İnsan bir küçük dünyadır. (Mibres Kosmos) -Demokritos |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Hiç, yabancı ülkelerde bulundunuz mu bilmem. Mesela, İngiltere’de, Londra’da her adım başında bir ‘second hand’ görürsünüz. Yani, neredeyse ülke nüfusu ile doğru orantılı olarak, kişi başına bir ‘ikinci el’ dükkanı düşer. Açıkçası, ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Bu dükkanlarda deyim yerindeyse ‘yok, yoktu’. Kitaplar, CD’ler, kasetler, biblolar, oyuncaklar, kıyafetler, mobilyalar ve daha neler neler… Kıyafetlere gelince. Biz de öyle eskilerimizi alıp satma alışkanlığı yoktur. Biraz eskiyen kıyafetlerimiz oldu mu, kimseye reklam yapmadan ve karşımızdaki insanı kırmadan vermek istediğimiz kıyafeti yıkayıp, temizleyip, ütüledikten sonra sevecen bir dille veririz. Yani bu alan ve veren arasında masum bir ‘suç ortaklığı’ gibi bir şeydir. Bu bile, yüce gönüllü Türk Milletini diğer feodal uluslardan ayıran çok asil bir tavır değil mi? Biz satmayız, sevgiyle veririz. Çünkü, biz milletçe, vermenin yüceliğini ve olgunluğu genlerinde idrak etmiş çok özel bir ulusuz. Neyse, bu kadar milliyetçi propaganda yeter sanıyorum. Ben İzmir’de sahaflara dadanmış bir ‘kitap kurdu’ olarak, bu dükkanlarındaki sudan ucuz romanları, kitapları, CD’leri, kasetleri ve oyuncakları, porselen bibloları ve ıvır zıvırı görünce mal bulmuş mağribi gibi saldırdım. Şekerci dükkanına düşmüş ‘arsız çocuklar’ gibiydim. Tanrım, hele o rengarenk, kuşe baskı, orijinal, büyük ebatlarda kitaplar yok mu? Beni can evimden vurmuştu. Tolkein’ın, Star Wars’un orijinal takvimleri, yeni CD’ler, yağlı boya tablolar. Şu anda evimin duvarında asılı duran orijinal imzalı yağlıboya ‘Palyaçolar’ tablosu da bu ‘ikinci el’ dükkanlardan alınmıştır. Onun hikayesi de başka bir sefere. Evet, neler yok ki? Normal dükkanlarda 10 pound yada en az 20 pounda alabileceğiniz kitaplar, ikici el dükkanlarında 30 – 50 penny arası satılıyor. Üstelik yeni. 5 penny’e aldığım mükemmel bir romanı hala kütüphanemde saklıyorum. Arada bir semt kütüphaneleri de eski olduğunu düşündükleri ve elden çıkarmak istedikleri bu orijinal basım kitapları 5-10 penny’ye kütüphanenin girişinde bir sepete koyar ve satarlardı. Unutmadan orada yeni ve eski ama az kullanılmış çok iyi durumda olan eşyaların, ürünlerin bir arada satıldığını da hemen ekleyelim. Yeni ürünlerin, özellikle kitapların arkasında ki orijinal fiyat etiketlerini, alıcılar görsün de hemen satılsın diye özellikle saklı tutarlardı ve ben de hiç nazlanmadan hatta ikiletmeden kitabı alırdım. Uzun lafın kısası, aklı selimimi tümüyle yitirerek, kelimenin tam manasıyla görmemişler gibi kitaplara saldırdım. Korsan Flint’in hazinesine benzeyen bir hazine yaptıktan sonra yurda 1 ton kitap ve CD ile giriş yaptım. Lafı fazla uzatmadan, gelelim konumuza. İkinci el deyince, orada gördüğüm renkli kitapları ve ikinci el dükkanlarının nimetlerini, İkinci el stratejiler deyince de, Amerika’da hem de büyük ağabey Bush’un ülkesinde, denenmiş, hem de çok iyi sonuç alınmış işçi sendikalarının dillere destan ‘pasif direnişini’ anımsadım. Çok eğlenceli, kesinlikle çok komik (amiyane tabirle, okuyanları gülmekten ‘işeten’) ve çok düşündürücü direniş öyküleri. Kaymaklı ayva tatlısı tadındaki hikayelerden birkaç tanesini size hemen sıcak sıcak servis yapalım. İlk hikaye, Hava Alanı çalışanları ile ilgili. Klasik öykü, Hava Yolu çalışanları için işçi sendikası zam istiyor, Hava Yolu Şirketi istenen zammı çok bularak bir türlü ödemeye yanaşmıyor. İş son derece tatsız bir noktaya gelince, şu anda ismini anımsayamadığım çok zeki (Amerikalı olması imkansız, kesin İrlandalı filandır) bir adamın önerisi ile şimdiye kadar eşi benzer görülmemiş çok ‘şirin’ bir direnişe geçiyorlar. Eline mecmuasını alan sivil giyimli sendika üyeleri, tuvaletlere giriyor. Saatlerce tuvaletlerde oturuyor, dergilerini okuyor filan. Bu arada, tuvaletlerin kapısında uzayıp giden kuyruklar…. İşin püf noktası, kapının önünde uzun kuyrukları oluşturanlar yine sivil giyimli sendika üyeleri… Tuvaletten çıkan sırayı arkadaşına devrediyor. Bu arada olan, bizim gariban yolculara oluyor. Beklerken altına yapanlar mı ararsınız? Orasını burasını tutarak, twist yapar pozisyonlarda dolaşanlar mı? Çok sıkışmış bir yığın kızgın yolcunun müdüriyete şikayet yağdırdığını da eklemek gerekiyor. Greve filan gitmek yok, halay çekmek yok, grev gözcüsü yaftalarını taşıyıp bayrak misali reklam olmak yok, son derece de eğlenceli bir çözüm. Sonra, ne mi olmuş, ikinci gün Hava Yolu Şirketi pes ederek işçilerin istediği ücretleri ödeme kararı alınca iş tatlıya bağlanmış. Gelelim ikinci, cevizli kabak tatlımıza. Bol kremayla servise hazırdır, efendim. Şimdiden afiyet olsun. İkinci hikaye, çok uluslu, şu çok bilmiş Bankaların birinde geçiyor. Konu yine aynı. Banka Yönetimi istenen zammı vermiyor. Çözüm basit. Örgütledikleri 200 kadar sivil giyimli sendika üyesi ellerine aldıkları 10 ile 50 dolar bozukluklarla banka önünde sıraya girerek akşama kadar para çekme para yatırma gibi sıradan işlemler yaparak gerçek müşterilerin bankaya girmesini engeller. İşin püf noktası, hemen anladınız, birbirini tanımıyormuş gibi yapan bu insanların hepsi sendika üyesi. Banka açılmadan saatler önce bankanın önünde çok uzun bir kuyruk oluşturduklarını ve işini bitiren üyenin hemen tekrar kuyruğun sonuna geçerek akşama kadar kuyruğun hiç azalmadan uzadığını da hemen ekleyelim. Sendika üyelerinin zamanı bol. Dergisini, gazetesini okuyan kuyruktaki elemanlarımızın amacı zaten işi, bankayı bloke etmek. Bu arada, iki gün boyunca iş yapamaz hale getirilen Banka Yönetimi pes ederek sendikanın istediği zamlı ücretleri ödemeye karar verir. Bu hikayeleri çeşitlendirmek mümkün. Ama uzatmanın anlamı yok. İkinci el dedik, çünkü ‘denenmiş’. (Bu arada okuyucu fazladan benim Londra’daki ‘secon hand’ dükkanlar konusundaki maceralarımı da dinlemek zorunda kaldı ama, ne yapalım olacak artık o kadar değil mi?) Gelelim, bu stratejileri ‘sahiplerine’ iade etmeye. Bu arada ‘pasif’ kelimesine takılanlar için küçük bir pasaj geçmemiz gerekecek. Kaçış yok. Ne yazık ki ‘pasif direniş’ benim orijinal buluşum değil. Yani, patentini almak için ne yazık ki, çok geç kaldım. Bunu, yaklaşık bundan 80 yıl önce, kara kuru ama çok zeki bir Hintli avukat yapmıştı. Afrika’da, avukat olduğuna bakılmaksızın, birinci sınıf tren biletine rağmen işçi vagonuna atılınca, avukatımız kendisine yapılan haksızlığa isyan etmiş, bunu İngilizlere pahalıya ödetmişti... Bir Hintliye oturamayacağını bile bile, birinci sınıf tren bileti kakalayan İngilizlerin gülüşlerini kursaklarında bırakmıştı. Avukatın adı Mahatma Gandhi idi. Kraliçe Victoria’nın tacındaki inciye atfen ‘tacın incisi’ denilen Hindistan’ı özgürlüğüne kavuşturan kişi. Hem de örgütlediği ‘pasif direniş’ hareketi ile. Dillere destan ‘pasif direniş’ hikayelerini burada tekrar ve tekrar anlatmak çok abesle iştigal olacak. Bu nedenle, nacizane merak edenlere Mahatma Gandhi’nin hayatını okumalarını tavsiye etmekle yetineceğiz. Gelelim ‘yap bozumuzun’ parçalarını bir araya getirerek anlamlı bir tablo yapmaya.. Birincisi elimizde denemiş ve sınanmış, yani ikinci el stratejiler var. En önemlisi, öyle yer altı teşkilatı filan kurmadan, göğüs göğüse savaşlara girmeden, eğlenerek de yapılacak bir yöntem. Millet Çapında Bir Eğlence. Amerika’ dan, Hindistan’a uzanan renkli yolda, her renk ve kültüre ait bir o kadar eğlencelik ‘pasif direniş’ örnekleri… Gelelim bunların anlamlı birlikteliğine. Yani, oyunun kurallarını değiştirmeye, Çok bilmiş oyun kurucuları, ‘kendi silahları’ ile vurmaya. Oyun mu istiyorsunuz, alın size oyun. Hadi, oyunun adını koyalım. ‘Yerli Malı, Ulusal Bilincin Adı’ Beğenmeyenler için çok üzgünüm Sonuç olarak, bu her gün ‘aptal kutusunda’ tefrika edilen Brezilya Dizlerine benzemiyor. Eni konu ciddi stratejik bir oyunun neredeyse üyesi olmak üzeresiniz. Bakın aklınız hala nerelerde, Bu arada, içinizde Brezilya usulü, Aşk Dizilerinin tutkunları varsa biz onları hiç tutmayalım, Kalan sağlar bizimdir. Oyunun amacı karşı tarafı ‘kendi silahı’ ile vurmak. Ama bunu yaparken karşılarında hedef teşkil edecek kurum yada kuruluş göstermeden ‘bireysel davranmak’. Anlayacağınız bireysel takılacağız. İlk adım, oyuna katılanların ‘bireysel tercihlerinden’ geçiyor. Herkesin bir ürünü bir ay boyunca satın almadığını düşünün. Bakın neler oluyor. Bunun için, çok iyi organize olmuş, inanmış, çok sayıda insana ihtiyaç var. Grip salgını gibi tüm topluma saracak bu akımda , Müthiş bir toplumsal dayanışmaya, Sabra, İnada. Ve kazanacağımıza karşı olan ihtirasla ve tutkuyla asla vazgeçmeden BAŞARACAĞIMIZA tüm varlığımız ile İNANMAYA ihtiyacımız var. Biz de bunların hepsi var. Olmasa, İstiklal Savaşı’nı nasıl kazanırdık? Yani hem iş, hem eğlence. Ne diyelim bundan iyisi ‘Şam da kayısı’. Bilmem hatırlar mısınız? Bir zamanlar, bu güzelim ülkede, ilkokullarda ‘yerli malı’ kullanmanın bilincini geliştirmek için düzenlenen ‘yerli malı haftası’ vardı. Taze kafalara, ‘ulusal bilincin’ temel taşlarından birisinin de ‘ulusal ekonomik politikalardan’ geçtiğini anlatmanın en pratik yoluydu... Hala yapılıyor mu bilmiyorum ama özelleştirmenin rüzgarına kapılan ve yükselen değerlerin cilalı imajlarının çok sattığı bir ülkede, çoktan tarihe karıştığına inanıyorum. Neyse, yerli malı kutlamalarının yapılacağı haftayı dört gözle beklerdik. O zamanlar, çok sade bir ülke olmamıza rağmen şükürler olsun hiç kimse açlık sınırında değildi ve herkes evinden kararlama bir şeyler getirebiliyordu. Üç gün önceden isim isim yoklama yapılarak sınıftaki öğrencilerin tek tek neler getireceği, sınıfta yapılan uzun müzakereler sonucunda belirlenir, ona göre hazırlıklar yapılırdı. İçecek olarak meyve suyu yada evde yapılan limonatalar getirirdik. Öyle, Coca Cola getirme densizlikleri henüz başlamamıştı. Zaten isteklisi de yoktu. Hatta aklımızın ucundan böyle saçma şeyler istemek gelmezdi. Sulu sulu portakalları yemek varken, Coca Cola denilen o acımsı şeyi içmekte neyin nesiydi acep? Yerli malı haftasının olduğu gün, sınıftaki bütün sıralar birleştirilir. Sınıf, renkli kağıttan kurdeleler ile süslenir, her taraf yerler, kara tahta, sıraların üzeri bir güzel silinir, süpürülür, gerçek bir bayram havası yaşanırdı. Hatta temizlik için evden özel toz bezleri bile getirilirdi. Biliyorum, çünkü evden getirdiğim toz bezi ile sıraların üzerini silmiştim. Birleştirilen sıraların üzerine evden getirdiğimiz, annelerimizin yaptığı börekler, çörekler, kekler, çerezler, meyveler, içecekler yerleştirilirdi. Yerli malı haftası ile ilgili öğrendiğimiz şarkılar bir ağızdan söylerdik.. Bu arada ‘çaktırmadan’ bize yerli malı haftası ile ilgili olarak yaptığımız araştırmalar anlattırılırdı. Çaktırmadan diyorum. Çünkü, bize mükemmel bir yöntemle çok harika bilgiler verdiklerinin ‘önemini’ ancak şimdi, bugün kavrayabiliyorum. ‘Ulusal bilincimizi’ oluşturmaya çalıştıklarını şimdi anlayabiliyorum. Anlatılanlar öyle ders gibi değildi. Mesela, bu portakal hangi yöreden gelir? Ege bölgesinde hangi sebze ve meyveler yetişir? Hangi yöreler, hangi sebze ve meyveleri ile ünlüdür? Nedeni, ılıman iklimi, alüvyonlu toprak yapısının yetişen ürüne kattığı lezzet gibi konular sohbet havasında gülerek, yiyerek, şakalaşarak anlatılırdı. Hayal filan değil, bunlar gerçek. Bu satırı yazan kişi tarafından, çocukluğunda yaşamış olduğu mutlu anılardan biri olarak kalacak. Sırf eğlence olsun diye mi o kadar zahmete girişiyorduk? Hepimiz, topu topu 8-9 yaşında filandık ve henüz Sümerbank basmasından ‘nefret’ edecek kadar ‘züppe’ değildik. Henüz Türk Mallarını ‘aşağılamayı’ öğrenmemiştik. Ben ve ailem Alsancak, Tariş tesislerinin yakınında bulunan Sümerbank Satış Mağazasından kapanana kadar alış veriş ettik. Sümerbank’tan aldığım kıyafetlerle, Ankara’ya üniversiteye gittiğimde hava bile atmıştım. Ne zaman bozulduk? Kendi ürettiğimiz mallara ‘tiksinircesine’ bakmayı ne zaman öğrendik? Neden ilk önce ‘yerli malı haftalarını’ kaldırdık? Sümerbank ve diğer devlet kuruluşlarını ne zamandan beri sırtımızda bir ‘kambur’ gibi görmeye başladık? ‘Ver, kurtul’ modası ne zaman çıktı? Şimdi, yabancı sermayenin egemen olduğu ekonomimiz ile 1919 yılının şartlarına geri döndüğümüze göre, Bir şeyler yapma zamanı gelmiş demektir. Bir TÜRK olarak kabul etmek gerekir ki, Mustafa Kemal Paşa’nın Gençliğe Hitabesinde işaret ettiği şartlardan biri maalesef GERÇEKLEŞMİŞTİR. Yani ulusal ekonomimiz artık resmen yabancıların eline geçmiştir! Sakın bana, ‘modern ekonomik program’, ‘küreselleşme’ ve ‘yeni dünya düzeni’ martavallarını okumaya kalkmayın. Onlar, olsa olsa emperyalizm ve kapitalizmin, Son moda giyinmiş ‘houte coture’ versiyonları olabilir. O kadar. Zaten burada, yukarda saydığım şeylere karşı koymak amacıyla bir takım stratejiler geliştirmeye çalışıyoruz. Mesela, ‘uygarlık tanımını’ kimselere bırakmayan Amerika ve Avrupa ülkelerinin ekonomik programlarına bir bakın, inceleyin ve kendinize bir takım sorular sorun. Sakın onlara sormaya kalkmayın sonra size ‘terörist’ derler. Hadi, olayı en basit tarzı ile ele alalım. Bu ülkelere, mesela Türkiye, ürettiği tekstil ürünlerini Amerika’da istediği kadar satabiliyor mu? Hadi canım sizde, adam hiç öyle şeye izin verir mi? Çünkü, ULUSAL EKONOMİSİNİ KORUMAK AMACIYLA KOTA UYGULUYOR. Peki bunu biz neden yapamıyoruz? Yani kendi ülkemizde, ürettiğimiz malları korumak amacıyla yabancı ürünlere kota uygulayamıyoruz? Eveeeet, kafamız çalışmaya başladı, zihnimiz açıldı. Büyükannemin deyimiyle ‘ayaklarımız suya’ erdi. Amerika’ya ürün satmaktan bahsediyorduk değil mi? Yani, ‘deveye hendek atlatmaktan’, Satmak istediğiniz ürün ilk önce izine tabii, Sonra sadece belli sayılarda, o da izin verildiği kadarını satabiliyorsunuz. Gelelim bize, kibar deyimle, Amerika’nın Son Eyaleti Türkiye’ye yada açıkçası Amerikanın Sömürgesi Türkiye’ye, Amerika istediği ürünü istediği kadar satabiliyor. Hem de gümrük vergisi ödemeden, Hatta o kadar yüzsüzler ki, Bu malı siz üretmeyin, bizden ‘satın alın’ diyebiliyorlar. Meraklılarına ‘net’ bir yüzsüzlük örneği verelim hemen. Mesela büyük bir fütursuzlukla, utanmadan, arlanmadan, Türk tütün üreticisinin ürettiği yüksek kalitesi ile dünyaca kabul edilen Türk tütünü için, ‘Tütününüzü işleyerek, Türk Sigarası olarak satmayın, O tütünü ucuz fiyata biz alalım, Amerikan Sigarası olarak işledikten sonra , size ‘kakalarız’’ diyebiliyorlar. Tabii bunu, şu anda benim söylediğim tarzda sokak diliyle, Neredeyse ‘kör gözün parmağına ’ tarzında söylemiyorlar. Son derecede stratejik ve anlaşılması zor bir teknik dil ile kaleme alınan, bir takım ekonomik programlar hazırlıyorlar. Bizim ‘medine dilencileri’, Bush Amcalarından para dilenmeye gidince de burnumuza dayıyorlar. Yani ‘bunu’ vermek için bile lütfedip yerlerinden kıpırdamalarına gerek yok. Zaten biz ‘gönüllü olarak’ onların ayaklarına tıpış tıpış gidiyoruz. Üstelik onların ‘ayağına gideceğimizi’ ve buna ‘mecbur’ olduğumuzu da gayet iyi biliyorlar. Ve bunu bilmenin verdiği özgüvenle, ‘kedi fare oyununu’ bandıra bandıra oynuyorlar. Yani rezaletin son perdesi. İlk önce başarısız ‘ekonomik politikalarımız’ nedeniyle Bush amcamızdan bir ‘zılgıt’ yiyoruz. Sonra da onların deyimiyle ‘acı ilacı içiyoruz’. Bırakın ‘satır aralarında’ bize dayatılanları okumayı, düz cümle olarak bile doğru dürüst ne anlama geldiğini kavrayamadığımız metinlere, ‘Büyük Beyaz Efendi’ doğru düşünmüştür mantığı ile ‘Eveti’ basıyoruz. Sahi, biz bu ‘acı ilaçları’ neden içmek zorundayız? İçme kardeşim. Senin ‘hayır’ demek gibi bir alternatifin var. Özgürlüğünü kullan ‘hayır’ de. Hayır! demenin doyumsuz zevkini yaşa. Bak ne kadar ‘hafifleyeceksin’. Ama kazın ayağı öyle değil. Tabii, Sömürgeliğin başında bulunan Sömürge Valisi Tayip ‘Emrin olur ağam, hay hay’ diyor. Bilmem anlatabildim mi? Artık bir olay daha basite indirgenerek nasıl anlatılır bilemiyorum Bu, içinde bulunduğumuz duruma da, Ulusal Ekonomide, 1919 Yılı Şartlarına Geri Dönmek Denir. Yani başladığımız noktaya geri döndük. Sayın Atilla İlhan, 6 Şubat 2004 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı yazıda, ‘Biz İstiklal Savaşını, 1919 Yılının Ekonomik Şartlarına Geri Dönmek İçin mi Yaptık?’ diye soruyordu. Sahi, unutmuşum biz o savaşı niye yapmıştık? Hatırlayanınız var mı? Zibidi Bush, babasının çiftliği gibi emirler yağdırsın diye mi? Nerede kaldı Ulusal Bilinç? Nerede kaldı Bağımsızlık? Nerde kaldı Milli Onur, Haysiyet? Utanmayı iyice bir kenara bıraktık artık. İçimizdeki bazı ‘kaz kafalılar’ anlamak istemiyor olabilirler, O yüzden bir kez daha kafalarına vura vura tekrarlayalım ULUSAL BİLİNÇ; ULUSAL EKONOMİLERDEN GEÇER. Bu arada, Amerika’nın Sömürgesi Türkiye’de yaşamaktan bıkanları biz hiç tutmayalım Bunca lafı oyuna neden ‘gereksinim’ duyduğumuzu anlatmak için yaptık. İşin özü, ‘Sen misin benim ekonomimi baltalayan, yerli malı ürünlerini kendi vatanımda ‘SATTIRMAYAN’. Ben de senin yabancı menşeili mallarını, Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde SATTIRMAM olur, biter. Bak, nasıl oluyormuş, gör Demekten geçiyor... Nasıl mı? İlk önce, elimizde yerli üretim olan markaları saptamak. Nasıl olacak bu iş? Gayet basit. Marketlerde alış veriş ederken, almayı düşündüğünüz ürünün mutlaka künyesine bakıyorsunuz. Künyede yazılı olan TÜRK MALI ibaresini arıyor ve buluyorsunuz. Ve oyunun en heyecanlı anı, (dıdı, dıdıııııııııııın, heyecanlı anların efekt müziği eşliğinde) KİŞİSEL TERCİHİNİZİ TÜRK MALINDAN YANA KULLANIYORSUNUZ. Tanrım, çok heyecanlı. Ve de çok eğlenceli. Değil mi? Kusura bakmayın ama sahiden çok tuhafsınız. Hayal gücünüze ne oldu? Bir tek kendiniz düşünmeyin. Vizyonunuzu genişletin. Hiç tanımadığınız Ayşe Teyze Adana’da aynı şeyi yaparken, Mehmet Amca, Trabzon’un bir ilçesinde aynı işlemi tekrarlıyor. Fatma Teyze ise Van’da. Ve geri kalan 50 milyon insan… (Arada fire verecekleri de hesaba katın) Bazıları oyuna katılmak istemeyebilir. Çok önemli bir hatırlatma yapalım. Örgüt kurmuyoruz. Dernek kurmuyoruz. Sokaklara dökülüp, salkım saçak yürümüyoruz. Güvenlik kuvvetlerini karşımıza almıyoruz. Kesinlikle ve kesinlikle yasalara karşı gelmiyoruz. Her şey alabildiğine yasal. Sadece Bireysel Takılıyoruz. İşin sırrı, bireysel takılan 50 Milyon insandan geçiyor. Eskiden Türk Toplumunda ‘imece’ diye bir şey vardı. Bu, onun eğlenceli şekli oluyor. SADECE VE SADECE ÖZGÜR, KİŞİSEL TERCİHLERİMİZİ KULLANIYORUZ. Havalı havalı gittiğimiz marketlerde, Havalı havalı sepetlerimizi dolduruyoruz Ama sadece Türk Malları ile. Hedefimiz, Yerli malı ürünleri almaya özen göstermek Ve yakınlarımızı bu markalardan alış veriş yapmaya teşvik etmek. Mesela ‘Sümerbank’ı yeniden keşfetmek gibi. Maceracı ruhunuza ne oldu? En son ne zaman Sümerbank’ın kapısından girmiştiniz? Yabancı ürünlere, eğlenceli bir ‘ambargo’ koymak. Mesela, Mc Donalds’da yemek yeme. Bundan 20 yıl önce Mc Donalds mı vardı? Yoo, Türk Mutfağını yansıtan ‘aslanlar’ gibi esnaf lokantalarımız, dürümcülerimiz, gözlemecilerimiz, kebapçılarımız vardı.. Say say bitmez. Hala varlar… Sadece, sizlerin lütfen bir zahmet ‘keşfetmenizi’ bekliyorlar. Burger King’den, Pizza Hut’dan, Mc Donalds’dan uzak dur. Milletine hizmet et. Popomuza giydiğimiz jean yabancı olmayıversin, incilerimiz dökülmez. Yerli malı jeanleri dünya giyiyor. Biz, niye giymeyelim? Tabii ki bir çok ‘aklı evvel’ dünya giyiyorsa, bir hikmeti vardır diye giyecek ya, neyse! Yabancı markalardan Mark and Spancer’dan Laura Ashley’den almayıverin, bırakın İngiliz züppeler alsın. Bir ay Coca Cola içmeyin bakın neler oluyor??? ( ‘Ben Cola bağımlısıyım. İçmeden duramam’ diyorsanız. Kolayı var. Türk Şirketlerinin ürettiği Colaları tercih edebilirsiniz. Hem tatları da hiç fena değil. Bizzat tarafımızdan denenmiştir efendim.) Sahi, portakal suyuna ne oldu? Gelelim işin can alıcı noktasına, Bu işi nasıl organize edeceğiz? Bir internet gibi bir nimetimiz var, öyleyse kullanacağız. Başlangıçta, Yeşil Barış ‘Green Peace’ örgütü ile herkes dalga geçiyordu. Şimdi adamlardan kaçak avlanan balina avcısı Japonlar bile korkuyor… Gerisini siz düşünün. Eğlenceli ‘şehir efsaneleri’ yayacağız. Mesela, ‘Feşmekan’da bütün etlerde domuz ve domuz yağı var’ gibi. ‘‘Deli dana’ hastalığını taşıyan bütün biftekler Filanca tarafından alındı’ gibi. Elinize renkli spreyleri alın. Yaratıcılığınızı konuşturun. Şehir duvarlarını özgün ‘Grafitileriniz’ ile süsleyin. Biliyorsunuz, Grafitti artık ‘uygar batı ülkelerinde’ bir ‘sanat’ olarak kabul ediliyor. Siz de alt tarafı gece çalışan ‘sanatçılar’ olacaksınız. Beyoğlu’nun Taksim’in duvarlarını süslemeye ne dersiniz? Bu arada internette dolaşan maillerden. İstenmeyen mailler, hep reklam şirketlerinden, porno sitelerden yada virüslü maillerden gelmez ya. Şimdi sıra, ‘Yerli Malı Koruma Örgütünden’ gelen maillerde. Yüz binlerce mail. Zincirleme uzayıp giden mailler. Üstelik virüslü değil, bir şey satmıyor ve ahlaka mugayir değil. Gönderen adreslerin belli olmaması için iyi örgütlenmiş ‘vatanperver bilgisayar korsanlarına’ acilen ihtiyacımız olacak. Nasıl porno sitelerinde, alıcı kaynağını saptamak mümkün değilse, Bizim mail adresimize de ulaşamamaları lazım. Bilgisayar desteğini sağlamalıyız. İşin bir de tiyatro yönü var.. Amerika’da çok sık uygulanır, çok pis bir numaradır ama işe yarar. Hikaye bu ya, medyayı ayağa kaldıracak biçimde yediğimiz burgerlerle yada pizzalarla zehirlendiğimizi ve hastaneye kaldırıldığımızı farz edelim. Mesela, Feşmekan’da yediği ‘bayat tavuktan’ zehirlendi. Allayıp pulladın mı, çok şık bir başlık olur. Medya bayılır böyle şeylere… Tabii ki bir yada iki haberden bahsetmiyorum. Sağanak gibi yağan ve bir süre sonra millete ‘ne oluyor yaaaaaav?’ dedirtecek bir süreklilikten bahsediyorum. Uzun vadeye yayılacak, sürekli ve bir çığ gibi büyüyecek bir hareketten. Sonra, kalabalıklarda dağıtılacak el ilanları…. Yer altı gazetemiz ‘fanzin’i çıkarma zamanı geldi de geçiyor bile. Sıkıntılı hayatımıza heyecan verir fena mı? Hayatınıza ve yüzünüze renk gelir. Daha ne istiyorsunuz? Hayatımız, bir anlam kazanmış olur. Öğrencilerden faydalanmak, Genç nesiller her zaman yeni çıkan modalara bayılır, Hem de, militan bir ruh taşıyorsa ‘yeme de yanında yat’. YANİ MİLLET ÇAPINDA BİR EĞLENCE… Daha düzinelerce kopyalama yöntemi ile alacağımız ‘pasif direniş’ hikayesi var. Yaratıcı ol, bu yazıyı okuyunca bir ‘pasif direniş’ hikayesi de sen yaz. Kendi ‘pasif direniş’ hikayeni bul ve uygula. Her seferinde bir tanesini denesek, Türk ekonomisini parsellemeye ve egemen olmaya çalışan yabancı sermaye kaçacak yer arar. Mesela, söz meclisten dışarı, bir takım Üniversite Hocalarımız ve Profesörlerimiz alınmasınlar ama çeşitli vesilelerle çağrıldıkları yerlerde ‘Yerli malı ürünlerin kullanımı hakkında bilgilendiren, teşvik eden ve yerli mallı ürünlerin dış pazarlara, dünya pazarlarına açılmasını ve ihracatın teşvik edilmesini’ konu alan konferanslar verseler ne güzel olur değil mi? Mesela, bize ‘dayatılan’ ekonomik programların ‘satır aralarını’ sokak diline tercüme edecek açıklayıcı ve bilgilendiren bir konferans kamuoyunun ne kadar çok ilgisini çeker düşünebiliyor musunuz? Deneyin ve görün. Sonuca siz de şaşıracaksınız. Sadece üniversitelerde değil, mesela en önemli yerlerde, Ticaret odalarında , kamu kurum ve kuruluşlarında, çeşitli yerli firmaların katılacağı fuarlarda. Özellikle, Fuarlarda. Yerli üretim yapan firmaların temsilcileri, bu tip konuşmalara bayılırlar. Bu tip görüşler için hep üniversitelerden hocaların konuşması istenir. Alın size ‘akademik yaklaşım’ Hep elimizde spreyler, şehir duvarlarını ‘sanatsal yapıtlarımızla’ süslemeyeceğiz ya. Toplumun her kesiminden gelen bireyler, üzerine düşecek görevi yapacaklar. Öğrenciler, üniversite hocaları, bilgisayar canavarları, gazeteciler, çeşitli dergilere yazılar ve makaleler gönderecek olan naciz kulunuz. Yazarlar, sanatçılar, ev kadınları, harçlıkları ile coca cola yerine portakal suyu alacak olan çocuklar… O çocuklara, bu ‘bilinci’ verecek olan ‘Anneler’. Her ‘anne’, çocuğuna bu bilinci aşılasa yeter. Bu oyunda, ‘annelere’ çok iş düşüyor. Gelecek on yıl içinde, Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında, egemen olmaya ve yerli malı ‘sattırtmayan’ kabadayı yabancı sermaye arkasına bakmadan gider. ‘Geldikleri gibi giderler’ demişti Sarı Paşa, Pera Palas’dan bakarken, işgal zırhlılarına karşı… Hayal değil, hiç değil. İstiklal Harbine başlarken hayalperest kalpaklılar demişlerdi. ‘Takılmışlar bir Sarı Paşa’nın ardına güya vatan kurtaracaklarmış’ diyenlerin elleri böğürlerinde kaldı. Hayır, hayal filan değil. BİZ İSTİKLAL HARBİNİ, 1919 YILININ EKONOMİK ŞARTLARINA GERİ DÖNMEK İÇİN YAPMADIK. Bu bir savaş. Başlamak için bir kişi bile yeter. Yeter ki yüreğinle, beyninle inan. Ve savaşa katılmak için yabancı markaları ve ürünlerini boykot etmekle başla. Yabancı ürün satın alma ve aldırtma.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |