defalarca gidip arkadaş olmayı teklif etmeye karar verdim; kararlarımın hiçbirini uygulayacak cesareti kendimde bulamadım. Bu kız bizim bölümde değildi, olsaydı mutlaka görürdüm; çünkü bölümümüzde okuyan öğrenci sayısı çok fazla değildi, zaten en kalabalık öğrenciyi toplayan hocaların dersinde bile amfideki kişi sayısı otuzu geçmiyordu. Aslında teneffüslerin çoğunda bahçeye çıkmaz amfide oturur tuttuğum notlara göz atardım. Teneffüs dediğim de zaten üniversitede öyle ilkokul, orta, lise gibi on dakika değil: bazen on beş bazen yirmi hatta kimi hocalarınki yarım saati bulurdu. Ben, o günden sonra her teneffüste bahçeye çıkar oldum; hatta yağışlı günlerde bile. Her defasında değilse bile teneffüslerin çoğunda onu görüyordum. O ise, benim varlığımdan bile haberdar değildi ya da ben öyle sanıyordum. Onun dikkatini çekecek bir şeyler yapmalıydım, ama ne? Böyle bir hareket aksi tepki de verebilirdi. Birkaç ay böyle geçti. Bir gün bizim bölümden çok iyi tanıdığım, not alış verişi yaptığımız bir kız öğrencinin onunla yanyana yürüdüğünü gördüm. Arkadaşım olan kıza, bir şey sorma bahanesiyle yanlarına gittim. Önce sohbetlerini kestiğim için özür diledim, bu güzel kıza da selam verdim ve sorumu sordum. Arkadaşım beni onunla tanıştırdı. İşte ilişkimiz böyle başladı. Daha sonra teneffüslerde gördükçe selamlaştık, birkaç kısa konuşmamız da oldu. O da artık her gün en az bir defa teneffüste bahçeye çıkıyordu. Bir gün, son teneffüse kadar onu göremedim, ya okula gelmediğini ya da hasta olduğunu düşündüm. Giriş zilinin çalmasına saniyeler kala tam ümidimi yitirdiğim sırada koşa koşa bana doğru geldiğini gördüm. Yanımda durdu: -Sadece sana merhaba demek için geldim, dedi ve koşarak gitti. Zaten zil de çalıyordu. Bu gelişi bana cesaret verdi, onu bir gün okul çıkışında bir kafede çay içmeye davet ettim, kabul etti. Buluşmalarımız böyle başladı ve devam etti. İlişkimiz ne zaman ve nasıl aşka, sevgiliye dönüştü, bilmiyorum. Her şey kendiliğinden oldu. Sessizdi, uysaldı, bağırarak konuştuğuna hiç tanık olmadım, istekleri makuldü, mutlu olmayı ve mutlu etmeyi biliyordu. Onun yanında huzurun ne olduğunu öğrendim, bir de zamanın izafiliğini. Çünkü saatler dakikadan bile kısa geliyordu bana onunla beraberken. Ben ondan bir sene önce mezun oldum, hemen askere gittim. Döndüğümde o da okulu bitirmiş hatta işe girmişti. Ben de maliyede kendime bir iş buldum. Bir sene her tatil günü hatta bazen mesai bitiminden sonra buluştuk. Tatil olmayan günlerdeki buluşmalarımızda zamanımızın çoğu yollarda geçiyordu; ancak yarım saat kadar beraber olabiliyorduk. Olsun, biz buna da razıydık. Onun doğum gününde günlerce provasını yaptığım evlenme teklifinde bulundum. Provalar yapmış olmama rağmen bu konuda gene de çok başarısızdım: Kekeledim, yüzüm kızardı, avuçlarımın içi ve sırtım terledi. Ona: -Benimle evlenir misin? Diye sorduğumda ağzından hiç söz çıkmadı, hemen boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı. Gözyaşlarını omzumda hissediyordum. Ağlamayı kestiğinde de sarılmaya devam etti, böyle on-on beş dakika durdu. Kollarını boynumdan çözüp arkasına yaslandığında: -Soruma cevap vermedin! Dedim. -Cevaplar illa ki sözlü olacak diye bir kural mı var? Davranışlar da bir cevap değil midir? -Ama ağladın ve ben... -Sevinçten ağladım, çünkü hiç sormayacaksın sanıyordum. İstersen sözlü cevap da vereyim: Evet, evet, evet... Dedi ve gene boynuma sarıldı. Bu sefer ağlamıyordu. Yan masadaki orta yaşlarda karı koca gülümseyerek bize bakıyordu. Yedi sene süren evlilik beraberliğimizi ölüm denilen olay bitirdi. Ve ben sürekli ölüm hakkında düşünmeye başladım. Bu düşüncelerimin çoğu duyduğum acıyı azaltmaya yönelik çokça çıkarımlardan ibaretti.. “Varolanların hepsinin içinde “varlık enerjisi” bulunmaktadır. Bu enerji bitmez, yok olmaz. Sonsuza kadar dönüşüm halindedir. O nedenle gerçekte ölüm diye bir olgu yoktur. Ölüm insan zihninin bu dünyada yaşarken uydurmuş olduğu bir şeydir. Onun için “ölüm” kavramını lügatlerden çıkarmak gerekir. Ölen hiçbir canlı yok ki insan da ölsün! Her canlı dün vardı, ama şekli bugünkünden farklıydı. Bugün zaten var olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Yarın da var olacak, ama dönüşerek. Yani şekli bugünkünden farklı olarak… Ölümün olmadığı düşüncesi; itiraf etmek gerekirse biraz işime geliyor, daha değişik ifade edecek olursam hoşuma gidiyor…” Bu satırları yazmama sebep de Jean Baudrillard'ı şu sözüydü: “Görünüşün tersine, doğa önce ölümsüz varlıkları yarattı ve ölümü bilek gücüyle kazandığımız içindir ki bugünkü canlı varlıklar halini aldık." Evet, tam yedi sene onunla beraber olma şansına sahip oldum. Her saniyesi dolu dolu geçen bir yedi sene... Ne yaşadım, neler yaşadık? Bu soruların cevabını kimseye söyleyemiyorum. Çünkü onunla geçen bu zamandaki olayları -onu kaybettiğim gün hariç- anlatma hakkım yok. Bu zaman aralığı bizim özelimiz... Zaten o da bu konuda anlatmayacağıma dair bana söz verdirmişti. O gece, çok nefis yemekler vardı sofrada. Karnımızı doyurup sofrayı kaldırdırdıktan sonra salonda koltuklara gömülüp biraz sohbet ettik. Bir ara esnemeye başladı. -İstersen sen git yat, ben de hemen geliyorum, dedim. Yatak odasına gitti, beş dakika sonra ben de onu takip ettim. Odaya girdiğimde uyumadığını yatakta oturduğunu gördüm. Sırtında çok sevdiği ve sık sık giydiği çiçekli, böcekli desenli, mor rengin hakim olduğu pijaması vardı. Bana o gün iş yerinde yaşadığı bir olayı gülerek anlatmaya başladı, çok neşeliydi, kahkahalar atıyordu. Ben hem onu dinliyor hem de üzerimdekileri çıkarıyordum. Pijamamın üstünü giyerken gardolabın aynasından ona baktım. Kendini öylesine kaptırmıştı ki el kol hareketleri de yapıp o komik olayı anlatıyordu. Bir anda sesi kesildi, sustu; bu ani sessizlik tuhaf geldi bana, aynaya baktım kafası sağa doğru düştü ve karyolanın başlığına vurdu. Mutlaka şaka yapıyordu, ta bu kadar olmasa da yaptığı bazı şakalar vardı. Ben yanına gidince gülerek yerinden fırlayacak ve beni korkuttuğu için sevinerek boynuma sarılacaktı. Yanına gittim, elini tuttum, başını düzelttim, gene aynı tarafa düştü. Kendime çekip göğsüme bastırdım, hiç tepki vermedi. Şakayı tadında kesmeli diye düşündüm, yüzünü okşadım ve öptüm. Gene tepki yok. Elimi kalbinin üzerine koydum, çarpma belirtisi duymadım. Nabzını tuttum, atmıyordu. Ölmüştü, ama bu gerçeği ben nasıl kabullenecektim? Vücudunu sarstım, sarstım... Yoruldum. Üzerini örttüm. Yanına yattım. Gözlerimden tek damla yaş akmadı, bütün kaslarım gergin bir yay gibi olmuştu. Tavana baktım, baktım, baktım... Aniden bütün kaslarım gevşedi, bir boşluğa düşer gibi oldum; uyumuşum. Hangi gün, saat kaçta uyandım? Belli değil. Ona baktım, uyuyordu, hatta yorgan üzerinden biraz kaymıştı. Düzelttim. Lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadım, ağzım kurumuştu mutfaktan bir bardak su alıp içtim ve onun yanına gidip gene uzandım. Uyanmasını bekleyecektim. Kapı çaldı, umursamadım. Gene çaldı, gene çaldı; gelenin gitmeye niyeti yoktu. Böyle giderse onu uyandıracaklardı; açmalıydım kapıyı. İşyerinden arkadaşlar merak edip gelmişler. Bana birçok soru sordular, hiç cevap vermedim. Bir anormallik olduğunu suskunluğumdan ve görüntümden anlamış olmalılar ki davet etmediğim halde içeri girdiler ve evin her tarafını aramaya başladılar. Yatak odasına girenin çığlığı gecikmedi, diğeri de oraya koştu. Telefonlar edildi, soru yağmuruna tutuldum. Benden cevap çıkmayınca soru sormaktan vazgeçtiler. Telefon konuşmalarına devam ettiler. Ne dediler, kiminle konuştular? Bana ne! Beni ilgilendirmez... Cankurtaran siren sesi, beyaz önlüklü bay ve bayanlar, iki polis, ilk defa gördüğüm neci olduklarını bilmediğim beş-altı kişi ve kayınvalide yani onun annesi. Herkes bir şey soruyor bana. Onlara ne söyleyebilirim ki? Yorgunum. Yatak odasına gidip onun yanına yattım, oda insan dolu ve herkes hayretle bana bakıyor. Umursamadım onları, öyle yorgun hissediyorum ki kendimi! Az sonra da kendimden geçmişim. Bir hastane odasında gözlerimi açtım. Komaya mı girdim, bayıldım mı, uyudum ya da uyuttular mı? İki gün daha hastanede kaldıktan sonra taburcu oldum. Evimi özlemişim, tabii onu da... Gidince beni kapıda karşılayacak ve boynuma sarılacaktı! Nereye ve ne zaman defnettiler, mezarı nerde aramadım da sormadım da. Çünkü o bana göre ölmedi, yaşıyor ve her an karşıma çıkabilir. Bu umutla yaşıyorum ben. Bir yıla yakın bir süre işe gitmedim, sürekli rapor aldım. Çalışabilecek duruma gelince doktorlar teklif ettiği halde rapor istemedim. ● ● ● (Devam edecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |