..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yaşamak için topu toplam altı haftam kalsaydı ne mi yapardım? Tuşlara daha hızlı basmaya bakardım. -Isaac Asimov
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Natüralist Roman > Turgay Bora




15 Ağustos 2006
Org ve Tora Bora (1. 2)  
Olaylar, Rüyalar, Gerçekler ve Tora Bora Kalesi

Turgay Bora


Roman 5 bölümden oluşmaktadır ve oldukça da uzun. 1. Bölüm olayların başlangıcını (Olaylar), 2. ve 3. Bölümler (Rüyalar ve Rüyalara devam) bataklığa dönüşen deryadaki çırpınışlar ile birlikte rüyaları, 4. Bölüm (Gerçekler) ortaya çıkan gerçekleri, 5. Bölüm ise (Haberler ve Postalar) roman kahramanının konu üzerine bazı yazışmalarını ve tüm gerçeği ile birlikte olaylarla ilgili haberleri yansıtmaktadır.


:BGID:
ORG ve Tora Bora
BÖLÜM: 1.2
Olaylar

Aykut aralıklı olarak iki senedir şirkette çalışıyor. İşletme fakültesini iyi dereceyle bitirmiş, tavsiye üzerine 1994 ilkbaharında işe başlamıştı. Aşağı yukarı benim boylarımda, bir yetmiş beş civarında, yirmi beş yaşında, sportif, çalışkan zeki ve atik bir genç, dört ay önce nişanlandı. Şirketin fiyat analizlerini ve tekliflerini hazırlıyor, pazarlamasını yapıyor. Benim tam olarak kaç yaşında olduğumu o bilmeliydi; zira şirketin tüm evrakları onun bilgisi dahilindeydi. Yüksek lisansa müracaat ettiğinden 1995 Ekim ayında, yani Dilara işe başladıktan bir ay kadar sonra işten ayrılıp, yüksek lisansın bitiminde yeniden aynı işine başladı. Yüksek lisansı esnasında şirket ile irtibatını koparmamış, çalışmalarını ve tezlerini şirkette hazırlıyordu. Hatta bitirme tezinin yazılmasında Dilara ve Sibel kendisine yardımcı olmuştu. Askerliğini yapmak için bir veya iki ay içinde şirketten tekrar ayrılacak.

Sibel, sekreterlik okulu mezunu, uzun siyah saçlı, yirmi yaşında bir esmer güzeli, iki aydan beri nişanlı. 1995 Ekim ayında, Aykut yüksek lisans için işten ayrılmadan hemen önce sekreterlik okulu tarafından şirkete gönderildi. Dilara ile kısa sürede arkadaş olmuş, Dilara bilgisayar kursuna gittiğinde bu konuda kendisiyle ilgilenmişti. Ayrıca İngilizce bilgisiyle şirkete yararlı oluyor. Ailesi tesadüfen çok eskilerden tanıdık çıkmıştı, bunu ancak Sibel işe başladıktan birkaç hafta sonra babası büroya ziyarete geldiğinde fark etmiştik.

İlhan otuz dokuz yaşında, evli ve bir çocuk babası deneyimli bir mimar. Dört senedir şirket ile birlikte serbest eleman olarak çalışıyor. Bir metre seksen beş boylarında hareketli bir kişilik. İş takibi yapar, teklifleri hazırlar ve sunar, şantiyeleri denetler. Bu sabah büroda olmadığı için doğum günü pastasından nasibini alamadı.

Doğum günü faslı aşağı yukarı yarım saat sürdü. Fincanıma tekrar kahve doldurup odama çekilmek için müsaade istedim. Masama oturup düşünmeye başladım; acaba kırk dört yaşı nasıl geçecek, nelerle karşılaşacağım, düşündüğüm ve yapmak istediğim projeler gerçekleşecek mi! İthal ettiğimiz bazı malzemelerin Türkiye'de üretilmesi için girişimlerde bulunmuştum. Düşündüğüm malzemeler Türkiye'de üretilmiyor. Konuyu Almanya'da bulunan, üniversiteden arkadaşım Michael ile telefonda görüşmüştüm, o bu işin uzmanıydı, doktorasını da bu konular üzerine yapmıştı, her konuda yardımcı olabileceğini, hatta birlikte girişimde bulunabileceğini söylemişti. Üretimi yapacak fabrikanın kurulması için üç ülkeden topladığım tekliflerin en uygunu bir İsviçre firmasından gelmişti; anahtar teslimi fabrikayı kuruyor ve üretime geçiriyorlardı, hatta bunun için uygun dış krediyi bile sağlayacaklardı. Ankara'da Müsteşarlıkta konuyu görüşmüş, bu proje için onay alınabileceği, kısa zamanda teşvik belgesinin çıkabileceği cevabını almıştım. İmalat yeri olarak teşvik için öncelikli bir yer düşünmüştüm, ham maddesi o civarlarda bulunuyor ve bölge deniz ulaşımı için de uygun; fakat önümüzdeki projelerin gerçekleşmesi, iş tekliflerimizin kabul edilmesi gerekiyor, böylelikle fabrika inşaatının başlaması ve tamamlanması için yeterli sermayeyi çıkartabiliyorum. Projelerin gerçekleşmesi ve tekliflerimizin kabul edilmesinden yüzde doksan beş eminim çünkü benim şirket bu işler için bilimsel raporlarda önerilip tavsiye edildi. Artık yüzde beşlik bir engel çıkmamalı. Bunları yıldırım hızıyla kafamdan geçirdikten sonra fincanın dibindeki kahveyi yudumlayıp ajandada yazılı bugünkü notlara ve yapılacak işlere baktım. Bugün yapmamız gereken bir tahsilat var, Dilara ödeme yapacak şirketi aradı, bana muhasebeyi bağladılar.

"Yunus Bey ile görüşecektim."

"Ben Yunus, buyurun." Hal hatır faslının ardından:

"Bugün bize ödeme yapılacağı söylenmişti, hangi saatte müsaitsiniz?"

"Bugün ödeme yapamayacağız, ancak ay sonunda, bu ay sonu tekrar arar mısınız?"

"Bizim acilen para transferi yapmamız gerekiyor, biliyorsunuz kurlar her gün gittikçe artıyor, her geçen gün bizim zararımıza, ay sonu olacağına garanti verebilir misiniz?"

"Ay sonu mutlaka olur, şüpheniz olmasın."
Geçen ayda olduğu gibi tekrar teşekkür edip telefonu kapadım. Aykut, görüşmenin neticesini öğrenmek için odama girdi.

"Ne oldu, ödeme yapıyorlar mı?"

"Hayır, yine ay sonuna ertelendi."

"Bu ikinci ertelenişi, biliyorsun; fabrikaya para transferi yapmamız gerekiyor, kurlar her geçen gün artıyor, zor durumda kalırız, aklıma ister istemez üç sene önceki nisan ayı geldi."

"Biliyorum, o zaman şans bizim yanımızdaydı, belki de şansı sen getirmiştin, işe yeni başlamıştın hatırlıyorsan, tahsilatın hemen ardından ve devalüasyondan iki gün önce para transferi yapmıştık, iki gün daha gecikme olsaydı şirkete iflas bayrağını çekmiş olurduk ve şanssızlığı da sen getirmiş olurdun."

"Yo hayır, ben uğur böceğiyim," dedikten sonra gülüştük.

Sibel odaya girdi.

"N'oldu, neden gülüşüyorsunuz?"

Aykut:

"Tahsilat yerine havamızı aldıktan sonra kimin uğurlu, kimin uğursuz olduğunu konuşuyorduk."

Sibel:

"Aman bana uğursuz demeyin de... Aykut Bey! İlhan Bey'in teklifi hazır, faks ile mi gönderilecek?"

"Bilmiyorum, bana bir şey söylemedi, geldiğinde ona sor, belki elden verir, ayrıca kontrol etmesi veya ilave gerekebilir, bu sabah teklif vereceği yere tekrar uğrayacaktı."

Sibel bu kez bana yöneldi:

"Öğleden sonra Beykoz'da randevun var unutma!"

"Yemekten sonra çıkarım."

Anlaşmalı lokantanın getireceği bugünkü öğlen yemeğinde patatesli tavuk haşlaması ve pirinç pilavı vardı. Yemeğin ardından yola koyuldum. TEM otoyoluna çıkıp Anadolu yakasına doğru yol aldım. Öğlen saati olduğu için yoğun bir trafik yok, orta şeritte seyrediyorum. İleride metal gibi şeylerle yüklü bir kamyon sağ şeritteki başka bir kamyonu geçmeye çalışıyor. O da ne? Önümdeki kamyondan kocaman bir şey düştü. Bu en az bir buçuk metre çapında, neredeyse arabamın yüksekliğinde kocaman daire şeklinde metal bir levha, yola düştükten sonra en az bir metre yüksekliğinde zıplayarak bana doğru geliyor, sağa veya sola kaçsam bile o zıplayarak yuvarlanan şey her an sağa sola yuvarlanabilir. Arkamdaki yolcu otobüsünün kaptanı da levhayı görmüş olacak ki sürekli kornasını çalıp beni uyarıyor. Yan aynadan sağ şeridin müsait olduğunu gördüm, levha arabamın üzerine düşmeden direksiyonu sağa kırdım, ondan kıl payı kurtuldum, sağ şeritte giden kamyona da arkadan vurmamak için sert bir fren yaparak hızımı düşürdüm, arkamdaki otobüs de sağa geçmiş, levha halen bir tekerlek gibi zıplayıp yuvarlanarak geriye, geldiğim istikamete doğru yol alıyor, sonra o kargaşada ne olduğunu göremedim, kamyonsa ileride görünmüyor, gelen ilk çıkışta sağa sapıp otoyoldan ayrılmış olmalı, yani kaçtı. Derin bir oh çekip, verilmiş sadakam varmış diye düşündüm.

Beykoz'daki bir iş görüşmesiydi. Görüşmenin ardından Boğaz kenarında bir kahve veya çay içmeden gitmek doğru olmaz diye düşündüm. Beykoz, İstanbul'un beğendiğim, yeşili bol olan semtlerinden biri; fakat sırtındaki ormanlar yerlerini yavaşça binalara bırakıyor. İnsanlar bu güzelim ormanlara nasıl kıyabilir, halen anlayamıyorum, bu büyük bir gaddarlık. Ismarladığım kahveyi yudumlarken cep telefonum çaldı, bürodan arıyorlar.

"Müsait misin?" diye sordu Sibel.

"Pek değil, görüşmeyi tamamladım, şu an Boğaz kenarında oturmuş kahve içiyorum."

"O halde kahveyi bırakıp hemen büroya gel!"

"Bir şey mi oldu?"

"Tehdit ediliyorsun."

"Ne tehdidi? Kim tehdit ediyor?"

"Telefonda anlatmam uzun sürer, buraya gel anlatırız."

"Bu bir şaka mı?"

"Hayır, çok ciddiyim, hemen gel!"

Zaten böyle bir şaka yapılamazdı ve hiçbir zaman da böyle bir şaka yapılmamıştı, ciddi bir şey olduğundan eminim. Nitekim otoyolda kamyondan yuvarlanan daire şeklindeki bu levha olayı... Kırk dört yaşı pek iyi başlamadı anlaşılan. Benzeri şeyler 1989 yılında da olmuştu. Bir sene sonra, yani 1990'da temelli olarak Türkiye'ye dönüş yapıp İstanbul'da yerleşmeye niyetlenmiştim, şirketi kurmak için önceden faaliyette bulunmam gerekiyordu; fakat her şey ters gitmeye başlamış, olanlardan kurtulup tekrar Almanya'ya ayak bastığımda şükretmiştim. Olaylarda ister istemez suçlanansa annemdi:

***

O zaman, 1989'un Nisan ayında Yeşilköy'deki havaalanında İstanbul'a ayak basmıştım. Taksiye binip sahil yolundan annemin yanına gidiyordum, oturduğu yer Marmara sahiline yakın, yürüyerek on beş dakikalık bir mesafedeydi, babamdan boşanalı seneler olmuştu ve altmış iki yaşındaydı. Kardeşleri, yeğenleri, torunları aynı mahallede, hatta bazıları aynı binada oturuyordu. Taksinin içinden Marmara Denizi'ni seyrederken, bu kocaman ve muhteşem şehre ilk defa altı yaşında geldiğimi hatırlamıştım; o gün Haydarpaşa garından çıktığımda o kocaman deniz tüm heybetiyle tam karşımdaydı, içimi heyecan dolu bir ürpertinin kapladığı o anı unutamıyorum. Türkiye'ye her gelişimde mutlaka önce İstanbul'a uğrardım. Boğaz kenarında bir yerde çay, kahve veya bira içmek senelik yorgunluğumu gideriyordu; bedenimi Boğaz'da uçuşan martılar gibi hafif, ruhumu onlar gibi serbest hissediyordum. Eve varmıştım. Geleceğimi önceden haber verdiğim için beni bekliyorlardı. Önce annemin elini öptüm, sonra diğer akrabalarımla kucaklaştım. İlk iki günümü İstanbul'u gezerek geçirmiştim. Bir gün eve geldiğimde eşyalarımın valize yerleştirilmiş olduğunu görünce şaşırdım.

"Anne ne oluyor, neden valizim hazırlandı?"

"Buradan gidiyoruz."

"Nereye?"

"Çerkezköy'deki evine, evin yapıldı bitti, artık orada beraber oturacağız."

"Bunları nereden çıkardın, nereden aklına geldi şimdi? Biliyorsun; burada şirket kurup tekrar Almanya'ya gideceğim ve bir sene sonra geri geleceğim, o zaman da İstanbul'a yerleşeceğim."

"Hayır, tekrar Almanya'ya gitmeyeceksin, biliyorum yine o kadına gideceksin."

O kadın diye bahsettiği dört sene birlikte olduğum Renate idi. İki sene önce İstanbul'a annemin yanına göndermiştim, annem onu evden kovmuş ve arkasından olmayan şeyleri anlatmıştı, yani anlattıkları iftiradan başka bir şey değildi. Annemin kıskançlık damarları tutmuştu.

"Sayende onunla bir sene önce ayrıldım, ayrılmamız için elinden geleni yaptın, o artık yok, unut onu, benim tekrar Almanya'ya gidip burada kuracağım şirket için bağlantılar ve anlaşmalar yapmam gerek."

"Hayır, yalan söylüyorsun, yine o kadına gideceksin, hem İstanbul'da kalacakmış, şuna bak! İstanbul'da karı kız bol, onun için değil mi? Şirketini de Çerkezköy'de kurarsın, ikimiz el ele, sırt sırta verir gül gibi geçiniriz."

"Orası Çerkezköy'ün içi bile değil, dağ başında sessiz bir yer, oraya telefon bile bağlatamazsın, orada şirket filan olmaz."

"Neden? Orada kadın bulamazsın değil mi?"

"Bunun kadınla bir alakası yok, hem ben otuz beş yaşında ve bekârım."

"Ne olmuş? Ben de bekârım, illâ evlenmem mi gerekir? Senin gibi çirkine kim varır! Kadınlar sana paran için gelmek istiyor, yüzüne hayran oldukları için değil."

"Neler anlatıyorsun böyle? Sen babamla parası için mi evlendin? Halen eskisi gibisin, daha da beter, şimdi kadın konusunu nereden çıkarıyorsun yine?"

"Yalan mı? Öyleyse dün akşam eve neden geç geldin?"

"Geldiğimde akşam saat ondu, ben çocuk değilim ve herhangi bir kadın ile birlikte de değildim."

"Akşamları orospular dışarı çıkar, bekâr erkekler değil, orospulara para mı yedireceksin? Evlenip de onun bunun orospusuna mı bakacaksın? Artık bana bakacaksın sen."

Benzer şeyleri liseyi bitirdikten bir sene sonra, yani on yedi sene önce, Almanya'ya gideceğim zaman da yapmıştı ve babamla bu yüzden tartışmıştı. O zamanlar; "hayır, Almanya'ya gitmeyecek, orada ne işi var?" diye tutturmuş, "bırak çocuğu gitsin, burada üniversite sınavında istediği yeri kazanamadı, orada belki şansı açılır, onun için belki her şey daha iyi olur," diyen babamla zıtlaşıyordu. Annem inatçılığına devam ediyor, "oraya gidip Alman kadınıyla mı evlenecek?" dediğinde babam; "ben Türk kadını ile evlendim de ne oldu? Ne zaman ve kiminle evlenirse evlenir, ona karışamazsın, evlenecek olan o," demişti. Bu tartışma kavga etmelerine kadar uzamıştı. Görüyorum ki annem halen aynı, hiç değişmemiş. Annem kadınları ve kızları hiç sevmez, bu yüzden ağabeyim Altan'ın karısıyla sıkça kavga ederdi ve ne olduysa her şeyi yengemin üzerine atardı. Ayrıca annemin başka bir kötü huyu var; herhangi bir şey olduğunda muskacılara, üfürükçülere gider, onlardan medet umardı. Hatta küçükken hasta olduğumuzda, biz çocuklarını hekime götüreceği yerde babamdan habersiz muskacılara gider muska yaptırırdı. Yatakta uyumadan önce bizlere cinli perili hikâyeler anlatır, biz de çok korkardık, korktuğumuz için annemizin yanımızda yatmasını ister, yatakta ona sıkıca sarılırdık. Bunun sebebini büyüdükten sonra anlamıştım, annemize sarılarak yatmamız onu mutlu ediyordu. O sadece kendi mutluluğunu düşünüyordu, tıpkı şimdi olduğu gibi. Küçükken korkumuzdan ne tuvalete, ne de bir odadan diğerine yalnız başımıza gidebilirdik. Birimiz tuvalete giderken diğerimiz mutlaka tuvalet kapısının önünde beklerdi; zira her an annemizin masallarında anlattığı cinler ve periler karşımıza çıkabilirdi.

Annemle daha fazla tartışmanın yersiz olduğunu düşünmüştüm. O kendi fikrinden, düşüncesinden vazgeçmez. Bunu gayet iyi biliyor ve ona acıyordum. Valizimi alıp tekrar odama götürdüm. Babamı da özlemiştim, İstanbul'dan uzakta, Anadolu'nun küçük fakat şirin bir kasabasında oturuyordu. Şirketi kurar kurmaz, Almanya'ya dönmeden önce yanına uğramayı planlamıştım.

Ertesi gün kalkıp Beyoğlu'na gittim. Halen seyrek de olsa irtibatta bulunduğum, küçükken mahallede beraber oynadığım, ilk ve ortaokula birlikte gittiğim bir arkadaşımın orada avukatlık bürosu vardı, her İstanbul'a gelişimde yanına uğrardım. Şirket kurma konusunda bana bilgiler de verebilirdi. Bürosuna girdiğimde sekreteri olduğunu söylediği bir bayan beni karşıladı. Kendimi tanıttıktan sonra arkadaşımın adliyede duruşmada olduğunu, saat on beş de geleceğini söyledi. Dört saatlik bir zaman vardı. Bu zaman zarfında biraz gezer, öğlen yemeği yer, tekrar gelirdim ve öyle yaptım. Avukat Erhan bürosundaydı.

"O!.. Arkadaşım hoş geldin," diyerek beni kucakladı. Oturup sohbet ettik. Sekreteri bu arada çay servisi yapıyordu. Bizimse konuşacak bir sürü konumuz vardı; ne de olsa altı sene kadar birbirimizi görmemiştik. Bu arada babası adaşım Turgay amcanın dört sene önce vefat ettiğini öğrenmiştim. Uzun süredir göremediğim diğer arkadaşları sordum.

"Sabri'yi, Ahmet'i filan görüyor musun?"

"İstanbul'dan tayini çıktıktan sonra bir daha Ahmet'i görmedim, güneye yerleşmiş."

"Onunla en son 1980 de askeriye yönetimi devraldığında İstanbul'da görüşmüştüm, ona Türkiye turu yapacağımı söylediğimde doğuya gitmemi tavsiye etmemişti. Ya Sabri?"

"Nadir de olsa görüyorum, işini bayağı ilerletti, tekstil işleriyle uğraşıyor, yeri Merter'de, istersen telefon açalım."

"Yo hayır, sen adresini ver, bir sürpriz yapayım."

Şirket konusunu açtığımda, ticaret odasında çalışan bir arkadaşının adını vermiş, bana yardımcı olabileceğini söylemişti. İki saat kadar sonra bürodan birlikte çıkıp ayrıldık. Bugün eve erken gitmek istiyordum, yani karanlık basmadan, aksi takdirde annemle mutlaka yine tartışma çıkacaktır. Günlerden cuma olduğundan ancak pazartesi günü ticaret odasına gidebilirdim. Ertesi gün Erhan'ın bana verdiği adrese gittiğimde bir taşla iki kuş vurduğumu görmüştüm; zira arkadaşımız Hasan da Sabri'yi ziyarete gelmiş ve oradaydı, her ikisini hasretle kucakladım.

Sabri:

"Hiç değişmemişsin, yaşlanmamışsın bile, beni nasıl buldun?"

"Dün Erhan'ın yanındaydım, adresini o verdi, sen de fazla yaşlanmamışsın, ikinizi bir arada gördüğüme sevindim, arkadaşlardan başka kim var buralarda, kimleri görüyorsunuz?"

Hasan:

"Çoğu sağa sola dağıldı, kimi Ankara, İzmir, Mersin, kimi de doğuda, herkes dağıldı."

Sabri:

"Ali'nin haberini aldın mı?"

"Hayır, o nerede?"

Birbirlerine bakınca bir şeyin yolunda gitmediğini anlamıştım, Hasan cevapladı:

"Onu kaybettik..."

Dirseklerimi dizlerime dayamış, kafamı avuçlarımın içine almıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Bu kaybettiğimiz ikinci arkadaşımızdı. Birincisi Necmi; bir iftiranın kurbanı olmuş, kendini asmıştı. Hasan bunu seneler önce bana yazdığı bir mektupta bildirmişti. Sabri devam etti:

"Vefat edeli çok oluyor, beş seneyi geçti."

"Nasıl oldu?"

"Kanser," diye yanıtladı Hasan.

"Çocuğu var mıydı?"

"Evet, bir oğlu."

Beş seneyi geçti demesiyle aklıma beş sene kadar önceki bir olay gelmişti, bundan şu an bahsetmem doğru olmazdı. Sevinçle gittiğim yerden bir müddet sonra üzüntüyle ayrılmıştım.
Pazar gününü biraz alışveriş yapmakla geçirdim, birkaç çift de çorap almıştım; çünkü çoraplarımın eksik olduğunu fark etmiştim. Annemi unutmayıp ona da bazı şeyler aldım. Alışveriş caddesinde yürürken garip bir şey oldu; biri arkamdan ayaklarıma vurmuştu. Dönüp baktım, yaşlı bir adam elindeki bastonuyla bana vurmuştu.

"Ne oluyor amca? Neden bana vurdun?"

"Neden önümden geçtin? Benim önümden geçemezsin!" diye seslenerek bastonunu havaya kaldırdı, bu sefer kafama vuracaktı, geri çekildim. Bayağı şaşırmıştım, onun bu hareketine bir anlam veremiyordum ve başımdan ilk defa böyle bir şey geçiyordu. Fazla aldırış etmeyip yoluma devam etmiştim.
Pazartesi günü ticaret odasındayım. Avukat arkadaşımın bahsettiği şahısı buldum, kendimi tanıttıktan sonra;

"Sizi bekliyordum, Erhan bu sabah telefon etti, buyurun oturun," dedi.

Bir kahve ikram etti, şuradan buradan sohbet ediyorduk, sıra konuya geldi.

"Erhan bir şirket kuracağınızdan bahsetmişti, hangi konu üzerine şirket kurmak istiyorsunuz? Ne işle uğraşmak niyetindesiniz?"

"Başta ithalat, ihracat olmak üzere inşaat, turizm ve pazarlama konularında, yani genelde çok yönlü iş yapabilecek bir şirket."

"Bir şirketi kendi başınıza kuramazsınız, kaldı ki on yedi sene sonra burada yabancı sayılırsınız, formaliteleri bilemez, iş takibi yapamazsınız. İthalat ve ihracat firması kurmak ise ek formaliteler gerektiriyor, bunlar için ayrı müsaade ve belgeler almanız gerekir ve bunun işlemleri Ankara'da yapılıyor. Ayrıca ihracat için başka ek işlemler de gerekiyor, İhracatçılar Birliğine kayıt olacaksınız, kota alacaksınız vesaire... vesaire... Şirketi de genelde muhasebeciler kurar, önce bir muhasebeci bulmalısınız."

Her şeyi açıkça anlattı. Anladığım kadarıyla en zoru ihracat yapmaktı. Kuruluşundan başka, ihracat yapmak için gümrük işlemlerinde karşılanan zorluklardan da bahsetti; şirket faaliyete geçtiği zaman kendim de bunu fark etmiş, ihracat işine yönelmemiştim. Şirketin kurulması için tavsiye ettiği bir muhasebeciyle anlaştım, vekâlet verip işi ona bıraktım. Bana biraz pahalıya mal oldu; fakat bu çok yönlü formalitesiyle kendi başıma yapabileceğim bir iş değildi, her şey bir tek dilekçeyle halledilmiyor. Üç gün sonra yine ticaret odasına uğramış ve Naci Bey'i ziyaret etmiştim. Hem kendisine teşekkür edecek hem de başka bir şey danışacaktım.

"Almanya'da tanıdığım biri tekstil makinesi getirmek istiyor, ismini ve cinsini yazıp bana verdi, bu makine için aşağı yukarı ne kadar gümrük alındığını öğrenmemi istemişti, nereden öğrenebilirim?"

"Üst katta gümrük bölümünde serbest çalışan bir danışman var, kapıdan girer girmez hemen karşıda, yaşlı bir adam, o gereken bilgiyi verir."

Gümrük bölümüne gittim, büyükçe salon gibi bir oda, en az altı veya yedi masada bir o kadar çalışan var, diğer bir bölümden camekân ile ayrılmış. Dediği gibi içeri girerken tam karşıda yaşlı bir adam masasının önünde oturan birine danışmanlık yapıyordu. Sıramı bekledim. Karşısındaki adamla nazik konuşuyordu danışman, ayağa kalkıp tokalaştılar, sıram geldiğinde masasına yaklaştım.

"İyi günler beyefendi."

"İyi günler, ne istiyorsun?"

Benimle de nazikçe konuşmasını ve buyur etmesini beklediğim kişinin aniden suratını asması, konuşma tarzını değiştirmesi beni şaşırttı. Ona ayakta konudan bahsettim, eline kalın ve büyükçe bir kitap alıp aramaya, bakmaya başladı, nihayet aradığını buldu.

"Bahsettiğin makine için on lira gümrük vergisi ödeniyor."

"On lira mı? Anlayamadım! O kadar makine için sadece on lira gümrük mü?"

"On lira gümrük veriyorsun dedim ya..."

Ne demek istediğini halen anlayamamıştım, bu adam hangi on liradan bahsediyordu! Kendini gençlik günlerinde mi sanmıştı?
"Beyefendi, ben sadece aşağı yukarı ne kadar, hangi oranda gümrük alındığını bilmek istiyorum," dediğimde o yaşlı adam beklemediğim bir tavır ve hareketle sandalyesinden ayağı kalktı ve bağırarak:

"Defol buradan! Sen benimle dalga mı geçiyorsun?"

Salonda herkes susmuş şaşırmış bize bakıyordu. Hayretimden donakalmıştım, kendimi toparlayıp;

"Ne oluyor buna? Bir sorunu mu var? Ben gümrük oranını bilmek istiyorum, adam bana defol diyor, her gelen üyeye böyle mi davranılıyor burada?" diye şaşkın bir şekilde söylenerek odadan çıkmıştım. Tekrar Naci Bey'in yanına gidip durumdan bahsettim, çok şaşırmıştı ve;

"O böyle yapmaz, şeker gibi bir adamdır, hayret!" demekten kendini alıkoyamadı. Sonradan öğrendiğimize göre yaşlı adam on lira demekle yüzde on kastetmiş ve güya ben bunu anlayamamışım.

Birkaç gün sonra muhasebeci telefonla arayarak yanına uğramamı istemişti. Yanına gittiğimde bana bir belge verdi, onunla belediyeye gidip şirketin adresini onaylatmam gerekiyormuş. Dediğini yapıp belediyeye gittim. Şirket adresi olarak oturduğum evi göstermiştim. "Belgeyi bırakın, biz adrese gelip kontrol edeceğiz," denildiğinde oradan ayrıldım. Aradan günler geçti; gelen giden yoktu. Tekrar belediyeye gittim. Biraz sabırlı olmam söylendikten sonra geri geldim. Geçen birkaç günün ardından nihayet iki zabıta memuru gelmişti. Onları kapıda karşılayarak;

"İçeri buyurun," dedim.

"Ne işi yapacaksınız?"

"Ticaret işleri, ithalat ve ihracat, içeride yeri kontrol etmeyecek misiniz?"

Bir anlık sessizlikten sonra:

"Bir dükkân tutmanız gerekir."

"Ben dükkân işletmeyeceğim ki? Büro açıyorum."

"Ne olursa olsun, buraya ruhsat veremeyiz, bir dükkân kiralayın, tekrar gelin," diyerek ayrıldılar.

Bunun üzerine muhasebeciyi arayıp durumu anlattım, cevabı;

"Biliyorsunuzdur diye size söylemedim, rüşvet vermeniz gerekirdi, burada para vermeden hiçbir yerde iş yaptıramazsınız, oraya artık ruhsat vermezler, Naci Bey'i arayın, o halleder," oldu. Naci Bey'i aradım, bana Aksaray'da bir adres verdi, onların işyerini adres olarak verebileceğimi, Almanya'dan dönüp şirketin yerini hazırladıktan sonra adres değişikliği yapabileceğimi anlatmıştı. Söylediği adreste beni bekliyorlardı.

"Hoş geldiniz! Naci Bey bizi aradı, bizim şirketin bir odasını adres olarak gösterebiliriz."

Cebimden bir miktar para çıkarıp, yaptıklarının karşılığını ödemek isteyince gülümseyerek;

"Hayır hayır, yanlış yere rüşvet veriyorsunuz, biz rüşvet almıyoruz ve para için bunu yapmıyoruz, Naci Bey'in hatırı için ve size yardımcı olalım diye yapıyoruz," diyince bayağı mahcup olmuştum.

Üç haftaya yakın bir zaman geçmişti. Avukat Erhan ve Naci Bey'i fırsat buldukça ziyaret ediyordum. Naci Bey'in İstanbul'da çok çevresi vardı. Her ikisi de beni birçok kimse ve firmayla tanıştırıyor, bu da piyasa hakkında bilgi edinmeme, piyasa araştırmaları yapmama olanak sağlıyordu. Eve gittiğimde annem aynı şeyleri tekrarlarken onun bu asılsız konuşmaları beni bayağı sıkıyordu, her dışarı çıkışım ona göre herhangi bir kadına gitmem demekti. Artık eve erken geldiğimde bile "neden geç geldin?" diye soruyordu, onun için erken saat hangisiydi anlayamıyordum. Bu arada birkaç çift çorap daha almıştım. Giymiş olduğum bazı çorapların yıkanıp tekrar geri geleceğini zannederken ortalıkta görünmüyorlardı. Bir ara Avukat Erhan aradı, beni beklediğini, birlikte akşam yemeğine gitmek istediğini söylemişti. İşyerine gittikten sonra akşama doğru bürosundan ayrıldık. Beni Sarıyer taraflarında Boğaz kenarında bir restorana götürdü. Birlikte uzunca sohbet edip, akşam yemeği yedik. Dönüşte beni eve bırakmak için arabasını sahil yolundan E5 karayoluna çevirdi. Önümüzde hafriyat yüklü bir kamyon seyrediyor, kamyonun birkaç metre arkasından müsait bir durumda sollamak için onun hızına uymuş gidiyordu. Ona, "aman fazla yanaşma!" der demez;

"Dikkat!" diye bağırdım.

Kamyondan kocaman bir taş tam önümüze yola düşmüştü. Arabanın altına vuracak diye vücudumu gererek iki elimle oturduğum koltuğun yanlarına sıkıca yapışmış, beklediğim gümbürtü çıkmamıştı, işte şimdi olan oldu diye bayağı korkmuştuk. Taş tekerleklerin arasından yuvarlanmıştı. Arkamızdan gelen arabanın acı bir fren yaptığını duyduk. O taş arabanın üzerine veya tekerleğin önüne düşmüş olsaydı belki de işimiz bitmişti. Erhan yavaşladı, arkaya dönüp baktığımda trafiğin yavaşlamış olduğunu gördüm.

"Biraz hızlan da kamyonun plakasını alalım," dedim.

"Plakası okunmuyor, çamurla kaplı, hem ne için? Senelerdir mahkemelerde mi koşturacaksın?"

Bunu söyleyen bir avukattı ve burada yaşıyordu, daha iyi bilir diye düşünerek ısrar etmemiştim.

Ertesi gün babamı aramak için telefon kulübesine gittim, henüz Türkiye'de olduğumu bilmiyordu. Evden, annemin yanından aramak istemedim; zira o, "ben doğurdum, benim dediğim olacak," diyebilecek bir kadın. Babamın yanına gitmemi bile istemez, oysa ben babamı seviyor ve özlüyordum. Numarayı çevirdim, karşıdan;

"Alo!" diyen babamdı.

"Baba nasılsın?"

Bir an sesi kesilmişti.

"Beni duyuyor musun baba?"

"Evet oğlum, teşekkür ederim sen nasılsın?"

Sesi titrek ve boğuk geliyordu. O an gözlerinin yaşardığını, sessiz kaldığında hasret ve sevinçten yaşaran gözlerini sildiğini anlamıştım. Babam, üzüntüsünü olduğu gibi sevgisini de belli etmemeye çalışırdı. O hep böyle idi; lakin yetmiş dokuz yaşı artık gözyaşlarını gizlemesine engel olamıyordu.

"Ben İstanbul'dayım, biraz işim var onları halleder halletmez yanına geleceğim."

"Bekliyorum oğlum, acele etme, selâmetle gel."

Kısa süren hasret dolu sohbetin ardından yakında buluşmak üzere vedalaştık. Akşama doğru bir bara gitmiştim, yalnız başıma oturup bira içmek, biraz da düşünmek istiyordum. Nasıl olsa şirket kurulmuştu. Şimdi ne yapmalıydım? Kafamdan geçenleri toparlayıp bazı plânlar tasarlamam gerekiyordu. Annem de kızlar hakkında haksız değildi yani; bu güzel kızlar insanın aklını başından alabilirdi. Ne de güzeldi şu Türk kızları! Eminim ki bardakilerin hepsi İstanbullu değil; kiminde poyraz, kiminde lodos esintisi var, kimi karayelden fırtına şeklinde, kimi keşişlemeden geliyor. Yıldızdan ve gündoğusundan ışıldayarak parlak umutlarla ortalığı silip süpürmek için gelenler de var. Hele şu köşedeki masada küçük bir gurup ile oturan uzun siyah saçlı bu güzellik... Gözleri barın loş ışığını bile yansıtıyor. Ya şu? Barın kenarında ayakta duran, vücuduna sarmaşık gibi sımsıkı mutlu bir şekilde sarılmış mini elbisesiyle ışıldayan, güzel bacaklı, incecik belli, pürüzsüz ve koyu tenli cariye! Sanki ilkbaharın kokusunu tenine sindirmiş, güneşini üzerinde toplamış, parıl parıl parlayan bir güzellik. Peki onun arkasındaki? Karanlık gökyüzünü aydınlatan Ay'ın parlayan yüzü. Acaba bu Ay'ın karanlık yüzü nasıl! Soğuk mu, yoksa sıcak mı?

Sonraki iki günümü genelde evde notlar yazarak, bazı planlar yaparak geçirmiştim. Üçüncü günü öğleden sonra bankaya gidip hesaptan yüklü miktarda mark olarak para çektim. Askerliğimi bedelli olarak yaptığımdan son taksitini yatıracaktım, ayrıca babamın yanına gitmek için biraz fazla para gerekti; ne de olsa aşağı yukarı bin kilometrelik yol. Tekrar alışverişe çıkarak birkaç yazlık gömlek ve bazı giysiler aldım. Zaman çabuk geçmişti. Taksiti yarın yatırır, sonra otobüs biletini alırdım. Ertesi gün erkenden yola koyuldum. Bir haftalığına İstanbul'dan ayrılacağımı söylemem gerektiğini düşünerek telefon kulübesinden muhasebeciyi aramıştım. Bana her şeyin yolunda gittiğini, artık bana ihtiyacı kalmadığını, tüm belgelerin hazır olduğunu, istersem iş faaliyetine başlayabileceğimi söyleyince daha da rahatlamıştım. Sadece Almanya'ya gitmeden önce bazı peşin vergilerin yatırılması için bir miktar para bırakabileceğimi söylemişti. Yanına gidip söylediği miktarı bıraktım, çok fazla para değildi. Midemin çağrısına uyarak bir restoranda öğlen yemeğini yiyip bir de kahve içtim, ardından askerlik taksitini yatıracağım yere gittim. Parayı ve bir önceki yatırdığım taksitin makbuzunu almak için çantamın fermuarını açtım. Açtığım gözde her zaman yanımda taşıdığım ve not aldığım ajanda ile pasaportumdan başka bir şey yoktu. Banka cüzdanı cebimdeydi, onu pasaportumdan ayrı tutuyordum. Çantanın diğer gözünü açıp baktım, adres ve telefon defteri, bazı kâğıt ve belgelerden başka bir şey yoktu. Tekrardan her iki gözüne baktım. Parayı bir önceki makbuzun arasında çantama koyduğumdan emindim ve o paraya da hiç dokunmamıştım; alışveriş yaptığımda ve muhasebeciye para bıraktığımda cebimdeki cüzdanımda yeterli nakit ve Türk lirası vardı. Sürekli boynuma asarak taşıdığım çantaya yerleştirdiğim para yerinde yoktu, herhangi biri çantadan çalmış olsa önce fermuarını açması gerekirdi. Ayrıca banliyö trenine de binmiştim, çanta orada da sürekli boynumdaydı. Evde düşmüş olamazdı, orada çantamı hiç açmamıştım, sadece telefon kulübesinde bir defa ajandayı çıkarıp muhasebecinin telefon numarasına bakmıştım. Acaba o arada düşürmüş olabilir miydim? Fakat sanmıyorum. Son çare olarak evde düşürmüş olabileceğimi düşünüp eve giderek her tarafı aramaya başladım. Annemse ikide bir ne aradığımı soruyordu. Ona söyleyemezdim ve söylemek de istemedim. Sadece içinde biraz para olan bir makbuzu aradığımı söylemiştim. Ne yapacağımı bilemiyor ve şaşkındım. Dışarı çıkıp aval aval yürümeye başlamıştım, nereye ve ne tarafa gittiğim umurumda değildi. Etrafımla bile hiç ilgilenmiyordum, ne ilkbaharın kokusu, güneşin parıltısı, ne de ayın parlak yüzleri dikkatimi çekiyordu. Kendimi bir anda Marmara kıyısında buldum. Bir çay bahçesine oturup çay içmeye ve düşünmeye başlamış, burada yapacak bir şeyim kalmadığı fikrine varıp Almanya'ya erken dönmeye karar vermiştim; fakat babama verilmiş bir sözüm ve yanına gidip gelecek kadar param vardı. En iyisi ertesi gün için bir otobüs bileti alıp babamın yanına gitmekti.








Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın natüralist roman kümesinde bulunan diğer yazıları...
Org ve Tora Bora (1. 1)


Turgay Bora kimdir?

Turgay Bora, ilk Romanı.


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Turgay Bora, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.