..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Gerçeğin dili çok yalın. -Euripides
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Fantastik Roman > Osman Altınbaş




14 Kasım 2023
Taşların Gölgesinde: 3. Bölüm  
Osman Altınbaş
“Onunla alakalı bir paragraf vardı, bütünü bozmadan anlatayım; Metamorfoz gerçekleştiğinde iç içe geçmiş bu dört boyut tek boyut haline gelmişti. Her bir boyut tek bir dünyayı simgeliyordu. Burada dünyalar hakkında ayrıntıya girmemiş. Devam ediyorum; Oldukça şiddetli bir deprem her dünyada vuku bulmuş ve bu durum büyük çapta bir enerji açığa çıkarıp yer ve gök bu salınan güçle cızırdamış adeta. Bu kısımda oldukça, büyük kelimelerine bir derecenlendirme yapılmamış o yüzden geçiyorum burayı. Boyutların birbirine girmesiyle vuku bulan bu deprem büyük bir yıkım meydana getirip o esnada ırklardan bir çok ölümlünün can vermesine neden olmuş. Deiğim gibi üstünkörü bir anlatım olmuş sanki.” “Yani Quedyna direk anlatsan da araya yorum katmasan. Hem büyücüler de nerede kaldı paragraftan kaçırılmışlar mı?”


:CIE:
3.BÖLÜM

Savaşçı, her silah kullanana böyle seslenilmiyordu ama Marjuarane bu gruba dahil değil zira malzeme konusunda her şekilde (seçim, kullanma, özellik…) çok iyiydi. Bilge’nin yanından ayrıldıktan sonra sadece kendisinin yaşadığı yani yalnız olduğu evinin kapısına geldi. Anahtarını tahtadan yapılanın kilit yuvasına sokup da içeri girdiğinde şaşkınlığa uğradı. ‘Yaklaşık iki yıl önce buradan ayrıldım ama sen hala aynı anahtarı kullanıyorsun,’ dedi sürpriz, yüzündeki kocaman gülümsemeyle ki bu görünüş savaşçının yüzünde de bir süre konakladı. Bu esna iki kardeşin sarılmasını da içine alıyordu.
Nerdeyse iki senedir birbirlerini görmeyen iki kardeşin sevgi dolu kucaklaşması bir zaman dilimi daha devam etti. Marjuaranenin kız kardeşi Anna Laira hemen hemen iki sene önce Kuzeyden gelen bir koleksiyoncuyla onun yanından ayrılmıştı. Değerli taşlara düşkün koleksiyoncu bu şehre bir arkadaşının tavsiyesi ile gelmiş ve kentin merkezinde gezerken yüzü oval, gözleri turkuaza çalan, saçları sırtına kadar uzanan ve siyah ,üstünde koyu renk kısa kollu bir bluz, kollarında ikişer tane gece mavisi renkli yuvarlak metal aksesuar, incecik bileklerinde opal taşından mamul bileklikler bulunan, deriden yapılmış kara pantolon giyen ve yoğun mavilikte ayakkabılarıyla pazarda yürüyen Anna Laira ya vurulmuştu. İkisi arasında yaşanan derin aşkın neticesinde şehirde bir evlilik olmuştu. Kız kardeş, erkek kardeşini de kuzeye götürmek istemiş ama gri mavi gözlü olan –çok sıcak ve samimi bir şekilde yapılan çift taraflı ısrarlara rağmen- kabul etmemişti. Kız kardeş, abisinin gelmemesine çok üzülse de sevdiği ile bu yerden ayrılmıştı.

“Diyorsun ki Damierdan, kuzeyinde elflerin bulunduğu, yakınlarında cücelerin dağlarının olduğu ve bozkırlarında barbarların yaşam sürdüğü yere gitti"
"Canım o bölgenin adı Lavierenna. Hepimizin bildiği gibi kendilerini bu dünyanın hakimi gören üç büyük ve zalim ejderhanın anlaşamadığı kuzey tarafı bundan dolayı oradaki yaşayanlar arasında bölgelere ayrıldı. Ejderhaların dokunmadığı bu yerler birbirlerinin yönetimini kabul ederek dört bağımsız kısma bölündü. Söylediğin alan ise bunların sistemini kabul etmeyenlerin olduğu bölge. Ben de bu boşluğu senin yanında değerlendireyim dedim,”
“Ah Sevgili kardeşim, batı taraflarında hemen hemen bir çok yer ejderha tehdidi ve bu şehir kuşatma altında, yollar tekinsiz iken buraya geldin. Ancak ben de doğuya doğru bir yolculuğa çıkmak zorundayım,” dedi üzgünce
“Seni çok özledim ben. Annemiz ve babamız öldükten sonra ikimiz aile olmaya devam etmiştik ama… Hala bıraktığım gibisin, yine yalnızsın,”
“Anna Laira, biliyorsun ben içeriğinde biraz asilik olan özgür ruhlu biriyim. O yüzden bağlanmak bana uygun değil. Hem şu aralar şehri tehdit edenlerin sızmalarını kapatmakla uğraşıyorum. Yardımcılarım da—“
“Nimali ve Soriol öyle değil mi,” dedi kız kardeşi yarım bir gülümseme ile
“Aynen öyle bir tanem. Yanından ayrılmam gerek zira yolculuğumda bana eşlik edecek onlar. Vakit akşamın tellerine dokunmaya başlamadan benim gitmem lazım. Ayrıca sen hangi yönden geldin buraya. Doğu ve güney girişi ejderhanın adamları tarafından kapatıldı ve çıkış da yapılamıyor. Tek kullanabilecek liman tarafının olduğu batı ve kuzeybatı .Oralardan bir kuşatma olmuş değil ancak habercilere göre -belki de halkın moralini bozmak için ‘birileri’ tarafından uydurulmuş bir söylentidir…- Kara gemiler görünmeye başlamış.”
“Evet kardeşim, ben de gemi ile geldim ama kara olanlarıyla değil. Zengin bir koleksiyoncuya sahip olmanın faydaları… Kuzeydeki ahali kendilerinin bölgelerine diğer yönlerden (ejderhaların sözde yönetiminde olan batı, güney ve doğu) giriş olmaması adına yüksek duvarlarla sınırlandırdılar. Yani karadan olmayınca biz de kıyıdan denedik ki o kısma her hangi bir düzenleme daha yapmamışlar. Bundan dolayı Damierdan adı Anqua… diye bilinen bir şehrin limanında kaldı ve kaptan beni de buraya getirdi. Bir iki gün sonra kocam beni bu kentten alarak güneye yol alacağız. O süre zarfında da seni göreyim dedim,”
“Çok iyi olmuş da… Güney de ne yapacaksınız? Denizler de cirit atan korsanları es geçmeyin, onlara da dikkat edin. Gerçi o grubun ejderhalara hizmet ettiklerini düşünmüyorum da,”
“O konuda güven bana. Eşimin gemisi baya korunaklı. Büyücüsü bile var. Sonuçta işini oldukça seven biri. Yani hazineler bulmak ta beni cezbetmiyor değil. Aldığı duyuma göre güneyde ki büyük Beyaz’a hizmet eden bir ejderha bir süre önce ortadan kaybolmuş. Onun topladığı hazineler ben, eşim ve onu bilgilendiren arkadaşını bekler,” dedi sonlarında yüzüne gülümseme yerleştirmeyi ihmal etmeyerek
“Ya ejderha geri dönerse,”
“Eşimin çevresi geniş. Onu bilgilendiren arkadaşı her konuda ona detaylı bir şekilde açıklama yaptı. Sonuçta ejderhanın birinin inine gireceğiz. Söylediğine göre Doğu’ ya gitmiş ama geri dönmemiş. Bizi bilgilendirenin bağlantılarından edindiklerini aktardığına göre Güneyin sahibi olarak kendini gören Beyaz çok sinirliymiş ve suçlu olarak ta Doğudaki Kırmızıyı görüyormuş. Artık onu beklemekten vazgeçmiş,”
“Anladım… Sen ne ara macera sever oldun… Neyse kardeşim. Bu yolculuğa çıkmam gerek. Keşke daha fazla görüşebilseydik. Döndükten sonra ki umarım şehir kuşatmadan kurtulmuş olur (içinden başka bir şey söylüyordu) ve ben senin ziyaretine gelirim. Tabii serüvenin bitmiş olursa,”
“En azından az da olsa sarıldık, kucaklaştık, görüştük, konuştuk. Ben bir iki gün daha burada oyalanıp Damierdanı bekleyeceğim. Sanırım bizim maceramız güneyle kalmayacak. Ne kadar tehlike olursa olsun Dünya da dolaşmaya devam edeceğiz. Ne de olsa ben de koleksiyoncuyum artık. Belki yolumuz bir yerde kesişir ve sen de bize katılırsın,”
“Belki… İki gün bile olsa eğer dışarı çıkarsan çok dikkatli ol. Kuşatmanın daha ortalarına bile gelmemişken şehirde onlardan yana olanlar olabilir.” dedi Marjuarane.
Bundan sonrasında kardeşi mutfak araç gereçlerin olduğu tarafa geçti. Abisi, uzun ve tehlikeli bir seyahate çıkacağı için üstündeki elbiselerden kurtulup yolculuk kıyafetlerini giymek için hareketlendi. Kalın kumaştan yapılan üst giyiminin üzerine kopkoyu bir parka, onun ceplerine bıçaklarını ve hançerini, gizli bölmelerine de her türlü sürprize karşı küçük keskin silahlarını, koyu renk pantolonuyla uzun ve kapkara botlarını da giydi ve sırtına da kılıcını astı. Büyücünün armağanı kolyeyi de içindeki dışına giydiği uzun ve kış şartlarına uygun sert dokudan yapılmış kıyafeti kadar sağlam elbisesin altına sakladı. Yeniden kardeşinin yanına gelerek ona sıkıca sarıldı ve macerasında iyi şanslar dileyerek, gözyaşlarının düşmesine engel olarak oradan ayrıldı.
Marjuarane, kız kardeşinden yaklaşık iki sene uzakta kalıpta daha fazla görüşememenin üzerine sinen is misali ruhuna süzülen haleti ruhiye ile adımlarını yolculuğa beraber çıkacağı iki arkadaşından biri olan Nimaliyi bulmak için onun her zaman gittiği hana doğru hızlandırdı. Varacağı yere yaklaşırken bir anda aklına seyahate çıkmadan önce Bilgeyi görmesi gerektiği geldi. O yönden çark ederek kütüphane istikametine doğru ayaklarını yönlendirdi. Yüzündeki kardeşinden ayrılmasından kaynaklanan hüzünlü ifadeye karşı aklına gelen arkadaşları, yurdunun zor durumdaki hali, kuşatmanın giderek artması… gibi düşünceler simasını sertleştirdi. Bu halde yürürken omzunda bir elin temasını hissetti. Kütüphanenin yakınlarındaydı bir anda döndü karşısında hızlı hızlı nefes alan birini gördü.
" Aşık mısın diyeceğim de seni tanıdığım kadarıyla o konuya biraz uzaksın. Nasıl bir dalgınlık bu, sesleniyorum sesleniyorum duymuyorsun," dedi az da olsa nefesi düzelmiş bir halde onu yakalayan
“Bilemiyorum Quedyna. Ayrıca bir avuç insana bağıran bir şeyin üzerine çıkmış tipten dolayı da duyamadım. Boşuna kuşatma altındaki bir şehrin sakinlerinin moralini düzgün tutmaya çalışıyor. Neyse… Normalde böyle dalgın değilimdir ama… Kütüphaneye gitmem gerek. Acelem var,”
"Dur bekle! Bilge’yi görmeye gidiyorsun değil mi. Bana seni bulmamı söyledi zira kendisinin bir işi çıkmış, birileriyle buluşacakmış o yüzden seninle görüşemeyecekmiş. Sana vermem gereken bir şey var. Benim eve gidelim onun emanetini sana vereyim.’
Savaşçı, kütüphanede çalışan orta yaşlı bir insan olan Quedyna ile onun evine gitti. Kapıyı açar açmaz burnuna en sevdiği çaylardan biri olan kekik çayının kokusu misafir oldu. Yüzünde gülümsemeyle;
“Kekik çayı, nefis kokuyor” dedi
“Ben de çok severim bu çayı, yeni demlemiştim. Bekle beraber içelim hem de laflarız, öncekiler gibi,”
“Bu enfes kokuya hayır diyemem, Nimali biraz daha beklesin.”
“Tamamdır birazdan yanındayım,”
Kütüphane de çalışan arkadaşının evi de taştan yapılmaydı. Duvarlar biraz düzensiz olsa da asılan rafları ve oradaki bir kaç kitabı taşımasında bir sıkıntı yoktu. Fazla eşya bulunmayan bu evde, İkili kekik çayı içerken Quedyna;
“Hep sormak isterim sana. Sen cesaretli, gözü pek, korkusuz ve sağlam karakterli bir insansın. Kuşatma altındaki bu şehir için diğer iki arkadaşınla canını dişe takarak savaşıyorsun. Acaba bu şekilde yaşamak yerine büyücü olarak hayatını sürdürmeyi hiç düşündün mü?”
“Pöh! Büyücülük kim ben kim. Hem nereden çıktı bu soru,” dedi ve bir yudum daha çayın lezzetine kapıldı.
“Geçenlerde kitapları düzenlerken bir tanesine denk geldim. Büyücülerle alakalıydı. Oldukça kapsamlı bir şekilde anlatıyordu, eskilerden bir büyücü ya da koleksiyoncu da olabilir yaşantılara dair (büyü yapma sanatı sırları hariç) bilgiler vardı. Öylesine aklıma geldi”
“Yalnız benim de ilgimi çekti senin öylesine aklına gelen. Sence büyücüler tanrılar gittiği halde nasıl büyü yapabiliyorlar?”
“Onunla alakalı bir paragraf vardı, bütünü bozmadan anlatayım; Metamorfoz gerçekleştiğinde iç içe geçmiş bu dört boyut tek boyut haline gelmişti. Her bir boyut tek bir dünyayı simgeliyordu. Burada dünyalar hakkında ayrıntıya girmemiş. Devam ediyorum; Oldukça şiddetli bir deprem her dünyada vuku bulmuş ve bu durum büyük çapta bir enerji açığa çıkarıp yer ve gök bu salınan güçle cızırdamış adeta. Bu kısımda oldukça, büyük kelimelerine bir derecelendirme yapılmamış o yüzden geçiyorum burayı. Boyutların birbirine girmesiyle vuku bulan bu deprem büyük bir yıkım meydana getirip o esnada ırklardan bir çok ölümlünün can vermesine neden olmuş. Dediğim gibi üstünkörü bir anlatım olmuş sanki.”
“Yani Quedyna direk anlatsan da araya yorum katmasan. Hem büyücüler de nerede kaldı paragraftan kaçırılmışlar mı?”
“Sen de pek acelecisin. Bir yudum al kekik çayında rahatla. Bilgeyi görmene gerek yok. İkinci paragrafa geçiyorum. Büyücüler büyü yapabilme güçlerini tanrılardan alıyordu. Metamorfozdan sonra onlar kayboldu ancak büyü dünyada kaldı.”
“Yani tanrıların kendilerinden kaynaklanan büyüden mi bahsediyor.”
“Diyene bak, bir de bana araya girme diyorsun. Şöyle devam ediyor; Tanrılar yine de büyücüleri unutmayarak -onların büyü yapmalarını tam olarak sağlamıyordu ancak zaman ilerledikçe onu geliştirme yolları buldular- açığa çıkan enerjinin bir kısmını büyünün tamamen kaybolmaması için bıraktı. Diğer kısmı ise ‘Ölüler Hanı’ içindi.”
“Ölüler Hanı?”
“O kadar baktım kitapta başka bir yerde rastlamadım. Han derken mecazi mi yoksa gerçek anlamı mı, mezarlık adı mı, ölüler o esnada ölen büyücülerin ruhları mı, bir makam simgelemesi mi anlayamadım. Üzerine de biraz araştırma yaptım ama kitaplarda rastlamadım.”
“Bilgi kaynağı büyücü var ama çok yüksek yerdeki karakterine ulaşmak büyücü olmaktan daha zor.”
Quedyna hor görüyle; “Aman aman kalsın almayayım.”
“Eh az da olsa nasıl büyü yapabildiklerine dair değil de büyü güçlerinin nereden geldiğine ait bilgi kırıntısı almış oldum. Hmm… gözüme çarptı da raflardaki kitapların arasındaki bu ejderha biblosu da nereden çıktı.”
“Kapağı sana bakan ile kenarı ceviz rengi yeşil kitap arasındaki olanı mı diyorsun? Kütüphanedeki masaların üstünde buldum… Ejderha dedin de-”
“Evet tam üstüne bastın onu diyorum, bakabilir miyim? Ejderha… Ah dilimi tutmalıydım mı diye düşüneyim. Eğer o bibloyu bana verirsen dinlerim. Zira mavi renk en sevdiğim renktir.”
“Mavi dedin de kitabın rengi de aynıydı. Yazar belki de gezgin de olabilir zira incelediğime göre İsmi Cyernadel. Yazdığı; Metamorfozdan sonra anlaşılanlara göre pılını pırtını toplayıp ortadan kaybolan sadece tanrılar değil onlarla beraber ejderhalarda sırra kadem basmıştı. Onların neden bu kadar yıl görünmediğine ve tekrardan ortaya çıktığına dair tam olarak bir bilgi mevcut değil ancak bazı büyücülerin-”
“Su varsa alabilir miyim.”
“Quedyna içeceği getirmeye gittiği sırada, Marjuarane yerinden kalkıp bibloyu alıp tam kapıdan çıkıyordu ki-”
“Hey! Nereye gidiyorsun? Kitaplardan bulduğum yeni bir şehri keşfetmiştim,”
“Sağ olasın gitmiş kadar oldum. Senden kurtuluş yok, hem çaydan hem de şu üstümdeki ağır kıyafetlerden sıcakladım. Daha Nimalinin yanına gideceğim.”
“Dur, tamam anladım. Benim de kütüphaneye gitme zamanım gelmiş. İyi oldu vakti de geçirmiş oldum. Bu zarfı sana vermemi istedi Bilge. Bana sakın açma dedi. O yüzden ne olduğuna dair hiç bir fikrim yok.”
“Ne yani sen beni vakit geçirmek için mi kullandın.”
Quedyna omzunu silkerek “Ne demek! Bilgi paylaşımı oldu işte. Daha fazla oyalamayacağım seni,. zarfı sana veriyorum. Hadi çıkalım. Ben kütüphaneye sen de tabii ki hana. Nimaliyi tanıdığım kadarıyla orada vakit öldürüyordur.”
Marjuarane kağıdı aldı ve veda ettikten sonra hana doğru yol aldı. Tam gidecekken Quedynanın o muzip sesi geldi ‘Farkındaysan neden bugün farklı giyindiğine dair soru sormadım dostum’
Savaşçı, aslında Quedyna ile konuşmanın kendisine iyi geldiğini çayın rahatlattığını yürürken daha iyi anladı. Yüzünde tam gülümsemenin kapısını açacakken hanın kapısından birilerini dışarıya fırladığını gördü.
Bu arada Quedyna, kütüphaneye varmıştı. Bilgenin yanına gitti ve;
“Efendim, zarfı verdim bibloyu da kendisi almış gibi oldu.”
“Güzel., zarf ona geçiş için lazım olacak biblo da… neyse o bende kalsın. İşinin başına dönebilirsin”
Orta yaşlı arkadaşı, kütüphanedeki yerine geçerken Marjuarane hanın kapısına dokunacak kadar yaklaşmıştı. Kulağına sanki bir şelaleden dökülen su gibi dışarıya düşen gürültüler geliyordu. Ne tam olarak dışarıya giden ne de içeride kalan kapının arasındaki yere düşmüş bedenlerin üzerinden atlarken bir anda yana eğilerek havada süzülen kupanın birinin kafasıyla buluşmasına engel olmuştu. Bu durumu atlattıktan sonra barın arkasındaki hancı Brane bir selam çakıp kısacak sürede ortama göz gezdirirken aynı zamanda kendisine doğru uçuşa geçen ve hali hazırda geçmekte olan sandalye parçalarından sakınmayı da unutmamıştı. Üstüne üstlük atılanlardan birini yakalayarak en yakınındaki sarhoşlardan diğerinin suratına yapıştırmıştı. Nimali de onun geldiğini fark etmiş ve yüzüne gülümseme yerleştirmeye çabalarken o esnada sırtına sandalye yemekten kurtulamamıştı. Karşılık olarak ta o kadar kişiyi yere sermesine rağmen kendisine vurma cesareti gösterene bunu yapmaması gerektiğini sert bir yumruk darbesiyle büyük bir keyifle ifade etmekten kendini alamamıştı. Yine de simasının bir kaç yerinde yediği darbelerden dolayı renk yoğunluğu düşük koyuluklar göze çarpmasına rağmen onun umurunda değildi zira yumrukların güçlerini yarıştırdığı, sarhoşların hangimiz daha sarhoş olarak yalpalaya yalpalaya dolaşıp bilimum malzemeyi vücutlarına yiyerek düştüğü, şişelerin, masa ve sandalyelerin ortama uyum sağlayacak diğer malzemelerin havada fink attığı bu kavgada bulunmaktan memnun olduğunu yüzündeki gülümsemeyle devamlı arkadaşına anlatıyordu. Marjuarane de geri durur mu, çorbada benimde tuzun olsun babında onun için bir yumruk, tekme arada güzelleme yaparak kafa atma… gibi lütuflarda bulunmaktan kaçınmıyordu zira bu konularda yardımseverlikte eli çok açıktı.
Hancı ,bir süre daha seyretti ve iki gözü pek arkadaşın ayakta kalması, diğerlerinin yere serilmesi sonucunda perdenin kapandığını anladı.
“Bran, bana oradan bir bira daha versene. Üzgünüm hanın için ama biliyorsun ve beni tanıyorsun o lanet cüce bana o şekilde hitap etmemeliydi.” dedi nefesindeki kavga etmenin heyecanını diline keyifli bir şekilde yansıtarak
Hancı her zaman aynı sebebi ya da benzerlerini bu ifadeyle duymaktan hiç sıkılmamıştı. Beklediği gibi bu durumun ikinci dereceden müsebbibi yere serdiklerinin ceplerinden altın ,çelik, yüzük, farklı mücevher ne varsa onun önüne bıraktı.
“Bunlar senin zararını karşılar, bira için sağ ol.”
Bran isimli hancı, her zamanki gibi ‘önemli değil’ şeklinde yüz ifadesi takındı ne de olsa Marjuarane’ nim arkadaşının sergilediği bu gibi durumlardan sonra aynı görünüşten onda fazlaca bulunuyordu.
İkisi, hanın çoğunluğu kırık ve tahtaları örselenmiş biçimde yerde bitik, devamlı tamir izleri bulunan yorgun kapısından çıktılar.
“Şu yüzüne bir baktıralım, Nimali,”
“Beni boş ver ,o kadar da önemli değil. Bu arada görüyorum ki üstündeki kıyafetlerden belli ki tam teçhizat hazırlanmışsın. Konu var da eğlenecek olan sadece senmişsin gibi nereye böyle."
“Nereye mi? Hiç oluyor mu böyle ama seni bu zevkten mahrum bırakır mıyım .Ben de haber vereyim diye yanına gelmiştim ama sen zaten bir şenlik ateşi yakmışsın”
“Ben fazla oyalanmayacaktım. Bran’ ın bir iki birasını yudumlayıp eve gidecektim ancak o aptal cüce bana dedi ki… Neyse ne dediği senin için o kadar önemli değil. Ben de dayanamadım ve ortalık mutluluktan dört köşe oldu,”
“Cücenin sana tahmin ettiğim gibi o şekilde hitap ettikten sonra senin yüzünün halini canlandırabiliyorum da…” dedi muzipçe Marjuarane.
Bu ifadeden sonra Nimali, dudaklarını hareket ettirme ve bir şekle sokma yoluna gidecekti ki sonra o sokağa sapmaktan vazgeçti. Bu arada ikili, konuşa konuşa diğer arkadaşlarının yanına gelmişti. Vardıkları yer, şehirdeki erkekler için en çok tercih edilen şifacının birinin eviydi çünkü sahibi oldukça işveli, cazibeli, çekici ve bir o kadar da güzelliği tescillenmiş, tavan yapmış biriydi yani bu sıfatlar iyileştirmedeki yeteneğini biraz gölgeliyordu ama… Onun dokunduğu yerde tedaviden başka şeyler de bitiyordu. İkisinin arkadaşı olan Soriol, ufacık bir darbe alsa ya da parmağına bir şey batsa soluğu hemen bu şifacının yanında alırdı. Onun o tatlı nefesini yanında hissetmekten kız da oldukça memnun olurdu. Hatta bir keresinde Soriol, arkadaşlarıyla başka bir mücadeleden dönerken ağacın birinden iğne yapraklarını koparıp parmağının birkaç yerine batırmıştı çünkü Bilgeye döndükten sonra rapor vermek zorundalardı ancak kendisi dövüş esnasında ne bir yara almış ne de şifacıyı acilen görmeyi gerektirecek bir durum ortaya çıkmıştı bu yüzden böyle bir yola başvurmuştu. Bunu gördükleri zaman iki arkadaşı da gülmeye haber salmış ama kahkaha gelmişti.
Şifacı, başkalarına hayır der ama Soriol’a hiç demez ve onu tedavi etmekten ayrı bir zevk alırdı. Üçü de yaşadıkları yerde bilinen ve sevilen savaşçılardı ve şu durumda Chrubergine şehri sakinleri onlara, yaptıkları katkılardan dolayı minnettardılar. Şifacının ikisinin arkadaşına teşekkürü ise daha kişisel bir o kadar da özeldi.
Güzel ve alımlı kızın kapısını çalan iki arkadaş, dostlarını beklemeye başladı. Bu kapı çalış tarzının ne anlama geldiğini hem kız hem de arkadaşları biliyordu. Bundan sonra homurtuyla oflayan puflayan sesler az da olsa dışarı sızdı. Çok fazla vakit geçmeden yakışıklı dostlarının üzgün yüzü göründü ve iyileştiren kıza minnettarlığını sözle iki arkadaşının önünde dile getirmek zorunda olduktan sonra kapısını kapattı. Bu söylevin akabinde iki dostu da gülümserken Soriol homurdanıyordu.
“Biraz geç gelseydiniz ne olurdu. Sarmina, o büyülü dokunuşuyla şifayı tedavi isteyen yerlerime orantılı olarak dağıtırken ve ikimiz de bundan fazlaca memnunken gelmeniz gerekli miydi. Başka kapı çalış şekli bilmez misiniz siz! Tam kızın pardon otantik bitkilerin kokusunu…”
Konuşmanın devamını duyduktan sonra diğer ikisinin yüzündeki gülümseme genişleyip kahkahaya dönüştü. Bu, onların simasında bir süre kiracı olurken arkadaşları ‘yine nereye gidiyoruz,’ diye söylendi.
“Bana bakma Soriol, ben de tam olarak emin değilim hatta hiçbir fikrim yok nereye gittiğimizden. Marju, bu şekilde benim yanıma geldi ancak bana da herhangi bir şey şu ana kadar söylemiş değil ardından senin yanındayız işte,”
“Sabredin dostlarım. Siz gidin ve bir an önce ‘yolculuk kıyafetlerinizi’ giyinip gelin. Döndüğünüz de anlatacağım.” dedi ve onlara işaret etti Marjuarane herhangi bir söz beklemeden.
Onları bekleme durumunda fazla kalmadı zira kendisi gibi aynı nitelikteki iki arkadaşı ‘yolculuk kıyafetlerini’ kuşanarak gelmişti. Üçünde de kılıç bulunurken Soriol da ek olarak ok ve yay vardı. Marjuarane de bulunan hançer, bıçaklar ve diğer ikisindeki bıçaklar da mücadele esnasında ek önlem olarak rakiplerinin niyetine göre kolaylıkla durumu kendi lehlerine döndürebilecek şekilde görünmeyecek yerlerdeydi. Üçü de kışa, tehlikelere uygun, benzer koyu renk kıyafetleriyle sağlam, dayanıklı, kaslı ve de iri yapılıydı.
Birbirlerini yıllardır tanıyan bu arkadaşlar son zamanlarda daha sık bir araya gelip diğer şehir savunucuyla beraber Siyahın yardakçılarıyla mücadele ediyorlardı. Yurtlarının içine sızmaya çalışan düşmanları ufak çapta da olsa başarmışlardı ancak bu durum ,şu an için tehlike olmaktan uzakta seyrediyordu. Baskı gitgide artarken nasıl ki karşı taraftan zaiyat oluyorsa savunucular tarafından da oluyordu. Şehrin içinde bu kuşatmadan sıkılan az sayıda olanlar vardı ancak onların sesleri kısıktı. Burayı her taraftan saranlar bazıları hariç dışarıya çıkışa izin vermiyorlardı bundan dolayı şehrin yardım alması pek muhtemel görünmüyordu. Gizli yollarla gönderilen istekler ise sonuçsuz kalmıştı. Kimse çağrılarına yanıt vermiyordu çünkü onlar Siyah’ ın adamlarıyla ve dolayısıyla ejderhayla ters düşmek istemiyorlardı ki bunlar onun hizmetkarıyla önceden kendilerine göre anlaşma yaptıklarını sananlardı. Siyahın umurunda değildi bu akitler, herkes biliyordu ki onun bölgesinde arzu etmediği herhangi bir şey olmazdı. Ne kadar umursamaz görünse de kendisine yapılacak olan etkili bir müdahalenin farkına varırdı. Şu an için Chrubergine şehri daha vızıltısı rahatsız verecek dereceye ulaşmayan sinek gibiydi.
Batının sahibi olarak kendini gören Siyah, diğer iki büyük ejderhayla yeterince mücadele etmiş, hakimiyet bölgeleri belirlenmiş ve ateşkes yapılmıştı. Dinlenmek istiyor ve herhangi bir şekilde bunun bozulmasını arzu etmiyordu. Adamları onun kanatları gölgesinde yönettiği bölgesini idare ediyordu ve onlar kendisinin hükmettiği yerlerden onun bilgisinde vergi alıyorlardı. Açıkcası ejderha için alınanın ne olduğu önemli değildi ehemmiyet arz eden ise ona tabi olmalarını bu şekilde göstermeleriydi. Eğer herhangi bir yerde sorun çıkarsa ikinci adamı devreye girer, çare olmazsa birinci adamı, o da sonuç alamazsa bizzat kendisi duruma el koyar ve oraya cezasını kati bir zalimlikle verirdi. Diğer şekilde hizmetkarları onu rahatsız etmekten korkarlardı.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın fantastik roman kümesinde bulunan diğer yazıları...
Taşların Gölgesinde: 5. Bölüm
Taşların Gölgesinde: 6. Bölüm
Taşların Gölgesinde: 4. Bölüm
Taşların Gölgesinde: 8. Bölüm
Taşların Gölgesinde: 7. Bölüm
Taşların Gölgesinde: Giriş/ 1. Bölüm
Taşların Gölgesinde: 2. Bölüm

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Sökük: 3 [Şiir]
Bütün Dillerime Aykırısın Sen [Şiir]
Bana Bir Sen Ismarlarsın [Şiir]
Üç Yamalı Bohça [Şiir]
Sensin Yar [Şiir]
Gözyaşı Kırıkları [Şiir]
Kaygan Yol [Şiir]
Perde [Şiir]
Bağ Bozumu [Şiir]
Gül (S) Açımı Bahar Bir Buket Hüzün [Şiir]


Osman Altınbaş kimdir?




yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Osman Altınbaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.