|
Anasayfa |
Son
Eklenenler |
Forumlar |
Üyelik |
Yazar
Katılımı |
Yazar Kütüphaneleri |
|
|
25 Eylül 2003
Kim Kiminle Nerede Ne Zaman
Anıl Gökpek
...Bir konu bitmişken ve bir diğerine balıklama dalmak garip görülebilecekken oluşan o boşluk ve sessizlik anından nefret ediyorum. Kasetinizin 1. ve 2. yüzlerinin süreleri birbirinden farklı olabilir. Kasetinizin arka yüzüne geçmeden bandı sonuna kadar s |
|
Yan odadan gelen gürültüler, tıpkı siz bir şeyler okumaya ya da yazmaya çabalarken yanınızda bulunan bir ikinci kişinin -elindeki çekirdeklerin yardımıyla- ısrarlı bir biçimde ilkel bir müzik türünü icra etmeye çalışması gibiydi. Çıt, çıtır, çıt. Kısacası sinir bozucu.
Burada üç kişiyiz. Baba, oğul ve kutsal ruh. Ben, Fatoş ve kutsal Leyla. Konuşuyoruz. Nelerden mi? “Bugün Cuma mı?” İşte bunlardan. “Hayır, Çarşamba.” “Çarşamba olduğuna emin misin?” Leyla çoğu zaman sabit fikirlidir. “Aklımda Cuma gibi kalmış da.” (2 OCAK 1924: Cuma günü resmi tatil günü kabul edildi.)
Yan odada bir süredir dönüp duran –ancak bir türlü bir yere varamayan- sohbetten pek verim alamayıp buraya geçtik; nasıl olsa herkes ayrı telden çalıyordu. Verim alamadık diyorum ya az da konuşmadık aslında. Dilim damağıma yapıştı. “Boğazım kurudu yahu, çay mı demlesek?” (22 EYLÜL 1985: Anadolu ve Trakya’da kuraklıktan kuyular kurudu. Barajlarda su seviyesi %44 oranında düştü. Türkiye genelinde son 13 yılın en kurak dönemi yaşandı.)
Teklifim kabul gördükten sonra hızla mutfağa yöneliyorum. Mutfakta Kaan’la karşılaşıyorum. Kaan bu gece işgal ettiğimiz evin sahibi. “Ne oldu Kaan, sen de çay mı demleyeceksin yoksa?” “Yok... Çay değil de... Gidip gelip şu bulaşığa takılıyorum ben.” “Yıkarız yahu, rahat olsun için.” Evinde bugüne dek hep kalabalık grupları ağırlamış olan ev sahibimizin gözlerinde artık bu toplantıların verdiği yorgunluk rahatlıkla okunuyordu. İstemsizce oluşan ve yıllardır bir türlü engellenemeyen gürültüyü saymazsak bizden -bu evi dolduran kalabalıktan- asla şikayetçi olmaz, sadece karışık işleri rahatlıkla göğüsleyebilecek ya da bu tip karışıklıkları umursamayacak yaşta değil artık. Ağzından çıkanlar da bunu kanıtlıyor zaten.
“Gözümde büyüyor Can, ruhum sıkılıyor. Bu sıralar böyle dağınıklıklar, karışık işler beni inanılmaz boğmaya başladı, nedendir bilemiyorum... Leyla’ya mı yıkatsak acaba şu bulaşığı?” Tüm sıkıntılarına rağmen neşesini yitirmediği de bir gerçek tabii. “Leyla’nın elini sıcak sudan soğuk suya sokturmam ben.” “Eh, nasıl gidiyor peki?” “Fatoş birkaç dakika izin verse belki ama Leyla’nın peşini bıraktığı yok yahu. Bir insanın tek derdi dedikodu olur mu?” “Sen de Leyla’nın yanında kalabilmek için Fatoş’a katlanıyorsun desene.” “Aynen öyle. Ama katlana katlana ufaldım, küçücük kaldım. Neyse, boş ver şimdi Fatoş’u. Senden ne haber?” “Ben artık bu işlerden elimi ayağımı çekip kendimi yalnızlığın kitabını yazmaya adayacağım.” (17 MART 1985: Uluslararası Yazarlar Kulübü PEN’in başkanı Arthur Miller ve Harold Pinter İstanbul’a geldi.) “Ben de okumak isterim, yazınca bir kopya da bana ver.” “Sen okuduklarını elinden bırakma şimdilik, benim yazmam biraz zaman alır. Ne okuyorsun bu aralar?” Bu soruyu cevaplamak benim için bazen gerçekten zor olabiliyor. “Almanak.” İnanmayacağına eminim. “Ya bırak şimdi dalga geçmeyi, ciddi soruyorum.” Dememiş miydim? “Ben de ciddiyim yahu. Almanak okuyorum.” “Sana iyi okumalar dilerim o halde. Yalnız bir şeyi merak ediyorum; okuyacak başka bir şey bulamadın mı?” “Öyle deme, senin yazacağın kitap da dahil olmak üzere her kitap okunmayı hak eder.” “Beni şevklendirdiğin için ne kadar teşekkür etsem azdır. Sana minnettarım.” “Lafı mı olur yahu?”
Bu eğlenceli sohbetin ardından -demlenen çayı da alarak- acilen odaya dönüyorum. Aklım orada çünkü. “Artık neler olduğunu anlat, yoksa meraktan çatlayacağım.” ‘Çatlayacağım’ dediğine bakmayın, çünkü şu an elindeki cep telefonu ile meşgul. Tanrım. Seni gidi çok yönlü mutfak robotu “Dur, dur. Biraz bekle, Buket’e şu mesajı atayım da öyle başlarız. Unuttum sanma.” (13 TEMMUZ 1953: PTT İşletmesi Genel Müdürlüğü Kanunu kabul edildi.) Sanmıyorum. Unutacağını sanmıyorum. Fatoş’un telefonun tuşları üzerinde gezinen parmakları. Ojeli. Ojeyle telefonun rengi uyumlu. Telefon antensiz. Fatoş da öyle. Ne diyorum ben? “Hay Allah, ‘mesaj gönderilemedi’ diyor. Hatlarda bir şey mi var acaba?” (11 EYLÜL 1985: İstanbul Boğazı’ndan geçen Bulgar bandıralı bir gemi, Boğaz’da döşeli telefon kablolarından 5 ana hattı kopararak 1 milyarlık zarara yol açtı.) Bilmem? Hemen baktırayım. “Tamam, tamam gönderildi.” Ah, teşekküre gerek yok. Borcunuz 1 Milyar TL. “İyi bari.” “Evet artık anlatmaya başlayabilirsin.” Fatoş’un dedikodu merakı bazen insanı cinayet işleyecek hale getirebiliyor. (23 KASIM 1910: Amerika’da karısını zehirleyerek öldüren Hawley Harvey Crippen idam edildi.) Hele suratındaki o tuhaf ifade yok mu, beni deli ediyor. (30 ARALIK 1911: Leonardo Da Vinci’nin ünlü tablosu Mona Lisa, Paris’teki Louvre Müzesi’nden çalındı.)
“Kızım dedikodu yapmaya mı geldik buraya yahu? Bir şey dedim, pişman ettin. Tamam anlatırım bir ara. Ne anlıyorsun ki milletin dedikodusunu yapmaktan? Hep aynı muhabbet işte: O şöyle yapıyormuş, bu böyle yapıyormuş. Muş, muş da muş, muş. (2 HAZİRAN 1929: Muş ili kuruldu.) Bırak canım. İki çift laf edelim, çayımızı içelim.” Şimdilik susuyor ve kabulleniyor. Ancak gelecek nelere gebedir, kim bilir? Fatoş çaylarımızı dolduruyor, sağ olsun şekerleri bile atacak. “Kaç şeker atayım Can?” “Üç tane.” (5 MAYIS 1972: İsmet İnönü, birer saat arayla üç ‘kalp spazmı’ geçirdi.) “Ne? Üç çok değil mi? (6 MAYIS 1972: Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan hakkında verilen idam cezaları yerine getirildi.) Ölürsün vallahi!” “Ancak tadını alabiliyorum yahu, at sen üç tane.” Çay güzel içecek, sigara da onun ekürisi. Fatoş da yakmış bir tane. Leyla tiryakisi değil, arada bir içer, ama içine çekmez. “Al, sen de yak bir sigara.” “Yok, sağ ol.” (18 ŞUBAT 1947: Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu kuruldu.) Birden yüreğime bir sıkıntı düştü. “Yak işte sen de bir tane yahu, çayla iyi gider.” (29 MAYIS 1947: İlk parti Rize çayı –30 ton- ihraç edildi.) Yok.
Pek suskun bu akşam. Fatoş’tan mı acaba? Yok, yok. Başka. Ne yapmalı? Çaydanlığın altındaki gazeteyi karalamaya başladığına göre aklında bir şeyler var. (6 NİSAN 1920: Ankara’da Anadolu Ajansı kuruldu.) “Leyla, bir şey soracağım, sen bilirsin belki. Aklıma takıldı da...” “Sor bakalım neymiş.” “Gülme ama, cidden merak ediyorum.” Hafiften gülümsemeye başladı bile. Hasta tepki vermeye başladı doktor. Kule’den Leyla’ya. İnmene yardımcı olacağız. Dediklerimi aynen yerine getirmelisin. Şimdi sana vereceğimiz talimatları dinle. “Dinliyorum, sor bakalım.” “Yahu, şu Çin Gribi dedikleri şey nasıl bir hastalık ola ki? Yani Çinliler ile bir alakası mı var? Yoksa bu virüs aziz dostumuz Mert gibi türünün kısa bir örneği olduğu için doktorların alaylarına mı maruz kalmış?” Güldü işte. Oğlumuz konuştu. Bey. Ah! Fatoş da gülüyor, boşa mı kürek çekiyorum yoksa? “Bilmiyorum ki. Herhalde Çin’le bir alakası var ki adamlar Çin Gribi demişler.” (10 ARALIK 1918: İspanyol Nezlesi İstanbul’u kırıp geçirdi, okullar tatil edildi.)
Şimdi basit bir soru ile sohbeti daha sıcak bir hale getirmeli, ama nasıl? Saçma sapan bir soru sorup sonra da pişman olacağımdan kesinlikle eminim. Lütfen beni engelleyin. ”Ankara’da evde mi kalıyorsun, yurtta mı?” Tahminimden daha berbat bir soru oldu bu. “Ben?” Bu ne demek yahu? Tabii ki sen. “...Evdeyim ben. Zaten yurtta kalınmaz canım. Bir bina dolusu kız, katlanılacak gibi değil. “Kızlara haksızlık etmiyor musun biraz?” Ey feminizm! Geldiysen üç kere vur! (19 KASIM 1972: Türkiye Ulusal Kadınlar Partisi kuruldu.) “Yok canım. Erkekler nasılsa kızlar da öyle işte.” Canım? Can’ım? Komiserim, köprüdeki genç ‘Sevdiğim kızı getirin, yoksa kendimi atarım’ diyor. Ne yapalım? “Ne yapalım, doğanın kanunu bu.”
Leyla Bursa’lı. Ankara’da okuyor. Psikoloji. Fatoş üç senedir hazırlanıyor. Halen boşta. Ben... “Sen neredeydin? Mersin’de mi?” “Adana’da. Yani aslında ne Adana ne de Mersin. İkisinin tam orta yerinde, Tarsus’un bir kasabasında. Yenice.” “Bir dakika, çok karışık oldu bu.” Fatoş’u unutmuşuz. “Ben anlayamadım tam olarak. Kafam karıştı.” “Anlaşılmayacak bir kısmı yok yahu. Gayet basit.” (16 ARALIK 1915: Albert Einstein ‘İzafiyet Teorisi’ni açıkladı.) “Sen şimdi tam olarak Mersin’de misin, Adana’da mı?” (13 KASIM 1966: Ankara’da düzenlenen ‘Amerika’yı Protesto’ mitinginden bir gün sonra Adana’da halk Amerikan binalarını tahrip etti.) “Okul Mersin sınırlarında. Ama merkezin dışında, Adana’ya daha yakın. Yenice adında bir kasabada.” “Anladım.” Çok duygulandım. “O taraflar nasıl? Mersin, Adana falan? Güzel mi?” “Mersin çok güzel, ben çabuk alıştım. İzmir’i andırıyor, deniz havası, sokakları, çay bahçeleri... Ama Adana apayrı bir yer.” (6 EYLÜL 1985: Adana’da yolcu minibüsü uçuruma yuvarlandı. 16 yolcu parçalanarak can verdi.) “Ne açıdan?” “İnsanları, trafiği, şehir yapısı, kültürü... Her türden insan var, karmakarışık bir şehir. Hayran olunacak yanları da var, tiksinilecek yanları da... Ve inanılmaz bir müzik potansiyeli...” Sağınızda ise 18. yüzyıldan kalma, Fransız Mimarisi’nin klasik çizgilerini taşıyan bir Katedral var. “Havası nasıl? Sıcak, değil mi?” “İnanılmaz sıcak. Bazen Ankara’nın soğuğunu düşünüp rahatlamaya çalışıyorum.” “Aman canım, Ankara’nın soğuğu da öyle böyle değil. Kutup havası...” (20 ŞUBAT 1985: Son 55 yılın soğukluk rekoru kırıldı. Isı Sivas’ta –55, Ağrı’da –18, Antalya’da –4 dereceye kadar düştü.) “Olsun yahu, sıcaktan erimektense soğuktan donmayı yeğlerim.” “Yok canım, İzmir’den, Adana’dan sonra Ankara’nın soğuğuna dayanamazsın.” (23 ŞUBAT 1985: Soğuktan 11 kişi donarak öldü.) Yok, yok bu kız bazen gerçekten sabit fikirli oluyor. Ben de neden inatlaşıyorsam? “Ne yakıyorsunuz ısınmak için?” Türkü yakıyoruz. He he. “Kömür.” “Kömür tehlikeli değil mi yahu? Zehirlenirsiniz vallahi.” “Yok canım, ne tehlikesi? Bir şey olmaz.” (23 EKİM 1972: Zonguldak-Kozlu İncirharmanı ve Çaydamar kömür ocaklarında grizu patladı. 20 işçi öldü, 76 işçi yaralandı.) “Bilmiyorum, tabii nasıl kullandığınıza bağlı. Tamam, Ankara’da elektrik sobası, katalitik falan fayda etmez, ama ben yine de kömür tehlikelidir derim.” (21 EKİM 1966: Galler’de Glamorgan yöresi Aberfan kasabasında dev bir kömür yığınının heyelan sonucu birkaç kulübeyi, bir okulu ve çiftliği altına alması sonucu, 116’sı çocuk olmak üzere 124 kişi öldü.) “Dikkat ediyoruz canım. Dikkatli kullanınca bir tehlikesi yok.” “Doğrudur.” Fatoş da sıkıldı, konunun dışında kaldı ya. “Sen de bu sene kazanırsın umarım. Ama öğrenci olmak, hele ki Türkiye’de öğrenci olmak çok zor!” (8 MART 1968: Bolvadin yakınlarında bir otobüs uçuruma yuvarlandı. Çoğu öğrenci 22 yolcu can verdi.) “Doğru.” “Niye ki? Yani nesi zormuş? Anlatın bakalım.” “Yani evden uzakta okuyorsan otobüs, tren derken yollarda ömrünü çürütüyorsun, paran olmuyor aç geziniyorsun, okuldan sonra bir iş bulabilecek misin bilemiyorsun... Ne bileyim işte bir sürü zorluğu var.” “Hele bir de kızsan ve evinden uzakta okuyorsan tam yanıyorsun.” “Bence büyütüyorsunuz arkadaşlar. Hepi-topu 4-5 sene. Geçer gider, değil mi?” “Öyle ama bu ülkede öğrenci olmanın gerçekten kimi zorlukları var.” “Aman canım ölüm yok ya ucunda.” (16 MART 1978: İstanbul Üniversitesi’nden çıkmakta olan yüze yakın öğrencinin üzerine ülkücüler bomba attı. 6 öğrenci öldü, 47 kişi ise yaralandı.) Leyla’yı suçluyordum ya, şimdi kafama takıldı: Acaba kızların hepsi mi sabit fikirli oluyor?
Ben üniversite sohbetinden Fatoş’un sıkıldığını sanıyordum ki konuyu değiştiren Leyla oldu. “Sen Ankara’ya ne zaman geldin... yani gittin?” Mekandan kısa süreli soyutlanma. Akçay’da mıydık, Ankara’da mı? (29 EKİM 1937: Ankara İstasyonu yeni gar binası hizmete açıldı.) “Ben her sene 3-4 sefer giderim Ankara’ya; arkadaşlarım var, onları ziyaret ederim.” Seni görmeye de geleceğim desene. “Adana-Ankara arası kaç saat?” Sen de Adana’ya geleceksin galiba? Ne kadar sevindim bilemezsin. “Trenle mi otobüsle mi?” (16 OCAK 1902: Abdülhamit Bağdat demiryolu yapım imtiyazını Almanya’ya verdi. Tren hattı Konya’dan Bağdat’a kadar uzatılacak.) “Otobüsle ne kadar sürüyor mesela?” “6-7 saat kadar sürer herhalde. Ben otobüsle bir kez gittim, normalde trenle gidip gelirim.” “Ay, trene binilir mi hiç otobüs varken?” “Öyle deme canım, trenlerin birçoğu gayet lüks artık. Öyle eskisi gibi değil yani.” “Tabii yahu, hem otobüsten daha rahat, daha güvenli.” (1 MART 1950: Karayolları Genel Müdürlüğü kuruldu.) “Tamam da çok yavaş.” “Olsun yahu, canın mı değerli zamanın mı? Hem nedir yani, çok mu meşgulsün sanki?” “Evet, aslında...” “Düşün bakalım: Dizlerini sığdırmakta zorlandığın bir koltukta, ancak bir sonraki mola yerinde tuvalete gidebileceğin ana dek kıvranmak, sigara krizlerine girmek, su istediğinde uyanan host ya da hostes tarafından kötü muameleye maruz kalmak mıdır sence rahatlık? Yoksa yol alırken geniş koltuklarda yayılmayı, dilediğinde tuvalete, gezinmeye, sigara içmeye, hatta restorana gidebilmeyi mi rahatlıktan sayarsın?” “Trenlerde restoran da mı var?” “Trenini seçmeyi bilirsen evet. Aslında karayolu araçları hariç hemen tüm araçlarda yemek bulunur.” (1 MAYIS 1927: Dünyada ilk kez olarak, Imperial Airways’in Londra-Paris seferini yapan uçaklarında sıcak yemek servisi başlatıldı.) “Peki siz ev yemeği yapabiliyor musunuz? Yoksa makarna, patates falan mı?” Nasıl yani? Konudan konuya atlıyoruz, hala bir şey konuşamadık. Ben topu Leyla’ya atayım da... “Bayanlar önden.” “Ya biz genelde hazır bir şeyler alıyoruz. Paramız olunca da dışarıda yiyoruz. Çok nadiren ev yemeği yaparım, pek de beceremem zaten. Elimden geldiği kadarıyla işte, pilav, çorba falan.” “Can, sen?” Sorduğu boş soruları unutmuyor da. Ne yapalım, cevaplayacağız, elimiz mahkum. “Ben yemek yapmaktan zevk aldığım için, zor gelmedikçe yaparım. İzmir köfte, musakka falan gelir elimden. Üşenince de tost yaparım ya da kebapçıya giderim. Adana ucuz memleket, para falan da sorun olmuyor çoğu zaman.” “Bize de bir gün izmir köfte yapsana.” (9 EYLÜL 1933: İzmir Fuarı’nın başlangıcı olan 9 Eylül Panayırı açıldı.) “Yaparım tabii, siz organizasyonu yapın yeter.” Şimdiki gösterimizde de yardımcımı yirmi yedi parçaya ayırıp kızarttıktan sonra tekrar eski haline getireceğim. Bakın, bakın. Geldi bile. Ne etkileyici değil mi?
“Geçen hafta yapılan güzellik yarışmasını izlediniz mi?” Fatoş’un özelliğidir, mevcut sohbetten sıkıldığında ya da bünyesi yeterli miktarda dedikodu alamadığında konuyu bilinçsizce ve otomatik bir biçimde magazine yöneltir. Hoş değil tabii. “Hayır, pek sevmem ben.” Bir psikoloji öğrencisi olan Leyla bu tip yarışmaların da psikolojisini çözmüş olacak ki pek soğuk bir biçimde ortaya koydu fikrini. “Ama nefisti biliyor musun?” “Ben de pek hoşlanmıyorum güzellik yarışmalarından. Küstahlık diye düşünmezsen de bir şey söyleyeceğim.” “Söyle, söyle. Küstahlık yaptığını düşünmem, meraklanma.” “Bence insanın güzeli çirkini olmaz! Bakmayı bilirsen bence herkes güzeldir.” (1 AĞUSTOS 1932: Türkiye güzeli Keriman Halis -Ece- dünya güzeli seçildi.) TRT’nin eğitim filmlerindeki ‘Bay Doğru’lar gibi konuştum, farkındayım. Ama Fatoş’un da buna ihtiyacı olduğu açık. “Yok, yok, son seçilen kız gerçekten çok güzeldi. Çok tatlıydı, çok.” Tanrı bana yardımcı olsun. “Aslında bu senin beğenin değil, farkındasın değil mi? Bu yaşadığın dönemin beğenisi.” “Hayır canım! Niye benim beğenim olmayacakmış ki? Beğendim işte.” Evet, kesin kararımı verdim, şimdi bu kararımı sizin de huzurlarınızda tüm insanlığa açıklıyorum: Bütün kızlar sabit fikirlidir. “Yahu sen demek istediğimi anlamadın ki! Dönemin beğenisi derken... Yani önüne yüzlerce aynı tip örnek sunuyorlar dönem dönem, sen de onlara uyanı güzel bulup beğeniyorsun.” “Niye canım, neyi beğenip neyi beğenmeyeceğime karar veremeyecek kadar salak mıyım ben?” “Hayır yahu, bu zekayla ilgili değil ki! Zamanın ruhu desek? 30’larda tombul kızlar beğenilirmiş, 70’lerde çok zayıf kızlar, bugünlerde bebek suratlılar moda. Eski Türkiye güzellerine bak. Bugün olsa bir tanesini beğenir miydin? Hem sorarım sana; bir şey güzelse, örneğin bir saç modeli gerçekten güzelse neden kadınlar saçlarını 2-3 senede bir tümüyle değiştirirler?” Sanırım azgın boğayı dizginlemeyi başardım.
“Moda değişir de ondan.” Beyaz bir sayfa açıp her şeye en baştan başlamak istiyorum. “Bak. Aynı şeyi söylüyoruz ama sen yine de kabullenmiyorsun. Moda ne demek? Moda kısaca ‘Biz 2 sene evvel şunu piyasaya sürmüştük ama şimdi görüyoruz ki aynısından hepinizde var. Sıkıldık yani. O yüzden bu sene bunu çıkarıyoruz. Bakın ne değişik, değil mi? Hem hiçbirinizde de bunlardan yok.’ demek.” “Laf kalabalığı yapıyorsun.” “Hayır efendim, güzelce örneklemeye çalışıyorum. Güzellik gelip geçicidir, kalıcı olan kısmı ise görebilene. Hem doğada seçici olan kadındır, ‘kadını seçmek’ doğanın kanunlarına aykırı değil mi? (8 ŞUBAT 1935: Türkiye’de kadınların ilk kez oy kullanıp aday oldukları milletvekili seçimleri yapıldı ve TBMM’ye 17 kadın milletvekili girdi.) Sen bir sokak-çocuğunun saçlarını okşadın mı hiç?” “Hayır.” “İşte! O gülücüğün güzelliğini kimseler anlatamaz. Gidip görmen gerek. Doğru değil mi Leyla?” “Hıı. Doğru canım.”
Leyla iyice sıkılmış olacak ki uzun süredir -arada ona baktığımı görse de fark etmeden- çay bardağının içinde kalan çay tanecikleriyle oynuyor. (29 KASIM 1935: Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası işletmeye açıldı.) “Neyse. Çay içelim de açılalım bari. Ben çayı ısıtıp geliyorum.” Fatoş bile Leyla’nın sıkıntısından çay bardağıyla oynamaya başladığını fark etmiş. Ne var ki onun Leyla’yı beni umursadığı kadar bile umursadığını sanmıyorum. Zira kapıdan çıkarken bana bakıp gülümsedi, ama ben boş bulundum ve somurtmaya devam ettim. Çünkü kafam meşgul. “Leyla, n’oldu sana yahu? Somurtmaya başladın. Karadeniz’de gemilerin mi...” (25 OCAK 1983: Kaptan Hasan Hantal gemisi Karadeniz’de battı, 11 gemici boğuldu.) “Yok bir şeyim, öyle dalmışım.” “Bayağıdır oradasın ama, oksijenin yetecek mi?” Güldü. Gülümsedi. İşte sokaktaki çocuğun suratındaki ışık bu. Gerçek güzellik. Fatoş’u çağırıp göstersem mi? Aman canım saçmalama. Böyle iyi. Sadece 2-3 dakika daha orada kalsa yeter. “Ya, işte, aklıma bir şey takıldı... Önemli bir şey de değil ama... Takılıverdi işte canım.” Canım. Anım. Nım. Im. M. Bungee-Jumping de aşk gibi bir his veriyor olmalı. Düşüyoruuuuum! “Bunun altında bir çapanoğlu vardır ama, neyse.” (25 HAZİRAN 1920: Çerkez Ethem Bey’in kuvvetleri 13 Haziran’da Yozgat’ta başlayan Çapanoğulları ayaklanmasını bastırdı, yakalanan ayaklanmacılar asıldı.) “Yok, yok gerçekten önemli bir şey değil.” “Peki.”
Bir konu bitmişken ve bir diğerine balıklama dalmak garip görülebilecekken oluşan o boşluk ve sessizlik anından nefret ediyorum. Kasetinizin 1. ve 2. yüzlerinin süreleri birbirinden farklı olabilir. Kasetinizin arka yüzüne geçmeden bandı sonuna kadar sarınız.
“Bu ev de hep böyle kalabalık işte.” (28 EKİM 1927: İlk genel nüfus sayımı yapıldı. Türkiye’nin nüfusu 13 milyon 648 bin 270.) Ne dedim ben? Bir kızla yalnız kaldığımda akıllıca bir çift laf edemeyecek miyim acaba? “Evet.” Konuştu. Konuyu beğendi. Demek ki. Evet? “Ben de belki sırf bu yüzden bazen kendimi fazlalık gibi hissediyorum burada.” Ne? “Yok yahu. Ne fazlalığı?” 4 kilo kadar fazlalığım var şeker. Forma girmem lazım. Yaz da geldi. Sus! Sus ve dinle! “Burada olmayı severim canım. Kaan’la, Gözde’yle problemim yok. Anne-babaları burada değilken sorun yok ama onlar gelince... Çekiniyorum gelmeye.” “Niye ki?” “Evi işgal eder gibiyiz ya.” “Yok, yok. Öyle düşünmez onlar. Rahat ol.” “Biliyorum, düşünmezler. Ama, ne bileyim. Olur ya, belki ailecek bir planları olur, biz varız diye yapamazlar falan.” (25 KASIM 1985: Aile Planlaması Kampanyası tüm Türkiye çapında başlatıldı.) Düşünceli insan seni! “Bunu Kaan’ın yanında deseydin ne cevap verirdi biliyor musun?” “Tahmin edebiliyorum, evet: Ya seviniz ya da terk ediniz!” (24 KASIM 1918: Pasaport Kanunu yürürlüğe girdi. Bundan böyle Türkiye’ye girmek ve çıkmak için pasaport gerekecek.) “Doğru tahmin!”
Yine bir suskunluk anı. Ama gülümsüyor. Hem Fatoş da mutfaktan dönmedi henüz. Telefonu öttü. Mesaj geldi herhalde, ama ilgilenmedi. İyi, iyi. Bu güzel bir işaret. Şimdi konuşmaya başlamalı, ama nereden? Nereden? Ah! Ne yazık ki yine başaramadınız Can Bey. Çaylar geldi.
Yaşamımda ilk kez bir demlik çay görmek beni bu kadar üzmüştür herhalde. Söyleyemedim. Söyleyemeyeceğim. Leyla’nın da konuyu pek oraya getirmeyeceği belli zaten. “Leylacığım, sana mesaj gelmiş...” “Biliyorum canım. Bakarım bir ara.” “Belki görmemişsindir diye söyleyeyim dedim de...” Konuşmanızı katledeyim dedim de. “Sağ ol canım.”
İşte Fatoş’un -ve türevlerinin- huylarından sinir bozucu özellik taşıyan bir diğer örnek: Kendisi konuşmayı, anlatmayı ne kadar severse, dinlememeye, başkasının lafını geçiştirmeye de o kadar düşkündür. Al işte, telekomünikasyonun mucizesi. Şu telefonlar kıtaları birbirlerine bağlıyorlar, evet, ama kişileri ayırıyorlar. İtinayla sohbet bölünür.
“Şimdi... Söyleyin bakalım: Hayatınız da yediğiniz en garip yemek neydi?” Buyurun bakalım. Fatoş’tan bir anlamsız magazin konusu daha. Ünlülere yedikleri en garip yemekleri sorduk ve çok eğlenceli cevaplar aldık. Az sonra. “Bakmayın canım öyle. Patlıcanlı dondurma muhabbetinizi hatırladım da, oradan aklıma geldi. Hadi, hadi cevaplayın bakalım. Leyla, sen başla.” Fatoş ve yemek. Kekler, börekler, altın günleri, paralı günler, yemek yiyip dedikodu yapan bir sürü kadın. Onun 10 sene sonraki halini tahmin edebiliyorum. Permalı ve röfleli saçlar, sadece altın günlerine giderken takılan altın bilezikler. Hepsi 14 Ayar. Ve bir kadın klasiği: Parıltılı eşofmanlarla sabah yürüyüşleri. Simitçilere, sabahçılara, çöpçülere, ilkokul çocuklarına eşlik mahiyetinde. “5 sene kadar önce Böf Strogonof diye bir yemek yemiştim. Çok lezzetliydi ama garip olan fiyatıydı.” Hınzır bir gülümseme gözlerinden bir pırıltı kılığında geçti. “O zaman bir porsiyonu...” “Yavaşça söyle.” Bir pırıltı daha. “...tam 5 milyon liraydı.” Kaynak sıkıntısı dolayısıyla yükseltilen vergilerden sonra halk sokaklara döküldü. Sokaklar savaş alanına döndü.”Ne?!?” “Ben ödemedim canım. Erkek arkadaşım ödemişti.” “Sonuçta ödendi ama!” “Bir kere oldu işte. İlk ve son.” “Aman Tanrım!” Şok. “Can, sıra sende.” “Şaşkınlığım geçerse... Soru neydi? En değişik yemek değil mi? Şey 10 seneden fazla oluyor sanırım. Dikili’de ahtapot yemiştim. Ahtapot salatası.” (22 EYLÜL 1939: Dikili depremi. 46 vatandaş öldü. Yüzlerce ev yıkıldı.) “Ahtapot mu? Iyykk! Nasıl bir şeydi?” “O zaman, değişik bir şey olduğu için belki de, güzel gelmişti. Ama inan ki şimdi hiç hatırlamıyorum.” “Boş ver, boş ver. Ahtapot işte, ıyykk!” “Bırak şimdi ahtapotu da sen anlat bakalım, neymiş senin yediğin en garip yemek? Bize bu kadar istekli sorduğuna göre... merak ettik.” “En garip. Benim yediğim en garip yemek...kereviz.” Bacaklarım beni taşımıyor. Korkuyorum doktor, tekrar yürüyememekten korkuyorum. “Kereviz mi?” Leyla-Can ikilisinden müthiş bir düet dinlediniz. “Ama bundan bahsetmiştin zaten. Başka bir şey bulamadın mı?” “N’apayım, ben insanların o iğrenç kokuya nasıl dayanabildiklerini hala anlayabilmiş değilim. İlk yediğimde, zaten sadece bir kez yedim, bana çok, çok garip gelmişti.” Garip, çok garip. “En çok da makarnayı severim, her türünü.” Hoppalaa! 103.5’de Akçay F.M.de Fatoş ile Kesintisiz Muhabbet programındasınız. “Makarna iyidir, ama yağsız yapacaksın.” (20 OCAK 1982: Madrid’de karışık yemeklik yağ kullanan bir genç kız hayatını kaybetti. Aynı yağdan daha önce de İspanya’nın çeşitli yerlerinde 250 kişi ölmüştü.) “Tabii, tabii. Sonra aldığımız kiloları vereceğiz diye rejimdi, sabah yürüyüşleriydi falan derken...” Dejavu! Dejavu! “Ekmek de yememek lazım.” (19 ARALIK 1941: İstanbul’da ekmek karneye bağlandı.) “Sana bir şey söyleyeyim mi? Ekmek yemeye, karbonhidrata mahkumuz biz. Gerisinden fayda yok bize.” (3 MAYIS 1985: Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir süreden beri gecekondu ilkokullarında sürdürdüğü beslenme programı çerçevesinde dağıttığı süt kampanyasında, 400 ilkokul öğrencisi zehirlendi.) “Ama insanın sağlığına...” “Yahu zaten insan yaşamının bir değeri yok ki burada.” “Yok canım. Bence çok kötümsersin sen.” (30 OCAK 1983: Diyarbakır’da bir apartman çöktü. 80 kişi öldü.) “Gerçekten yahu, saygı yok diyorum. Birileri senin yaşamını bir saniyede harcayabilir. Böyle olmayacağına dair bir garantin mi var?” (4 KASIM 1950: Türkiye insan haklarını ve ana hürriyetlerini koruma antlaşmasını Roma’da imzaladı.) “Bu konuda biraz önyargılı değil misin canım?” (17 EKİM 1950: Türk Tugayı Kore’ye ulaştı.) “Sen ilk fırsatta kaçarsın da buralardan.” “Emin ol herkes gider geriye de sadece benim gibi şikayetçiler kalır. Bu eleştiri nefretten değil çünkü. Ben de bir şeyler yaşadım ki ‘saygı yok’ diye tutturabiliyorum.” (20 TEMMUZ 1972: Giresun’da, İkisu Orman İşletmesinde bakkallık yapan Necati Güven, 500 bininci işçi olarak törenle Almanya’ya uğurlandı.) “Kendi yaşadıklarından dolayı da bütün ülkeyi suçlayamazsın ki canım” (28 MAYIS 1953: Kore’de 28-29 Mayıs savaşlarında Türk Tugayından 153 şehit verildi.) Niye suçlayamazmışım canım? Öyle bir suçlarım ki! Neyse. Kavga eder gibi olmasın, tonu biraz yumuşatalım. “Bak, söylemeye çalıştığımı gayet iyi örnekleyen bir hikaye anlatayım size. Bana da Urfa’lı bir arkadaşım anlatmıştı. Biraz sıkıcı bir hikayedir ama anlatmaya çalıştığım şeyi gayet iyi örnekliyor. Dinleyiniz lütfen:
Zamanında, Harran’da iki büyük aşiret varmış. Birinin adı Akşitler olsun, diğerinin de Karaoğulları. Bu iki büyük ailenin arasında unutulmaya yüz tutmuş bir kan davası varmış. Birbirlerini pek sevmezler ama öldürecek kadar da ileri gitmezlermiş. Karaoğulları’nın Akşitler’den daha fazla arazisi varmış ama gözleri diğerinin sınırlarında kalan büyükçe bir parçadaymış. Verimli bir arazi olduğu için de Akşitler satmaya pek yanaşmıyorlarmış. Günler, aylar geçmiş, bir gün iki aşiret de bir haberle çalkalanmış: Karaoğulları’nın aşiret reisinin dayısı, yani aşiretin en yaşlı üyesi sabaha karşı yatağında ölü bulunmuş. Haberin yayılmasının ardından aşiretin reisi diğer aşirete, yani Akşitler’e savaş açmış.
Yara deşilmiş, kan davası da tazelenmiş böylece. Yine kan dökülür olmuş, birçok adam canından olmuş ve bir süre sonra Karaoğulları’nın intikamı alınmış. Bununla birlikte, doğaldır ki, Akşitler’in elindeki değerli arazi de alınmış. Zor kullanılarak elbette. Buraya dek Anadolu’ya özgü, sıradan bir kriminal hikayeden farksız devam ediyor. Ancak önemli –ve de farklı- yeri bundan sonrası:
Bir süre sonra her şeyi başlatan cinayetin failinin, yani yatağında ölü bulunan yaşlı adamcağızın katilinin kim olduğu ortaya çıkmış. Katili tahmin edebiliyor musunuz?” “Akşitler’den biridir herhalde.” “Öyle olsaydı bu hikayenin anlatılmaya değer bir yanı kalır mıydı sence? Katil adamcağızın öz yeğeniymiş, yani Karaoğulları aşiretinin lideri.”
Derin ve anlamlı bir sessizlik oldu bu. Sarsıntının deprem olduğunu hissetmek ile hissedememek arasındayken herkesin kulak kesildiği o malum anda bütün şehre çöken sessizlik cinsinden bir sessizlik oldu bu. (1 TEMMUZ 1911: İstanbul’da Kandilli Rasathanesi kuruldu.) Herkes sessizdi ve kıssanın hissesini düşünmekteydi. Bir an için odadan sessiz bir ürperti geçiverdi. (15 OCAK 1968: İzmit Körfezi dondu.)
“İyi de insan kendi dayısını nasıl öldürebilir ki? Hem sonra ne geçer eline?” (6-7 EYLÜL 1955: Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da masumane bir şekilde başlayan protesto gösteri ve yürüyüşleri tahrip ve yağmacılığa döndü. Bu üç şehirde sıkıyönetim ilan edildi.) Leyla’nın güzel sesi –ki gerçekten güzeldir- sessizliğin bittiği yerde bomba gibi patlayıverdi. (24 KASIM 1980: Ankara’nın Danacıobası köyünde bir düğünde patlayan tüp gaz, 80 kişinin ölümüne yol açtı.) “Bu ülkede insan yaşamının değeri yok dememin sebebini bu ve benzeri durumlar oluşturuyor işte. Ellerine ne mi geçer? Öncelikle hep istedikleri o verimli arazi. Ve doğaldır ki akıllardan hiç silinmeyecek bir üstünlük.” “Ama böyle para hırsı da olmaz ki!” “Olur. Öyle bir olur ki. Para kimilerine en beklenmeyecek şeyleri yaptırır. Hem de en beklenmeyecek şeyleri...” (22 MART 1985: Almanya’daki Türk işyerlerini haraca bağlayan Bahnhof Mafyası’na mensup 20 Türk yakalandı.)
“Bu ülke böyle işte, insana tahammül yok buralarda. Ben bira içiyorum diye dayak yediğimi bilirim yahu.” (10 MART 1974: MSP’li İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk, birayı alkollü içki sayarak ruhsatsız satışını yasakladı.) “Ben bira yüzünden hiç dayak yemedim ama bu yüzden bir kız arkadaşımı feci hırpalamışlardı. Kızın adı... neydi ya, bak hatırlayamadım şimdi.” (19 NİSAN 1971: Ereğli Demir Çelik Fabrikasında Ayşe adlı yüksek fırın patladı.) “Bu yüzden dayak yiyen bir değil iki değil ki yahu. Sanki içilen bira değil de başka bir şeymiş gibi.” (23 MART 1979: MSP eski milletvekili Halit Kahraman ve dört arkadaşı eroin kaçakçılığı iddiasıyla Almanya’da tutuklandı.) “Doğru diyorsun.” “Saygısızlık, tahammülsüzlük sadece insana karşı değil ki. İnsanla ilgili hemen her şeye... En basitinden... tiyatroya bile saygımız yok.” Evet tiyatro. Hani şu. Temsil sırasında yanan. Yazıklar olsun be! (27 KASIM 1970: Dünyada üçüncü, Avrupa’da ikinci büyük opera binası olan ve 23 yılda tamamlanan İstanbul Kültür Sarayı, ‘Cadı Kazanı’ adlı oyunun temsili sırasında bütünüyle yandı.) İçim yanıyor. Laf olsun diye değil. Gerçekten. “Sadece tiyatro değil... Sanatın hiçbir dalına tahammül yok ki!” (18 MART 1974: Heykeltıraş Gürdal Duyar’ın Güzel İstanbul adlı yontusu, çıplak bir kadın olduğu gerekçesiyle MSP’li İçişleri Bakanı’nın emriyle Karaköy Alanı’ndan kaldırıldı.) Toplum için mi. Yoksa sanat için mi. Hayır, hayır. İz bırakmak için. “Sanat insan içindir. Sanata hürmetin olmadığı yerde insana hürmet olur mu?” “Evet, bunlar hiç hoş değil.” “Sadece bu sebeple bu diyarda bazen insanı sevindirecek bazı şeyler bile bizi mutsuz edebiliyor.” (29 NİSAN 1985: İlk Türk tüp bebek Almanya’da dünyaya geldi. Almanya’da işçi olarak çalışan Hüseyin ve Atiye Benli çiftine ait bebeğe ‘Evren’ adı konuldu.) “Sevinemiyoruz çünkü fazlasıyla içimize kapanmışız.” “Kapanmamak lazım. ‘Orda, bir köy var uzakta’ edebiyatı karın doyurmuyor artık. Gitmesek de olmaz, görmesek de. At gözlüklerini çıkarmak, gidip görmek, bilmek lazım.” İki taraf da sohbetten memnun görünüyor. İçindeki o el değmemiş, masum bebeği birilerine göstermek çok güzel. Açılmak. Açılmak, maskeleri çıkarmak ve geriye kalanları paylaşmak. (8 TEMMUZ 1980: Fatsa kuşatılıp komando birliklerince denetime alındı.) Fatoş yine bir magazin konusu açmadan konuyu değiştirmek lazım sanırım. “Böyle sohbetleri de en güzel yerinde bırakmak lazım, kabak tadı verir sonra. Bakın Fatoş sıkıldı mesela.” “Yok, yok. Sıkılmadım. İyiydi.” İyiydi. Yani iyi ama geçmişte kaldı. İşte kelimeler böyle ele veriyor bizleri. Sen ‘o’sun! Babamı öldüren katil! Gözlerinden tanıdım! Sözlerinden tanıdım!
“Ben iyisi mi size eğlenceli bir yolculuk hikayesi anlatayım da tadımız kaçmasın.” “Evet, evet. Anlat, gülelim biraz.” Gülersin tabii, apolitik tosbağa seni. Hangi politikacı hangi mankenle birlikteymiş desem bize söyleyecek söz bırakmazsın ama. Politik tavşan uyurken apolitik tosbağa finişe ulaşıyor. Seni gidi ‘Türkiye Panoraması’ seni! Anlatayım da gül biraz. Sen istesen de ağlayamazsın ya.
“İstanbul Otogarı’nda bir adam yaşlı annesini İzmir otobüsüne bindirmiş. Otobüsün muavinine de sıkı sıkı tembihlemiş: ‘Aman kardeşim,’ demiş, ‘Bursa’ya geldiğinizde annemi mutlaka uyandırın, sakın unutmayın.’ ‘Tamam abi, unutmam.’ demiş muavin ve otobüs Esenler’den yola çıkmış. Gece seferi, eh, haliyle yaşlı teyze de dahil herkes uyumaya başlamış. 4-5 saat kadar sonra muavin yerinden fırlayıvermiş, ‘Aman abi,’ demiş şoföre, ‘Bursa’da yolcu indirecektik.’ Otobüs Bursa’dan ayrılalı yaklaşık 45 dakika kadar olmuş ama teyzeyi de İzmir’e götüremezler ya. ‘Hazır herkes uyuyor, nasıl olsa kimse fark etmez’ diyerek geri dönmüş otobüs. Bursa’ya girmek üzereyken muavin yaşlı teyzenin yanına gitmiş. ‘Teyzeciğim, uyanıver. Bursa’ya geliyoruz.’ Teyzenin suratına bir gülücük yayılıvermiş. ‘Ah geldik mi?’ demiş muavine, ‘Zahmet olmazsa bir bardak su getirebilir misin evladım? Hapımı içivereyim. Her gece bu saatte içerim de.’
Gülün, gülün. Eğlenin. Gülün. Gülün.
“Çok hoş ya! Ay, ne zamandır böyle gülmemiştim.” “Ama ben o muavinin yerinde olmayı hiç istemezdim. Dünyası yıkılmıştır çocuğun, yazık.” Birkaç dakikadır gürültüyle yağmakta olan yağmur birden kesiliverdi. Sadece oradan buradan birkaç damlanın sesi geliyor. Leyla’nın damlaları, Fatoş’un damlaları. Gözyaşı gibi tıpkı, yavaş ve sessiz. “Çok güldünüz ya, aklıma Fatoş’un soracağı türden bir soru geldi. Sorayım bari.” “Sor, sor.” “En son ne zaman hüngür hüngür ağladınız?” Hala gülüyorlar, bu iyi. Çünkü böyle bir soruya en sağlıklı cevabı ancak gülerken verebilirsiniz. “Fatoş sen başla.” “Samimi söylemek gerekirse öyle hüngür hüngür ağladığımı hiç hatırlamam ben.” Dejavu iki! Dejavu iki! “Yapma yahu.” “Çok ciddiyim. Olsa anlatırım, hiç çekinmem. Ama yok işte.” “Leyla, sen?” Gözlerinin içi gülüyor hala. Güzel. Çok güzel. “Ben en son Ankara’da hüngür hüngür ağlamıştım. İki sene oldu. Sevgilimden ayrılmıştım ve onu Tandoğan’da, metro girişindeki telefonların birinden aramıştım. Yabancı gibiydi. Kaskatıydı. Bambaşka biri oluvermişti. Ankara susmuştu sanki; acıma saygı duyarcasına ağlamamı dinliyordu. Ama bakmıyordu bana, doya doya ağlayayım diye başını önüne eğmiş gibiydi. Tandoğan bomboştu, susmuştu.” (9 TEMMUZ 1946: Ankara Valisi Nevzat Tandoğan intihar etti.) Hiçbir yazar bu hissi bu kadar güzel cümlelerle veremezdi muhtemelen. Çünkü bu gerçekti. Yaşamın kendisi gibi kusursuz bir uyumla gülümseyen, neşeli Leyla’nın ağlamak üzere olan Leyla’ya geçişini kağıt üzerinde tasvir etmek gerçekten zordu. Çünkü bu tüm gerçekliğiyle yaşanıyordu şu an. Suskunduk ve Leyla’ya bakamıyorduk. “İşte bakın, siz de şimdi öyle sustunuz. Aynı suskunluk işte bu.”
Benim de boğazım dolmuştu. O tatsız yumruyu yutmaya çalıştım, yapamadım. Hafifçe burnunu çekti. Fatoş dışarıya çıktı. O da mı ağlıyordu? Leyla bir kez daha burnunu çekti. “Peki ya sen? Sen en son ne zaman ağladın?” Acemice gülümsemeye çalışarak kendisini gizlemeye çalışsa da boşuna, bize içindeki o el değmemiş bebeği göstermişti artık. Bundan sonra ne yapsa kar etmezdi. “Dün.” “Dün mü? O kadar sık mı ağlarsın?” “Pek değil, ama dün ağlamıştım işte. Bugün bunu soracağımı bilsem ağlamazdım belki de, ne bileyim?” Fatoş geri döndü. İçeriyi kontrol etmişti herhalde. “Bir erkekten bu cevabı alabileceğimi hiç sanmazdım.” “Ne cevabı?” Fatoş gelir gelmez -kaçırdığı sohbete yönelik- istihbarat çalışmalarına başladı. Konuşulanları bilsen de içeride kalanları bilemeyeceksin nasıl olsa.
Birkaç dakika önce, yalnız kaldığımızda, Leyla’yla konuşurken ‘Oldu bu iş’ diye geçiriyordum içimden. (3 ARALIK 1967: Cape Town’da ilk insan kalbi nakli başarıyla gerçekleştirildi.) Ama sonra, Fatoş döndüğünde -ki ne Fatoş’la ilgisi vardı bunun, ne de olan bitenlerle- birden zihnimde her şey apaçık beliriverdi. Kendi kendimi kandırıyordum. Hiçbir şeyin olduğu yoktu, hiçbir şeyi başardığım yoktu. (21 ARALIK 1967: Cape Town’da kendisine kalp nakli yapılan hasta, akciğer yetmezliğinden öldü.) İronik bir başarıydı benimkisi. Ya da başka bir deyişle başarısızlığın ta kendisi. Ben buna mahkumum galiba.
“İçeridekiler ne yapıyorlar, Fatoş?” “Şey... İçeridekiler film seyrediyorlar, keşke biz de geçseydik içeriye ya, haber de vermediler ki.” “Boş ver canım şimdi, ne filmi? Ne güzel konuşuyoruz işte.” “Tabii yahu. Hem ne filmi izleyecekler ki? Saçma sapan bir şeydir emin olun.” “Bilmiyorum, ‘Küp’müş galiba adı. Yanlış anlamadıysam.” “Tamam, Mete’nin filmlerinden biridir. Kaan’daki filmleri de içeridekiler izlemez zaten.” “Kaan’dakiler ne tür filmler?” “Genelde sinema klasikleri. Tümü seçme filmler.” “Mete’dekiler?” “Hepsi Amerikan filmi. Hele o deli saçması film yok mu?” (15 NİSAN 1912: Titanic gemisi, ilk yolculuğunda battı ve 1513 yolcunun ölümüne neden oldu.) “Hangisi o?” “Boş ver yahu, düşünmesi bile korkunç.” “Peki canım, sormam ben de... Amerikan filmlerinden niye bu kadar nefret ediyorsun?” “Nefret etmiyorum yahu. Sadece basit hikayeler üzerine kurulmuş, abartılı efektlerle soslandırılmış, sanatsallıktan uzak, kötü yapımları izlememeyi tercih ediyorum. Amerikan filmlerinin de bir çoğu böyle. Son 10 yılın Amerikan filmleri içerisinde Amelie kadar güzel ve kaliteli bir film bulun kafamı keseyim. Asıl bu Amerikan filmi sevdası sinirimi bozuyor benim. Önce önümüze bir ton film koyup sonra da onları anlayalım diye bir sürü dil kursu açıyorlar. (4 NİSAN 1929: Yerli Malları Haftası ilan edildi.) Aman ne güzel.” “Doğru vallahi. Hep İngilizce, hep İngilizce. Zamanında okullarda yabancı dil eğitimi Fransızca’ymış. Şiir gibi dil hiç olmazsa. Nereden çıkmışsa artık bu İngilizce merakı...” (23 ŞUBAT 1945: Türkiye-Amerika arasında İkili Yardım Antlaşması imzalandı.) “Ne Fransızca’sı canım? İngilizce’nin ne kötülüğünü gördünüz? Hiç olmazsa grameri basit.” (28 OCAK 1958: Kıbrıs’ta İngiliz askeri, Türklere karşı ilk defa silah kullandı.) “Ezberci zihniyet işte, bu mantıkla öğrendiklerin yaşamında hiçbir işine yaramayacak. (27 OCAK 1954: Köy Enstitüleri kapatıldı.) Grameri zormuş! Çalışırsan gayet kolay!” Reddetmesi zor bir şey söylendi ya, şimdi Fatoş muhabbeti –her sıkıştığında yaptığı gibi- magazine bağlayacak muhtemelen. Hatta dur tahmin edeyim. Evet... ‘İngilizler centilmen olur’ klişesi böyle zamanlarda kullanımı en uygun zırvalardan biridir. Ya da... “En azından İngilizler Fransızlar gibi züppe değiller.” (29 MAYIS 1985: Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası Finali için İtalya’nın Juventus ve İngiltere’nin Liverpool takımları arasında yapılacak karşılaşma öncesinde İngiliz seyircilerin İtalyan taraftarlara saldırması sonucu çıkan olaylarda 40 kişi öldü.) Ah, hiç beklemediğim bir yerden vuruldum. Ama en azından konuyu magazine bağlayacağını tahmin ettim. Bu bağlamda kendimi başarılı sayıyor ve tebrik ediyorum. Bravo bana. “Hem eğitim sistemleri de mükemmelmiş. (5 TEMMUZ 1985: İngiltere’de okullarda önceden yasal olan dayak kaldırıldı.) (24 TEMMUZ 1985: Dayağı yasaklayan kanun hükümetçe iptal edildi.) Kuzenim orada okuyor, aldığı eğitimden çok memnun.” “Bence İngilizler konusunda çok yanılıyorsun. O centilmenlik soğukluklarından kaynaklanıyor. Oysa Fransızlar gerçekten kibar olurlar.” (11 TEMMUZ 1985: Yeni Zelanda kıyılarında Fransa’nın nükleer denemelerini protesto eden Greenpeace’in Rainbow Warrior gemisi batırıldı. 1 kişi öldü. 21 Ağustos 1985’te yapılan açıklamalara göre sabotaj iznini Fransa Savunma Bakanı Charles Hernu’nun verdiği belirlendi.) İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisiyim. Bölüm derslerimin üçünü üç farklı İngiliz öğretim görevlisinden, ikinci yabancı dilim olan Fransızca’yı ise Fransız asıllı bir öğretim görevlisinden alıyorum. Yani şu an bu odada, bu konuya iki tarafından da nesnel bir bakış açısı getirebilecek tek kişi muhtemelen benim. Fakat ben asla tasvip etmediğim bu sohbeti kınıyor, susma hakkımı kullanıyorum. Zaten şimdi İngiliz holiganlarından veya Charles Hernu’den bahsetsem bu onlara -en azından Fatoş’a- fazla gelecek. Sonunda ise dediklerim unutulacak ve yine dönüp dolaşıp magazine varacağız.
Fatoş ile ne konuşursanız konuşun, fark etmiyor. Eninde sonunda konu dallanıp budaklanıyor ve yine magazinleşiyor. Onunla konuşurken, tam da bir şeyler söylemeyi planladığınız an, kafanızın içinde cümlelerinizi düzenlerken göstereceğiniz ufacık bir tutukluk ya da dalgınlık onun ipleri eline almasına neden olabilir. Böylece söylemeyi düşündükleriniz içeride kalıp birikir, büyür, sizi rahatsız eder. Ve o susmak için o müthiş anı her zaman kolayca bulur: Söylemek üzere biriktirdiklerinizi unuttuğunuz o ‘müthiş’ anı bulur ve sizi korkunç bir sıkıntının kucağına atıverir. Evet. Ne söyleyecektim ben?
“Yahu bırakın şimdi adamların kibarlığını, kabalığını... Biz onu konuşmuyorduk ki!” “Evet, Amerikan Filmlerini konuşuyorduk.” “O zaman söyle bakalım: Bu filmler bu kadar kötüyse böylesine çok izleyiciyi nasıl toplayabiliyorlar peki? Bu bir arz-talep meselesi değil mi sence?” “Hayır, tabii ki! Bu arz-talep yalanını reddediyorum. Farkına var ya da varma, bizim herhangi bir şeyi talep etmemize olanak bile vermeyen bir arz bombardımanının etkisi altındayız. Psikolojik bir bombardıman.” “Yani kötü öyküleri iyiymiş gibi kabullendiğimizi mi iddia ediyorsun?” Psikoloji denince Leyla konuyu daha bir ilgiyle takibe alıyor. Her cümlemde ‘psikoloji’ mi demem gerekiyor yani? “Aşağı yukarı. Tıpkı güzellik yarışmaları hakkında konuştuklarımız gibi. Zamanın ruhu. Fatoş, elini vicdanına koy ve söyle: Aynı kalitede çekilse ve tanıtılsa ‘Hababam Sınıfı’ serisi karşısında ‘Polis Akademisi’ serisinin herhangi bir şansı olabilir miydi?” “Bu konuda haklısın bak. ‘Polis Akademisi’ni kimse ciddiye bile almazdı herhalde.” “Sadece sinema değil ki mevzu. Batı’nın tüm hikayeleri ortalamada tatsız-tuzsuzdur. Shakespeare’in Anthony ve Kleopatra’sını düşünün. Edebi dili kusursuz ama bana göre iki aristokratın, dünyayı yöneten iki kişinin aşkında hiçbir inandırıcılık, hiçbir çekicilik yok! Kleopatra’nın, ölümüne sebep olan yılanları getiren köylüye aşık olduğunu düşünsene bir de.” (10 ARALIK 1936: İngiltere Kralı VIII. Edward, halktan bir kadın olan dul bayan Wallis Simpson’a aşık oldu ve onun uğruna tahttan feragat etti.) “Doğu’nun hikayelerinde daha iyi olan ne peki?” “Batı’da, hikayenin merkezinde birey vardır. Oysa Doğu hikayelerinin merkezinde, sadece birey yönüyle değil tüm yönleriyle ‘insan’ vardır. Dostoyevski’nin ‘Kumarbaz’ını okuyun, ya da Gonçarov’un ‘Oblomov’unu. Bu eserlerdeki karakterler Batı’nın asla yaratamayacağı kadar gerçektirler.”
Konuşmanın bu en hararetli yerinde garip bir tedirginlik hissiyle sustuk. Evin içindeki hareketlenmeden, koridordaki telaşlı koşuşturmalardan, ve kulağımıza belli belirsiz gelen sokak kapısındaki konuşmalardan hemen sonra -yani biz daha meraklanmaya zaman bile bulamadan- Kaan kıpkırmızı bir suratla, burnundan soluyarak kapıyı açtı ve bana baktı: “Polis. Hep birlikte karakola gitmemiz gerekiyormuş. Şikayet... Gürültüden dolayı...” (13 HAZİRAN 1985: Polisin yetkilerini genişleten yasanın bazı maddeleri Meclis’ten geçti.)
Kaan henüz cümlesini bile tamamlayamamıştı ki birden gözlerimi bilinçsizce, tedirginlikle ve korumaya çalışırcasına Leyla’ya çeviriverdim. Elimde değil, ne yapayım? Ah, aşk!
:: geç kalımışım |
Gönderen: Kâmuran Esen / Bolu/Türkiye
|
31 Aralık 2004 |
|
| Merhaba Sevgili Anıl Gökpek,
Okumakta geç kaldığım içim üzgünüm.Belki birçok kişinin de gözünden kaçmıştır veya zaman problemi nedeniyle fazla kişi okumamıştır....Zevkle okudum.Duyarlılığını kutlarım.Naçizane bir öneri:Böylesine güzel yazının, daha çok kişi tarafından okunmasını sağlamak için, çok daha ilginç konu başlığı koyabilirdin.......Tebrik ederim...Sevgiyle kal....Kâmuran ESEN
|
:: etkileyici... |
Gönderen: aynur özbek uluç / İstanbul/Türkiye
|
9 Aralık 2004 |
|
| Sevgili Anıl...
Bilgisayardan uzun yazıları okumayı sevmiyorum. Gözlerim yanmaya başlıyor. Ama hiç ara vermeden sonuna dek okudum bu yazıyı...Nasıl ifade edeyim. Çok etkilendim. Var olan yerleşmiş pek çok duruma madalyonun öbür yüzünü gösteren örneklemelerin çok farklı bir pencere açıyor okuyucunun zihninde..Güzellik yarışmalarındaki dayatmalardan kömür (ekmek ) peşinde ölen insanlara kadar pek çok konuyu sırasıyla farkına varmadan sohbete yedirmen sayesinde sorgular buluyoruz kendimizi..Oldukça emek ve araştırma var hazırlanma safhasında belli ki yazının. Bu anlamda da seni tebrik ediyorum..Eınstein ve anlama teması örneğinde gülümsedim. Çok hoşuma gitti. Diğer örneklerse genelde acıttı çarpıcı ironisiyle..Kalp nakli yapılan hastanın umudunun yazıdaki kahramanın umuduna denk düşüşü ve sonra hazin son ikisinde de. Diyalektikde vardır ya her şey birbiriyle ilintilidir. Bazen benim de aklıma gelir konuşmalar sırasında ilgili anektodlar, o olayla ilgili farklı bilgiler, sözler.. Konuyla ilgisiz gibidir. İçinden düşünür geçersin. Kimselere diyemezsin. Konuyu dağıtırsın zaten desen; ne alaka gibidir. Oysa tam da damardan alakalıdır. İşte bunu hoş bir şekilde yazının verdiği olanaktan yararlanarak yapan ürünün bu anlamda da beni memnun etti. Duyarlı yüreğin , gördüklerini yansıtan kalemin dert görmesin..Sakın yazmaktan vazgeçme....sevgiler..aynur özbek uluç
|
|
Söyleyeceklerim var!
Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?
Yazıları
yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz
ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız,
yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.
Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.
|
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
|
Kayıp kuşak gerçek mi? Yoksa sadece bir efsaneden mi ibaret?
Etkilendiği Yazarlar:
Oğuz Atay, James Joyce, Sabahattin Ali
|
|
bu
yazının yer aldığı
kütüphaneler |
|
|
|