"Denemeler"de gördüğüm şeyi Montaigne'de değil, kendimde buluyorum. -Pascal |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu ‘Übüleşen bir dünyada yaşıyoruz’ diyordu geçenlerde biri. Sahi, ne demek bu ‘übüleşmek’? Übü kelimesi nereden geliyor derken kendimizi derin bir ‘übü külliyatının’ içinde buluverdik. İlk önce işin musebibi olan adamla, yani übü kelimesini dünyaya hediye edip sonra da terk-i diyar eyleyen Alfred Jarry ile işe başlayalım dedik.(2) Übü kelime kökeni tüm zamanların en sıra dışı oyun yazarlarından biri olan Fransız Alfred Jarry tarafından ortaya atılan Kral Übü (Ubu Roi) oyunundan çıkmış. Oyun, yazar 15 yaşında Liseye devam ederken, sinir olduğu Fizik Hocası Mösyö Herbert’i alaya almak için yazdığı kukla oyunu metinlerinden oluşur. Bu derme çatma kukla oyunu metinleri ilk kez arkadaşları arasında, hala liseye devam ederken 1888 yılında sergilenir. Alfred Jarry, gerçek anlamda bir baş belasıdır. Yaşadığı toplumla, dönemle, hayatla ve kendisiyle sorunları olan eksantrik bir adamdır. Sıra dışılığını, keskin ve acımasız bir dille kaleme aldığı yapıtlarında ortaya koyarken, sokağın sert ve pis dilini müthiş bir keskinlikle kullandığı Kral Übü’de alaycılığın zirvesine çıkar. Aptal, vahşi, aç gözlü, sığ, duyarsız, korkak, tutarsız ama aynı zamanda başarılı bir demagog. Hepsini yan yana koyduğunuzda ortaya çelişkiler yumağı Kral Übü karakteri çıkıyor. Kral Übü, zengin alt okumalarıyla, sadece yazarın yaşadığı döneme değil, aynı zamanda tüm zamanların toplumlarındaki çarpık ekonomik ve politik yapılanmaya göndermeler yaparken insan doğasının karanlık tarafını da tüm çıplaklığı ile yüzümüze bir ayna gibi tutar. Görmek ve duymak istemediklerimiz, iğrendiklerimiz ve ama en korkuncu hala orada, derinlerde bir yerlerde gizlendiğini ve inatla var olduğunu bildiğimiz karanlık ve habis dürtülerin gün yüzüne çıkmasına neden olur. Bununla da kalmaz, tüm acımasızlığıyla, onlarla yüzleşmemizi sağlar. Alfred Jarry, Kral Übü karakteriyle, hızla übüleşen bireylerin kimliklerine de göndermeler yapar. Kitle psikolojisinden, burjuvaziye, süslü sloganlar altına saklanan vahşi kapitalizme kadar bir dizi renkli ve bir o kadar çetrefil olguları, ustalıkla bir birine bağlayarak bize çok renkli bir kolaj sunar. Onda, izleyiciye her şeyi hazır lop verme alışkanlığı yoktur. Okuyucu ya da izleyiciyi öykünün içine davet eder. Anlama, düşünme ve üzerinde kafa patlatmaları için zorlar. Elinde kamçısıyla, kürek mahkumlarının tepesine dikilen zebaniler misali kırbaç yerine kullandığı kelimelerle zihnimizi kıyasıya dövmekten hiç çekinmez. Son derece sert ve belalı bir dili olan yazarın bazı cümlelerinin analizini yapmak biler yürek ister. Mesela, ‘askerlere söyleyin ilk önce hacetlerini yapsınlar, sonra milli marşı söylerler’ diye buyurur Übü Baba. Yani, kıyısından köşesinden itidalli yaklaşılması gereken bir cümle. Sadece kaba ve yüzeysel okumaları bile insanın yeterince canını sıkacak analizler içermesine rağmen, cümlenin altında yatan zengin anlatımı açığa koymak bile başlı başına bir cesaret işidir. Yani, tam Alfred Jarry usulü. Kaba ve tamamıyla yüzeysel bir analiz yapacak olursak, bütün hayatı sindirim ve boşaltım sistemi arasındaki o kısa ve küt çizgide seyreden Übü Baba’nın tek derdi işkembesini doldurmak ve yan gelip yatmaktan ibarettir. Hayat felsefesini böylesine düz, sığ, derinlikten yoksun ve hayvani bir çizgiye oturtan biri için insani duygular, sorumluluklar, vatan sevgisi gibi derin konular hiçbir şey ifade etmez. O hayattan ne istediğini kısa ve net olarak özetlemiştir bile. Et ve altın. İşte o kadar. Daha fazla düşünmeye gerek yoktur. Zaten halka da bunu şartlı olarak verir. Öyle bedavadan değil. ‘Alın size et ve altın. Ama vergilerinizi düzenli olarak ödeyeceğinize söz verir misiniz’ diye sorar. Halk ancak eti ve altını aldıktan sonra bir ağızdan ‘söz veririz’ diye yanıtlar Übü Baba’yı. Yani, Jarry o şeytani zekasıyla, olayı alanın ve satanın razı olduğu bir çeşit alışverişe indirger. İkinci bir yaklaşım ise milli duygular ve vatan sevgisi gibi kavramların iktidar tarafından politik çıkarlar doğrultusunda kullanılarak, halk kitlelerinin belli bir noktaya doğru yönlendirilmesine işaret eder. Übüleşmenin temelinde, günümüz ekonomik politikaları yatar. Çünkü toplumun muhalefetini desteğe dönüştürmek için bütün iktidarların başvurduğu bir yol vardır. Savaş ve savaş ekonomisi. İktidarlar, içerdeki sorunları unutturmak için savaşı öne sürer. İnsanların ulusal duyguları ayağa kaldırılır. Böylelikle, insanlar açlığını, yoksulluğunu ve o günkü iktidarın kim olduğunu unutur. Ve düşman gösterilen birilerinin ‘ötekini’ üzerine doğru yürür. Güncel anlamda her şeye gönderebilirsiniz bunu. Alfred Jarry’nin Kral Übü’sü, bugün Amerika’nın dünya üzerinde uygulamak istediği politikayla neredeyse birebir örtüşüyor. Genel anlamda, yayılmacı kapitalist ülkelerin uyguladığı bir politika bu.(3) ‘Karnını ve cebini doldurduğunuz halk kitlelerini istediğiniz yere sürükleyebilirsiniz’ mantığıyla yola çıkan yazar, bizlere ‘sürü psikolojisinin’ de kısa bir özetini sunar. Yukarıdaki cümleden çıkan başka bir düşün zinciri bizi çok bildik bir yere götürüyor. ‘Alın size et ve altın (yani, para). Yiyin, için, hacetinizi giderin ve ne dersek onu yapın. İnsan başka ne ister ki, düşünmeyi de bize bırakın. Sizin soru sormanıza, sorgulamanıza, o güzelim kafacıklarınızı yormanıza hiç gerek yok. Biz burada neciyiz, biz sizin yerinize düşünür ve kararlar alırız. Hem yöneticiler başka ne işe yarar ki. Öyle değil mi? Daha ne olsun. Düşünmek yok, soru sormak, sorgulamak zahmetine girmek yok, kararlar almanın insanın o narin omuzlarını acıtan ağırlığını hissetmek yok. Bunların hepsini ‘Übü Baba’ bizler için gönüllü olarak yapıyor. Daha ne istiyorsunuz? İşte böyle, belalı bir adamdır Alfred Jarry. Bu noktada ‘et ve altın’ işini biraz açmamız gerekecek. Simgesel olarak, ‘et ve altın’ iktidarların kendilerini kitlelerin önünde meşrulaştırdıkları zemindir. Alfred Jarry, kitleleri bir sürü gibi algılıyor. Jarry ’e göre, kitlenin ‘farkındalığı’ yoktur. İktidarlar, farkındalığı olmayan ve sürü esasına göre hayatlarını devam ettiren bu kitleler üzerindeki hakimiyetlerini ‘para ve aş’ esası üzerine kurarlar. Politikada, yazılı olmayan ama geçerli olan altın kuralı bütün partiler bilir. Kitlenin karnını doyurup, ceplerine de parayı koydun mu istediğini yaparsın. Kapitalizmin dini olan bu ekonomik politikaları, borç verdikleri yabancı ülkelerin iktidarlarına dikte ettirmiyorlar mı? Bakınız dünyanın başına musallat olan IMF para politikaları ve yabancı ülkelerin halklarına, işçisine, köylüsüne, memuruna, dar gelirlisine, orta sınıf vatandaşına içirmeye bayıldıkları ‘acı reçeteler’ . Alfred Jarry, burjuvazinin ‘eşitlik, kardeşlik ve özgürlük’ gibi olumlu sloganların ardına sığınan o kirli yüzüyle de alay eder. Dalgasını geçerken hızla übüleşen bir dünyaya da işaret eder. Daha o dönemde, 18. yüzyılda kapitalizmin sırıtan aç gözlü habis yüzünü görmüştür. ‘Saraylara savaş, kulübelere barış sloganıyla’ yola çıkan 1789 Fransız İhtilalinin aslında Kapitalizmi içeri davet eden bir eşik noktası olduğunu algılamıştır. Kendi dini olan ekonomik politikaları, halka dikte ettirmeye çalışan burjuvazinin, kitlelere belletmeye çalıştığı bu ezberi bozmuş, bunu yaparken de sokağın kirli dilini kullanmıştır. O sığ zihni, kişisel çıkarları söz konusu olduğunda canavar gibi çalışan Übü Baba’nın inanılmaz bir yanı da vardır. Ondan beklenmeyecek şekilde iyi bir demagogdur. Birbiri ardına kendi içinde çelişen cümleler sarf ederek karşısındakini ‘aptallaştırır’. Daha iki cümle arasındaki sağlıklı sebep sonuç ilişkilerini kuramayan zavallı kurbanları daha da aptallaştıracak bir cümle daha yumurtlayarak akıl ve izan sahibi insanların dimağlarının durmasına neden olur. ‘Bir deli kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış’ misali insanlar ne söylediklerini kavrayana kadar o işlerini yoluna koyar, demagoji sanatının zirvesine çıkar. ‘Yaşasın Savaş’ çığlıkları atarak, savaş tellallığı yapan ‘Übü Baba’, iş bizzat savaşa gitmeye geldi mi korkudan kaçacak delik arar. Çevrenin de zorlamasıyla istemeye istemeye savaş alanına gider. İnsanları kolaylıkla ölüme gönderirken kılı kıpırdamayan Übü Baba, daha atılan ilk kurşunla, düşman mevzilerine doğru şöyle bağıracaktır. ‘Saygıdeğer Ruslar, bu taraf doğru ateş etmeyin. Burada insanlar var’. Eh, çelişkinin de ancak bu kadarı olur. Übüleşme sürecinde, belli bir isim ya da olay hedeflenmiyor ama genel anlamda nasıl sakınmadan vahşi olunduğu, sanki bunun çok doğalmış gibi göründüğü vurguluyor. Vahşi kapitalizmin habis yüzünü, bir insanı öldürürken ki rahatlığı, vahşiliği ve ‘öldürmenin verdiği keyfi’ doğalmış gibi gösteriyor. Bunun canlı örneklerini, bugünlerde Irak’ta ve Lübnan’da açık olarak görüyoruz. Sivil halka uygulanan işkenceler, öldürme zevkini tatmin etmek için sokaktan geçen sıradan insanları, çocukları, kadınları ve gençleri sorgusuz sualsiz katleden ABD ve İsrail askerleri gibi. Ve bütün dünyanın gözü önünde tüm dehşetiyle devam eden Lübnan Savaşı’nda yaşanan insanlık trajedisi ve dünyanın umursamaz tavrı. Kral Übü’nün kimliğinde, übüleşen insanların karanlık, habis tarafı dehşetli bir ironiyle sunulur. (Bakınız ABD ve İsrail askerleri).Hayal etmesi bile tüyleri diken diken eden işkenceler, bir şarkı eşliğinde, gülerek, neşeli bir şekilde söylenirken, insani yanını kaybeden karakterlerin nasıl cehennem zebanilerine dönüştüğünü görürüz. Bir süre önce, TV ekranlarına yansıyan bir Amerkan askerinin gitarı eşliğinde, yaptığı işkenceyi anlatan bir şarkıyı, gülerek çalıp söylemesi, bu olgunun artık bir önerme olmaktan çıkıp bizzat gerçek hayata geçtiğini gösteriyor. Kulaklara tahta sokulacak lay, lay, lom. Burunlar koparılacak, lay, lay, lom. Beyinler ezilecek lay, lay, lom. Diller koparılacak, lay, lay, lom. Gözler oyulacak lay, lay, lom…(Tanrım, çok eğlenceli lay, lay, lom. Kendini kaptıranlar için özel olarak eklenmiştir, lay, lay, lom ) Eğer kendinizi kaptırıp koyuverirseniz, bu nakarata katılmamak elde değil. İnsanın içindeki karanlık tarafın aydınlık tarafla olan o ezeli mücadelesi bundan da açık nasıl anlatılabilir. Gülerek, şarkı tonunda söylenen işkenceler, olayın ağırlığını hafifletirken, gerçeklik duygusunu da kırıyor. Gerçek ve sanal dünya arasına sıkışıp kalan ve her iki dünyaya da eşit mesafeden bakan ‘übüler’ için gerçekliği kırılmış ve hafifletilmiş bir işkencenin ne zararı olabilir ki? Aynı hafifletilmiş gerçekler, Amerikan ve Avrupa Televizyonlarında ‘reklam’ arası görüntüler olarak izleyicilere servis ediliyor. Übüleşme sürecinin en tehlikeli aşaması, günümüzde insanlığın üzerine ölü toprağı misali inen ‘duyarsızlık’, ‘umursamazlık’ ve ‘kanıksama’ tavrıyla açıklanabilir. Ellerinde uzaktan kumanda aletiyle ekranın başına geçenler, ‘can sıkıcı’ savaş görüntülerine rastladıklarında ya yüzlerini buruşturarak hızla bir eğlence kanalına atlıyorlar ya da cips ve kolaları eşliğinde görüntüleri bir Hollywood filmi tadında izliyorlar. Irak Savaşını, televizyon ekranlarından ellerinde kutu biraları ve cips eşliğinde seyredenler ‘futbol maçı’ formatında gönderilen görüntüleri, ‘mahsusçuktan’ yapıyorlar imgelemi ile algılar. Yani, atılan her bomba, imgesel ortamda, anlatılmaz güzellikteki ışık ve dans gösterisine karşılık gelir. Bu kodlarla ekrana yansıyanlar, izleyenler için bir ‘havai fişek’ gösterisi tadındadır. Orada, o anda yaşanan gerçek dünyaya ait dehşet, panik, korku ve yaşama isteği gibi insani değerleri algılamaktan çok uzak olanlar için her şey, western filmlerinin olay örgüsü içinde cereyan eder. Oynayan filmin yönetmeni ‘stop, mola’ dediğinde, ‘ölü taklidi’ yapan Iraklı çocuklar ve siviller düştükleri yerden ayağa kalkacak, köşedeki Mc Donalds’a giderek hamburgerlerini yerken bir yandan da Coca Colalarını yudumlayacaklar ve 1. Lig Maçlarını konuşacaklardır. Aynı anda ‘savaş oyununu’ naklen veren televizyon kanalında da reklam kuşağı girmiş ve izleyicilere ‘çay ve ihtiyaç molası’ imkanı tanınmıştır. Reklam kuşağından sonra, kaldıkları yerden canlı ‘savaş oyunu’ yayınına devam edenler, izleyicilerine ‘sinema kuşağı’ lezzetinde hoş bir akşam geçirtmiş olurlar. İşte, bu formda kodlanan imgelemler eşliğinde, orada yaşananlara dair en küçük fikri bile olmayan sıradan insanların gerçek dünyaya özgü bir tepki vermesini beklemek çok zor. Şu anda yaşananlar kabaca böyle. Yoksa, devam eden Irak Savaşı ve tüm dehşetiyle Ortadoğu’yu bir kan gölüne çeviren Lübnan Savaşı karşısında bütün dünyanın ‘sessiz kalışını’ nasıl açıklayabiliriz? (4) İşte bu übüleşme sürecinin ortaya çıkardığı ‘übülerin’ ortak yanı, demagojiyi, korkaklığı, aptallığı ve budalalığı bir erdemmiş gibi lanse etmelerinde yatıyor. Bunu öylesine ürkütücü bir biçimde ortaya koyuyorlar ki, bütün herkesi etkileyebiliyorlar. Kendi içinde bir mantığı yokmuş gibi görünen sözler sarf ediyor ama çevresine sınırsız bir korku salıyorlar. Kendilerini çok akıllı, çok zeki zannediyorlar. Bakınız Bay Bush. Ekonomi, kapitalist düzenin temel söylemidir. Her şeyi, ekonomik bazda değerlendirir. Bu da topluma yerleştirilmeye çalışılır. Alfred Jarry burada, kapitalizmin ekonomik politiğinin 1789’dan sonra yerleşmeye başladığı süreçte, Adam Schmidt’in (5) ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ dediği ve ‘her şeyi, bütün olayları, iktisatla ekonomiyle açıklamasını’ eleştiriyor. Hızla ‘übüleşen’ toplumlarda, ‘übüleşme sürecini’ yaratan ve besleyen en önemli kaynaklar yazılı, sesli ve görüntülü iletişim araçları. Kısaca biz onlara medya diyoruz. Tabii bir de yazın dünyası var. Bir takım yabancı kaynaklı fonlardan yararlandırılan ya da Nobel Edebiyat ödülü gibi ‘seçkin’ ödül vaatleriyle kandırılan bazı kalemlerin yazdıkları. Sopanın ucundaki havuca ne kadar yaklaşırlarsa, hevesleri ve açlıkları da aynı oranda artan ‘antiseptik etkili yazarlar’ için hiçbir hudut, sınır kalmıyor. Yaşadıkları toplumun kendi öz değerlerine tamamen yabancı ve kendi toplumuna sırtını dönmüş bu aydın tipi için tek geçer akçe vardır. ‘Havuçla ödüllendirilmek’. Havucun adı ödülden ödüle değişebilir ama sonuçta aynı amaca hizmet eder. Özenle toplumun gazını alırlar, ağrıyan sancıyan yerlere dilleri döndüğünce merhem olurken, alttan alta geliştirdikleri özel bir üslupla, fonlarından yararlandıkları patronları memnun eden ideolojik dilin toplumda yerleşmesine çalışırlar. Kimi zaman yaptıkları araştırmalarla, kimi zaman gazetelere yazdıkları köşe yazılarıyla, ama çoğunlukla yabancı organizasyonların finanse ettiği konferans dizileriyle, yetiştikleri ve beslendikleri toprakları; ‘kahramanca özeleştiri yapma kisvesi altında’ kültürel, sosyal ve tarihi yapılanmasıyla kötüleyerek, kendilerine dikte ettirilen ‘ideolojilerin pazarlamacılığına’ soyunurlar. Bir de ısrarla toplumun ‘beyaz yakalı’ bölümüne pompalanmaya çalışılan ‘başarı öyküleri’ var. Başarı kavramını ‘paranın’ üzerine inşa edenler, bireyi de serbest piyasa ekonomisi içinde meta üzerinden alınan ve satılan bir mal ölçüsüne indirgiyorlar. Bireyin, çalıştığı kurum ya da kuruluşta ne kadar süre zarfında orada çalıştığının pek bir önemi yoktur.( Belki de bir hayat boyu). Uzun yıllar hizmet verdiği gerçeği bir kalemde göz ardı edilen işçilerin, keyfi olarak işine nasıl son verildiğinin çarpıcı hikayesi Arthur Miller’ın, (6) ‘Satıcının Ölümü’ isimli oyununda anlatılır. Eser, uzun yıllar çalıştığı firma tarafından işten çıkarılan Willy Loman'ın yıkılışını konu eder. Kapitalizmin ‘çiğneyip tükürdüğü’ Willy Loman, sıfırı tüketmiştir. Geriye dönüşlerle kaçırdığı fırsatları düşünür, hayatının bir muhasebesini yapar, oğulları tarafından reddedilir ve tükenmiş ve sistem tarafından tamamıyla tüketilmiş olan Willy’nin yapacağı tek şey kalmıştır o da hayatına son vermek. Bu noktada Willy Loman karakterini, topluma pompalanmaya çalışılan ‘başarı’ imgesi üzerinden bir kez daha hatırlamakta fayda var. Arthur Miller’ın ilk defa, 1949’da New York’ta sahnelenen ve aynı yıl Pulitzer Ödülünü alan oyununda, Amerikan rüyası ve tüketim toplumunun ‘yüzeysel başarıya’ verdiği önem, kolayca tüketilen insan hayatları üzerinden sorgulanıyordu. Amerikan Rüyasında boğulan, tüketme çılgınlığına kendini kaptırmış ve sadece yüzeysel başarıların yüceltildiği bir toplumda, bir ‘kimliği’ olduğunu hatırlatmaya çalışan Willy Loman karakteri üzerinden sıradan vatandaşın ‘birey’ olma sıkıntısı anlatılıyordu. Arthur Miller’ın kaleme aldığı eser için ‘trajedi, ancak insanın iç dünyası varsa olabilir. Benim amacım toplumu yıkmak değil, onu ahlak yoluyla yeniden kurmaktır. Ben, insanın düşünen ve duyan bir varlık olduğunu hesaba katarak iki şey arasında denge kurmaya çalıştım. Burada, kurulu düzen ile özgürlük arasında bir savaşım söz konusu’ demişti. Hayatta başarılı olmayı, para ve tüketim üzerinden değerlendiren ve bunu sürekli olarak topluma dikte ettirmeye çalışan anlayışın bir kez daha gözden geçirilmesini öneriyor Arthur Miller.(7) Pop Star olma özentisinin kökeni 1950’li yıllara kadar uzanıyor. Türk Tiyatrosu’nun büyük ustalarından Haldun Taner’in yazdığı Keşanlı Ali Destanı oyununu sahneye koyan yönetmen Bülent Arın oyunun geçtiği ve büyük bir kentin varoşu olan Sineklidağ’da yaşananların, 1960’lı yıllardan günümüze kadar yaşanan süreçte Türkiye’nin geldiği noktayı işaret etmesi bakımından da önemli olduğunu vurguluyor.(8) 1950’li yıllar sınıf atlama çabasının yoğunlaştığı ve Türkiye’nin genel olarak bir ‘Küçük Amerika’ olma yolunda özendirildiği yıllar. Bir topluma, ‘işte Amerika gibi olacağız, İngiltere gibi olacağız’ tarzında bir model sunulduğunda, bu sürecin sonunda ‘özendirmenin’ bizi getireceği noktaya işaret ediliyor. Baştaki yönetim ve politik yapılanmanın halkı bu modele doğru özendirmesi, halktan oy sağlama potansiyelini bu modele göre hesaplaması ve en önemlisi dış ilişkilerini kurarken her şeyi bu modele üzerinden ayarlaması sonucunda ortaya çıkan tablo günümüzü tanımlar. Bu durumda toplum ne yapsın? İster istemez medyasıyla, moda anlayışıyla, tüketimiyle farkında olmaksızın ya da farkında olarak o tarafa doğru yavaş yavaş kayacaktır. Durumun farkında olanlar, durumu eleştirerek gitmeyebilir veya eleştirmeden kabul ederek sunulan o model doğru yönelebilirler. Genel olarak, toplumlar durumun farkında olmadan o yöne doğru sürüklenirler. (8) Sınıf atlama çabası içindeki birey, içinde yaşadığı varoş kültürü içinde artık ne köylü, ne de kentlidir. Köylülüğünü kaybetmiştir ama kentli de olamamıştır. İki arada bir yerde sıkışmıştır. Dolayısıyla bulunduğu yerden daha üst düzeyde bir yerlere sıçramak çabaları, hayalleri olacaktır. Bir şekilde pop star olma hayaliyle bulunduğu kültürel yapıdan başka bir kültürel yapıya sıçramayı amaçlayan birey için sıçrama, karşısına pop star yarışması olarak yani, ‘altın bir fırsat’ olarak çıkacaktır. Aynı olguyu, ‘Küçük Amerika’ özlemi içinde olan ve paranın getirdiği olanaklardan yararlanarak kendilerine bir kültür ‘satın almaya’ çalışan übülerde de görüyoruz. İstanbul’da birer hilkat garibesi gibi duran ve kendi yetiştiği toplumdan, topraklardan isteyerek tecrit edilmiş, halktan uzak steril hayatlar yaşayanlar için de bunu söylemek mümkün. New York’un zengin mahallelerinden esinlenilerek Mashattan Siteleri olarak adlandırılan yerlerde, ‘kurtarılmış bölgelerde’ yaşayanlar gibi. Özellikle İngilizce isimler konulan sitelerde yaşayan übüler için bu sınıf atlamanın bir göstergesidir. Artık onlar, hakir gördükleri ‘kirli avamla’ aynı havayı solumak zorunda kalmayacaklardır. Böylesine ‘kendinden menkul elit yaşam’ biçimi varoşlardan gelenler için tabii ki çekici olacaktır. New York’a duydukları derin özlemi, oturdukları sitenin ismine yansıtanlar için de aynı şey söz konusu. O sitelerde oturarak, ‘Büyük Beyaz’ efendiyle aynı düzeyi yakaladıklarını zannedenler, sıçradıkları zaman kaçınılmaz olarak tepe üstü düşerler. Çünkü kültür; o kişiler için yaşanarak, seçilerek, sindirilerek, kazanılmış, hazmedilmiş bir olgu olmamıştır. Birden bire başka bir yapı içinde onlara özenmeye, onlara benzemeye çalışan tuhaf, garip bir yapıya dönüşmüştür. O yapı hem kendi kültürü içinde komiktir hem de eski kültürüne döndüğünde komiktir. Bir türlü toplumsal uzlaşma sağlanamaz. Çünkü onların özendiği bu kültür, kanlarından, canlarından, yaşamlarından üretilmiş bir kültür değildir. Günümüzde kanayan bir yara gibi sırıtan bu sorunların tohumlarının 1950’li yıllarda, dizginlenemez Amerikan hayranlığı ile atıldığını söylemek mümkün. O döneme ait toplumsal eleştirilerin bu günkü toplumsal yapıda hala kaybolmadığını görüyoruz. Hatta bu sorunların, bir kene gibi kan emerek ve giderek güçlenip toplumun sırtına oturmuş olduğunu ve bu bizim kanımızı emen kenelerin de daha o zamanlarda kanlanamaya başladığını anlamış oluyoruz.(8) Çok moda, çok pahalı kıyafetler giyerek, kendilerini farklı bir kültürün insanı olarak tanımlamaya çalışan bireylerin unuttuğu gerçek, çok pahalı kıyafetler giymenin insanı o kültürün adamı yapmadığıdır. Özenti kültür, iğreti kıyafetler gibi giyen kişinin üzerinden dökülür, sırıtır, sonuçta gülünç olur. Fransız yazar Moliere’in (9) ‘Gülünç Kibarları’, burjuvanın aristokrasiye özenmesinden kaynaklanan gülünçlüğü konu alır. Türk toplumunda, gençliğin içine düştüğü açmazın ana kaynağı bu. Özellikle varoşlarda durum daha da vahim. Köyden getirdiği kültürü kente taşıyamamış, kentin sınırları arasında sıkışıp kalan birey, televizyon açtığında, karşısında gördüğü yıldızlara özenerek ve onları taklit etmeye çalışarak yabancısı olduğu kültürle komik olmaktadır. Bireyler, kapitalist sistemin onlara giydirdiği bu komik, gülünç durumdan ancak kendi kimlikleri ile ‘barıştıklarında’ kurtulabiliyorlar. İşte bu, übüleşmenin kırıldığı andır. Gelir dağılımını düşük kesimin zorunlu olarak ikamet ettiği varoşlarda yaşayan gençler için pop star yarışmaları, içinde bulundukları yokluktan kurtulmak için bir şans niteliğinde. Vahşi kapitalizm tarafından acımasızca emekleri sömürülenlerin içine düştükleri durum, TV ekranlarına hep ‘insan manzaraları’ olarak yansır. Özellikle, Ramazan ayında ve Bayram öncesinde erzak dağıtımı sırasında yaşananlar, durup bir kez daha düşünmeyi gerektiriyor. Bertolt Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi oyununu sahneye koyan yönetmen Barış Erdenk, bu trajik sahneleri anımsatarak, emeğin sömürülmesi esasına dayanan kapitalist sistemde, ‘patlama noktasına’ gelen bir toplum portresi çiziyor. ‘Bayramlardan önce, varoşlarda erzak dağıtıyorlar. İnsanlar bu erzakları almak için birbirlerini eziyorlar, anneler çocuklarını kaybediyorlar, kavgalar çıkıyor. Bu gün gazeteyi okuduğumda 2.5 milyon işsiz var. ‘Bu insanlara ne oldu?’ diye soruyorum. Olanlar aslında çok açık. Artık sokaklarda dolaşamıyoruz. Soyuluyoruz. Her eve birkaç kere hırsız giriyor. Çok ciddi bir toplumsal kabarma var. Bu kabarma, Gürcistan'da olduğu gibi, çok çeşitli zamanlarda, çeşitli ülkelerde, çeşitli coğrafyalarda gerçekleşiyor. Bu toplumsal kabarma, bir an geliyor ve patlıyor. Oradan bir cerahat akıtılıyor. Yara yeniden kapatılıyor, yeniden bir yerden cerahat oluşmaya başlıyor.’ (10) Bir başka yol ise kısa yoldan köşeyi dönme politikaları. Topçu ya da popçu olmayı ‘özendirme’ çalışmaları kapsamında, gençlerin beynini yıkama yoluna dönüşen ‘pop star’ yarışmaları bunun en güzel örneği. Pop Star yarışmasına katıl, ‘hayatın kurtulsun’ mesajını gençlere ısrarla vermeye çalışılan bu tip yarışmaların ortak özelliği, katılanları olduğu kadar izleyenleri de ‘aptallaştırması’ esasına dayanması. Beyinleri uyuşturan, düşünme merkezini etkisiz hale getiren ‘Pop Star’ programlarında neden, niçin sorularına pek yer verilmez. Tüketim çarkının içine dahil olanlar için yapılacak tek şey, havuçtan daha fazla nasiplenebilmektir. Yeni bir ev, son model bir araba, çok para ve paranın getireceği şan şöhret ve tatlı hayat beklentisi tek geçer akçe olarak sunulur ve program öncesi yapılan tanıtımlarla açıkça vaat edilir. Bir ‘übü’ daha başka ne isteyebilir ki? İnsanların bir gece içinde yıldız tozuna bulandığı ertesi sabah güne ünlü bir yıldız olarak uyandığı ve günün sonunda da aynı hızda unutulduğu bu ‘insancıkları’ kim umursar ki? Üstelik, ‘varoşlarda yaşayan insanlara bir fırsat vermek istiyoruz’ sloganı ile yola çıkanlar, programın sürekliliğini, geleceğe ait hemen hemen hiç ‘umutları’ olmayan bu insanların ‘cılız’ umutları üzerine kurarlar. Bol yaldızlı ve pırıltılı bir düş dünyası olarak sunulan hikayenin arkasındaki gerçek dünyadan ise pek bahsedilmez. Hikaye, ‘onlar erdi muradına bizler çıkalım kerevetine’ tadında romantik bir sonla izleyiciye sunulurken, yarışmaya bin bir umutla katılmış ve kısa bir süre için de olsa yıldız olmanın zevkini tadan ‘aday übülere’ sonrasında ne olduğu nedense pek merak edilmez. Üstelik, ‘merak’ unsurun sürekli körüklendiği ve her daim taze tutulmaya çalışıldığı bir programda. Hayal dünyasından gerçek hayata sert bir iniş yapan bu insanların içine yuvarlandıkları ‘hayal kırıklığı’, ‘kullanılmışlık’ hissi, ‘kendini değersiz hissetme’ duygusu ve kendi çevrelerine geri döndükten sonra hissettikleri ‘kaybetmişlik ve tüketilmişlik’ duygusu hiç kimseyi ilgilendirmez. Çünkü ‘gösteri dünyasında ‘kaybedenler’’ eğlenceli değildir ve bu durum, can sıkıcı bazı soruların yanıtlanmasını gerektirir. Gerçek hayatın acıtan yüzü, sıradan insanların karşılaştıkları gündelik sorunlar, geçim kavgası, ‘kursaklara girecek bir lokma ekmeğin kaygısına düşmüş ve yarınları göremeyen insanların ayakta kalma mücadelesi’ yaldızlı masal kurdelesine pek uymaz. Çünkü soru sormaya başladığınızda iş, uygulanan yanlış ekonomik politikalara, karşılığı alınamayan emeğe, yeni istihdam alanları açılamadığı için iş bulamayan boşta gezer gençlere, eğitim gibi hayati önem taşıyan hizmetlerden yararlanamayan bireylerin içine düştüğü açmaza ve oradan da vahşi kapitalizmin halk kitlelerini tüketim zinciri üzerinden ‘sömürüsüne’ kadar varır. Amacı, insanları gündelik dertlerinden uzaklaştırmak ve sorunlarını ‘unutturmak’ esasına dayanan programda istenen en son şey, böylesine ‘can sıkıcı bir düşün zinciri’ oluşturmaktır. İçine düştüğü bu karmaşadan, pop star olarak kurtulmayı ya da kurtarılmayı bekleyen insanların da ortak arzusu, içine düştüğü fasit daireyi kırarak ‘köşeyi dönmek ve unutmak’ değil mi zaten? Köşe dönmeci politikalarla beslenen toplumlarda, erozyona uğrayan değerlerle birlikte, sistematik olarak bir ‘toplumun kimliği’ yok edilir. Emek harcamadan ‘kolay yoldan para kazanma’ hayatın tek amacı haline gelir. Hayata, ‘kızım olursa popçu, oğlum olursa topçu olsun’ özlemiyle bakan ailelerin hızla çoğalması, bireylerin önceliklerini ve geleceğe bakışlarını daha işin başında belirliyor. Topçu ya da popçu olmaya özendirilen çocuk yaştaki gençler, dahası bunu isteyen ve destekleyen ailelerin sayısı arttıkça, ciddi biçimde, erozyona uğrayan toplumsal değerleri bir kez daha gözden geçirmeye ve silinmeye çalışılan kültürel yapılanmaya bir kez daha bakmakta fayda var. Toplumdaki bireyleri ‘tek tipleştirmenin’ cilalı yüzü gibi duran pop star üretme yarışmaları, kimliksizleştirme politikalarının önemli bir parçası olarak boy gösteriyor. Bir toplumu yönetmenin en kolay yolu, ‘kimliksizleştirilmiş’ ve ‘tek tipleştirilmiş’ bireylerden oluşan bir ‘sürüye’ dönüştürmektir. Burada sorulacak soru şu anda ‘dönüştürmenin hangi aşamasında’ olduğumuzdur. Ve böylece Alfred Jarry’nin en başta söylediği, farkındalığı olmayan kitleleri yönetme biçimi olan ‘sürü politikasına’ geliyoruz. İyi de biz bunu zaten biliyoruz diyen okura, Alfred Jarry’nin işte tam da bu nedenden dolayı gerçek bir ‘baş belası’ olduğunu, bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Birey ve toplum eleştirisinde; bu insanlar böyle bir toplumsal yapıda, böyle olmaya zorlanmaktadırlar sonucuna varıyoruz. Dolayısıyla insan kendi değerlerine, kültürüne, tarihine, diline ve sosyolojik yapılanmasına yabancılaşmışsa; onun bu yabancılaşmasını içinde bulunduğu sosyolojik yapıda aramak lazım. Yani, toplumun sosyo - politik örgütlenmesini besleyen ve destekleyen kaynakların bir kez daha gözden geçirilmesi zorunluluğu doğuyor. İnsanlık, burjuvazinin evrensel budalalığına övgü anıtı gibi yükselen ve günümüz toplumunda çığ gibi büyüyen ‘übüleşme’ hastalığından muzdarip. Giderek çevremizi saran bu kaotik übüleşme süreci ve bu süreçte übüleşme girdabına çekilen çaresiz kurbanlar, kimin eli kimin cebinde belli olmayan seri üretimin parçaları gibi dönüştürülmüş ‘übüler’. Ardı ardına sıralanan bir önceki übünün cebine elini sokan sonsuz übü zincirinin önemsiz halkası olmaktan mesut übülere doğru uzanıp gidiyor. Bir de bu übüleşmeye karşın var güçleriyle direnen son insanlar var. Madalyonun diğer yüzünde ise bu kaotik übü cennetinde, her daim übü kalanlar. Ben, sen, onlar, ötekiler. Ya siz? Yoksa siz hala ‘übüleştiremediklerimizden’ misiniz? Dipnotlar (1) ‘Bütün dünya hızla ‘übüleşiyordu’, birinciliği ‘pop starlara’ verdiler’ isimli başlık oluşturulurken, Türk Şiirinin büyük ustası Özdemir Asaf’ın ‘bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler’ isimli şiirinden esinlenilmiştir. Özdemir Asaf, (1923 – 1981 ) kısa, özlü söyleyişlerin yer aldığı, zeka ve espriyi harmanlayarak düşündüren özgün şiirleriyle tanındı. Başlıca eserleri; Dünya Kaçtı Gözüme (1955), Sen Sen Sen (1956), Bir Kapı Önünde (1957), Yuvarlağın Köşeleri (1961), Yumuşaklıklar Değil (1962), Nasılsın (1970), Çiçekleri Yemeyin (1975), Yalnızlık Paylaşılmaz (1978), Bir Kapı Önünde (1982), Yalnızlık Paylaşılmaz (1982), Benden Sonra Mutluluk (1983) (2) Alfred Jarry, absürd tiyatronun öncüsü sayılan ünlü Fransız oyun yazarı. (1873-1907) Alfred Jarry, Kral Übü (Ubu Roi) oyununu, 15 yaşında lisede okurken, fizik öğretmeni Mösyö Herbert’i alaya almak amacıyla kukla oyunu metni olarak yaratır ve Herbert’in ismini dönüştürerek Übü’ye uyarlar. ‘Kral Übü’, 1888 yılında gayri resmi olarak Jarry ve arkadaşları tarafından sahnelense de oyunun bilinen ilk resmi gösterimi,1896 yılında Theatre de L’Oeuvre tarafından gerçekleştirilir. En çok bilinen eserleri; Kral Übü (Ubu Roi) Mitos Boyut Yayınları, Mart 2004 ve Patafizikçi Dr. Faustroll’un Davranış ve Görüşleri, Dost Kitabevi Yayınları, Ocak 2003 olarak sayılabilir (3) Günay Toprak, Oyun Yönetmeni. İzmir Makine Mühendisleri Odası, ‘Kentin Oyuncuları’nın sahneye koyduğu ‘Kral Übü’ oyunun yönetmeni. Günay Toprak ile yapılan ‘Kral Übü’ söyleşisine, www.izedebiyat.com ve www.tiyatronline.com sitelerinden ulaşılabilir. (4) Mahallenin Delisinden Modern Zamanlara Dair Haberler. Bakınız www.izedebiyat.com (5) Adam Schmidt, İskoçyalı ekonomist ve filozof (1723 – 1790) Glasgow Üniversitesi’nde ahlak felsefesi profesörü olmuştur. 1776 yılında yayınladığı "Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations", Hartford, O.D. Cooke , 1811 adlı kitabı, üretim ve gelir dağılımı teorisini içermekte ve ekonomik büyüme anlatılmaktadır. Klasik iktisat okulu'nun başlangıcı olarak kabul edilen Adam Smith, toprak yerine insan emeğini servetin kaynağı olarak gördü. İşbölümünün sağladığı teknik olanaklar emeğin üretimini, dolayısıyla da milli gelirin artacağını savundu. Devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıktı. Serbest ticareti ve vergide adaleti savundu. Adam Smith’in Değer Fiyat Teorisi'ne göre, üretimin maliyetinin emek tarafından belirlenir. Malın maliyet ve piyasada oluşan iki değeri vardır. Fiyat piyasada belirlenir. Gelir Teorisi'ne göre de emek (ücret), sermaye (kapital) ve topraktan (rant) oluşur ve ekonomi içinde bölüşümü kendiliğinden olur. (6) Arthur Miller, çağının önemli toplumsal, siyasi ve ahlaki sorunlarına eğilen eserler veren Amerikalı oyun yazarı. (1915 – 2005) Yüzyılımızın en önemli Amerikalı dram yazarlarından biri olarak kabul edilmektedir. En çok bilinen eserleri; Savaş ve savaş ekonomisinden yararlanarak zengin olmaya çalışan bir sanayicinin vicdanı ve çıkarları arasında kalışının öyküsünü konu alan All My Sons (Bütün Oğullarım) 1947 yılında Miller’ın ilk önemli çıkışı olarak kabul edilir. Amerikan toplumunun yüzeysel başarıya verdiği önemi sıradan bir satıcının kimliğinde işlediği ve 1949’da sahnelenen Death of a Salesman (Satıcının Ölümü) ile aynı yıl Pulitzer ödülüne layık görüldü. 1953’de Antoinette Perry Ödülününü kazandığı The Crucible (Cadı Kazanı) oyununu sahneledi. Salem'de 1692 yılında cadı olmakla ve şeytanla işbirliği yapmakla suçlanan insanların idam edilmeleri dramını anlatan oyun, 1950 McCarthy dönemini eleştirir. Bu dönemde, Senatör McCarthy çok sayıda sanatçıyı komünist olmakla suçlamıştı. 1964’de, eski eşi Marilyn Monroe’nun intihar etmesinden sonra, 50'li yıllardaki özel sorunlarını ve eşinin intiharını işlediği After the Fall (Düşüşten Sonra) isimli oyunu yazdı. Diğer eserleri ise; 30'lu yılların başında çalıştığı bir araba yedek parçası deposundaki deneyimlerini anlattığı ve 1955’de yazdığı A Memory of Two Mondays (İki Pazartesinin Anısı) ve yine aynı yıl kaleme aldığı New York'ta yaşayan Sicilyalı göçmenlerin dünyasında geçen bir kıskançlık dramı ve toplumsal suçlamayı konu ettiği A View from the Bridge (Köprüden Bakış) (1955) ve 1968’de yazdığı İki erkek kardeşin geriye bakarak hayatlarındaki suçlarla ve sorumluluklarla hesaplaşması anlattığı The Price (Bedel) sayılabilir. Arthur Miller, eserlerinde sosyal düzen, ezen ezilen çelişkisi, egemen güçler, sömürü, özgür düşünce, baskı mekanizmaları gibi konuları büyük bir ustalıkla işlemiştir. (7) Anthon Çehov’dan Arthur Miller’a Modern Zamanlarda Düşlerin Ölümü. Bakınız www.izedebiyat.com (8) Bülent Arın, İzmir Devlet Tiyatrosu yönetmenlerinden. Polonyalı yazar Slawomir Mrozek’in ‘Terzi’, Rus oyun yazarı Grigory Gorin’in ‘Bir Efes Masalı’ ve Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı gibi seçkin eserleri sahneye koydu. Keşanlı Ali Destanı’nda, büyük bir kentin varoşu olan Sinelklidağ’da yaşananlar üzerinden Türk toplumunun içinde bulunduğu durum irdelenir. Bülent Arın ile yapılan söyleşiye, ‘Sineklidağ’ın Efsanesi Keşanlı Ali’nin İbretlik Öyküsü’ isimli yazıdan www.izedebiyat.com, www.tiyatronline.com’dan ulaşılabilir. (9) Moliere Fransız oyun yazarı (1622-1673), toplumu hicveden, komedileriyle tanındı ve sevildi. Oyunlarında, yapmacık konuşma meraklıları, hekimler, şişinenler, sahte dindarlar gibi çeşitli kesimlerden gelen insanları alaya alan oyunlar yazdı. Kralın beğenisini kazandı ve onun himayesine girerek, 30’a yakın tiyatro oyununa imzasını attı. Kralın Kardeşliğinin Topluluğu (Troupe de Monsieur) adını alan tiyatro topluluğunun hem yöneticiliğini hem de oyunculuğunu yaptı. Moliere’in başlıca eserleri, (1659) Gülünç Kibarlar (Les Precieuses Ridicules) Kibarlık düşkünlüğünün alaya alınarak maskara edildiği bu fars, gerçek kişilerin ve güncel bir gerçeğin yergisi olarak kendi türünün ilk örneği oldu. (1664) Tartuffe, isimli eserinde dinsel iki yüzlülüğün bir aileye verdiği zararı konu eder. Eser, din adamları tarafından öfkeyle karşılandı. (1666) Zoraki Hekim (Le Medecin Malgre Lui), Hekimlik mesleğini suistimal edenleri eleştirdiği bu eseri yüzünden bütün hekimlerin şimşeklerini üstüne çekti. (1668) Cimri (L’Avare) Hastalık derecesinde pinti bir adamın, paraya olan tutkusunu işler. (1670) Kibarlık Budalası ( Le Bourgeois Gentilhomme), (1671) Scapin’in Dolapları ( Les Fourberies de Scapin), (1673) Hastalık Hastası (Le Malade İmaginaire) oyunlarını yazdı, yönetti ve oynadı. Hastalık Hastasını oynarken sahnede öldü. Hastalığı sırasında alaya alındıklarını düşündükleri için ona hiç bir hekimin bakmak istemediği söylenir. Aynı şekilde, din adamlarının şimşeklerini üzerine çektiği için ölümünden sonra, ancak Kralın emriyle, gece gömülmesi şartıyla, din adamları Saint Joseph mezarlığına gömülmesine razı oldular. (10) Barış Erdenk, Oyun Yönetmeni ve Akademisyen Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel sanatlar Fakültesi, Sahne Sanatları Bölümü, ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ oyununun yönetmeni.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |