Özgürlük sevdası insanın başkalarına duyduğu sevgidir; güç sevdası insanın kendine duyduğu sevgidir. -Hazlitt |
|
||||||||||
|
Burada bahsi kesip size kısa bir anımı anlatacağım. Böylelikle yazıma daha iyi bir giriş yapacağımı düşünüyorum. Söz, konuyu fazla dağıtmayacağım: İlk Okul öncesiydi. Bir yaz tatilinde şehirden misafirler geldi. Benden bir ve iki yaş büyük oğlanları vardı bu gelen ailenin. Sevinmiştim tabii ki. İmrenecek kadar güzel giyimli ve temiz iki kardeşti bunlar. Bundan ziyade bu iki kardeş şehirden geliyorlardı ve hep merak etmiş olduğum o kocaman kenti benden iyi biliyor ve tanıyorlardı. Hatırladığım kadarıyla bir gece kaldılar bizde. Onlara oyunlarımızın en güzelini oynatmaya gayret gösterdim diğer arkadaşlarım ile birlikte. Çelik çomak oynarken, hele komşumuzun eşeğine binerken bu iki kardeşin heyecanını adeta gözlerinden görüyor, bu şekilde içim içim gururlanıyordum. Çünkü onların o kocaman şehirde ne gibi oyunlar oynadıklarını düşünemiyor ve hayal edemiyordum. Bunların muhakkak oyuncak tabancaları vardır (hem de ışıklısından falan) diyordum içimden. Ve daha hayal edemediğim bir yığın başka şehir oyuncakları ve oyunları. Dayanamayıp sormuştum. Bilmediğim oyunlardan bahsedeceklerini düşünerek bu sormamda hayli tedirgindim: “Siz şehirde hangi oyunları oynar sınız?” “Biz böyle eşeğe falan binmeyiz, dediler. Bizim kendiliğinden giden bisikletlerimiz var.” “Otomatik tüfeklerimiz var bizim. Bööle etrafa ışınlar saçan.” Bilmiştim zaten dedim kendi kendime. Bunların çokça paraları vardı kesin. Kendiliğinden giden bisikletler de alırlar, ışınlı tüfekler de, Allah bilir daha neler neler de. Benim ise pedal çevirmeli bisikletim dahi yoktu. “Başka? Hani bizim gibi çay’a yüzmeye gitmek, balık avlamaya çalışmak, çelik çomak oynamak veya ağaçlara tırmanıp kuş yuvaları ve yavrularını seyretmek...?” Onların oralarda ağaç falan yoktu. Hem kim ilgilenirdi kuş yuvalarıyla. Onların savurmalı ipleri vardı uzunca. Bu iplerle anında evlerin çatılarına çıkıyor, yüksek binalar üzerinden bir bir atlıyorlardı. Sanki uçarak. Fazla konuşarak bilmediğimiz oyunları deşelemeye ve salak yerine konmaya gerek yoktu. Anca bizim gibi köylüler eşeğe binip Honaz dağının yaylalarını oyun niyetine gezmeye gider, oralarda bulduğu karpuz ve kelekleri, kiraz ve üzümleri yerdi. Yol kenarlarında kendiliğinden biten incir ve narlardan, sulu sulu kocaman armutlardan, ahududu ve börtlenlerden toplayıp oynaya zıplaya mideye indirmek ve üzerine de kazanpınarın o cam kadar temiz ve soğuk suyundan hem içmek, hem de içinde tepinmek bizim için bir nevi oyundu işte. Ama bu çocuklar yüksek binaların üzerlerinden atlıyorlardı özel ve çok pahalı ipleriyle. Bu durum karşısında tabii ki kendi yaşantımı küçümsemeye başlamıştım. O yaşlarda bile bir nevi hayatımın özeleştirisini yapıyordum içimden. Biz ne anlardık şehirliler gibi oynamasını. O ipleri kullanmasını bile beceremezdik doğru düzgün. Eşeğe binmeye falan benzemezdi bu iş. Çatıların üstünden atlayayım derken - allah göstermesin - kırardık bir taraflarımızı. Böylece misafirlerin gitme zamanı geldi. Haydin bakalım güle, güle derken çocukların babası birden beni de şehre götürüp götüremeyeceğini teklif etti anneanneme. Nasıl olsa yaz tatiliydi ve bir hafta sonra beni tekrar getirip bırakacaktı. "Çocuğun gönlü açılır biraz", dediğini dünkü gibi hatırlarım. O anda yaşadığım heyecanı bugün tarif edip tekrar yaşayamam ama içim kıpır kıpır olmuştu adeta. Ama bu iş kesin olmazdı. Her konuda tedirgin ve şüpheli davranan anneannem buna imkanı yok müsaade etmezdi. Derken sanki bir mucize gerçekleşti o gün. Benim o otoriter anneannem bu fikri nasıl olduysa benimseyip kabul etti. Minibüs ile şehre gidişimizin yolculuğu ve orada geçirdiğim ilk gün heyecan vericiydi. Sanırım ömrümde ilk kez bir apartmanda geceleyecektim. Lakin ikinci günün sonunda daire yaşamının darlığı ve bununla birlikte sıkıntısından patlayacak gibi oldum. Üçüncü günden sonra da eve dönebilme arzusu içinde dualar etmeye başladım içimden. Ne kendiliğinden giden bisikletler, ne binalar üzerinden atlamalar, ne özel ipler, ne ışınlı tüfekler. Alttaki kiracılar rahatsız olur diye kovalamaca veya körebe oynamak bile yoktu. Orada kaldığım bir haftanın tam altı gününü dördüncü katın balkonunda sadece etrafı seyretmek ile geçirdim desem yeri var. Bir, iki defa evin büyük ablası ile ekmek falan almaya çıktım dışarıya. Durmadan gelip geçen araçlardan ve bir yığın insanlardan başka bir şey yoktu bu kocaman şehirde. Diğer taraftan o iki kardeşin anlattıkları - malum - yekün yalan çıktı. Tabii benim hayallerim de bu arada balonlar gibi bir bir patlıverdi. Davulun sesi uzaktan hoş gelir derler. Düğün sahibine sorarsanız bu sesin ne kadar iyi geldiğini size finansal boyutuyla anlatır. Ülkemizde toplumu, yönetimi, olup bitenleri ve daha nelerini eleştirmek gerçekten çok basittir. Eleştiri yazmak zaten kendince kolaydır. Aklınıza yazacak hiçbir konu gelmiyorsa oturup bir eleştiri yazın. Zira eleştiri, olup bitenlerden sonra gerçekleştiği için, edebiyatın en basit yöntemidir. Aynen bizim spor eleştirmenleri gibi: “Abi, şu hakimin durduğu yere bir bakar mısınız! Top nerede, sen neredesin, be hakim! Şimdi bu sahneyi geri alalım, lütfen! Biraz daha, biraz daha geri… dur, dur… az ileri, tam ayağını uzatırken… işte beyler tam burası. Bakın, bakın! Kamera biraz yaklaştır! Görüyor musunuz? Oyuncunun ayağı burada topa deymiş ve…” “Ben katılmıyorum buna. O kadarı deymiş sayılmaz.” Eleştirinin önemi - doğru yapılırsa - çok büyüktür: Eleştiri, anca eleştirilene katma değer sağlıyorsa güzel ve verimli bir eleştiridir. Kendini öğrenmek istiyorsan bunu komşuna soracaksın. Ama her konuda da kalkıp bizim insanlar cahildir, yobazdır, devletimiz ha şöyledir, ha böyledir demek eleştirinin en basit türü olur. Bir ülkenin eleştirisine gidilecekse önce kaç ülkeler görüp yaşandığı sorulması gerek. Bir toplumun cehaletinden bahsedilecekse, kaç tür millet görüp bilindiği sorulması gerek. Hele hele bizzat yaşanan yakın çevreden bir eleştiri yapılacaksa, eleştirmenin orada bu konu üzerine neler yaptığını eleştirisine verebilmesi gerek. Kulaktan dolma bilgiler ve bununla doğan eleştiriler: Bizim akrabalarımız var Hollanda da, benim dayım var Almanya'nın falan yerinde. Onlar bu konuyu orada şöyle işliyorlarmış da, böyle çözüyorlarmış da, mışmış da… İpsiz sapsız havada asılı duran taş hep başkalarının oradadır. Kendiliğinden yanan Selahattin' nin lambası da öyle, uçan halılar da. Aksi takdirde eleştirenlerin de bir savurmalı ipi olur. Hani binadan binaya atlayan, oradan buraya zıplayan. Ek: İşaret parmağınız ile birini işaret edip gösteririken (eleştirirken), alttan üç parmağımızın kendimize dönük olduğunu unutmayalım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Ali Özler, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |