Bulanmadan ve donmadan akmak ne hoştur. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Bütün bilimkurgu öyküler bilimdışıdır. Çünkü onlar bilim ve kurgudan oluşur. O yüzden böyle öykülerde bilime harfi harfine uymak gibi bir zorunluluk yoktur. Ben de bu öyküyü yazarken her zaman olduğu gibi rahat davranmaya çalıştım. Siz de o gözle bakarak, okuyarak değerlendirin lütfen. Öyküde geçen olayların doğruluğunu kanıtlayacak bilimsel hiçbir temel yok. Olaylar her öyküde olduğu gibi ortada dolaşan söylentilere ve hayal gücüne dayanmakta. İnsanın keşke öyle olsaydı gibisinden bir fantezisinin gerçekmiş gibi anlatılmasından baka bir şey değil bu öykü. Ancak bugüne kadar yaşadıklarımızı biraz anımsatıyor gibi sanki... Bununla birlikte bu öyküyü okuyan kişilerin içinde bir “acaba?” duygusu uyanabilir. Geçmişte dünyada uzay yolculukları yapabilecek kadar gelişmiş bir uygarlık var mıydı? Tarih tekerrürden mi ibarettir? Yaşamakta olduğumuz ve yaşayacağımız olaylar acaba daha önce yaşanmış mıydı? Olabilir mi böyle bir şey? O “acaba?” nın doğru olup olmadığını belki hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz, hiçbir zaman emin olamayacağız. Belki de biz yaşarken anlaşılacak. Doğruysa eğer, (çok az da olsa bir doğru olma olasılığı var) yaşantımıza ve dünyamıza daha farklı bakacağız. Doğru değilse, -ki şimdiki düşüncemiz odur- bir kaybımız yok. Öykü için “Yalnızca bir fantezi idi “ der geçeriz, olur biter. ... Uzayda bir yerde Çok, çok eski zamanlarda, evrenin bulunduğumuz bölgesinde yaşlı ve büyük bir yıldız vardı. Evrendeki diğer yıldızlar gibi yaşantısını sürdürüyordu. Büyük yıldızların ömrü kısa olur. Bu bölgede uzun süredir her şey durağanmış gibi görünürken, yaşlı yıldızda bir değişiklik, bir kıpırdanma başladı. Sanki yıldızın bulunduğu yer artık kendisine dar geliyordu. Yıldız, başı istemeden derde giren birinin ya da son cinsel deneyimini yaşayacak ve sabaha sağ çıkmayacak bir adamın kalbi gibi küt küt atıyordu. Yıldızın içinde dengede duran güçler kontrolden çıkmak üzereydi. Güçlerin bir kısmı dışarı gitmek isterken, bir kısmı küçülmek istiyordu. Savaşı dışarıya gitmek isteyen güç kazandı. İki güç arasındaki denge bozulunca ani bir patlama ile yaşlı yıldız milyonlarca kilometre uzaklara saçıldı. Darmadağın oldu yıldız. (Bu olayı, en yakınındaki komşu yıldızda yaşayanlar olsaydı 4 ışık yılı sonra, bir uzay ışık gösterisi olarak heyecanla izleyeceklerdi.) Alev alev yanan gazlar, yıldız sağlamken ortasında duran ağır madenler her yeri kapladı. Ancak dağılan maddelerin bir bölümü daha sonra gene kendi çekim güçlerine dayanamayarak yeniden bir araya geldiler. Bir süre sonra eski yıldızın mirası üzerinde yeni bir yıldız oluştu. Eski yıldızdan kopup yeni yıldıza katılmayan parçalar, onun çevresinde dönerek disk biçiminde gaz ve toz bulutlarını oluşturdu. Zamanla bunlar da toplaşarak gezegenlere, yıldız kadar büyük olmasa da çekim odaklarına dönüştüler. Uzayda bu yıldız gibi dağılmış ve parçaları çevrede uçuşan sayısız yıldız ve gezegen vardı. Onların parçaları da bu gezegenlerin üzerine düştüler. Parçaların bazılarının içlerinde, her türlü kötü şarta rağmen sağ kalmayı başarmış canlı organizmalar vardı. Oluşan gezegenlerin birinde ise canlıların yaşayıp gelişebileceği uygun bir ortam vardı. Öyle de oldu; uygun bir zamanda o gezegene düşen canlı organizmalar ortamdan yararlanarak yaşamaya ve çeşitlenmeye başladılar. Canlıların içinden akıllı canlıların sivrilebilmesi için tam 4 milyar 350 milyon yıl geçmesi gerekti. Çok sonra bu canlılar yaşadıkları gezegene Dünya, yıldızlarına Güneş diyecekler, oluşan diğer gezegenlere de değişik isimler verecekler, kendilerine de insan diyeceklerdi. Günümüzden 245 milyon yıl önceydi. İnsanlar henüz çok ilkel bir yaşam sürüyordu. Uzayın varlığından habersizdiler ve neyin üzerinde yaşadıklarını da bilmiyorlardı. Öykümüz o zamanda başlıyor. ... Devletin doğuşu Ormanın başladığı alandan biraz ötede bir şempanze, uzun otların arasında kah iki, kah dört ayağının üzerinde ormana doğru kaçıyordu. Bir an durdu, arkasına baktı, evet, hiç şüphe yok, geliyorlardı. Aynı yönde koşmaya devam etti. İki ayaklılar... Kendisinden en az üç kez daha iri cüsseli, koşarken bile ön ayaklarını kullanmaya gerek duymayan iki ayaklılar, fazla acele etmeden ona doğru yaklaşıyorlardı. Şempanze ormana varır varmaz bir çırpıda önüne çıkan ilk ağaca tırmandı. Daldan dala atlayarak ormanın içine doğru kaçmaya devam etti. Kendisini emniyette hissettiği yerde durup yeniden geldiği yöne baktı. İki ayaklılar yürümeye devam ediyorlardı. Şempanze saymasını bilmiyordu ama adamlar üç kişiydiler. Hepsi de ellerinde büyük taşlar tutuyorlardı. Ormana ulaştıklarında ortada yürüyeni diğerlerinden sağa ve sola gitmelerini istedi. Adamlar biraz açıldıktan sonra ağaçların dibinde yere çöküp kendilerini gizlediler. Saçı sakalı ağarmış, kendisinin de bilmediği uzun bir süredir ağacın dibinde kıpırdamadan durmaya devam eden yaşlı adamın çıplak dizleri iki büklüm durmaktan önce biraz ağrımış sonra uyuşmuştu. Nefesini bile kontrollü olarak alıp veriyor çıt çıkarmamaya çalışıyordu. Diğer ağaçların dibinde aynı biçimde duran adamlar muhtemelen oğlu olabilecek yaşta gençlerdi. Biri olgun, ikisi genç üç yetişkin adam ağaçların dibinde bir üçgen oluşturmuş, bekliyorlardı. Kıçı kırık şempanze umurlarında değildi. Etine dolgun bir hayvanı tuzağa düşürmek niyetindeydiler. Şempanze onların ne yapmak istediklerini anlamıştı. Bu adamlar bir yakalasalar benzerliğe filan bakmaz onu da yerlerdi. Uzun bir süre sonra yaşlı adam bekledikleri avın, bir ceylanın yaklaşmakta olduğunu gördü. Son zamanlarda ceylanların doğal düşmanları, et yiyen hayvanlara ek olarak iki ayaklı yeni bir düşman daha türemişti. Bu düşman yakın zaman kadar bitkilerle beslenirken ne olduysa aniden et yeme alışkanlığı edinmişti. Ceylan ve şempanze bunun neden böyle olduğunu bilmiyorlardı. Bildikleri tek şey onların da artık yırtıcı hayvanlar gibi kötü niyetli olduğu idi. Sanki yiyecek başka şey yokmuş gibi yürümek, koşmak için kullandıkları bacaklarını yemek istiyorlardı. Tuzaktan habersiz ceylan havayı koklayarak ve gene de ürkek hareketlerle üçgenin ortasına girdi. Bir şeylerden şüpheleniyordu ama tam olarak anlayamıyordu. Anladığında ise onun için artık çok geç olmuştu. Aniden ceylanın en yakınındaki adam elinde taşla, nara atarak yerinden fırladı, ceylanın üzerine doğru hamle yaptı. Şempanze de bir çığlık attı. Adamı gören ceylan düşünmeksizin tam ters yöne doğru kaçmaya başladı. Adam ceylanı yakalayamadı ama fırlattığı taş ceylanın kalça kemiğine geldi. Hayvan sendeledi. Kaçtığı yönde biri daha vardı. Neredeyse adamın kucağına düşmüştü. O da hemen oturduğu yerden doğruldu ve taşını ceylanın başına indirdi. Ceylan yere yıkıldı, toparlanır gibi oldu ama genç adam üstüne atladı. Onu boynundan yakalamaya çalışıyordu. Ceylanla adam yerde boğuşurlarken diğerleri yetiştiler. Üçü birden taşlarla kafasına vura vura ceylanı öldürdüler. Hayvan yerde hareketsiz kalmıştı. Artık bir canlı değil, biçimi ceylana benzeyen karın doyuracak bir et yığını idi. Adamlar işlerini bitirdiklerinde nefes nefese kalmışlardı. Yere oturdular, gülmeye başladılar. Mücadele sırasında aldıkları ufak tefek yaralara aldırmıyorlardı. Avlarının başında birlikte bir zafer çığlığı attıktan sonra hayvanı yüklenip o gün de kendilerinin, karılarının ve çocuklarının karınlarının doyacağını bilme mutluluğu ile kamplarına doğru yola çıktılar. Şempanze çığlık çığlığa tepeden olan biteni izlemişti. Olduğu yerde zıplıyor, korkusundan titriyordu. İki ayaklıların gittiğini görünce rahat bir nefes aldı. Gördükleri onu germişti. O da açlık hissetti. Kayarak ağaçtan aşağı indi. Gitti, ormanın dışında tek başına yetişmiş bir meyve ağacına çıktı. Ağaçtaki yetişmiş meyveleri kokladı. Beğenmedi. Henüz tam olgunlaşmamışlardı. Onları koparmadı; daha sonra yemek üzere dalında bıraktı. Karnını doyurmak için başka bir çözüm bulmalıydı. Yeniden aşağı indi. Çevresine bakındı ve çözümü buldu. Yerden uzun, düzgün bir ot kopardı. Onu küçük yapraklarından, dallarından temizledi. İnce kabuğunu soydu. Temiz bir çöp haline getirdi. Şimdi iş bir karınca yuvası bulmaya kalmıştı. Onu da buldu. Hazırladığı çöpü o şekilde gözüne kestirdiği yuvanın ağzından içeriye soktu. Çöpü dışarıya çıkardığında üzerinde çöpe tutunmuş karıncalar görünüyordu. Çöpü dikkatle ağzına götürüp dili ve dudaklarıyla üzerindeki karıncaları sıyırdı. Biraz çiğnedikten sonra afiyetle midesine indirdi. Sonra aynı şeyi bir daha yapıyordu ki yanında küçük bir karaltı belirdi. Bu, şempanzenin dişisi idi. Elinde düzgün soyulmuş bir çöp tutuyordu ve büyük bir olasılıkla gülümsüyordu. İki şempanze hava kararana kadar karınca yuvasına çöplerini daldırarak karınlarını bir güzel doyurdular. Karıncalar çok lezzetliydiler. ... Üç yetişkin adam avladıkları avla birlikte kamplarına ulaştıklarında karıları ve çocukları tarafından sevinç gösterileriyle karşılandılar. Nasıl sevinmesinler, belki bir aydan uzun bir süredir boğazlarından et geçmemişti. Bu etle uzun süre karınları tok olarak yaşayacaklardı. Çocuklar babalarından çok şey öğrenmişler, birlikte ava çıkmışlar, zor şartlar altında bazıları yaşamını yitirmiş, bazıları sağ kalmayı başarmıştı. Yetişkin adamın sağ kalan erkek çocukları büyüdüklerinde babalarından ayrılmamışlar, avlara birlikte çıkmaya devam etmişlerdi. Ayrılsalardı hayatta kalma şansları şimdikinden az olurdu. Çocuklar büyüdüklerinde ve akılları ermeğe başladığında aynı zamanda paylaşmayı da öğrenmişlerdi. İtişip kakışmak yerine adil bir paylaşım yaptıklarında ikisi de karlı oluyordu. Üç ailelik topluluğun zamanla nüfusu arttı. Bu yolla topluluğa yeni aileler katıldı. Bir arada yaşayan aileler eskisine göre ister istemez farklı bir yapı içine girmişti. Birlikte yaşamaları onlar için iyi idi. Ancak bu durum yeni ve başka sorunlara neden oluyordu. Aileler arasındaki sorunların çözümünü yaşı en büyük olan kişi, yani baba veya büyükbaba (belki de babaanne) sağlıyordu. En büyük sorun elde edilen yiyeceğin paylaşım sorunu idi; özellikle az olduğu zamanlar... Bu gibi durumlarda yaşlı başkan mümkün olduğunca adil olmaya çalışırdı. Ne de olsa iki taraf da kendi kanından geliyordu. Kampını bir dere kenarına kurmuş küçük topluluğun mutluluğu çok sürmedi. O sene ilkbaharda çok az yağmur yağmıştı. Yükseklerden gelen kar suları bitkilerin gelişmesi için yetersiz kalmıştı. Bu yüzden otçul hayvanların çoğu ya ölmüşler ya da bölgeyi terk edip başka yerlere gitmişlerdi. Meyveler bir önceki yılda olduğu gibi yeterli büyüklüğe ve sayıya ulaşmamıştı. Beş ailelik küçük köyün sakinleri ne yapacaklarını kara kara düşünüyorlardı. İki aileye yeni üyeler katılmış, diğer üç ailenin yeni üyelerinin de eli kulağında katılmak üzereydi. Her ailenin üçer dörder çocuğu vardı. Bir haftadır doğru dürüst bir şey yememişlerdi. Ellerindeki silahlar yenmiyordu. Yaprakların, otların tadı damak zevklerine göre çok acıydı. Çevrelerinde var olan bütün meyveleri, hatta ham olanlarını bile yemiş bitirmişlerdi. İnsanın karnı aç olunca bir sene sonra meyvelerin tekrar olgunlaşmasını bekleyemiyordu. Bir gün köyün avcılık yapan erkekleri toplandılar. İçlerinden bir grubun vahşi hayvanlara karşı kampı korumasına, geri kalanların silahlarını alıp derenin açtığı, kıvrıla kıvrıla giden vadi boyunca aşağılara doğru inmesine karar verdiler. Avcılar av silahlarını alıp köyden ayrılıp yürüyüşe başladılar; bütün gün suyun aktığı yönde yürüdüler. Gece olunca konakladılar. Yiyecek bir şey yoktu, yalnızca su içtiler. Ertesi gün de yürüyüşe devam ettiler. Kamptan uzakta ikinci gecelerini geçirdiler. O güne kadar kamptan hiç bu kadar uzaklaşmamışlardı. Hem vahşi hayvanlara karşı hem de bir av olur ümidiyle çevrelerini dikkatle gözlüyorlardı. En önde giden, önceden avladıkları hayvanların deri parçalarıyla örtünmüş genç adam sarmaşık kullanarak bir taş bağladığı elindeki dal parçasını sıkı sıkı tutuyordu. Esmer, kemikli yüzü gergindi. Kalın kaşlı kara gözlerini kısmış, çevresini kollayarak ilerliyordu. Diğerleri onu takip ediyorlardı. Yürüyüşlerinin üçüncü günü öğleden sonra bir şelalenin başına geldiler. Uzakta, vadinin ucunda bir mavilik görünüyordu. Bu derenin sularına karıştığı bir göldü. Heyecan ve sevinçle gölü birbirlerine gösterdiler. Göle ulaşmak için dikkati emniyeti unutup doğal patika yollarda, yokuş aşağı çıplak adımlarını sıklaştırdılar. Göle ulaştıklarında ise mutluluktan uçabilirdiler. Göl balıkla kaynıyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |