İnsan kendini bilmeli. Gerçeği keşfetmeye yaramasa da, yaşamayı öğretiyor. Ve bundan daha güzel birşey yok. -Pascal |
|
||||||||||
|
Sıcak bir ağustos günüydü. Cep telefonu henüz icat edilmemişti. Mustafa aradığında sıcaktan bunalmış, bu mevsim de, bu ayda İstanbul’da ne yaptığımı soruyordum kendime. Mustafa’ya kızgındım. Edebiyatı 3’ten terk edeli 2 yıl, tarihi ilk yıl bırakalı bir yıl olmuştu. Ama kızgınlığım bir sürü insanın girmek için can attığı bölümleri yarıda bırakmasına değildi. Kızgındım, çünkü benden okumak için aldığı kitapları Kadıköy’de, o zamanlar pazar günleri kurulan ikincielkitappazarında satmıştı. Satmıştı ve bunu bir yıl sonra söylemişti. Üstelik, kendince teselli ederek “tam adamına gitti” demişti. Alan kişi kıymetini bilirmiş. Neden, diye sormadım. Dediğim gibi sıcaktı. Öğlen olmamıştı henüz. Ve Mustafa, Kartal’a çağırıyordu beni. “Çok iyi çay yapan bi çay bahçesi var”mış. “Her çay bahçesi öyle güzel çay demleyemez”miş. “Hem bir şair arkadaş var, onunla da tanışırsın” dedi. Yapacak başka bir şey bulamadığımdan “tamam” dedim. Akşamüstü, hava serinleyince yola çıktım. Kartal’a vardığımda anlaştığımız gibi Mustafa durakta bekliyordu. Çok iyi çay yapan bi çay bahçesine gittik. Az sonra “Tamam Sedat Bey de geldi.” dedi Mustafa. Ben “şair arkadaş”tan “bey” diye bahsetmesine anlamlar yüklemeye çalışırken, şair arkadaş “merhaba” diyerek masamıza oturdu. İki kez şaşırmam gerekiyormuş. Şair arkadaş “yolun yarısı”nı geçeli epey olmuştu ve ben daha o sırada yirmi beş yaşındaydım. (Şimdi geçtim yarıyı ve o kadar da şaşılacak bir şey değilmiş. Neyse…) Tanıştırdı. Sedat Umran. Gitin Taş Atarak Denizlerime. Aylık Dergide okumuştum şiirlerini. Önce “Ne bu böyle? Adam pencereye, kapıya, ineğe, çekirgeye şiir yazıyor” diye dalga geçmiş, çok geçmeden “karpuza, paspasa, aynaya, tarağa, sandalyeye, bardağa, kilime, iğneye” de yazdığını görüp “var bunda bir iş” demiştim. Ama açık söylemek gerekirse, o işin ne olduğunu pek de anlayamamıştım. Gül’e yazdığı şiirler biraz içimi ferahlatmıştı. Muhabbete başladık. İlk şiir kitabının adı “Leke”ydi. Ve ben çok beğendiğimi söyledim kitabın ismini. Sedat Bey kendisinin hiç beğenmediğini, yayıncının biraz zorlayarak o ismi koyduğunu söyledi. Ordan Gül’e geçti. Ve Gül’le tanışmalarını, ayrı düşmelerini ve aradan yıllar geçtikten sonra (yanlış hatırlamıyorsam yirmi yıl kadar) tekrar görüşmelerini büyük bir heyecanla anlattı. Ve anlatırken de Gül’e yazdığı şiirlerden okudu da okudu. Ve ben ilk kez bir insanın bu kadar şiiri hafızasında tutmasına şaşarak dinledim. Tesadüfen o günlerde okuduğum bir kitaptan Sedat Umran’ın Almanca’dan çevirdiği Felsefenin Arka Merdivenleri’nden bahsettim. Sedat Bey hemen lafı Almanca’dan yaptığı şiir çevirilerine bağladı (o güne kadar bilmiyordum, ama Alman şairlerini meğer Sedat Umran çevirisiyle okumuşum). Ve çevirdiği şiirlerin önce çevirisini sonra Almanca’sını okudu. Kaç şiir okudu saymadım. Sanırım, çevirdiği bütün şiirleri okudu, büyük bir coşkuyla. Sonra edebiyat alemine daldık; edebiyatçılara, şairlere. Bahsi geçen her şairden anekdotlar anlattı ve en az bir şirini okudu. Ben oturdum oturalı kaçıncıya şaşırdığımı sayamıyordum artık. Bir süre sonra kasıtlı olarak lafı değişik şairlere getirip kendimce testler yapmaya başladım. Benim de, ezbere bilmesem de yanlış okunsa anlayabileceğim şiirlere getirdim lafı. Hepsini okudu ve doğru okudu! Mustafa’yla hiç konuşmadık sanırım o gece. Hatta ben de konuşmadım. Cümle kurdum denemez yani. Cemal Süreya… diyordum “Kırmızı bir kuştur soluğum…” diye başlıyordu, Necip Fazıl… diyodum “Sen, kaçan ürkek ceylânsın dağda, /Ben, peşine düşmüş bir canavarım!...” diye başlıyordu Behcet Necatigil… diyordum “Sevgileri yarınlara bıraktınız…” diye başlıyordu, Ahmet Arif… diyordum “Yangınlar,/ Kahpe fakları/ Korku çığları /Ve irin selleri, aç yırtıcılar,/…” diye başlıyordu, Sezai Karakoç… diyordum “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin…” diye başlıyordu, Attila İlhan… diyordum “Ben sana mecburum bilemezsin …” diyordu… Sadece İsmet Özel dediğimde geçiştirdi konuyu.Böyle devam etti, gitti gece. Aradan yıllar geçti. Bir daha görüşmedik. Mustafa’yla da Sedat Umran’la da. Mustafa’yla irtibat koptu. Sedat Umaran’ı dergilerde okumaya devam ettim. Ve tanışmamızın verdiği yakınlıkla kitabı çıktıkça aldım, okudum. Bir gün Zen Kitabevi’nde karşılaştık Üsküdar’da. Hala aynı coşkuyla şiirler okumaya devam ediyordu. Ben onu tanıdım, o beni tanımadı. Ben de hatırlatmadım. Sonra tekrar karşılaştık, sonra tekrar. Ortalığın tenha olduğu bir karşılaşmamızda “Mustafa’yla görüşüyor musunuz?” dedim. Bana “Hangi Mustafa? Filiz’in abisi mi?” diye sordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yusuf Ziya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |