Benim yaradılışımda fevkalade olan birşey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. - Atatürk |
|
||||||||||
|
Hevesini alamamıştı. Tatmin olmamıştı... Mardin’e gitmek istedi. Mesafe uzun değildi. Şanlıurfa’ya komşu bir ildi. Mardin’in coğrafik, tarihi, sosyal, siyasal ve benzeri özelliklerinin tanıtımına girmedi. Yazılı kitaplarda bu hususlarda doyurucu bilgiler vardı. Hem bunlar konu dışıydı. Irak’ın ve belki de ...........’nin işgali için kolaylık sağlayacak ve kabul edileceğine kesin gözüyle bakılan tezkere öncesi konuşlanmış öncü Amerikan askerlerine, Mardin halkının büyük çoğunluğu nefret ve öfkeyle bakarken, az sayıda istisnai kişi ve kişilikler ışıltılı gözlerle bakıyorlardı... İşyerlerini, konutlarını, arsa ve tarlalarını kiraya verenler, bu ışıltılı gözlerle bakanların çoğunluğunu teşkil ediyordu. Bu istisnai insanların içinde değişik siyasi görüşlere sahip üst düzey yurdum insanları da mevcuttu. Taşınmazlarını, hatırı sayılır kıymette dolarla kiraya veriyorlardı. Sokak, bir haberi okudu. Haber; eğildiğinde kıçı veya göğüsleri, çağırdığı kameranın önünde tesadüfen (!) açılan fiziksel güzellikte, beyinsel aptallıkta olan ünlü bir kadınla ilgili değildi. Saçma bir soruya, ‘ehem!’ diye başlayarak, birçok kesik sözcük kullanan ne kendisi ne de okuyucusu ne de izleyicisine derdini anlatamayan ve bu ayıbını gereksiz yere gülerek, ‘ay’nanmıyorum’ kelimesini olur olmaz yerde kullanarak kapatmaya çalışan, bir an gözlerini yana kaydırarak ciddileşen, sonra sunucuya gözlerini dikerek daha dün dişçide bakımını yaptırdığı estetik dişlerinin olanca ışıltısıyla ortaya çıkmasını sağlayarak kahkaha atan, kendi alanında ünlü bazı yanar döner eylemli güzellerle de ilgili değildi. 'Yankesicilik suretiyle hırsızlık' mağdurunun çantasından cüzdanının nasıl çalındığına dair yinelemeli ve uzunca süren bir haber yorum da değildi. ‘Sesin burada para etmez, ama aslen Türk vatandaşısın… Orada medyada etkin birini kafaya alırsan şöhretin ve paranın canına okursun,’ dolduruşuyla ülkemize gönderilen, yabancı dili asgari düzeyde, Türkçe’yi kırık konuşan, apardığı yabancı ezgileri yeni düzenlemelerle kendine mal ederek çıkarttırmış olduğu albümü üzerine yorumda bulunan bir sanat hırsızıyla da ilgili değildi. Peki, neydi bu haber?... Neyle ilgiliydi?... Sokak, yanıtladı. Mardin’le ve prezervatifle ilgiliydi. Sokak haberi okudu. ‘Mardin’de bulunan ABD askerlerine bir milyon prezervatif gönderilecek!...’ Emekli bir Amerikan askeri de, aynı haberi okumuştu. Hayıflanarak okumuştu… Üzüntüsü, sokağınkiyle aynı merkezli değildi. II.Dünya Savaşını anımsamıştı. Normandiya çıkarmasında bulunmuştu. Hani o ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ filmiyle bilmeyenlere de öğretilen; ‘Normandiya çıkarmasında…’ ‘Neydi o günler?...’ diye başlayarak boş hikayeler anlatmayacaktı. Milliyetçilik duyguları kabarmıştı. ‘Şimdiki askerler, ülke ekonomisinin düşmanları!’ yargısına varmıştı. ‘Ne demek prezervatif?...’ Fransa’yı ve İngiltere’yi; Almanya’nın elinden kurtarırken… Alman halkını Adolf Hitler başkomutanlığındaki baskıcı iktidardan kurtarırken, prezervatif mi kullanılmıştı. İçinden bilen bir ses, ‘O zamanlar prezervatif mi vardı?’ diyerek ukalalık yaptı… O zamanlar prezervatif olup olmadığını, bilmiyordu. Olsaydı dahi, bu masrafa girilmesine tepki duyacaktı. Tepkisi yerini bulmazsa, istifa edecekti. Savaş masrafları belliydi. Düşmanı öldürmeye, ABD askerini yaşatmaya, rahat ettirmeye yaramayan hiçbir gideri kabul edemezdi. Savaş harcamaları; askerin silahı, cephanesi, gıdası, içmesi, giyimi demekti. Asker, iyi gıdalarla beslenmeli, karnı ve sırtı pek tutulmalı ve dölünün bol olması sağlanmalıydı. Prezervatif, diğer adıyla kondom, cinsel birleşmelerde kullanılan bir nesneydi. Tecavüzün yan bir amacı olan; 'düşman tarafının nesebinin bozuma uğratılması' ilkesine aykırı bir araçtı… İstihbarat birimindeyken önüne gelen verilerden biliyordu. Hiç prezervatif lafı geçmemişti. Almanya’nın elinden kurtardıkları; kendilerini sevinç gözyaşlarıyla karşıla-yan Fransa halkından 3.620 kadın ve kız çocuğuna, İngiltere halkından ise 2.420 kadın ve kız çocuğuna, kurtarmanın minik bir faturası olarak tecavüz edilirken, prezervatif kullanılmadı da ne oldu?... Hem zevki eksiltici bir nesneydi. Tecavüz edilen organla, tecavüz eden organ arasında aracı bulundurmanın ne anlamı vardı?... Fransa ve İngiltere’de tecavüz edenlerden biri olamamıştı. Korkmuştu. Uygulaması zor olsa da, bu ülkelerde cinsel saldırıyı ABD ‘tecavüz’ saymaktaydı. Sistemli tecavüz olmadığı imajı vermek için, ceza verilecek birkaç günah keçisinden biri olabilirdi. Şansına güvenmemişti... Ama bu iştahını Almanya’da korkusuzca karşılamıştı. Amerikan askeri hukukunda, Almanya’da yapılacak tecavüze verilecek ceza sadece ‘Bir kadınla evli olmadan yasadışı ilişkiye girmek’ti. Günah keçilerinin birkaçından biri olsa dahi kanıtlanması zordu. Kanıtlansa dahi alacağı en üst ceza miktarı 1 yıllık kürek mahkumiyetiydi. Bunu göze almaya da değerdi. O anları her anımsadığında kalbi yerinden çıkacak gibi olurdu. Çeşit olsun diye farklı yaş ve tiplerdeki kadın ve kızlara tecavüz etmişti. Biri 14 yaşlarında sarışın, biri 17 yaşlarında esmerdi. Elli yaşlarındaki bir kadın, kendisini çok uğraştırmıştı… Aynı bölükteki bir arkadaşının, üç yaşındaki bir kıza tecavüz etmesine imrenmişti. Ama üç yaşlarındaki yeğenini anımsayınca, bu isteğini gerçekleştirememişti. Almanya’da yapılan 11.040 tecavüzün en az yirmisinin kendisine ait olduğunu gülümseyerek anımsardı… Sokak, emekli askeri dinlemeye daha fazla tahammül edememişti. Sokak'lığından utanmıştı. Sokak, aynı haberi bir kez daha okudu. ‘Mardin’de bulunan ABD askerlerine bir milyon prezervatif gönderilecek!...’ Pentagon, sanki emekli ettiği askeri gibi hesabını bilmiyor muydu?... Ama askerlerini ve halkını düşünmek zorundaydı. Sonuçta onlardan besleniyordu. Askerlerin cinsel birleşme yoluyla bulaşıcı bir hastalık kapma olasılığını yok etmeliydiler. Prezervatif, önleyici olacaktı. Prezervatif satan ve aracı olan firmalar için sevindirici bir haberdi. Trilyonlara ulaşabilecek bir pazar açılmıştı. Her Amerikan askerine, iki ay ya da bir yıl yetecek kadar mıydı?... Hesap edilmeliydi. Ülkede aç insanlar çokken, bir milyon dolara dahi muhtaçken, prezervatif dağıtımı da ne oluyordu?... Saçma bir soruydu. Prezervatifleri Amerikalılar satın alacaktı. Kendi askerlerine dağıtacaklardı. Türkiye’nin cebinden bir şey çıkmayacaktı. Yani bir sorun yoktu. Yok muydu?... Bir milyon prezervatif çevrede şok etkisi yaratmıştı. Yerlerini Amerikan güçlerine kiraya verenlerden, hele üst düzey olanları, bundan rahatsızlık duymuşlardı. Toplumsal öfke kendilerine yönelebilirdi... Bir taraftan ceplerindeki dolarları, yani; hesap cüzdanlarını okşarlarken, diğer taraftan ‘1 Milyon Prezervatif’ in kiraya verdikleri işyerlerinde depolanmaması için yöresel dilleriyle, bazıları da resmi dilde dua ediyorlardı. Prezervatif üretimi hızlanmıştı. Ama yine bir sorun vardı. Irak işgal edilene kadar prezervatifler ne işe yaracaktı?... Mardin'de sürekli kalacak yedek güç ne yapacaktı?... ABD askerleri, cinsel isteklerini nasıl karşılayacaklardı?... Bilindiği üzere, cinsel birleşme en az iki kişi arasında gerçekleşirdi. Doğal olanı birinin kadın, diğerinin erkek olmasıydı. Amerikan askerlerinde kadın sayısı azdı... Hem kabul ederler miydi?... Kabul edenler, o kadar erkekle baş edebilir miydi?... Saçma sorulardı… Geçilmeliydi. Bir çaresi bulunacaktı elbet. Irak işgaline kadar Mardin’de kalacak askerlerin bu yöndeki sorunlarını çözmek için, bir yol bulunacaktı elbet… Ve bulundu… Amerikalı uzmanların kendilerini yormalarına gerek kalmamıştı. Ülkenin yatırımcı zekası, övülen türdendi. ‘Yeter ki para gelsin, her türlü teklifi kabul ederim!’ mantıklı salt ekonomik göz, istisnada olsa mevcuttu. Bir genelev işletmecisi de bu gözlere sahipti. Tıpkı ........... gibi... Oto sansürledi. Nokta nokta koydu, sokak. Kadın satıcısı yatırımcı (eski dilde; deyyus ya da pezevenk) büyük paralar kazanacaktı. Kadın işçileri de sürümden kazanacaklardı. Ya İstanbul Genelev'indeyken, ABD deniz piyadesine vermeyen o kadın gibileri çıkarsa?... 'Küresel Hayat Kadını' kavramını özümseyemeyenler çıkacaktı elbet. O tiplere, ‘Ya ver, Ya Terk et!’ diyecekti. Vermezse önce işkenceden geçirecek, sonra kapı dışarı edecekti. Huzursuzluk ve kargaşa çıkaran kadınların gözünün yaşına bakmayacaktı. Oluşturacağı güven ortamı ABD askerlerini daha fazla çekecekti yatırım ortamına… Aracı olacak; komisyoncular, dümbükler, alt pezevenkler de para kazanacaklardı. Mardin’in ve genelde ülkenin yitik ekonomisine canlılık gelecekti. Çıkmasına kesin gözüyle bakılan tezkerenin kabulü sonrası öncelikle 60.000. adet ABD askeri gelecekti. Gıda maddelerini, içeceklerini, kıyafetlerini memleketlerinden getireceklerdi ama, kadın getiremeyecek-lerdi. Muhtaçtılar... Döllerini akıtacaklardı… Karşılığında onların ceplerinden, kendi cebine dolar akacaktı... Akıtmalar, akıtmaları getirecek, yani akarı fazlalaşacaktı… Hem bu sektör, başkaca sektörleri de canlandıracaktı. Mardin ve Mardinliler dolara boğulacaktı... ‘Viva Dolar!’ Pardon!... ‘Yaşasın Amerika!... Yaşasın Demokrasi!... Yaşasın İnsan hakları!... Yaşasın Özgürlük!’ bağırtılarını şimdiden duyar gibi oluyordu; eski dilde pezevenk, şimdiki dilde yatırımcı/işadamı olan şahıs… (Pezevenk olmayan yatırımcı ve işadamlarını tenzih ederek… Sokağın notu.) Sokak, nakle devam ediyordu. Elde ettiği paralarla başka iş alanlarına da yönelebilecekti. İnşaat, ihracat ve benzeri konulu şirket veya şirketler kuracaktı. Belki Irak’ın yeniden yapılanmasıyla ilgili ihalelere dahi girecekti. En iyi kızlarından birini, Amerikan generallerinden birine ücretsiz olarak tahsis ettiğinde, ihaleyi kazanmasında iyi bir referans edinmiş olacaktı. Kazanacak ve parasına para katacaktı... Hem ülke ve toplumda itibarı daha fazla artacaktı. Belki bir okulda yaptırırdı. Hem nazardan saklardı, hem toplumun kendine sempatik bakmasını sağlardı, hem davete icabet ederse bakanlardan biriyle birlikte açılış sembolü kurdeleyi aynı makasla keser, medyaya poz verirdi… Kim bilir, belki de Manukyan gibi vergi rekortmeni olur, ödül bile alırdı… Yatırımcı, bürokratik işlemleri içeren dosyasıyla ve olanca sempatikliğiyle Mardin Valiliğinin merdivenlerini aşarken bunları düşünüyordu... Mardin Valisi, hayal kırıklığına uğratmıştı... Amerikanca karşılığı; ‘Go Home!...’ anlamına gelebilecek bir muameleye tabi tutulmuştu... Kovulmuştu... Mardin Valisinin bu davranışı, yani ‘ABD askerlerinin cinsel gereksinimlerini karşılama,’ içerikli teklife 'İZİN VERMEMESİ' yatırımcının yüzünü asarken, özelde Mardin, Diyarbakır, Şanlıurfa, Batman ve Gaziantep sakinlerinde, genelde ülkenin tüm sathında onurlu bir gülümseyiş hasıl etmişti... Amerikan teorisyenleri ve bir kısım medya üyeleri bu gülümsemelere hayretle bakacaklardı. Türk vatandaşı olmakla birlikte yörede, Kürtçe ve Arapça diline sahip, ‘TRT diliyle; İzin talebi reddine, neden seviniyorlardı?... Hani bölgelerine yatırım istiyorlardı?... 'Bölgemizle ilgilenilmiyor, üvey evlat muamelesi görüyoruz,' diyorlardı... Bu; yöre halkında varolan düşünceleri, değerleri ve duyguları algılayama-yanların hayretiydi... Amerikanca demokrasi anlayışını savunanlar bu durumu algılayabilecek yeterlikte değillerdi… Sokak, tatmin olmamıştı. Gezmeyi sürdürecekti. Bu kez, hedefte İskenderun vardı. Tezkere oylaması öncesinde, belirli sayıda Amerikan gemilerinin demir attığı İskenderun Limanına... Liman disiplinine uymayan birkaç Amerikan askerini yere yatıran bir Türk subayı, bilmeden Irak’ta 11 meslektaşının başına geçirilen çuvalın ve ............ hesabını önceden soruyordu, sanki... O subaya ne olmuştu?... Sokak, uzun zamandır görmüyordu onu… Sokak, diğer sokaklara görüldüğü yerde selamını söylemelerini salık verdi. Sokak, zaman kavramını yitiriyordu... Kara deliğin içine girmişti sanki… Amerikan askerlerince, 11 Türk askerinin başına çuval geçirilmesi anını olmadan önce görüyordu. Ülke dışında gerçekleşen bir olaydı. Irak’ın işgalcisi ve talancısı olan Amerikan askerlerince gerçekleştirilen utanç verici, onur kırıcı bir eylemdi... 50 yıldır; ‘müttefik’, yakın bir zamandan beri ‘stratejik ortak’, kavramıyla aradaki dostluk derecesi vasıflandırılan Amerikan güçlerince gerçekleşmişti. Ülke dışında!!!.... Ya ülke içinde olsaydı... Tezkere kabul görüp, 60.000-100.000 ABD askerinin ülkemize konuşlandırılmasından sonra, ülke içinde gerçekleşseydi?... Sokak, bu soruyu hemen yanıtlamadı... Hafızasını yokladı. Geçmişi, şimdiki ana getirdi... Amerikan ve İngiliz askeri çoğunluklu ‘çekiç güç’ün, özelde Ülke içinde konuşlandığı bir döneme odaklandı; Ülke sınırları dahilinde kalan bir yöreye... Türkiye Cumhuriyeti Devletinin o yörede en büyük temsilcisi olan bir kaymakama... 'Rütbesi var mı, yok mu?' okuyamadığı bir İngiliz askerine... Kaymakam ile rütbeli ya da rütbesiz İngiliz askeri karşılıklı bakışlardaydılar... Olmaması gereken oldu. İngiliz askeri, Türkiye’yi o yörede en üst düzeyde temsil eden Kaymakama bir tokat attı… Bu tokat İngiliz tokadıydı. O çok övülen Osmanlı tokadı kadar güçlü müydü?... Bilmiyordu. Hem çok önemli değildi tokadın şiddeti... Kaymakama ne olmuştu?... İngiliz askerinin eylemi, karşılıksız mı kalmıştı?... Sokak, hafızasını yokladı... Anımsamıyordu... ‘Yaşlılıktan’ dedi içinden... Ama bildiği bir şey vardı; Ülke istisnalar cennetiydi... Sokak, Kaymakamın suratına akşedilen tokadı yüzünde hissediyor-du… İngiliz askerinin tokadından çıkan sesi kulaklarından atmalı, yüzünde izi kalan beş parmağın üzerini makyajlamalıydı… Sokak sıkılmıştı. Kendisini iyi hissetmiyordu. İç açıcı anlara gidip efkar dağıtmalıydı. İşte!... İşte bulmuştu o anı!... Yani; '1 MART 2003, ANKARA...' yı… O anı bir çırpıda yaşamamalıydı... Öncesine göz atmalıydı... Zevkli anların öncesi de zevkli olurdu... Sokak, bağrına ince topuklarıyla vura vura yürümekte olan, Özdal’ın takip ettiği kadının ayak seslerini duydu. "Ya A Planı! Ya B Planı!" Sokak ters aksi verdi. "Ne A Planı!... Ne B Planı!... Varsa Yoksa C Planı!" "What C Planı?" Sokak güldü. "‘C’ Planı= ‘Si’ Planı= Yankee Go Home C Planı= Kibarcası; Yankee evine dön, si… planı..." Sokağın, öndeki kadının ayakkabılarından çıkan seslere karnı toktu. Gözlem ve gezmelerine kaldığı yerden devam etti. O güne!... Kutlu güne... 50 yıllık ıstakoz zincirinin son halkasının gevşediği ana; 01 MART 2003’e… Demokrasiye ve insanlığa armağan edilen güne... Yer; ANKARA.... Belki tüm Dünya halklarına ‘Demokrasi ve İnsanlık Bayramı Günü’ ilan etmelerini teklif edeceği, 1 Mart 2003 günü... Tezkere gündemdeydi. Yani; ‘ABD askerlerinin Irak’ı daha rahat işgali için Türkiye topraklarını kullanmasına ilişkin hükümete verilecek İzin tezkeresi...’ İkincil anlamı; 'Türkiye toplumunun karınca kararınca olan iktidarının işlevini yine ABD çıkarlarına uygun olacak şekilde, ama bu kez tamamıyla yitirmesi istemli' teklife... Tüm kültürleri ve görüşleri (bir kısmı yeşil ve kırmızı) belki de ancak bir elin parmakları kadar mankeni barındıran topluluktan çıkan, ‘Tezkereye Hayır!’ sesleri TBMM Genel Kurulunda bile yankılanıyordu. Sokağın yankı verdiği bu sesleri TBMM üyelerinin yarıdan biraz fazlası duymuş, tezkere kıl payı ret edilmişti... İnsanlık kazanmıştı... Kaybedenler ise üzgündü... Tezkerenin geçmesinin kendi öznel fikirleri nedeniyle iyi olacağını düşünenleri hariç tutarak, bir kısım başkaca öznel insanlar, ABD den aldıkları parayı hak etmemişlerdi... Pentagon bahaneleri sevmezdi... Sonuca bakardı... Sonuç alınamamıştı... 'Eller cebe. Pentagon ödediği paraları geri istiyor!...' Sokak espri yapmıştı... Başka mesailerle hak edecekleri düşünülecekti... Onlar ellerinden geleni fazlasıyla yapmışlardı... Sokak yorulmuştu... Az da olsa dinlenmek istiyordu. Bu arada Özdal’ın ve öndeki kadının düşüncelerinden yayılan elektriksel dalgalar, sinir tellerinden ayaklarına kadar ulaşmaya, olan baskıyla, ayakkabılarının vuruş temposuna anlam kazandıran alt sesler vermeye devam etmekteydi. Sokak, dilinin ucuna gelen bir sözü terennüm etti… ‘Eşeğe gücü yetmeyen, semerine vurur!...’ Ama bu bir atasözü değil miydi?... Sokağında kafası bulanmıştı… Bu esnada, Kadının ayak sesleri, "Rap!... Rap!... Rap!..." düzeneğini almış ve takip edenin ayaklarını etkilemeye başlamıştı. Özdal’ın ayak sesleri uyuma geçmekte gecikmedi... "Rap!... Rap!... Rap!..." "Küçük Amerika olacağız... Olduk!... Olmaya devam edeceğiz!..." Bu ses nereden geliyordu?... Yanıt veren yoktu. Yukarılardan, uzaklardan, okyanus ötesinden, gündüz mavi, şimdi karanlık olan gökyüzünden, belki de gaipten geliyordu bu sesler… "Bizimkiler!... Bizim çocuklar!!!... Bize ait olanlar!... Yarın!... Yarın!... Zamanı geldi!!!!... Darbenin zamanı… Geldi zamanı!...." Sokak şaşırmıştı... Yaşanmakta olanlarla bağlantı kuramıyordu. Gelecek ise daha gelmemişti... Geleceği bu kez zifiri karanlık görüyordu. Geçmiş ise görünür aydınlıktaydı… Bitişikteki sessiz bir sokağın, sessiz evlerindeki, sessiz sakinlerinin koro halindeki bağırtıları duyuldu. Acılı bağırtılardı... "Rap! rap! Rap!" sesleri altında kapıları tekmeleniyordu. Bazı pencereler; sapan taşlarıyla değil, ‘Teslim olun!’ megafonlu seslere baskın gelen silah sesleriyle kırılıyordu. Yani, sokağın camcısından geldiği olasılığı hiç mi hiç irdelenmeme-liydi... Evlerin bazılarında; ‘kitapları, kasetleri ve dergileri nereye saklasak?...’ ‘Saklasak mı sarımsaklasak?... Sarımsaklasak mı saklasak?’ tekerlemeleri en çok gündemde olan tekerlemelerdendi. Dokümanların bir çoğu Amerikan emperyalizmini olumsuz yönde eleştiren öğeler içeriyordu. Evlerin içlerinden seçilen semerler -ay pardon- seçilmişler, hizaya alınmaya başlanmıştı. İşte; ılımlılaştırma başlıyordu… "Sıranızı bekleyin!... Tabanı cam kırıklarıyla kaplı havuzlarımız hepinize yetecek genişlikte... Sabredin... Su kırmızılaşmak, kanlanmak için yeterli iştaha sahip..." "Soyunun!... Yere serili nohutlar yumuşatılmayı bekliyor... Bedenlerinizle üzerlerinde takla atarak yumuşatmazsanız... Anam avradım olsun..." "Memleketi satacaktınız ha!... Memleket sizin mi lan!" " 'Filistinlilere yapılan zulmü protesto etmek suç mu?' diyorsun... Sana yabancı gelmeyecek bir hediyemiz var... Buyurun Filistin askısına..." "Amerika’ya, 'terörist ülke' mi diyorsun?... USA menşeli kola şişesi oturağın olacak... İçini yarısına kadar kıçından akacak kanla doldurmazsan..." "Hala çözülmedi... Falakaya devam edin!... En az yüz sopa vurun!..." " 'Açlık ve İşsizlik İşkencesine son' mitinginde topluluğu galeyana getirenlerden biri de buydu... Ona elektrik voltajını yüksekten verin, megafonsuz bağırtısı güzel mi oluyor göreceğiz!..." " 'Amerikan emperyalizmine son!' içerikli yazılarını, kaç kez yazmaman için uyarıldın?... Manyak mısın lan sen?... Pipisine kabloyu bağlayın... Ha yumurtalıklarını da metodunca arada sıkmayı unutmayın..." " 'İşkence yapamam!' ne demek lan’!... Amire itaatsizliğin cezasını bilmiyor musun?... Şikayet edersem en az bir yıl yatarsın ona göre..." "Soyun onları!... Hortumla sulayın... Biraz daha üşüsünler..." "Copu makatına sokayım da gör gününü!" "O.... Çocukları... Burası bizim diskomuz... Taptığınız bile giremez buraya lan... Buraya İlahınız giremez!" "Diskomuza yeni gelenler!... Çığlıkları duyuyor musunuz?... Az sonra bu sesler sizlerden de çıkacak..." "Anayasal düzeni yıkabilir misin oğlum?... Kim anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs ederse şu arkadaşına yaptığım gibi felç etmezsem şerefsizim. " "Yaşı küçük mü?... Yaşını büyütün, öyle asalım... Ayıp olmasın!" Kaynağı, yeri ve zamanı belirli olmayan, gaiplerden gelen bu sesler kesintiye uğramıştı. Özdal’ın ve Sokağın hafızasında tanıdıkları birinin babasıyla; Fatma’nın babasıyla ilgili, görmedikleri ama duydukları bir anlatı canlanmıştı birden... Tüm işkencelere karşı direngen yapısını korumaktayken, büyük kızının karşısına çıkarılmasıyla, kişiliği dağılmıştı. "Soyun kızı!" demişti üst yetkili, astına... Çırılçıplak soyulmuştu... Bağlı gözlerini özellikle açmışlardı babanın… Gözlerinin önünde kızının cinsel organına ve göğüslerine tacizde bulunulmasına daha fazla dayanamamıştı... "Ne istiyorsanız yapmaya hazırım!" Kullandığı cümle, büyülüydü. Kullandığı cümle, şimdilik kızını kurtarmıştı. Kızına hediye edilen psikolojik travmanın, intiharına kadar yol açacağını ise hiç göremeyecekti. İftira ve yalan isnatlarla dolu ifade tutanaklarını imzalamışsa da, sonlanmayan işkencelere dayanamayarak, ruhunu teslim etmişti. Bu olay geçmişte kalmıştı. Yarayı kaşımak etrafı karıştırmaktı... Daha fazla devam edilmemeliydi. Zaman; kardeşlik, barış ve huzur zamanıydı. Zaman; Birlik ve bütünlük zamanıydı... Geçmişi unutmak lazımdı... Geçmiş, geçmişte kalmıştı... Gelecek ise bizleri bekliyordu. Geçmişteki hatalar tekrar edilmeyecekti. İşkence yapanlara geçit vermeyecek yasalar yapılıyordu... Geçmişte yapılan ve kanıtlanan işkencelerin fail ve azmettiricileri gerekli cezalara uğratılmıştı... No problemdi yani. Şimdi, gündemde küresel gücün, küresel cezaevleri olan Irak Ebu Garip Cezaevi, Guantanamo Cezaevi Üssü, Afganistan Cezaevleri varken geçmişi kaşımanın bir anlamı var mıydı?... Büyük Amerika, büyüklüğüne uygun uygulamalarla karşımızday-dı… Küçük Amerika’lara fark atıyordu. Yüzlerce tanık konuşuyordu... -Birbirimize tecavüz etmeye zorlanıyorduk!... -Zorla tecavüz ettiler... -Dediklerini yapmazsak tecavüz edecekleri tehdidinde bulundular... -Süpürge sopasıyla, el feneriyle, copla hatta florasan ampulüyle makatımıza tecavüz ettiler... -Çıplak kalmaya zorlandık... -Kadın iç çamaşırı giydirdiler... -Yırtıcı köpekleri üzerimize saldılar... -15 yaşında tecavüze uğrayan bir erkek çocuğunun çıkardığı acı sesler ve görüntüler gözlerimin önünden silinmiyor... -Bir kadın asker beni soydu... Boynuma köpek tasması takıp köpek muamelesi yaptı... -70 lik kadına eşek semeri vurup üç saat üzerine bindiler... -Ölenlerin üzerine çıkıp gülerek poz verdiler... -‘Siz Müslümanları Ilımlaştıracağız!’ diyerek Ramazan ayı boyunca oruç tutan esirlerin başını klozete sokarak , dökülmüş yemekleri yedirdiler.... -Dört ayak üzerinde köpekler gibi yürümeye zorladılar... Havlamamızı istediler. Havlamayınca yüzümüze ve göğsümüze vurdular. -Ölmeyi isteyeceksiniz!... Fakat ölemeyeceksiniz!... Ölmeyi isteyeceksiniz!!! Ebu Garip cezaevi, Saddam döneminde dahi bu kadar işkenceyi, işkencecileri, işkenceye uğrayanları görememişti. Bu normaldi. Saddam öğrenciydi, Öğretmeni ise Amerika’ydı. Saddam yönetiminin işkence ve her tür zulümlerine fark atmalıydı. Boynuz kulağı geçemezdi... Aksi halde, ayıp olurdu… Acaba; ABD tarafından Ortadoğu’ya demokrasi örneği olarak gösterilen bir ülkenin şanlı tarihinde, buna benzer sahneler gerçekleş miydi?... O dönemleri bilen bilirdi. Bilenler, bilmeyenlere anlatmalı, çevresinde bilenleri bulamayanlar, bilenlerin yazdıklarını okumalıydılar. Sokak lafı yuvarladı. ‘Geçmiş süreçlerde yapılmış olumsuz eylemlerin hesabı sorulmadığında, demokratik dönemde de etkisini sürdürmeye devam eder,’dedi ve devam etti. Uluslarası Af Örgütünün bu yılki raporunda yazılı olan; Türkiye’deki bazı göz altılarda kadınlara uygulanan cinsel tecavüz ve şiddeti nakletti; ‘Göz bağlama, uyutmama, çırılçıplak soyma, tecavüz tehdidinde bulunma, penisi mağdurenin cinsel organında ve vücudunda gezdirme, cinsel organa elektrik verme, yüksek volumda müzik dinletme, vücudu elleme, okşama, saç çekme, kaba dayak, cinselliğe yönelik küfür, cinsel organa su sıkma, ağza ve vücuda işeme, arabada gezdirip vücudu elleme, zorla oral seks yaptırma, vajinal yoldan tecavüz, ısırma, dayak, vücutta sigara söndürme…’ Bu kadar mı?... diye sordu komşu Sokak. Geleneksel başka metotlarda olabilirdi… Ama, yeni metotlar öğrenilecekti… Büyük Amerika’nın yeni icatları beklenecekti. Büyük Amerika, fazla bekletmedi. Ebu Garip hapishanesinden görüntülü birkaç tüyo verdi. Sokak'ta, gösterilen fotoğrafları ve görüntüleri kardeş sokaklarla birlikte izlemeye koyuldu. Dişi Sabrina Harman, erkek Charles Graner, yapmış oldukları işkencelere dayanamayarak ölen; ölüleri okşuyorlardı… Fotoğraf, ABD’nin bilinç altının fotoğrafıydı… Bu ‘ÖLÜ SEVİCİLİKTİ!!!…’ Lynndie England isimli bir kadın asker, çıplak bir Iraklının boynuna tasma takmış, dolaştırıyordu… Aynı yerde görev yapan kocasından hamileydi… Tecavüzle hamile kalan Iraklı kadınların arasında, kocasından hamile kalan bir ABD askeri olmanın derin gururunu taşıyordu... Meteor olmak istemişti aslında… Peki meteor olsaydı sadist düşünce ve duygularını nasıl karşılayacaktı, doyuracaktı?... Doğayı mahvederek… Yağmayan bulutları bombalayarak… Yağmur bombasıyla, yağdırılan yağmurun oluşturacağı selde, boğulan insanları seyretmek tatmin eder miydi?... Bu kadar zevk alabilir miydi?... Seyrederken ağzına sigara alabilir miydi? Sigara, yağmurdan ıslanmaz mıydı?... Kamuoyunda kendisini sempatik göstermek için sözünü ettiği bu meslek özlemi, doğa için antipatikti. Bir de sempatik görünmek için çok yorulmasına gerek yoktu… Ortadoğu’ya demokrasi yönünden örnek gösterilen bir ülkenin yazarı kendisiyle görüşüp kamuoyuna sempatik gösterecekti nasıl olsa... İnsanlar bu drama ağlarken, fırsatçılar başkaca işkencelerini sürdürüyordu. Filistin de bulunan Refah mülteci kampını İsrail buldozerleri ve tankları yıkıma uğratıyordu. Filistinli Fatıma haykırıyordu. "Diri diri gömülecektik!..." Sokak, hafızasını zorluyordu. Doğurmaya hazır, fakat doğuramayan bir kadının ızdırabını taşıyordu. Nihayet doğum gerçekleşmişti. Bir soruydu sadece… Yeni doğan Soru, ağlamaklı bir sesle kendini seslendirdi. ‘Amerikanca demokrasi yerine, kesintisiz, sürekli İşkencesiz ve Açlıksız gerçek bir Demokrasi uygulamasını, ülkemizde görmek kısmet olacak mı?...’ 'Soru', ortama seslenmişti. Muhatabı belirsizdi… Sokak, muhatap olmayı, ‘Durumdan Vazife Çıkararak!’ kabullendi. ‘Demokrasinin gerçekten uygulanmaya başlandığının en önemli ölçütü; Geçmişte demokrasiyi hangi bahaneyle olursa olsun sekteye uğratanları, uğratılmasına yardımcı olanları, tarih kaydı olmaksızın ön ve son soruşturmalardan geçirip, fiillerine uyan cezalara çarptırılmaları sağlanarak, aynı eylemi yapacaklara ya da teşebbüste bulunacaklara caydırıcı bir örnek yaratmış bir Ülkede, en azından sıfırın üzerinde artılı demokratik uygulamalara başlanmış olduğu kanıtlanmış demektir...’ Uygulamalı Gerçek Demokrasinin ölçülmesi kolaylaşmıştı. Ölçer cihaz bulunmuştu. Sokak, nedense bu 'DemokrasiÖlçer cihazı' ile Türkiye Demokrasisi-ni ölçmeye başlamamıştı… Sokak sessizleşmişti… Beti benzi sararmıştı… Kusmak üzere olan bir sarhoşu canlandırıyordu… Bu sırada, sokağın katlanmak zorunda olduğu iki kişinin; Özdal’ın ve takip ettiği kadının ayak seslerinden bir şarkı sözü duyulmaya başlamıştı. ‘Bodrum!... Bodrum!...’ Şarkı sözü anımsatıcı olmuştu. Nihayet yakın tarihli bir dokümanı beyninden dışarıya pırtlatmış, etrafa saçmıştı… Rahatlamıştı Sokak… Nefes nefese kalmıştı… Sacit Kayasu, ‘Savcı olarak görevimi yaptım. Aksi halde işlediği suç 20 yıllık zamanaşımına uğrayacaktı!...’ diyecekti... Sacit KAYASU, ikinci ve en büyük cezasını özelde hukukçulardan olmak üzere çevresinden toplumdan alacaktı!!!... Bu; 'YALNIZLAŞTIRILMA ' cezasıydı… Ceza miktarı, Görevi Kötüye Kullanmanın karşılığı olan 1 yıldan ziyade… Yıllar oldu… Sokak, topluma seslendi: 'Bu haksız cezanın infazını sonlandırın!!!' Diğer sokaklara, 'Demokrasi havarisi…' diye başlayarak görüldüğü yerde selam verilmesini söyleyecekken vazgeçti… 'Yasanın suç saydığı bir eylemi övmek Suçtur!' kuralını anımsamıştı… Lafını yuttu… Ama birine selam vermeyi cezalandıran bir kural, daha icat edilmemişti… Herhangi bir nedenle birine selam verilebilir, selam gönderilebilirdi. 'Geçmişte Adana'da Cumhuriyet Savcılığı yapan SACİT KAYASU' ya tüm sokaklar adına, binlerce SELAM' denilmesi suç olmayacaktı… Ya olursa!... Birine selam göndermek suçsa bu kadarına da pes demek lazımdı. Sokak göze almıştı. Hatta bazı sokakların Türkçe bilmediklerini düşünerek, onların dilinde konuşarak, 'Sayın Sacit KAYASU'ya görüldüğü yerde, Selam verilmesini, Yalnızlığının paylaşılmasını!...' rica etti. ‘Tankların paletlerinden çıkan sesler’ duymaya başladı. Hatta bu sesler; ‘Tankları, o değil ben yürüttüm!’ ‘Ben yürüttüm o tankları!…’ tartışmalarına fon müziği olmuştu… 'Fon müziğiyle,' 'Tankları ben yürüttüm' tartışması kulaklarını rahatsız etmişti sokağın… Kulaklarını dinlendirdi. 'Görevi kötüye kullanma ve karşılığı 1 yıl ceza...' Bu suçu ve ceza rakamını ne kadar çok duymaya başlamıştı... Sokak, Amerikanca Demokraside bu suçun adını ve bu suça verilecek ceza süresini daha çok duyacaktı… ‘Savaşın petrol için yapıldığı iddiasıyla Irak’taki birliğini terk eden ve kendisini vicdani retçi olarak tanımlayan bir Amerikan askeri, görevi kötüye kullanmak suçundan 1 yıl hapis ve ordudan ihraç cezasına çarptırıldı. Askeri hakimin, verebileceği en yüksek cezaya çarptırdığı belirtilirken, Amerikalı asker, daha önce yaptığı bir açıklamada, pişman olmadığını söylemişti.’ Sokak, bu Amerikan askerini kutsadı, vaftiz babası oldu… Başka yerlerden, başka sesler duyuldu. "Küresel teröristler hak ettikleri cezalara çarptırılacaklar!...." Salt Amerikanın çıkarlarına aykırı hareket edenleri kapsayan ulusal düzeyde terörizm ve teröristler kavramı genişlemişti. Daha önceleri tabi oldukları devlet tarafından cezalandırılan, o ulusun cezaevinde cezası infaz edilen suçlular, küreselleşme nedeniyle 'küresel terörist' olarak anılacak ve ABD gözetimlerindeki küresel cezaevlerinde infazları işkenceli gerçekleşecekti... Cezalandırma yetkisi de dolaylıdan doğrudanlığa dönüşüyordu. Küreselleşme her anlamda kendini gösteriyordu... "Yeteeeerrrrrrr!!!!" Sesler Guantanamo’daki Amerikan üssünden işkenceye maruz insanlardan geliyordu. ABD’nin, burnunun dibinde bulunan ve yıllarca nasıl baş edemediği, reel bakışa sahip olanlarca hep merak konusu edilen bir ülkenin; Küba’nın Guantanamo’sundan… İşkencecilerin avukatları, ABD’yi dünya halklarına karşı savunuyordu. "Yerel terörizm kavramı bitmiştir... Küresel terörizme karşı yek vücut olmak gerekiyor. ABD, Küresel teröristleri ılımlaştırmak için uğraşıyor..." ABD lideri, Irak'ta... Ebu Garip cezaevinde vaki işkencelerin kamu- oyunca duyulması (daha doğrusu duyurulması) üzerine halkına, ‘üzgünüm’ derken, Savunma Bakanını ‘iyi iş çıkardın’ diyerek tebrik ediyordu. İşkence nedeniyle görevden alınan Ebu Garip Komutanı, yaptığı savunmada, ‘Savunma Bakanlığının emir ve talimatıyla işkence yapılmıştır,’ diyecekti. Kadın general doğruyu söylüyordu. Astlar, hiç bir zaman sistemli işkenceleri, üstlerinin emir ve talimatı olmaksızın yapamazlardı... Büyük Amerika'da bazen küçük Amerika'da kullanılan bazı kavramları örnek alıyordu sanki… 'Akıl akıldan üstündü.' Öznel değerler, küresel kullanıma açılıyordu(!)… Dünya’nın GTM’i, namı diğer ABD Derin Devleti’nin talimatlarına harfiyen uyan resmi başkanı iyi konuşmuştu… Ulusa Seslenmişti. ‘Üzüldüm,’ demişti… ‘İyi iş çıkardın,’ demişti Savunma Bakanına … Terörizm kurallarına uyum sürüyordu. Dünya basınına yansımış fotoğraflar, filmler ve sesler dünya insanlarına gerekli korkuyu ve paniği vermişti. Dillendirmeden, 'Ulusa Sesleniş' vardı bu kez. Salt ABD ulusuna değil; Tüm Ulusa!... Sessiz sesle Dünya Uluslarına (Amerikanca deyimle; Tek Ulusa) sesleniş vardı; "Küremizde geleneksel iyi veya kötü kavramı ölmüştür! Şimdi; 'ABD ve yandaşlarının yanında olmak ya da olmamak' vardır. Yandaş olan Yandaş olmayan, 'Karşıda değilim!' dese de Yandaşım olan; dünyanın neresinde olursa olsun, Er Ryan gibi, Er Jessica gibi kurtarılacak!... Yandaşım olmayan yani Kötü olan; Dünya’nın hangi yerinde olursa olsun cezalandırılacaktır. Gücümü yadsımayın… Okyanus ötesinde olan herhangi bir ülkenin herhangi bir insanının ruhuna ve bedenine tecavüz etme gücüm dahi vardır…" ABD'nin kendi ülkesinde birçok değişik ses ve renkleri bir arada tutmasının temel dayanağı olan, sinema ve edebiyat alanı gibi birçok alanla ve gerçek hayattaki uygulamalarıyla empoze ettiği, 'Başkalarıyla veya kendiyle Korkutma duyusu var etme ve bu formülle, birliği ve bütünlüğü sağlama, çatlak sesleri pasifize etme, yandaş kazanma…' 'Tehlike yoksa, yaratmak… Yarattığı tehlikeyi bertaraf ederek 'kurtarıcı' rolü kapmak…' Terörün; korku-panik-güç gösterisi-pasifize etme-yanına çekme kuralları… Ayrıca; gerekli kargaşa ortamını sağlayarak, planlarını uygulamayı sürdürme ve bu planlarında haklı olduğu konusunda kamuoyu oluşturma… Mesaj gerçekleşmişti.. "Koynundaki karını bile aldırırım!..." "Haracımızı verin sizi korumaya alalım… Aksi halde…" türünden bilinen Mafyamsı mesajlardı… Herkes bu mesajı onların istediği gibi almayacaktı. Iraklı Nur'da bunlardan biriydi. Teröre boyun eğmeyenlerden… Ölümü göze alanlardan biri… ‘A.B.D. liderinin ‘iyi iş’ diye vasıflandırdığı işlerden birinin muhatabı olmuştu... Iraklı Nur, 2004 yılının Nisan Ayının 10.gününden sesleniyordu... Özdal ve takip ettiği kadın için gelecek, sokak için ise şimdiki an olan bir zamandan... "Halkıma, Ramadi’nin, Halidiye’nin ve Felluce’nin insanlarına; erdem ve onurlarını kaybetmeyen tüm dünyadaki insanlara... Bu size, Amerikan-Siyonist hapishanesi Ebu Garip’ten kardeşiniz Nur’un mektubudur. İnanın buradaki aşağılanmayı, sefaleti ve haysiyetsizliği size nasıl anlatacağımı, kelimelere nasıl dökeceğimi bilemiyorum. Siz sıcak evlerinizde karınlarınızı doyurup sevdiklerinizle bir arada otururken bizim maruz kaldığımız aşağılanma ve çektiğimiz açlığı, sizler su içerken çektiğimiz susuzluğu, sizler derin uykuda iken Amerikalıların bize yaşattığı uykusuz geceleri, sizler giyinikken bizim yaşadığımız çıplaklığı, bizi soyup önlerinde sıraya dizmelerini nasıl anlatabilir, nasıl kelimelere dökebilirim... Ey kardeşlerim; kamyonlarınızı ve arabalarınızı Amerikan malları taşırken gördüğümüzde kalbimiz sıkışıyor. Çünkü o araçlar benim halkıma ve ülkeme ait. Yüreğim kan ağlayarak şöyle diyorum: Allahım! Benim insanlarım, haysiyetlerini ve şereflerini bir avuç amerikan dolarına satmış... Yaşadıklarımızı ve kirletilen onurumuzu düşündükçe gözlerimden yaşlar boşanıyor. Ey kardeşlerim; Amerikalıların elinde ne ızdıraplar çektiğimizi ne acılar yaşadığımızı, Allah aşkına nasıl anlatıp, nasıl kelimelere dökeyim. Kardeşlerim; Allah’a yemin ederim ki, yaşadıklarımızı dile getirmekten acizim. Bundan ar duyuyorum. Ama yine de kelimelere sığınarak size olanları anlatacağım. Amerikalıların bizlere yaptığı haysiyetsizlikleri, çektirdiği eziyetleri, işkenceyi ve aşağılanmaları elimden geldiğince anlatacağım!... Hayvani zevklerine aracı olmadığımızda, kendimizi şehvetlerine teslim etmediğimizde bizi nasıl öldüresiye dövdüklerini ifade etmeme izin verin... Siz ey bizim dini liderlerimiz olarak ortalarda tozup gezenler! Amerikalıların bize reva gördüğü bu cinsel ve hayvani eziyetler karşısında hala nasıl oluyor da açık alınla ortalarda görünebiliyorsunuz?.... Peygamber efendimizin en değerli hazineniz buyurduğu haysiyet ve şerefinizi çiğnetmekle pek sıkılmış gibi görünmüyorsunuz. Bizi ve kendinizi birkaç dolar kırıntısı karşılığında pazarlardaki köleler gibi Amerikalılara ve Siyonistlere sattınız. Haysiyet ve şerefinizi ne çabuk kaybettiniz? Allah’ın bizi sizlere emanet olarak verdiğini ne çabuk unuttunuz? Hani bizleri koruyacak, besleyecek ve namusumuzu asla çiğnetmeyecektiniz? Ne oldu size, verdiğiniz söze? Amerikalılar, Ebu Garip’te namusunuzu her gün ayaklar altına alıyor... Mektubumu okuyanları, Allah adına, Ebu Garip hapishanesindeki vahşiliklere dur demeye çağırıyorum. Buradaki insanlığa sığmayan işkenceleri durdurmak için sesinizi yükseltmeye davet ediyorum. Burada yapılanlar Siyonistlerin hapishanelerde Filistinli gençlere ve kadınlara yaptıklarından daha berbat. Orada fiziki işkence yapıyorlardı. Oysa burada her gün ırzımıza geçiyorlar. Vahşi, kana susamış hayvanlar gibi bedenlerimize saldırıyorlar. Avazımız çıktığı kadar çığlıklar atıyoruz. Ama kimsenin bizi duyduğu yok! Eğer kalbinizde, ruhunuzda bir zerre insanlık, haysiyet, onur ve şeref varsa, birleşin ve bu hapishaneye saldırın. Gelin ve kurtarın bizi! Elinize geçen bütün silahlarla bu hapishaneye saldırın! Hem onları hem de bizleri öldürün!!! Biz çoktan ölüme razıyız. Burayı yerle bir edin! Hepimizin karnında onların piçleri var! Çoğumuz hamileyiz! Biz dünden ölüme razıyız! Size yalvarıyoruz; gelin ve kurtarın bizleri! Size, ailelerinize ve ülkemize daha fazla utanç vermemek için ölmek istiyoruz! Bizi öldürün! Size yalvarıyorum; Allah için bizleri, Amerikalıları ve onların piçlerini öldürün! Allah rızası için! Size yalvarıyoruz..." Sokak'ın beyni, Iraklı Nur'un mektubuyla darmadağın olmuştu… Nasıl olurda sempati toplamak için milyarlarca dolar para akıtan ABD, bu kötü reklamın oluşmasına sessiz kalmıştı… "Karıncayı s.. ama belini acıtma!" türünden eski politikalarına ne olmuştu… Üzerlerindeki net, kesin ve apaçık ve herkes tarafından görünen bu ve benzeri lekeleri nasıl yok edeceklerdi?... Hele ılımlaştırmaya çalıştıkları Müslüman ülkelerin halklarına, özelde demokratik anlamda örnek gösterdiği çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Türkiye toplumuna karşı… Milyarlarca doları, birçok medya kanalına akıtsalar dahi oluşan nefret ve kini zihinlerden ve kalplerden silebilecekler miydi?... Komşu sokak, "Derdi sana mı düştü?..." diyerek istihza etti… Derdi, kendine düşmemişti… Sadece bir meraktı… Açılım sağlamaktı… Evet, tüm dünya insanlarının gönlünü yeniden kazanmayı bırakarak, Müslüman toplumları nasıl yeniden kazanacaklardı?... Sokağın aklına bir şey gelmiyordu. Müthiş bir şey olması gerektiğini seziyordu. Düşünce hamlelerini devam ettirerek ve atlama yaparak bulacağına inanıyordu. Biraz zaman tanımalıydı kendine… Bu arada boş durmamalıydı… Sorularla; soruları, yanıtlarla; başka yanıtları ortaya çıkarmalıydı… Devam ettirmeliydi… Ne zor bir soruydu?... Başka bir leke olsa kolay halledeceklerdi… Şimdi ise cemaat, grup, siyasi parti, dernek, sendika, medya yazarları, televizyon editörlerinden bazı yandaş tanıdıklarıyla da olumlu sonucu elde etmeleri zor görünüyordu. Terörün mantığına da uymuyordu. Terör, başkalarını kaybetmeyle birlikte bazılarını kazanmaktı… Kazanım yok muydu?... Tartışılırdı… Güncel imajlarına uygun bir hediye sunmalıydılar… Var ettikleri en güncel imajları, 'Demokrasi ve Özgürlük!' dü. Bu imajla Müslümanlara yönelik bir çıkarımda bulunarak onların gönüllerini fethetmeliydi. Ama nasıl?... Dünya ülkelerinde bulunan toplumların gönlünü almak hep kolay olmuştu. İstenildiği gibi evirilip çevrilebiliyordu… Seçimli demokrasinin işlediği ülkelerde, hiç beğenmediği halde sonraki seçimde; seçim propagandasında geçen yalanlara kanarak önceden verdiği partiye oy verenlerin de bulunduğu topluluklarda çoğunluktaydı… Yalanlara sürekli mideleri ve beyinleri açtı… Ortadoğu'da uygulamaya koyacağı planlarını sekteye uğratmaya çalışan bir iktidarın, acemice davranması nedeniyle bir takım süreçlerle iktidardan düşürüp, soygunların gerçekleşeceği bir ortak iktidarın yapılanmasını kolaylıkla gerçekleştirmiş, önceki iktidara kan veren topluluktan ses bile çıkmamıştı… Ama bu kez durum farklıydı… Görünen köy kılavuz istemezdi… Bilinçli olarak yayılan tecavüz sahneleri, toplumun hassas duygularında hasar meydana getirmişti… Özellikle Müslüman kesimde… Onlara birkaç özgürlük tanınmalıydı… Sempati toplanmalıydı… Ama nasıl?... İbadet etmeleri tüm dünya ülkelerinde serbestti… Kabe'ye; hacca gidebiliyorlardı. Kelime-i şahadet getirebiliyorlardı… Sokak'ın beyni aydınlandı… Amerikalı uzmanlarda düşüneceklerdi biliyordu… Onların uzmanları, şeytanın bile aklına gelemeyecek birçok şeyi dahi düşünürdü… Dündü… Akşama doğruydu… Üzerinde yürüyen iki genç kızın ağlamalarına tanıklık etmişti… 'Kamusal alan' da türbanlı dolaşamadıklarından, türbanlarını da dini inançları gereği çıkarmadıklarından dolayı, okudukları fakülteden kovulduklarını birbirlerine ağlayarak anlatmışlardı… Sokak, onların gözyaşlarına ortak bile olduğunu, üzüldüğünü, eğitim haklarının iadesi için; içinden dua bile ettiğini anımsamıştı… Evet!... Bulmuştu!… Nur'lara tecavüz eden ABD'nin; tecavüzü unutturmak için kullanabileceği formülü sezinlemişti. Yıllarca çözülmesini istemediği, laiklik adı altında çözüme ulaştırmayan kesimlerin de bilinçsiz desteğiyle, bugünlere kadar gelen ve hatta bazı Avrupa ülkelerinde bile güncel sorun olan 'Türban!' sorununu çözerek kalpleri fethedebilirdi. Kenarda kıyıda çözülmesini istemediği, beklettiği, küresel egemenliği altında bulunan hemen hemen tüm dünya ülkelerinde var ettiği veya var edilen sorunları arada kullanmak ve çözmek 'Kurtarıcı' payesi almak, ne kadar da verimli sonuçlar elde etmesini sağlıyordu. Çözecekti bu sorunu, kırık Müslüman kalplerini tamir edecekti… Diyecekti sessiz bir sesle; '% 99'u Müslüman olan ülkelerdeki dini özgürlük sorunlarını dahi, % 99'u Müslüman olmayan fakat demokrasi ve insan hakları merkezi bir ülke olan ABD tarafından çözülmüştür!" Buna; salt özgürlüğü 'Türban' olarak gören birçok Müslüman çevre dayanabilir miydi?... Teslim alamaz mıydı, onların sevgisini?... Sokağın düşüncesini, onlarca kez üzerinde gezinmekte olan kadının durması bozmuştu. O Kadın, Sokağın izlettikleriyle, özelde Iraklı Nur’un mektubunun Özdal üzerinde bıraktığı etkiyi koklamaya çalışıyordu... Özdal’da durdu. Bir kaç saniye geçmişti... Kadın yeniden yürümeye başladı. Özdal’da peşi sıra. Sokak, Özdal hakkında yorumlarda bulunmaya başladı. Özdal'a içerledi… Takip ettiği kadın, kendi üzerinde onlarca kez git geller yaşatmıştı ona… Hala farkına varamamıştı… Farklı sokaklar değil aynı sokak olduğunun hala ayırtına varamamıştı… O kadar çok konular saçılmasına rağmen, olumlu bir tepkide vermemişti… Hipnotize edilmiş olmalıydı… Kadının etkisinden kurtulamıyordu… Sokak, Özdal'a 'empati aşısı' yapmaya karar verdi… Özdal'ın ayakkabısını sivri uçlu ve çok ince bir metal parçasıyla deldi… Aşıyı verdi… Özdal, fark etmemişti. Bununla da üzerindeki hipnozu bozmaya gücü yetmezse, cehenneme kadar yolu vardı… Aşı etkisini hemencecik göstermeye başlamıştı… Karyola gıcırtılarına benzer sesler duydu, Özdal. Tankların paletlerinden, savaş uçaklarından çıkan sesleri... Katliama uğrattıkları "Apaçilerin" anısına aynı adı verdikleri ABD'ye ait helikopter seslerini... Sesler, "War!... War!.. War!..." seslerine dönüştü. Bu seslerin birkaç saniyelik ara tatilinde duyulan ağlamalar, beddualar, kadın, çocuk ve erkek sesleri... Kadınlardan çıkan sesler, Fatma’nın seslerine ne kadar da benziyordu. "İşte buradalar!" diye yol gösteren rehberler İmece’nin sesine ne kadar da benziyordu. Fatma’ların, Fatıma’ların feryatları arasında "Er Jessica’nın Dramını" yanlı anlatan meddah’ın sesini kendi sesine benzetti. Buna hayret etti. Kendisi izindeyken yazılmıştı. İlgisi yoktu. Ses neden benziyordu. Helikopter, hafif makineli silahlar, hamır cipleri, kahkaha sesleri, bomba sesleri, vikinglerin savaş borazanlarından çıkan sesler... Fon müziği, ağlayan bir kız... Camların kırılma anında çıkardığı sesler... Gök gürültüsü, yıldırım, şimşek... Toprağın çıkardığı kükreme sesleri... Yılan tıslamaları.... Istakoz haşlanırken çıkan kulak tırmalayıcı tiz sesler... Kulakları ağrımaya başlamıştı... Beyninin içi bombardımana tutulmuş gibiydi. Kadın hala yürüyordu, sokak bitmiyordu. Başı dolanıyordu. Yere usulca süzüldü. Bayılmıştı... Birkaç saniyelik baygınlık, saatler gibi gelmişti... Dehşet dolu seslerle uyanmıştı… Doğrulduğunda sesler azaldı... Kalan ses; viking savaş borusunun sesiydi. Uzaktan gelen, "Bozaaa!!!" sesleri dumura uğradı. "Kan! Kaan!... Kaaaannn!!! Dem!" diye geliyordu kulaklarına... 'Dem’in anlamını bilmiyordu. Sözlüğe bakma fırsatı olursa Arap dilinde, ‘kan’ın karşılığı olduğunu öğrenebilecekti... Ayakları, bacakları, tüm vücudu titremeye başladı. Yol, kadınla kendi arasında kalan boşlukta, yatay biçimde ikiye ayrıldı... Az önceki seslere deprem sesi de eklenmişti. Özdal, yarığa düşmemek için durakladı. Yarıktan buharlar yükseliyor, boğuk sesler geliyordu... Mahşeri yaşıyordu. İnsan benzeri bir yaratık heyulası yarıktan çıkarak, alnına dokundu… Ve seslendi… ‘Zaman; zulme ve zalime tapan sahtekar demokratlar ile hakka, mazluma ve insani değerlere yandaş gerçek demokratları birbirinden ayrıştıracak bir ayna sunmaktadır.’ Alnında bir ağırlık hissediyordu. Dokundu... Yazı biçimli bir kabartma olduğunu elleriyle hissetmişti. Borazan sesi yeniden duyuldu. Boğuktu... Uzaktan geliyordu. Devamı: 15.sayfada
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahattin YILDIZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |