Gerçek sanat, gizlenmesini bilen sanattır. -Anatole France |
|
||||||||||
|
Kitabın kapağı bulutlu bir güz ikindisinin denizle kaynaşması… Kitabın arka kapağı ise, aynı manzaranın uzantısı üzerine yazılmış “Bitti” adlı şiirden alıntı… Aynı zamanda bana göre hem şairin hem de kitabın özeti adeta. “Rüyalar güzel Ve cam kırıkları gibi …” Kitap, Babıali Kitaplığı tarafından 2015 tarihinde basılmış. Önsözde şair kendi şiir anlayışına da çok kısa değiniyor “… şiirlerimi mümkün olduğunca sembollerden uzak yalın bir dille yazmaya çalıştım. Çünkü çok fazla imgelem içinde yolunu kaybeden, kapalı hale gelen şiirlerin vermek istediği duyguyu kaybettiği görüşündeyim.” Şair, şiirlerinde okuyucunun kendisini bulmasından çok, kendi duygu ve düşüncelerinin okuyucu tarafından algılanma beklentisi içinde. Şair “Garip” şiirinin bir temsilcisi gibi. Nil Pröttel Almanya doğumlu, çocukluğunu Türkiye’de geçirip, evlilik münasebetiyle Almanya’ya dönüyor. 2004-2014 yılları arasında Almanya’da yaşıyor ve yeniden Türkiye’ye dönüyor. Bu arada Almanya’da Fernakedemi Hamburg’un Beslenme Danışmanlığı bölümünü bitiriyor. Oldukça girişken olan şair, bilimsel ve sanatsal merakı da yüksek olan biri… Kitabın ilk şiiri “Ağır Film”… İnsanı yoran bir yaşam betimlemesi şiir… Özenle seçilmiş kelimeler sanırsınız ses ve anlamın birbiriyle uyumu… Şair önsözünde her ne kadar kendi yaşamını doğrudan algılamasını okurundan beklerken, bir çoğumuzun yaşam biçimini olduğu gibi bu şiirinde göstermekte… Özellikle h, s ve k sesleri dışında yumuşak ünlüleri kullanarak tam bir hüzün manzarası oluşturmuş. “Hayatın gizli senaryosunda Başroldeki beni izliyorum Sisli camekânların ardından… … Sıkıcı ve uzun Bitsin diye bekliyorum!” Bir akşam, günbatımına karşı içilen Fransız şarabı gibi akıyor… “Paramparça”… Her birimiz kötü yönetilen ülke gibiyiz. Hem kendimiz hem yaşattıklarımız ritmi bozuk yürek gibi… Acıları ne kadar saklarsak saklayalım, yakınlarımız içimizden dışımıza taşan acının kokusunu almaktalar. Bu şiir de acının dışa vuran kokusu… “Ben görünmeyen yüzü oldum aşkının Sen umudun aynası… Parça parça döküldü hayatlar Umarsızca Savruk ve hırçın… …” Aşk kınında durmayan bir hançer… Mutlaka saplanacak bir yürek buluyor kendine, değil mi? “Yokluk Akşamı”… Bir duygunun doğayla uyumu bu kadar güzel olamaz. Deniz, martı, bulut, engin kelimeleriyle lef ü neşr sanatı yapılmış. Göz, yorgunluk, kapanma, kelimeleriyle de ikinci bir lef ü neşr sanatı yapılmış. Şiirin üslubuna bakınca mükemmel bir ses ve akıcılık var. Kurgu ve söyleyiş ise saf bir mensur şiir… “Belki bir bulut olur hüzün Martıların çığlıklarında son bulur Taşarken enginliğinde denizin Ben yok olurum akşamında… …” “Ayrılık İstasyonu”… Bu şiir bana yıllar önce seyrettiğim bir Western filmini çağrıştırdı; Comanche Station (Komançi İstasyonu). Filmden yerine şiirden söz etmek istiyorum. Dört dizeden oluşan bir şiir… Nereden nereye gideceği belli olmayan bir yolcunun karmaşık duyguları şiir… İnsanın içi kabarır sesi titrer ve kelimeleri toparlayıp bir türlü düzgün cümle kuramaz ya… İşte o duygunun şiiri… Şiirden alıntı yapmıyorum. Bence o büyülü havayı kitabı okuyarak yakalayın. Bir başka dört dizelik şiir “Yalnızların Mutluluğu”… İnsan kendi yalnızlığını bile bir başkasıyla paylaşmak, hiç olmazsa göstermek istiyor. Hiç kimseyi bulamazsa, dağlara, denize, sokaklara… İşte bu şiir de öyle bir şiir. Oysa Özdemir Asaf “Yalnızlık paylaşılmaz / Paylaşılırsa yalnızlık olmaz” diyor. Nil Pröttel de yalnız birinin yalnızlığından kurtulmayı şarkı söylemekte aradığını söylüyor. Şiiri okuyun. “Mağlubiyet”… Ruhun ayazında üşümek biraz muğlak bir anlatım olmuş. Şair kendisini ruh olarak mı beden olarak mı görüyor, bu dizelerde net bir anlam ortaya koymuyor. Ama şu dizeler gerçekten müthiş… “Yoksunluğumdan ölmemek için Kendimden kahramanlar yaratıyorum Her biri başka rolde” Lev Tolstoy; “Acı duyabiliyorsan canlısın. Başkasının acısını duyabiliyorsan insansın” diyor. bu şiirde de adeta bu söz dizelerle anıtlaşıyor. “Bugün Kapanmış yaralarımı kanatıyorum Akan kanı gördükçe Demek hâlâ yaşıyorum diyorum” Hristiyan inancında beden ruhun hapishanesi kabul ediliyor. İnsanın ölümü de ruhunun özgürlüğe kavuşması. İşte bu inanç bu şiire girerek, yeniden hayat buluyor. “Zırhıma sokuyorum kendimi İçine sığmadıkça Acıyorum…” “Göldeki Kadının Öyküsü”… Kime ait olduğunu hatırlamıyorum, ama “Acı ile ıstırabın gerekli olduğunu anlar anlamaz hayat güzelleşiyor” diye aklımda bir cümle kalmış. Ölümler aslında düşünebilen yaratıklar için vicdan ve merhametin tetikleyici birer unsurları… bu şiirde de şair umutlarını kaybeden bir kadının hayatla arasındaki ilişkinin sona ermesinden bahsediyor. Şiir her yönüyle mükemmel ancak “Karanlığın yalnızlığı” tamlamasını kullanmak yerine ya yalnızlığı, ya karanlığı kullanmış olsa bence daha iyi olurdu. Yalnızlık canlı carlıkların sahip olduğu bir duygu. Karanlık ise canlı bir varlık değil. Şiirde ben çok cezbeden dizeler vardı bu şiirde. “… Suskunluğun mührüyle kapanan dudaklara Sevmek sözcükleri hapsedilmiş Taşlaşmış kalpteki şefkat acı verirken umarsız Gökten olmamış bir dilek için bir yıldız kaymış Kadının silik öyküsüne… …” Şiiri okuduğunuzda bu dizeler üstünüze çöken karabulut gibi, çaresizliğin her türünü yaşatıyor. Hulasa yaşanan mükemmel değil, tablo mükemmel… “… Sabah güneş aydınlatırken gölü Bir cesetmiş melekler gibi yatan Gölün serin sularında…” Vincet Van Gogh tablosu kadar canlı ve ürpertici… “Kırmızı Gül” kırmızı gül vermek, Anadolu anlayışında aşkını ifade etmesi bir kişinin. Kırmızı gülü bir erkek bir kadına verir, kadının da gönlü varsa, erkeğe beyaz bir mendil verir. Bu şiirde, hayatlarını birleştirememiş âşık ve maşukun sevdalarını temsilen kadın kırmızı gülü mezara bırakıyor. Müthiş bir duygusallık… Şirin bütünlüğüne zarar vermemek için alıntı yapmıyorum. Şiiri okuyun… “Gölge”… Nedenini bilmiyorum, ama gece bana hep bir ürperti vermiştir. Belki de hastaların ölüm korkusunun hep gece yaşanmasıyla ilgili olduğundan… Bu şiiri okurken de aynı duyguya kapıldım. Bu ürpertiyi giderecek en iyi şeyde, ürpertiye neden olan unsurun sevimli hale dönüşmesi…Şair bu şiirde tam da bunu yapıyor. O esrarlı ürpertiye neden olan sahibi görünmeyen gölgeyi gölgeleri yöneten bir prens gibi gösteriyor. Harika bir şiir… “Muhteşem”… Aşkın olağanüstülüğü genç bir kız zarifliğiyle anlatılan “Muhteşem” şiir. “Şehvet”… Soyut bir aşkın somutlaştırılması ve iki insanın birbirine tutkusu işlenmekte. Nil bu şiirinde doğu ve batı aşkının bir sentezini sunmakta okuyucuya… “Bitti”… Ne çok şey bitiyor. Aşk bitiyor, kelimeler bitiyor, duygular bitiyor, acılar bitiyor, hayat bitiyor, mutluluk ve umut bitiyor. Bitmeyen ne diye düşünüyorum da. Bitmeyen sanırım tek şey Tanrı… Çünkü en ilkelinden, en çağdaşına kadar insan denen varlığın her tür koşulda içinden gelse de gelmede de sığındığı tek liman; Tanrı… Bu şiirin bir kısım dizeleri de kitabın arka kapağını anlamlandırmakta. Kitabın en beğendiğim şiiri desem yeridir. Beni en çok cezbeden dizelere bir bakalım. “Soyunsam diyorum bazen Şöyle çırılçıplak, Yaralı ve unutkan… …” Sizler de şöyle şiirin tamamına bir bakın… Mississippi akıyor bir insanın gönlünden başka bir insanın gönlüne. Saf ve kusursuz şiir. “Sahte Kahraman”… İnsanın en zayıf olduğu yer yüreği aslında… insan her şeye karşı koyuyor da sevdaya karşı koyamıyor. “İnsanın içinin yağı eriyor” derler ya, tam da bunun için söylenmiş işte. Bütün dünyaya kafa tutan biri, sevdasının tutsağı olup çıkıyor. Şair buna sahte kahraman diyor, siz ne dersiniz, bilemem. Bir bakın isterseniz. “… Dünyanın kahramanıymışım gibi gösterirken Cesaretim olmadı hiç Gidişini izlerken kırık aynamda Kal diyemedi…” “Tezat”… Tanrı “Her şey zıddıyla kaimdir” der. Şair de aynını farlı bir biçimde söylüyor. “Bin adım koşarken aynı yerde kalmak Çığlık çığlığa bir kalbe susmak Duyguların yansımalara tersinde hep ben… …” İlk dizeye baktığınız zaman bir masalda boşa harcaman zamandan bahsedilirken kullanılan “Az gittim, uz gittim. Dere tepe düz gittim. Altı ay bir güz gittim. Döndüm baktım ki, bir arpa boyu yol almışım.” Tekerlemesine de bir gönderme var. Yani telmih sanatı kullanılmış. “Bıçak Hızı”… Dört dizeden oluşan bu şiirde, son dizede bana göre anlamda bir zorlama var. Düşün düşü olmaz. Mübalağa (abartı) sanatı kullanılırken oluşmuş bir zorlama…. “… Ölüm bir adımdır artık Düşlerin düş kırıklığına…” “Bir Kadının Gözyaşları”… Mükemmel bir duygu aktarımı… Ben duygularını gömen bir kadının son yaşayan duygusunun belirtisi olarak gözyaşının akıtıldığını düşündüm. Bir başka anlamda taze mezarlar zaten gözyaşı ile sulanmaz mı… Şu dizelerdeki etkileyiciliğe bir bakın… “… Devri geçmiş bir aktristin Hiç yaşanmamış hikâyeleri gibi Darma duman!” “Kör”… Bu şiir bana, Sadık Gürbüz’ün Söylediği “Demiri Toz Ederler loy / Kan serperler gökyüzüne / Sevdayı yoz ederler loy / Kül serperler kör gözüne” şarkının dizelerini çağrıştırdı. İki güzel, iki farklı söyleyiş… “Yıkıntı küllerini savurdu umudun rüzgârı Güneşe baktım uzun uzun Gözlerim köreldi Umudu bir daha göremem artık” “Bu Kadar Basit”… Bir çocuğun beklentilerinden bir genç kızın beklentilerine uzanan bir şiir… Gerçekleşmeyen dilek ve hüzün şiiri… Bir sürü güzel şey sadıktan sonra hüznün esas kaynağını veriyor şair. “… Hayır; vazgeçtim hepsinden Keşke, Keşke beni sevseydin…” “Taze Aşk”… İnsan hangi şart ve zamanda olursa olsun, istese de istemse de umuttan vazgeçemiyor. Hep bir beklenti tasarılar içinde bulunuyor. Nil Pröttel bu şiirinde, hayallerin gölgesine sığınarak umudunu ve beklentisini sürdürüyor. “Hayalini öperken buldum kendimi Aynada gülücükler…” “Ecel”… İşte umudun son bulduğu bir insanın duygusunun yansıtıldığı sözler… Bundan daha mükemmel ve duygu erozyonu yaşatan bir şiir sanırım olamaz. “Siyahlar giymiş yolcusuyum Sisler arasında kaybolan son trenin Mezarlıktan raylarda ilerlerken Acım kabir azabı gibi derin” “Korkak”… Şair bu şiirde kendi korkularından bahsediyor, dolayısıyla da hepimizin korkularına gönderme yapıyor. Ben de korkuyorum. Korkum sağlığımı kaybetmek ve sevdiklerimin sağlıklarını kaybettiklerini görmek. Her canlı korkuyu biliyor ve yaşıyor, ancak biz kendimiz dışındaki varlıklara çok zaman ayırmadığımız için ne hissettiklerini de bilmiyor, belki de bilmek istemiyoruz. Her kaçış korkudan uzaklaşma demek değil mi? Şair bu şiirinde bütün bu duygu felsefesini yeniden değerlendiriyor. “… Biri var kaçıp gitmek isteyen Korkum, Onun kadar cesur olmak! … İzin versem diyorum, Kaçıp gitse… Korkuyorum!” “Veda”… Ne çok vedalaşıyoruz; sevdiklerimizle, sevmediklerimizle, çok isteyerek, hiç istemeyerek ettiğimiz vedalar…. Veda kelimesi bana hep İsmet Özel'in “Partizan” şiirinin ilk bölümünü hatırlatıyor. “Gırtlağımda bir harf büyüyor buna dayanacağım dişlerim kamaşıyor yıldızlardan buna da. Kabaran bir çarpıntı oluyor şehir. Artık yırtarak açtığımız zarflarda ne kargış ne infilâk yalnız koynunda çaresiz, çıplak isyan işaretleri taşıyan bir ergen cesedi.” Aynı güzellikte ve oldukça farklı bir “Veda” var Nil’in şiirinde. “Müziğin sesini kıstım kalbimdeki Susuverdi Mozartlı besteler Derin bir sessizlik… …” “İstanbul’a Emanetim”… İnsanı yıpratan çektiği acılar değil aslında, insanı yıpratan çektiği acıların hiçbir işe yaramaması. İnsan istemese de ne çok şey yapıyor; yaşamak istediği yerden ayrılıyor, yaşamak istediklerinden ayrılıyor, kendi teninden ayrılıyor, dününden ayrılıyor hasıl-ı kelam ayrılıyor da ayrılıyor. İçindeki korkunç çığlık, dışında kuru bir sessizliğe dönüşüyor. Kendi koruyamadıklarımızı başkalarına emanet ediyoruz bazen umutla, bazen umutsuzca. “İstanbul’a emanet ettim seni giderken Hırçın rüzgârlarında savurma sevdiğimi dedim Giderek kilo alırken onu yutma Koru kirletilmiş insanlardan Tek sevdiğim o, sana emanet dedim. …” Diyeceğim şu kirletilmiş insanlardan koruma temennisi yerine insanı ve insanlığı kirletenlerden korunma temennisinde bulunulsa sanki daha güzel olurdu. “Yarasalarımla Ben”… İnsan üzüntülerini, kusurlarını, acılarını, boşa çıkmış umutlarını ya karanlığa gömer, ya yorgan altına. Her şeyini yitirmiş bir insanın gündüzü yoktur. O hep karanlıktadır. Bu yüzden umut ışığı deriz ya… Nil Pröttel de, bu aynı duyguyu kullanıyor. Kirli bir dünyanın kirini görmek istemiyor Haşim gibi ve karanlığa meylediyor. “… N’olur ışıklar hep uzak dursun Alıştığım karanlıkta Yarasalarımla başroldeyim” Yalan ile gerçek arasındaki bir bocalamanın şiiri “Oysa”. Oysa güneş bir âşığın duygularına göre değil, planlandığı gibi doğar. Kaderi de beklentiler şekillendirmez, tercih ve yaşananlar belirler. Her şey olması gerektiği gibi olur. İstek ve arzular doğrultusunda değil. “Avuçlarımda ne çabuk kırıldı umutlar Yok oldu hayalimdeki o âşıklar …” “Aşk Bitti”… Şiir mükemmel, akıcı ve çarpıcı. Saf şiir. Ancak ben “Aşk Bitti”ye katılmıyorum. Aşk iki insan arasındaki sosyal ilişki değil, aşk bir kişinin hiçbir karşılık beklemeden, bütün bedeni ve ruhuyla bir varlığa soyut istendik bir prangayla bağlanması… Tarihte bir âşığın maşukuna duyduğu aşk karşılık bulmuş mu, bulamamış mı araştırması elbette bugün yaşanan bir aşk için hiçbir katkı sağlamaz. Dolayısıyla bir araştırma da gereksiz diye düşünüyorum. Ancak bin yıllar boyunca yaşanan aşklar hâlâ bitmemiş. Biten insan ömrü ile iki insan arasındaki ilişki… “… Hazin bir öyküydü dinlediğim Seninle ben Silik, solgun, sessiz Neye yarar ki aramak yeniden? Yaşadık; Bitti!” “İntihar”… Kaç şairin şirine konu oldu bu yıkılış ve yaşamdan kopmaya neden olan korkunç kavram? Bakın bu kavramı Nil Pröttel nasıl sunuyor yüreklere… “… Acıdan darbeler kollarımda Ruhum çivilenmiş bir haça Bana kalan ufak bir elveda Hoşça kal zavallı dünya!” Benim de şiirime konu olmuştu intihar… 1989 yılında intihar konusunu işleyip, aynı adla yayınladığım şiirdi. “… ellerin nasıl da kış gözlerin n kadar bahar intihar gece gibi asisin seviyorum seni yine de …” “Aşkın Öğretisi”… Aşk, Apollon bizler ilahi konservatuvar öğrencileri… Öğrettiği her şarkıyı lir ile söylemedik, yüreğimizin tınısı ile söyledik. Güneşi ortamıza alarak… Şiirde bunun üzerine kurulu… “… Aşk kendi melodisini çaldı bize Ve biz tek vücut danseder olduk” “Kapanış”… Eskilerin deyişiyle ahrete intikal ya da Mevlana’nın deyişiyle “Şeb-i Arus”… Yaşam, herkesin kendi başrolünü oynadığı provasız bir tiyatro… Alkışları da, protestoları da kişi kendi kafasında duyuyor. Rolünü kötü oynayan yok. Kötü ve iyi roller var… Kişinin kendi tercih ettiği roller… Ve sahne sonunda geçilen kulis… “Makyajı akmış, Saçı başı dağılmış şu zavallı dünyada Hayat denen şey zaten, Oynadığın her rolde Bir parçanı bırakmaktı!” “Çoraplar”… Türk dilinde aşırı güzel şeyler anlatılırken duygulara ket vurulamıyor ve aşırı kötülük ifade eden kelimelerle en güzeller anlatılmaya çalışılıyor. Ben de bu şiirin güzelliğini nasıl anlatabilirim diye düşününce bu yola başvurmaya karar verdim. Korkunç ve dehşet güzel. Şu karşılaştırmaya bir bakar mısınız? “… Ha ben, ha çoraplarım! Dünya beni çıkarmış Onun şeklinde kalmışım Biraz kirli, biraz yıpranmış Ve hoyratça kullanılmış Onlar kadar giyilmişim ben de! …” Gereklilerin kayıp, gereksizlerin ortada olduğu bir dünyanın basit, ama etkili betimlemesi “Kayıp” adlı bu şiir… “… Nerdesin, anlat dedim Umutlar sustu Işık beklenen aşkta Yaşatacak insan kayıp” “Uyanmazsın”… Bir umursanmazlıktan doğan kırgınlığın şiiri… Bu şiiri okuyunca aklıma Nilgün Marmara geldi. Nilgün intihar ettikten yıllar sonra kocası, “Nilgün bir kenara çekilir sürekli bir şeyler karalardı. Demek şiir yazıyormuş” gibi bir duyarsızlıkla karşılaşmanın şiiri bu. “Uçurum”… İki insan arasında sevgi yoksa ya hiçbir şey yoktur, ya uçurum vardır. İki insandan birinde sevgi var diğerinde yoksa, dipsiz bir uçurumdan daha büyük bir acı vardır. “Aramızdaydı hep Bizi anlatan uçurum… Birlikte ve yalnız iki insan Ben gözü yaşlı Sen karşıdan öylece bakan… …” “Lanet”… Arkadaşım Gloria diyor ki, “Yalnızlık güzel kadınların tercih ettikleri lüks yaşam biçimidir.” Sanırım bu lüks yaşam biçimini Nil de istem dışı tercih ediyor. “… Ben kimsenin bilmediği Derin boşlukta Yapayalnızım…” “Soluk Kahramanlar”… İnsanlar arasında umutlar, dilekler farklılaştıkça birbirlerinin beklentilerini de olumsuz etkilemekte. Umutları kırılıp, beklentileri gerçekleşmeyen kişiler ya içe kapanıyor, ya hırçınlığı artıyor. Bu şiirde de kimileri içe kapanıyor, kimileri hırçınlaşıyor. “Karşılık beklenen silik öykülerin Soluk kahramanları… Hırçın kalpler yüzler vurmuş … Son umuda saplanmış ağlayan ruhlar Dengesiz ipte, cambaz ustalığıyla Hiç rüzgâr çıkmasa diye dua ediyor” “Aşk Şarabı”… Fark etmek… Bazen bir mükemmelliği yakalamak, bazen sıradanlığı mükemmel gördüğünü anlamak… Rahmetli Galip Erdem’in bir anısını dinlemiştim. Türkmenistan’a gittikleri zaman, kendisine kımız sunulmuş. İlk kez kımız içen Galip amca “Mükemmel bir tat… daha önce içtiğim hiçbir içecekte bu tadı bulamamıştım. Mest oldum” demişti. Daha sonra kendisine kımız sunan arkadaşıyla sohbet ettiklerin içtikleri kımızın sıradan bir kımız olduğunu, çok da güzel olmadığını arkadaşından öğreniyor. Şartlanma ve beklenti çok önemli. Şartlanma çirkini güzel gösterebiliyor. Belki de aşk bu işte. “… Tattım şehvetli dudaklarından Onulmaz yaralar açan aşk şarabını Meğer; En ucuzuymuş!” “Yârin Zulmü”… Bu duyguyu en çok yaşayan biri olarak düşünüyorum da, yârin bir kabahati yok aslında. O sadece bizim hissettiklerimizi hissetmiyor. Biz de yârin de bizim hissettiklerimizi hissetmesini arzuluyor, bekliyoruz. Sonra bu gerçekleşmeyince de yâri zalimlikle, duygusuzlukla, umursamazlıkla suçluyoruz. Hülasa bu da bizim kibir ve bencilliğimiz olmuyor mu? Acaba aynı duyguları sokaktan geçen herhangi biri için gösterebiliyor muyuz? Yar da bizi sokaktaki herhangi biri olarak görüyor olamaz mı? ne dersiniz? “… Yârimin hoyrattır sevgisi Sararken kanatır Dindirir de… Bir kadın var burada Dağılmaya yüz tutmuş Görse de olur, Görmese de…” “Yapboz”… İnsan dıştan zarar görürse, tedavisi yapılıyor da, içten zarar görünce tedavisi yoktur. Bir de kişinin tedaviyi isteyip istememesine bağlı bu durum. Bunun için Mahzuni Baba, “Değme tabip sızılıyor / Yaralarım yaralarım / El değdikçe bozuluyor / Yaralarım Yaralarım” diyor. Ve Nazım Usta, "Ah benim sevdasına bencil / Yüreğinde sağlam sevdiğim Aklıma gelişini seveyim / Ne de güzel darmaduman ediyorsun beni ..." Bazen bir Urfalı’nın biberi sevmesi gibi… Acı ne kadar çoğalırsa, o kadar alışkanlık yapıp zevk de verebilir. Gerçi Nil bu durumdan yakınıyor, ama… “Kirli aynalara yansıyan Zamansız yol alışlar… Kirli tenimin altına saklı Binlerce okunmamış ölüm mektubu gibi… … Ben ve bana ait her şey Hiç tamamlanmamış bir yapboz gibi Darmaduman!” “Özlemin Adı: Kan Kaybı”… Diğer şiirlere bakınca bu şiir bence zorlama bir şiir olmuş… Anlam ve anlatımda ifadeler yapay kalıyor. “Hırçınlığım vurur / Vurur da her dalga da / Kalbime çarparım yine” Bu bölümde ilk iki dize ile üçüncü dize arasında anlam tutarsızlığı var. “Dünün tesellisini beklemek oldu” dizesine baktığımızda dünün tesellisi beklenmez. Dünün tesellisine sığınılır. Yine “Naftalin kokulu maskelerimde / Acının zamanına çanlar çalar / Gerçek arsız bir köpek olmuş / Beni kovalar!” Bu bölümde ilk iki dize hem kendi aralarında, hem üçüncü dize arasında anlam kopukluğu görülüyor. Bölümün ilk iki dizesi bağımsız birer bölüm gibi, üçüncü dördüncü dizeler ayrı bir bölüm. Son üç bölüm mükemmelliğini koruyor. “… Zaman tortusunu bırakır Özlem noktalı her saatin Cüzzamlı derisine …” “Anafor”… Yine olağanüstü güzel bir şiir. Bence tek kusur “Acıdan zengin, şefkatten uzak” dizesi… Kafiye endişesiyle uzak kelimesi kullanılmış. Oysa zengin kullanılıyorsa, buna zıt anlamda uzak yerine yoksun ya da yoksul kullanılmalıydı. Acıya yakın, şefkatten uzak da olabilirdi. Yine de bence harika bir şiir. En çok etkilendiğim dizelere siz de bir bakın. Şiir hakikaten Anafor… “Hayatın silueti geçerken üstümden Öyle zor ki böyle uzaktan Seni yaşamak!” “Ayna”… Korkunç bir manzara… Dil ve anlatım güzelliği olmasa bir gerilim filmi seyrettiğimi söyleyebilirdim. “… Defolu sevgilerin çürük kokan nefeslerinde Dokunsam, sağanak olur gözyaşları Hadım edilmiş umutların gölgesinde İnler doğmamış güneşlerin her ışıltısı Ve salınır görünmez iplerinde bir ceset …” “Kadavra”… Ağır bir depresyon şiiri… Nil’ tanısanız bu şiirleri bu mu yazdı diye hayret eresiniz. O kadar iyimser ve hayatı doğru algılayan biri ki… İnsanın içiyle dışı bir olmuyor demelerinin kaynağı bu olsa gerek. Umarım bu depresyon yalnızca bir şiir kurgusudur. Bu kadar candan bir insanın, böyle depresyon geçirmesi gerçekten duygularda tahribat yaratıyor. “… Bir kasvet delirmiş bir fırtına Dalgalarım vurdukça Daha da açılıyor Kapanmamış her hatıra Üstüme sinekler yapışıp emdikçe Uzaktan bakmak öyle Ölümün en ağır şekli; Yaşarken ölmektir zaten!” “Savruk”… İnsan hani bir yerden bir yere taşınırken, evde kaba bir temizlik yapar, sakladığı bir çok şeyin kullanılmazlığını fark edip dağıtır ya da atar ya… Bu şiirde de şair yaşanan birçok şeyin karşılık bulmadığı için değersizliğini anlayıp adeta savurarak bitirmeye uğraşıyor. Bu en çok da ömrümüzden giden günler oluyor. “… Lanetli her güne uyanmak Kırık dökük geçmişin yatağında Senin olmayan her günü harcamak Savruk ve umarsızca… …” “İhanet”… Konuya ilişkin şimdiye kadar okuduğum en güzel şiir bu. Bir duygu ancak bu kadar muhteşem anlatılır. İmrenmedim dersem yalan olur. “… Kendimize sapık ve iradesiz Masum bakan gözlerin Katili oluruz dokundukça…” Keşke şiirin tamamını verebilseydim. Her bir dize ayrı bir mücevher gibi… Bu şiiri okumamak bence çok büyük bir kayıp. “Sus”… Karşınızdaki insan susarsa, her şey bitmiş demektir. Karşınızdaki insan susarsa, çok şey söylemek isteyip kelimeleri toparlayamıyor demektir. Karşınızdaki insan susarsa, daha bürük bir aşkla bakıyor demektir. Karşınızdaki insan susarsa, beklenmedik sözler söylemişsiniz demektir. Karşınızdaki insan susarsa, sizi kırmaktan korktuğu içindir. Karşınızdaki insan susarsa, onu kucaklayıp öpün. Gerçi Nil Prötell öyle yapmıyor, ama… “Sus! Bugün tüm hayatım akıyor ellerimden Biz biriz derken Sen; sus! Sus ki; boynu bükülsün umutların Bir kadın ölsün senden uzakta… …” “Gece ve Acı”, “Cinayet” şiirleri aşk buhranının yarattığı bere duygu fırtınaları… Yeni yürüme çabaları içinde olan bir çocuğun düştüğü yerden kendi başına kalkma çabaları ya da yorgun bir ihtiyarın bastonuna dayanarak doğrulma çabaları… Okurken bile insan kısa süreli sarsıntı geçiriyor. Sırf merak edip okunsun diye alıntı yapmıyorum. “-Miş”, kitaba adını veren şiir… kırık umutların, olmayan beklentilerin, aşka ve ayrılığa rivayetle bakmanın, ama en önemlisi de, vazgeçememenin şiiri(y)Miş. “… Ama biri var kalpte ki, Hiç bitmemiş…” “Döngü” şiirini okurken çok hüzünlendim. İnsan sevdiğinden çok uzakta olsa da, bir araya gelemeyeceklerini bilse de, kapı ve pencere hep bir bekleyiş yeri olarak hayatına giriyor. Ben en çok martılardan ve turnalardan haber beklemişimdir. Turna hiç görmedim ya da gördüysem de tanımadığım için bir şey ifade etmedi. Martı çok farklı. Hep bir haber beklediğim için martı ne zaman pencereme gelse, bir haber veriyormuş kabul edip, ona yiyecek verdim. Birçok martı sırayla pencereme gelir. Pencere çıkıntısında yiyecek yoksa pencere camına vurarak yiyecek isterlerdi. Yiyeceklerini alınca da uçup giderlerdi. Bir rahmetli Küçük İskender’in bir şiiri vardı hiç aklımdan çıkmayan “Bir martıyı ağlatın sen / Bir çocuk garanti intihar eder artık” dediği şiiri… Sonra “Döngü”… “Sen martılar besledin pencerende Ben umutlar… Sustukça büyüdük Sen bilmedin… İstanbul geçti içinden Ben İstanbul’dan geçtim Depremler oldu, artçılar Korkular galipti Çıkıp gelmedin … Kaçtıkça istedik Sen de anladın.” “Gel” adlı şiirde şair yüreğine hükmedene sesleniyor, ancak akabindeki “Ölüler Mezarlığı” adlı şiirden anlıyoruz ki, gelen olmamış. “Yine içimde Bir aşkın intiharı… Kalbim, Ölüler mezarlığı” Kusursuz insanın olamayacağını düşünmüyorum. Peygamberler bile kusurlu davranışlar göstermişler ve Tanrı tarafından uyarılmışlardır. Bu yüzden ben, kusursuzluğun da bir kusur olabileceğini düşünüyorum. Ufak tefek dilbilim kusurları dışında mükemmeli yakalayan Nil Pröttel’in birçok şiiri eskilerin deyişiyle selh-i mümteni… Dili ve şiirsel kurguyu kullanması açısından diyebilirim ki Nil, yaşayan Nilgün Marmara… Bu hızla giderse, benim kanaatim, Nazım Hikmet’in yeni versiyonu olma sürecini kısa zamanda tamamlamış olacak. Şairi kutluyorum. Okuyucularının oldukça şanslı kimseler olduğunu söylemek kesinlikle mübalağa olmaz. 23 Aralık 20 Gölcük
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Osman AKTAŞ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |