Zaman dostluğu güçlendirir, aşkı zayıflatır. -La Bruyere |
|
||||||||||
|
Unutulmaz o çocukluk günlerimizin anısına, bütün arkadaşlarıma ithaf olunur... Havva Ebe, ineği sığıra saldıktan sonra, Ömer’in uyuduğu odaya girdi. “Ömeer, haydi kalk, ne yatıp durun, öğlen oldu dışarısı” dedi. Tandır evine geçti. Çay bardaklarının şıngır şıngır sesleri geldi. “Haydi kalk” diye yeniden seslendi tandır evinden. Ömer, istemeye istemeye kalktı, üstünü giyinirken dışarıda kuşlar sabah şarkılarını söylüyordu. Camdan bir türlü ayrılamayan kara sineğin kanat vızıltıları kulağını tırmalıyordu. Gitti, elindeki gömleği şırrak diye cama vurdu. Sinek sesi kesti. Sedirin üzerine yarı baygın düştü. Çaylarını içerken Ömer sordu, “dedemle annem nerede ebe” diye. “Çaya gittiler” dedi ebe. “Domatesleri sulayacaklar, çapa yapacaklar.” Tandırın üzerinde yanmakta olan ateşe gözlerini dikmiş Ömer, bir an için annesine acıdı. “Dedem eşeğin üzerinde, annem arkadan çaya kadar yürüyecek zavallı kadın” diye düşündü. Ömer Dede domateslere su bulmak için ark boyunca taa yukarılara kadar gider, saatler sonra su ile birlikte dönerdi, arkın içinde yavaş yavaş akmakta olan suyun yolunu düzelte düzelte. Kezban gelin de, çaresiz O’nu ve suyu beklerdi. Fakat, köylük yerde bunlar olağan işlerdi.Onun için fazla üzerinde durmazdı. Ömer, gözlerini zorla ateşten ayırdıktan sonra, ebesine döndü, biraz ürkek, biraz emredercesine “peynir ekmek ver bana” dedi. “Nolcamış gine o” dedi ebe, biraz hiddetle. Sesinde biraz da şefkat de varmıydı ne. Ebenin hazırladığı ekmek çıkını ile kapının arkasında duran balık oltasını alan Ömer, bir çırpıda merdivenleri indi, avlu kapısını vurdu, sokağı geçip, Uluharman’a çıktı. Ali ile Nedim de azıklarını ve oltalarını almışlar, Dudu Ebe’nin, kesilmiş, inşaata hazır hale getirilmiş, kurumuş, duvar dibine istif edilmiş kavak ağaçlarının üzerine oturmuş bekliyorlardı. Ali, yine yüzünü yıkamamış, gözleri çapak içindeydi.Nedim, belli ki, uykusuzdu. Boş boş bakıyordu. “Fehmi’yle İsmail gelmedi mi?” diye sordu Ömer. “Cık” yaptı Ali. Çıktı, Nedim’in yanına oturdu Ömer de. Hiç konuşmuyorlardı. Sabah mahmurluklarını atamamışlardı üzerlerinden. Ali, elindeki çakıyla, oturduğu kuru kavak ağacına çentikler açıyordu. Tıkır.Tıkır. Ne yaptığını kendisi de bilmiyordu. Can sıkıntısı işte... Bu ağaçlar, Dudu Ebe’nin ağaçlarıydı. Dudu Ebe, Nedim’in ebesiydi. Yani, babasının annesiydi. Köy yerinde, babanın ve annenin annesine “ebe” der, torunlar. Ağaçlar, evin duvar dibinde durur, köyün bütün çocukları burada toplanır, konuşur, oynar, hayal kurar, burada kavga eder, burada barışır ve buradan dağılırlardı evlerine, geceyarıları... Hiç aşağıya inmez, gece gündüz balkonda oturur, hiç uyumaz, yemez içmez, bağıra çağıra kimseyi evinin duvarına yaklaştırmazdı Dudu Ebe. “Gavurun bebeleri, gidiiin, ellemen duvarımaa !” İsmail ile Fehmi, Şeytan Süleyman’ın evinin köşesini döndüler. Uluharman’ı geçip, diğer çocukların yanına geldiler. Beş çocuk gözleriyle anlaşıp, Tepecik’e doğru yola koyuldular. “Ekmek aldınız mı?” diye sordu İsmail, tok bir sesle.“Aldık” diye bağırdılar diğerleri, hep bir ağızdan Tepecik’i aşıp, köy görünmez olunca, Nedim, cebinden Asker Sigarası’nı çıkardı. “Yakın” dedi. Çocuklar, durup döndüler, önce köye baktılar. Köy görünmüyordu. Rahat ve güven içinde, Nedim’in uzattığı paketten birer sigara alırlarken, “Ali, uçlu sigara ver de onu içelim” dedi Fehmi. “Yok valla” dedi Ali. Tedirgin. “Lan, Gambır Abca’dan çalmışındır oğlum, saklama işte” diye çıkıştı Fehmi. İsmail, ileriden emretti, “Yürüyün be; sıcak bastırmadan varalım çaya !” Çocuklar, küçük küçük tepeleri aşarak, dereleri geçerek, çalıları dolanarak, vakitsizlikten, şuracıktaki alıçları yemeyi bir başka güne bırakarak, taşlı topraklı patika yollardan, kah koşarak, kah yürüyerek, kah sürünerek, Asar Çayı’nın, taa aşağılarda, derinlerde aktığı vadinin kenarına geldiler. En önde İsmail, en arkada Ömer, taş ve kayalardan, belli belirsiz incecik patikalardan; koşarak, yürüyerek, bazen de düşerek aşağıya doğru inmeye, yuvarlanmaya başladılar. Ömer, hayranlıkla ve şaşkınlıkla açılmış gözleriyle, aşağılara, Asar Çayı’na bakıyordu. Öylecene. Kıpırtısız. Çay, dağların arasında, gelinlik genç kız saçı gibi, kıvrım kıvrım olup, akıp gidiyordu sonsuza doğru... Epeyce uzaklaşmış arkadaşlarının arkalarından koştu gitti Ömer. Hacı Bey’in Eğlen göründü işte. Çocuklar, dik yamacı indikten sonra, küçücük düzlüğü bir çırpıda geçtiler. Eğlenin kenarındaki kayalıklara çıktılar. Kıvrıla kıvrıla akan çay, ilkbahar ve sonbahar yağmurlarıyla delilenip, sel olduğunda, kıvrım köşelerindeki kayaların diplerini oyar.Bu oyuklara doluşan suyun meydana getirdiği küçük su birikintilerine “eğlen” denir. Köyün bütün erkek çocukları, kayaların üzerinde, anadan üryan soyunup, kayaların tepelerinden kendilerini serin sulara bırakırlar, yüzerler, oynaşırlar, eşek şakaları yaparlar, oltayla balık tutarlar. Daha büyükleri, dinamit atarlar, sütleğen sıkarlar. İrili ufaklı bütün balıklar ölür. Yavru balıkların öldüğünü gören Ömer’in içine kan oturur... Kayaların üzerine dizilmişlerdi balıkçılar. Ta bu baştan öbür başa kadar. Kayanın bu taraftan en başını Ömer kapmıştı. Onun yanında Nedim; İsmail, her zaman olduğu gibi yine ortadaydı. Onun yanında Fehmi, en sonda da Ali... Bir telaş sarmıştı herkesi. Işıl ışıl gözlerden umut fışkırıyordu. Değneklere sarılmış misinalar çözülüyor, mantarlar kontrol ediliyor, oltalara kurtlar takılıyordu. Suda balıklar şıkır şıkır oynuyordu. Bazen karınlarını göğe verip, gümüş gibi ışıldıyorlardı. Oltalar, cup cup diyerek indiler suya birer ikişer. Demin oynaşan, ışıldayan, cokuşup yumak olan balıklardan eser kalmadı. Gidip her biri bir deliğe saklandı. En son dalgacık da karşı kıyıda yok olunca, ortalık sakinleşti. Korkunç bir sessizliğe kesti. O kahrolası, can sıkıcı bekleyiş başladı. Çocuklardan çıt çıkmıyordu. Hepsi birer heykel olmuşlardı. Hiçbir ses duyulmuyordu, vadiyi doldura doldura, taşların arasından çağıldayan, coşan sudan ve şurada vızıldayıp duran eşek arısının sesinden başka... Güneş iyice dikilmişti.Yakıyordu. Vıcık vıcık her yanı tere batmış Ömer, gömleğini çıkardı usulcacık. Sonra, sabırlı bekleyişin kollarına bıraktı kendini yeniden. “Aslanım be” haykırışıyla çocuklar yerlerinden zıpladılar. “Aslanım be, buna balık derler, balık” diye bağırıyordu İsmail. Ayağa kalkmış, kolunu ileri doğru uzatmış, elinde olta değneği, misinanın ucunda, suya değdi değecek, sağa sola can havliyle sıçrayan balık. Balık sıçradıkça, bir yeşil oluyor, bir mavi oluyor, bir kırmızıya dönüşüyor, sonra, sütbeyaz kesiliyordu. Yorulunca kendisini bırakıyor, aşağıya doğru, upuzun, ip gibi oluyordu.Sonra, yeniden sıçrıyor, sonra yeniden ip oluyordu. İsmail, hayvanın canı daha fazla yanmasın diye, oltadan çıkardı. Yanı başında duran gömleğine sardı. Sıçrayıp da suya kaçmasın... Oltaya yeni bir kurt takıp, suya fırlattı İsmail. Kurt, dalga dalga olan suyun derinliklerinde gözden kayboldu. Yeniden sessizlik, yeniden bekleyiş, yeniden sabır... Fehmi, olta değneğini bir taşın altına koyduktan sonra, kendine özgü ağır hareketlerle kalktı, Nedim’in yanına gitti. Eliyle sigara işareti yaptı. İkisi de birer sigara yaktılar. Fehmi, yine ağır ağır oltasının başına geldi. Mantara baktı. Suyun üstündeydi. “Cık cık” yaptı. Başını iki yana salladı. Sonra, Ali’ye döndü,baktı. Ali, kayanın üzerine tünemiş, yumulmuş, başını bacaklarının arasına sokmuş, oltayı tuttuğu iki elini de ileriye doğru uzatmış, usuldan usuldan türkü söylüyordu. “Cananım canan, cananım canan...” “Manyak” dedi kendi kendine Fehmi. “balık yok,ne yok adam türkü söylüyor yav, umurunda mı !” Ta orada, kayanın en başında, kıyıda-kenarda, kendi yalnızlığı içinde yitip gitmiş, o ana kadar hiç konuşmayan, oltasıyla balık yakalamış mı, yakalamamış mı belli bile olmayan Ömer’in sesi top gibi patladı. “Acıktım !” Sesi, kanyonun karşı kayalıklarına çarpıp, geri döndü.Acıktım ! Yemek yiyelim”. Oturmaktan bacakları uyuşmuş, belleri yanları kırılmış diğer çocuklar, “Ne iyi ettin de hatırlattın acıktığımızı” der gibi Ömer’den yana baktılar. İşte o an, Ömer’in de orada olduğunun farkına vardılar. Oltalar sudan çekilmedi. Olta değnekleri kayanın üzerinde bırakıldı. Sağlam yerlere tutturuldu. Üzerlerine taşlar konuldu. Aç kurtlar gibi ekmek çıkınlarının üzerine saldırdılar. Çıkınlardan birini sofra bezi yapıp, ekmekleri, katıkları üzerine saçtılar. Bütün kanyonu bazlama kokusu, yeşil soğan kokusu, mis gibi beyaz peynir kokusu, yumurta kokusu doldurdu. Bir de, bu kokuları alıp, sofranın üzerine çullanan eşek arısı vızıltıları... Yiyecek artıkları eğlene çırpıldı. Balıklara yem olsun diye. “İster zengin, ister fukara, yemekten sonra yak bir cıgara” diyen Ali’nin mesajını alan Nedim, herkese birer Asker Sigarası dağıttı. Ayaklarını eğlene sallayıp, oltalarının başına oturdular. Hiçbir oltaya balık vurmamıştı. Olsundu. Şimdi sigara içme zamanıydı. Karınları da doymuştu. Keyifleri gıcırdı yani. Hepsine bir taze kuvvet gelmişti sanki. O zamana kadarki uyuşukluklarından eser kalmamıştı. “Caranın külünü düşürmeden, kim bitirirse Vehbi Koç’un kızını alacak” dedi Fehmi. O, herkesin bildiği, kanıksadığı, tanıdığı bir yarıştı. Kimi, sırtüstü yattı, kimi sigarasını dik tutmaya çalıştı. En sonunda, ansızın esen rüzgar bütün külleri alıp götürdü. Öğlen sıcağı altında iyice sıkılan çocuklar, oltalarını sudan çektiler, derleyip toplayıp bir kenara koydular. Hemen soyunup, suları fışkırta fışkırta, kayanın tepesinden birer birer eğlene atladılar. Kayanın diplerinde suyun derinliği boylarını aşıyordu. Oralara gitmediler. Kenarlarda yüzdüler. Ara sıra çıkıp, kıyıdaki küçük kumsallarda yatıp, güneşlendiler. Güneşten yanınca, yeniden serin sulara daldılar. Sonra, yeniden kumlara uzandılar. Böyle böyle ikindiyi buldular. Güneş, batıya doğru yıkılmışken sudan çıktılar. Kendilerine çok bol gelen pantolonlarını, terden yakaları kayış gibi olmuş gömleklerini ve soğukkuvularını giydiler. Ellerine çakılarını alıp, karşıdaki söğüt ağacının altına gittiler. Herkes, kendisine en iyi “çığı” yapmaya koyuldu. Çöplerin kabuklarını soyarken, söğüt ağacının koyu, dinlendirici gölgesi gitmelerine izin vermedi. Oturttu onları ağacın dibine. Kimin istediği bilinmeyen, ya da Nedim’in kendiliğinden ikram ettiği sigaralarını içip, izmaritleri ayaklarının altında ezdikten sonra ellerinde çakı ve çığı çöpleriyle eğlenin kayasına yeniden döndüler. Oltalarını cup cup diye yeniden suya bıraktılar. Yeniden heykel oldular. Ömer, yeniden kendi dünyasına çekip gitti. Ali, yeniden “cananım canan”a başladı ve yeniden Nedim,sarı çipil gözlerini oltanın mantarına dikti. Güneş battı batacak, akşam ezanları okundu okunacak, oltaları sudan çektiler. Misinaları değneklerine sardılar. Tuttukları balıkları büyük bir özenle ve gururla çığlarına dizdiler. Bitiren, balıktan dolup taşmış çığını havaya kaldırıyordu, ışıl ışıl gözlerle. En büyük çığ, İsmail’in kiydi. Kimse itiraz etmedi zaten. Oltasıyla en çok balığı İsmail tutardı hep. Bunun sırrını da hiç kimsecikler bilmezdi. Arkalı önlü, kayalıktan inip, küçücük düzlüğü geçtiler. Yamaçtaki taşlı patikaya girdiler. Yine en önde İsmail, yine en arkada Ömer, ayaklarıyla taşları kaydıra kaydıra zorlu çıkışa başladılar. Kulakları sağır eden kanyonun sessizliği ve suyun çağıltısı yavaş yavaş duyulmaz oldu. Bazen, durup aşağılara taş attılar, kim en uzağa fırlatacak diye yarıştılar bazen. Dağı tırmanıp, yukarı, düzlüğe çıkınca, Ömer, geri döndü, aşağılara, Asar Çayı’a baktı. Su, dağların arasında kıvrıla kıvrıla akıp gidiyordu, gümüş bir tel demeti gibi. Köye yaklaştıklarında, çocuklar yorgunluktan ölecek gibiydiler. Gözlerinin ferleri sönmüş, dudakları susuzluktan çatlamış, yüzleri sararmış, çeneleri aşağıya doğru uzamış gitmiş; İsmail’in o heybetli vücudu bile küçülüp, büzülmüştü. Dudu Ebe’nin ağaçlarının yüzüne bile bakmadan geçip, Uluharman’a çıktılar. Gambır İsmail’in Şavrole kamyonu, hafta sonu tatili için gelen Ankara’lıları getirmişti. Kamyonun arkasında sessiz ve sakin bir telaş vardı. Yerlerde öbek öbek denkler, paketler, fileler duruyordu. Ortalık Ankara kokuyordu, fabrika kokuyordu. Mis gibi caanım somun kokuyordu. İki elinde iki kocaman file, Ankara’da postacılık yapan Diden Mustafa,Havva Ebe'nin evinin yolunu tutmuştu bile... ÖMER ÖZYURT - ANKARA
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Özyurt , 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |