İnsan bir küçük dünyadır. (Mibres Kosmos) -Demokritos |
|
||||||||||
|
BÖLÜM: 1.1 Olaylar Bugün havanın da güzelliğinden yararlanarak Boğaz kenarında biraz gezinmek, yalnız başıma çay bahçelerinde oturup bedenimi ve ruhumu dinlendirerek çay içmek, bu arada sessizce süzülen gemileri seyretmek gayet iyi olur diye düşünmüştüm. Nasılsa günlerden pazar, ayrıca yarın on beş Eylül 1997, doğum günüm ve kırk dört yaşına gireceğim günün bitmesiyle, daha doğrusu yarın sabah saat dörtte hayatımın kırk üç senesini tamamlamış olacağım. Kırk dört sene önce sabah saat dörtte; harika, tam üç tane dört yan yana. Aslında bu doğum günümün çok özel olarak kutlanması gerekir, tıpkı otuzuncu yaş günümü kutladığım gibi, bu zamana kadar kutladığım en güzel doğum günüm. Almanya'da bir barda kutlamıştım. Çok arkadaşım gelmişti, başka şehirlerden, kasabalardan gelen arkadaşlarım bile olmuştu. En güzel doğum günü hediyelerini o gün almıştım, onlardan birini halen yanımda taşıyorum, bırakmıyor beni bir türlü, daha doğrusu ben onu bırakamıyorum, çünkü ona sürekli ihtiyaç duyuyorum, bana tam on dört senedir zamanı gösteriyor, zamanım onunla geliyor, onunla geçiyor. Bu Kerstin, Horst ve Birgit'in müşterek aldıkları bir hediyeydi. Bir taraftan Boğaz'dan geçen gemileri seyrederek çayımı yudumluyor diğer taraftan bu akşamı nerede ve nasıl geçireceğimi düşünüyorum. Doğum günümü ilk defa yalnız kutlayacağım, bu da "çok özel" demektir. En iyisi loş ışıklı, güzel müzik olan bir bara gidip demlenmek, tabii ki güzel bayanların da gittiği bir yer olmalı. Ayrıca eve uzak olmamalı ki araba kullanma mecburiyeti ortadan kalksın, ya yürüyerek veya taksiyle eve gidebileceğim bir yer, örneğin; Aksaray, Bakırköy veya Yeşilköy sahilinde güzel bir bar olabilir. İkinci çayımı da yudumladıktan sonra Boğaz'a olta atanların yanından geçerek tuttukları balıklara göz attım; kimi birkaç tane yakalamış, kimi daha siftahını bile yapamamış. Balıkları görünce karnım da acıkmaya başladı. Eve giderken yol üzerinde Ortaköy'e uğrar, orada balık yiyebilirim diye düşündüm. Gayet iyi düşünmüşüm. Garson henüz tabağı masanın üzerine bırakmadan, birkaç metre öteden kızarmış balığın kokusunu aldım. Afiyetle yiyor, arada bir nefes alıp beyaz şarabımı yudumluyorum. Aslında kırmızı şarabı tercih ederdim; fakat adet bozulmasın. Eve gidip bu akşam için hazırlık yapmanın zamanı geldi. Yakınlarda park yeri bulamamanın bazı faydaları da var, en azından tok karınla arabaya kadar yürüyüş yapılıyor. Bakalım eve gidene kadar kaç trafik canavarına rastlayacağım. Pardon! Ben canavarlık yapmıyorum. Yemekle birlikte sadece bir bardak şarap içtim ve herkesin önüne geçeceğim diye de zikzaklı araba sürmüyorum, araba cambazlığı yapmıyorum, başkasının veya babamın arabasını da kullanmıyorum; zira ehliyetimi olduğu gibi arabamı da ter dökerek aldım. Yakınında park ettiğim evime doğru yürürken bayanın biri yaklaşıp elindeki kâğıdı gösterdi. "Oğlum! Bu adresi arıyorum, burayı biliyor musun? Otobüs şoförü burada ineceğimi söylemişti." "Evet hanımefendi, caddenin karşısına geçip doğru yürüyün, yol ileride çatallaşıyor, soldaki yolu takip edin, soldan dördüncü veya beşinci blok olması gerekiyor." Yalnız yaşamanın avantajlarından biri de evde her şeyin yerli yerinde olması. Hiçbir şeyi aramıyorsun, şikâyet etmiyorsun, her şey bıraktığın gibi duruyor. "Hey, çocuklar! Ayakkabılarımı, terliklerimi gördünüz mü? Hanginiz benim havluyla burnunu sildi?" veya; "sevgilim, benim iç ve dış çamaşırlarım nerde?" veya; "benim diş fırçama ne oldu böyle, kim bununla ayakkabısını boyadı?" diye bağıracak kimse yok. Hava kararmaya başladı, doğum günü kutlama öncesi bir duş ve sakal tıraşı iyi olur, ne de olsa iki gündür tıraş olmadım, hem bakarsın güzel bir bayanla tanışma fırsatı doğabilir. Tıraş olmadan önce aynanın karşısında her zamanki gibi saçlarımı inceledim, halen beyaz bir saç yok. Berbere gittiğimde hafif ağarmış süsü verircesine "beyaz boya mı sürdürteyim!" diye tekrar söylendim. Bir iki senedir böyle düşünüyorum aslında; lakin bir türlü cesaret edemedim. Saçlarımı sıkça kestirdiğimden her seferinde farklı boya olabilir ve fark edilir diye güvenemedim. Benim yaşımdaki insanların saçları neredeyse bembeyaz. Hatta bana demin aşağıda "oğlum" diye hitap ederek adresi soran bayan bile benim yaşlarımda, en fazla birkaç yaş büyük olmalıydı. Bunun gibi adres veya herhangi bir şey sorarken böyle hitap eden yaşıtım çok insanlara rastladım. En iyisi biraz daha bekleyeyim, yamaçlar kendiliğinden aklansın. Dışarıya çıkmak için bir saat içinde hazırlandım, vakit henüz erken, televizyonda akşam haberlerini izleyerek biraz daha vakit geçirebilirim. Sahile indiğimde saat yirmi ikiye geliyordu. İlk girdiğim yer canlı müzik yapan bir bardı. Canlı müzik pek ilgimi çekmedi. İkinci gittiğim yer İngiliz stili bir bar, müzik de bayağı güzel. İşte burada doğum günümü "çok özel" kutlayabilirim. Bira bardakları da büyük, tam istediğim gibi. Barda, tam köşede bana uygun bir yer boş, barın içi de dışı da buradan yan oturulunca görünüyor; fakat her yerde olduğu gibi bira servisi burada da köpüksüz. "Bakar mısın bir dakika!" diye barmene seslendim. "O... İyi akşamlar, hoş geldin, ne zamandır buralarda görünmüyorsun." "Bu sıralar çok koşturuyorum, işler yoğun." "Fuardan mı geliyorsun yine?" "Hayır, fuarlar şimdi ilkbahar aylarında, benim bira köpüklü olsun." "Biliyorum, asıl tadı köpüğünde diyeceksin, bilirsin buralarda hep köpüksüz isterler." Önceleri bu bara sıkça gelirdim, hatta üç dört sene önce Almanya'dan beni ziyarete gelen Martin ile birlikte yılbaşını burada kutlamıştım. Önce Taksim'de İstiklal Caddesi'nde bir restoranda akşam yemeği yemiş, ardından Sultan Ahmet'e giderek küçük bir barda bir-iki bira içip buraya gelmiştik. O yılbaşı akşamı hava bayağı güzeldi, saat yirmi dörtte dışarıda havai fişeklerin seyrinden sonra "ben yine acıktım," diye tutturmuştu Martin. Ona; "sabah kahvaltısına kadar sabret," demekten başka yapacağım bir şey yoktu; zira yılbaşı gecesini bir restoranda oturup ellerimi şakaklarıma dayayarak geçirmeye niyetli değildim. Onun da buna pek niyeti yoktu zannedersem, kendine İngilizce sohbet edecek birkaç kişi bulmuş, bayağı eğleniyordu. O yılbaşı gecesini hayal ederken barmen beni uyandırdı. "Bir bira daha?" "Evet, ver bakalım, bu akşam biralar bayağı tatlı geliyor." "Neden? Özel bir gün mü, yoksa özel bir sebebin mi var?" "Yo hayır, biraz stres atıyorum." Ona yarın doğum günüm olduğunu söylemem gerekmezdi. Bu doğum günümü kendimle "özel" olarak kutlamak istiyorum. Bar kalabalık olmasa da yeterli derecede dolu. Kimileri sohbet ediyor, kimi oturduğu yerde müziğin ritmine uyarak kafasını kolunu veya vücudunu sallıyor, benim gibi çekingenleri sadece ayaklarını oynatıp dizlerini titretiyor. Arada bir saate bakıyor, yirmi dörde gelmesini bekliyorum, kendi kendime şerefe demek için. Nihayet o saat geldi. "Şerefe Turgay Bora!" Artık kırk dört yaşındaydım. Doğrusu sabah saat dörtte doğduğum için dört saat sonra. Kırk dört sene önce bu saatlerde annem doğum sancıları çekiyordu, daha da doğrusu ben dışarıyı görmek, dışarıya çıkmak istiyordum, annemin karnını tekmeleyerek; zira sabrım kalmamıştı, küçücük daracık yerde iki büklüm halde bayağı sıkılmıştım. Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı. Hazır tekmelemişken biraz fazladan tekmeleyeyim diye düşünüyordum; ilerde annemden yiyeceğim dayaklar ardımda kalmasın diye. Saat bire geliyor, fazla geç kalmamalıyım. Sabah erken kalkıp önce büroya, oradan bir şirkete gidip tahsilat yapmam gerekiyor. Yeni bir güne gözlerimi açtım. Bayağı geç yattığım için bugünkü sabah koşusu iptal edildi. Duş ve kahvaltının ardından marş düdüğünü çalıp kontağı çevirerek büronun yolunu tuttum. Oradakilere henüz günaydın diyemeden: "Doğum günün kutlu olsun patron." Sibel, Dilara ve Aykut, Sibel'in masası önünde dizilmiş, hep bir ağızdan böyle seslendiler. Masanın üstünde, üzerinde mumlar yanan yuvarlak bir pasta tortusu ve kahve fincanlarını gördüm. Sibel: "Bugün doğum günün olduğunu biliyoruz; fakat tam olarak kaç yaşına girdiğini bilmediğimiz için mumları sayısına göre alamadık, hepimizin söylediği rakam farklıydı." "Yaşımın sayısına göre mum alsaydınız pastanın üzerinde yer kalmazdı." Dilara: "Ayıp ettin patron, valla bu pastanın üzerine yüz tane mum sığar." "Yüzden nesi eksik ki! Sadece bir sıfırı... Peki neden on tane mum?" Sibel: "Yalnızlığın sembolü, bir ve yanında sıfır rakamı. Artık evlen, zamanın geldi ve geçti bile." "Ne demek geçti! Daha çok var zamanına." Dilara: "Patron, pastanın hepsini bitirmeyesin! Büroda pasta var diye evde kahvaltı yapmadan geldim, ona göre." Dilara, büronun hem neşesi, hem gülü. Büroda özel sohbetinde genelde argolu konuşur, bana olduğu gibi başkalarına da aşıladığı hünerli bir çok kelimesi var, iş konusunda konuşma tarzını tepe takla değiştirir. Diksiyonu düzgün, konuşmasını gayet iyi bilen, on yedinci yaş gününü altı ay önce kutladığımız, Türk standartlarına göre uzun boylu, kumral güzeli hanımefendicik bir kız. Şirketin telefonlarına o bakar, ayrıca dosyalama, yazışma ve ön muhasebede Sibel'e yardımcı oluyor. İki senedir şirkette. Gelişi olaylı olmuştu: *** Dilara, 1995 Eylülünde bir gazeteye verdiğim eleman ilanı üzerine gelmişti. Diğer müracaatçılar gibi onunla da bir sözlü mülâkatta bulunmuştum. Randevu saatine tam olarak uyması, mülâkat esnasında konuşma tarzı ve fiziği işe alınmasında etken olmuştu. Aşağı yukarı bir yetmiş boylarında olmalıydı. Bana on sekiz yaşına yeni girdiğini, mali sebeplerden dolayı liseden ayrıldığını söylediğinde beni aldatmıştı. İşe alındıktan sonra personel ve muhasebe kayıtları için kimliğini vermesi gerekiyordu; fakat kimliğinin kayıp olduğunu, yeniden çıkartacağını söylemiş, aradan iki hafta geçmesine rağmen halen çıkartmamıştı. Bunun üzerine bir gün evini aradım, telefona çıkan annesini tanıyordum; işe giren kızını ziyarete gelmiş, nasıl bir yerinde çalıştığını bilmek istiyordu. "Nasılsınız Zerrin Hanım?" "Teşekkür derim. Sizler nasılsınız, işleriniz nasıl?" "Teşekkürler, işlerimiz iyi ve yoğun, Dilara'dan bir şikâyetim var. Muhasebeye kimliğini vermesi gerekiyor, iki haftadır halen getirmedi, sizde vekâleti olduğu için sizin çıkartacağınızı söylemişti." "Nasıl? Kimliği yanında!" "Bana kaybettiğini, yeniden çıkartılması gerektiğini söylemişti." "Hayır kayıp değil, kimliği yanında; fakat yenilenmesi gerektiği doğru, günü geçti ve fotoğraf eklenmesi gerekiyor, yanındaki kimlik fotoğrafsız." Hayret etme sırası bendeydi. "Benim bildiğim en geç on beş yaşına kadar kimliğine fotoğraf ekletmesi gerekiyor, Dilara üç senedir fotoğrafsız kimlikle mi dolaşıyor yani?" "Dilara on beş yaşına zaten birkaç ay önce girdi." İyice şaşırmıştım. "Ne? O on sekiz yaşında değil mi?" Gülmeye başladı. "Size yalan söylemiş Turgay Bey, o daha on beş yaşında ve bunu kabullenmiyor, herkese on yedi veya on sekiz yaşında olduğunu söylüyor." "O halde lise ikiden ayrıldığı da doğru değil." Bu sefer kahkaha atarak: "Hayır, ortaokulu henüz yeni, bu geçen sezon bitirdi, liseye gidecekti, 'ben liseye miseye gitmem' diye tutturdu, bir türlü razı edemedik, fazla zorlamak da istemedik, zaten ortaokulu zoraki bitirdi." Gülme sırası bana gelmişti. Nasıl da kandırılmıştım! Zerrin Hanım kızının on beş yaşında olduğu için vekâlete gerek olmadığını, yarın gidip yeni nüfus cüzdanını çıkartacağını söylemişti. Konuşmanın ardından ne yapacağımı ve ona karşı nasıl davranacağımı düşünerek elimin altındaki kâğıdı rast gele karalıyor, daireler çiziyordum. Dahili hattan Dilara'yı arayarak yanıma gelmesini söylediğimde kapıyı tıklatıp içeri girdi. "Gel bakalım Dilara Hanım... Şimdi senin vekil tayin ettiğin annenle görüştüm, hangi konu hakkında görüştüğümü merak ediyor musun? Hani şu bir türlü gelmeyen kimliğin var ya! İşte onun hakkında." Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Önce "ne oldu!" der gibisinden bana bakan meraklı bakışlarını üzgün bir şekilde sağdaki pencereye çevirmiş, "galiba şimdi kapı dışarı edileceğim" diye düşünüyordu sanki. Bir müddet ona sessizce bakakaldım, o halen pencereye bakıyor ve oraya bakarken eminim ki benim gördüklerimi görmüyordu; ne caddeden gelip geçen kocaman arabaları, ne de yaya yolunda birden bastıran sağanak yağmurdan sağa sola kaçışan insanları. Benim işittiğim gök gürültüsünü ve cama vuran sağanak yağmurun seslerini bile işitmiyordu. Onun kendi gördükleri, benim göremediğim daha başka şeylerdi sanki ve içkulağındaki cızırtılar ile birlikte, içinden gelen "vay anasını be!" gibisinden sesleri de ben işitemiyordum. Belki de onu hiçbir şey ilgilendirmiyordu ve sadece mahcuptu, şimdi ne olacağını düşünüp bekliyordu. O an kalp atışının hızlandığından da emindim. Fazla üstelememem gerektiğini düşünmüştüm. O gururlu bir kızdı, bunu işe başladıktan birkaç gün sonra fark etmiştim. Bu yüzden büroda çalıştığımda, canım çay veya kahve istediğinde mutfağa gidip kendim hazırlıyordum. Büroya ziyaretçiler, müşteriler geldiğinde işini gayet iyi biliyordu, kime ne ikram edeceğini, telefonda kime nasıl cevap vereceğini çabuk öğrenmişti. İşine kısa zamanda uyum sağlayan çalışkan bir kızdı, yine de ona; "Bana on sekiz yaşında olduğunu söyledin, lise ikiden ayrıldım dedin, yani yalan söyledin," dedim. Gözlerini önce bana çevirmiş, sonra yine mahcup bir şekilde pencereye doğru bakmaya başlamıştı, ara sıra kaçamak gözlerle bana bakarak: "Yoksa beni işe almazdınız, benim işe ve çalışmaya ihtiyacım vardı, ailemin mali durumu iyi değil, aileme katkıda bulunmam gerekirdi." Sessizce onun bu mahcup haline bakmaya devam ediyordum. Tekrar sağdaki pencereye, ardından bana baktı. "Beni kovacak mısınız?" "Hayır kovmayacağım, işine devam edeceksin; fakat seni cezalandıracağım. Annen yarın sabah yeni kimliğini çıkartıp buraya gelecek, cezanı o zaman vekilinin yanında söyleyeceğim, şimdi gidebilirsin." "Teşekkür ederim," diyerek aynı mahcup tavrıyla odadan çıktı. On dakika kadar sonra kapımı tıklatıp bir fincan kahve ile içeri girerken yüzünde bu kez bir tebessüm vardı. "Size sütlü bir kahve yaptım." Dilara ilk defa sadece bana kahve servisi yapmıştı. Bugünden itibaren kahvemi genelde o yapıyor, ne zaman kahve içeceğimi biliyor ve getiriyordu. O çok meşgul olduğunda kahvemi kendim yapıyor, ona da ikram ediyordum. Büroda ben dahil dört kişi çalışıyorduk, bir seneden beri şirkette olan Aykut yüksek lisansa başlayacağından bir ay içinde şirketten ayrılacaktı. Mimar İlhan genelde büro dışında, ya şantiyede veya piyasadaydı, sabahları büroya gelip gider veya önce dışarıdaki işini halledip öğleden sonra gelirdi. Muhasebe bürosu ayrı olduğundan her gün bir eleman uğrar ve gider, diğer elemanlar şantiyelerde çalışıyor, ayda bir büroya gelirlerdi. Bunlardan sadece Hüseyin büro ile şantiyeler arasında mekik dokursa da genelde şantiyelerde bulunurdu. Ertesi gün öğleden sonra Dilara'nın annesi yeni kimlik cüzdanıyla büroya geldi, kızının neden okula devam etmek istemediğini anlattı; boylu boslu olduğundan sınıf arkadaşları yanında kendini diğerlerine nazaran büyük olarak görüyor ve okul forması giyinmek ona zor geliyormuş. Sohbet ederken Dilara'yı yanımıza çağırdık. "Senin hakkında annenle biraz konuştum, şimdi sana vereceğim cezayı söyleyeceğim, annenden bunun müsaadesini aldım. Kabiliyetli bir kızsın, bilgisayar kursuna gideceksin, cezan bu." "Tekrar okula filan gitmek istemiyorum." "Okula gitmeyeceksin, yakın çevrede Milli Eğitim Bakanlığına bağlı birkaç özel meslek edinme kursları var, ya hafta içi işten sonra yedi sekiz ay akşam kurslarına veya cumartesi ve pazar günleri tüm gün hafta sonu kursuna gideceksin." Dilara bir annesine bir de bana bakıyordu ve kararsızdı, onu kolay ikna edebilecek başka şeyler söylemeliydim, devam ettim: "Zamanını ve hangi eğitim kurumuna gideceğini kendin seç, hem o kurslara gidenler genelde on sekiz yaşı ve üstü lise mezunları oluyor, okul forması giyinme mecburiyeti de yok, maaşından da para kesilmeyecek, şirket hesabına gideceksin, ne dersin?" "Bilmem ki!" "Zaten Aykut Bey ayrıldıktan sonra büroda bilgisayar kullanan ve ayrıca seri yazabilen bir elemana daha ihtiyacımız olacak, onunla burada pratiğini yaparsın, sana da bu konuda çok ihtiyacım olur, biliyorsun; biz çok teklif ve rapor hazırlıyoruz." "O zaman hafta içi akşam kursları olsun." "Tamam, yarından itibaren kursları ara ve uygununu seç." Dilara'yı ikna etmek pekte zor olmamıştı. Hafta içi akşam kurslarını seçeceğini tahmin etmiştim. Onun yaşında kim ister ki hafta sonunun kurslarla mahvedilmesini! Ayrıca hayatında belki de ilk kez akşamları evine geç gidecek ve bu ona cazip gelecektir; zira kendisi artık on beş yaşında küçük bir kız değil, on sekiz yaşında olgun genç bir bayan olacaktır. ***
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Turgay, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |