"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Önce haberi geldi. “Babası ölmüş…” “Kendini asmış!” “Öldürmüşler mi intihar mı anlamamışlar…” “İş yerinde bulunmuş, polis araştırıyormuş…” Sonra annesini gördüm. Çok gençti. İki çocuk anasından ziyade, hayata yeni atılacak olan genç bir kız gibiydi. Başından geçen onca olay bile zarar vermeyi başaramamıştı henüz yüzüne, ellerine, saçlarına. Ama gözleri… Onca yorgunluğa rağmen hayata sıcacık bakabilen gözleri, o gün hayli acı içindeydi. “Çocukların babasıydı hocanım, ayrılmış olsak bile birbirimize kinimiz yoktu. Hiç kötülüğünü görmedik. Yıkıldık. Çocuklarım çok küçük babasız kaldılar. Aynı evde yaşamasalar da, babaları vardı. Görüşüyorlardı. Şimdi ne yapacaklar?” derken, o gözler, kaybın derin acısını taşıyordu o gün. Ellerini tutarken devam etti, “N’olur hocanım, arkadaşları bir şey sormasınlar. Okula gelmek istemiyor zaten. Siz veya arkadaşları babasını soracaklar diye çekiniyor. Çünkü normal ölmedi. Hiçbir şey bilmiyoruz, anlamadık. Polis de araştırıyor ve o çok huzursuz. Yemiyor, içmiyor, beni bile istemiyor, annemde kalıyor.” İncecik bedeni yitirdiği eski eş ve ne yapacağını bilemediği çocukları için üzüntüyle sarsılırken, sarıldım sıska omuzlarına. Tertemiz yemenisinin üzerinden başını okşarken içim cız etti. Merak etmemesini söyledim. “Korkmasın, gelsin. Normal hayata bir an önce devam etmesi daha iyi olur. Ben çocuklarla konuşurum. Gelsin yarın. Zaman alacak şüphesiz, ama her şey yoluna girecek elbet.” derken, bazı şeyleri de alıp götüreceğini biliyordum o zamanın. Sınıfa girdiğimde hala kendimi tam da toparlayabilmiş değildim. Çocuklar da annesiyle konuştuğumu görmüş, sessizce onlara anlatacaklarımı bekliyorlardı. Çocuklara yalan söylenmez kolay kolay, onlar hemen anlarlar. Gerçekle yalanı gözlerden okuyabilme yetenekleri muhteşemdir onların. Nasıl toparlar da söylerim diye düşünmedim çok fazla. Anlattım olanı biteni. Merak ettikleri pek çok ayrıntı vardı ve sorular geldi şüphesiz. Anlattığımdan fazlasını bilmediğimi, acılı bir anneye çok soru soramadığımı söyledim. “Siz de öyle yapın, anlatmak istemezse, bir şey sormayın. Ama anlatırsa dinleyin mutlaka. Ona yapacağınız en büyük iyilik, eskisi gibi davranmak. Zaten evde sürekli aklındadır, bari burada kafası dağılsın, oynayın, başka şeylerden konuşun, yalnız bırakmayın. Ama kaybına da saygı gösterin. Anlatırsa dinleyin, anlatmazsa kurcalayıp deşmeyin çocuğu.” Ertesi gün geldi. Gülmesi için ağzına gerek olmayan bir surat düşünün. Son derece düzgün hatlara sahip, hani neredeyse on iki yaş için söylenmez ama basbayağı yakışıklı bir surat. Konuşurken ela gözleri gözlerinizin içine bakar. Öyle güzel güler ki o gözler, içinizi bir huzur, mutluluk sarar. Ağlamış. Belliydi o gün ki, o gözler ağlamış gece boyu uyuyana dek. Kirpikleri yavaşça yukarı kalktı ve bakışları değdi usulca bana. Dilime yakıştırmakta en zorlandığım o kelimeler, boğazımı yırtarak çıktı ağzımdan belli belirsiz. “Başın sağ olsun.” On iki yaşında birine bu cümleyi söylemek! Sarıldım. Sarılmak daha kolay konuşmaktan. Sonra hemen kendimi toparlayıp, hayat devam ediyor durumunu alıp, “Geç bakalım yerine. Ders programı yine değişti. Daha biz de alışamadık.” diyerek derse başladım. Sınıf, tam da beklediğim gibi davrandı. Kimse sıkmadı, yalnız da bırakmadı. Her şey normal akışında devam etti. Zordu evet. Ama görüyordu, o, yaşıyordu. İki üst sınıfta ablası var. O da perişan. Rehber öğretmen onunla görüştü. Anneyle de. Ben rehber öğretmenle konuşup yapılması gerekenleri paylaştığımdan, onu sonraya bırakmıştı. Branş derslerin öğretmenleri de durumdan haberdar edildi. Ama onlar yalnızca ablayı tanıyorlar. Yani onun bir de erkek kardeşi olduğunu, benim sınıfımda olduğunu, tüm öğretmenlere duyuramamışız. Dedim ya, tadilat vardı. Herkes okulda değildi. Bazıları olayı duymamışlardı henüz. Acı kaybından bir hafta sonraydı sanırım, tam hatırlayamıyorum, parmağında bir yüzük gördüm. Gümüş bir yüzük. Kocaman siyah taşlı, kenarları işlemeli. Orta parmağına bile bol geliyordu. Anladım. Usulca yanına yaklaşıp, “Ne güzel yüzük” diyerek saçlarında gezdirdim parmaklarımı. Bana kaldırdığı bakışlarındaki gurur ve sevgiyi anlatamayacağım. Gülmesi için dudaklarına gerek olmayan gözleri parladı. Yine de, gülen gözlere bir kat daha anlam katmak istercesine, küçük ağzı zarif bir kıvrımla bükülüp tebessüm ederek, “Babamın!” dedi. “Bakabilir miyim?” dedim. Büyük bir mutlulukla sıyırdı ince parmaklarından, sahip olduğu en değerli mücevherini. Titreyen elleriyle uzattı. Hani, kırılmasından korkarmışçasına tuttum. İncecik parmaklarına uysun diye yanlarından kıstırmış. Belki de dişleriyle ezerek yamultmuş, küçültmüş. Babasına ait bir şeyi kendine uydurmuş ya, olsun, varsın yamuk olsun. Onun bir parçasını sürekli taşıyarak, acısını dindirme yolunu tercih etmiş. Parmağıma takıp denedim. Elimi uzatarak, mücevherini sergiledim bir kez daha. Elime çevirdi bakışlarını. “Çok güzelmiş, baban zevkli adammış” diyerek uzattım kendisine tekrar. Babasının zevk sahibi olmasından, bunun dile getirilmesinden duyduğu gururla taktı yüzüğünü. Yavrum… O kadar masumdu ki. Yüzüğü takınca babası oluyordu sanki. Masum suratlı bir küçük büyük adam! Müzik dersindeymişler. Müzik öğretmeni flüt çalarken fark etmiş. “O da ne? Okulda yüzük takmak yasak bilmiyor musun? Çıkar istersen, unuttun herhalde.” diye ikaz etmek istemiş. “Çıkarmam! Babamındı!” diye haykırarak fırlamış sınıftan. Ne bilsin kızcağız, şaşırmış, kalakalmış. Sınıftakiler hemen açıklamışlar. Ben koridorda iki gözü çeşme, salya sümük yakaladım güç bela. Yüzünü yıkadık. Özür diledim. “Hata bende, diğer öğretmenlerine söylemedim. Kızmazdı yoksa. Bir şey söylemezdi.” dedim. “Kimse çıkarttıramaz bana bunu, hiç kimse!” diye haykırırken, acınası öfkesi kulaklarından fışkırıyordu neredeyse. Müzik öğretmeni de geldi yanımıza. Özür diledi. “Ben bilmiyordum. Kusura bakma. Takabilirsin tabii ki.” diyerek sarıldı ona. Yumuşayıverdi hemen. Bir an önce suratını morartan sinirleri, sıcak bir kucaklamaya, tatlı bir sese teslim oluverdi. Birlikte sınıfa çıktılar. Hatamı anladım. Bilmeyenler olabilirdi. Ya da bilenler yalnızca ablayı biliyorlardı. O teneffüs dersime giren diğer branş öğretmenlere tekrar hatırlattım. “ Arkadaşlar, babasını yitiren kız yalnız değil. Bir kardeşi var. Sınıfımda. Biraz önce bir olay yaşandı, sizin de aklınızda olsun…” Belki de gereksiz bir uyarıydı benimkisi. Çünkü müzik öğretmeni bir hata yapmış olsa da, sonraki davranışı ile düzeltmişti. Yani bir öğretmenin davranması gerektiği gibi davranmıştı. Karşısındakini yalnızca çocuk olarak değil, bir insan olarak görebilmiş, özür dileme büyüklüğünü gösterebilmişti. Sevgi dolu bir yüreğin bakış açısı ile olayı hemen kavramış, problemi çözmüştü. Bakış açısı. Açı. Problem. Matematik! Hiç sevemedim çocukken de, “Ne işe yarayacak sanki?” diye defalarca sorardım kendime. “Hayatta her yerde, her şeyde gerekli matematik” diyenlere de kızardım. O gün anladım. Yok yok, aynı gün değil, daha sonra, bir iki gün sonra. Trafik dersindelermiş. Öğretmenleri, “Nedir o parmağındaki? Okulda yüzük takılır mı? Yasak, bilmiyor musun?” deyince, gözleri dolmuş. Konuşamamış. Birileri, “ O babasınındı hocam, babasını kaybetti” demiş. “Olabilir, okulda takmasın. Ben kuralcı bir öğretmenim. Cebine koysun, çıkınca taksın.” diye tekrarlamış. Tabi yine dışarıda almış soluğu. Üstelik bu kez koridorda benimle de karşılaşmadan, kendi başına. Sonraki ders sınıfa girdiğimde herkes kızgın ve kırgındı. Pek çoğu ağlamış. Bir kaçı onun etrafını sarmıştı. Olayı anlayana kadar epey terledim. Zor sakinleştirdim. Kustular içlerinde ne varsa. Saf çocuk cümleleriyle verip veriştirdiler. Sakince tek tek anlatmalarını istedim. Önce ona bıraktılar sözü sessiz bir anlaşmayla. Hıçkırıkları kelimelerini olmadık yerlerde bölerek anlatıyordu. “Biliyordu babamın öldüğünü. O.. o.. ona söyleyemedim b.. ben, arkadaşlarım söylediler, babasının dediler, a.. an.. anlamadı, takma dedi, cebine koy dedi.” Yanaklarından boşanan sağanak, gözlerindeki şimşeklere eşlik ediyordu. Dolaptan aldığım mendili uzattım. Burnunu silerken, “Ona ne? Koymam cebime, çıkarmam ben! Çıkarmam öğretmenim!” diyordu. Sakin olmasını söyledim. Her kafadan aynı anda sesler yankılandı yine. Zorlukla yatıştırdım teker teker. Öğretmenleriyle konuşacağımı söyledim. Yanlış anlaşılmış bir şeyler olduğunu belirttim. Şaşkındım aslında. Herkes aynı şeyi soruyordu. “Neden?” Bildiği halde neden? Neden üstüne gidip ısrarla çıkarmasını istemişti? Ben de soruyordum içimden kendime aynı şeyi o anda. “Neden?” Ah o bakış açısı… Öğle tatili için zil çalmıştı. Kimsenin bir lokma yemek isteği yoktu. Benim de. Hemen konuşmak, sebebi öğrenmek istiyordum. Rehber öğretmenin yanına giderek durumu açıkladım. Birlikte konuşmamızın daha iyi olacağını düşündük. Mümkünse gelmesini rica ettik. Hemen geldi. Koyu renk takım elbisesi, uygun kravatı, boyalı ayakkabılarıyla kusursuz gibi görünüyordu. Kısa kesilmiş saçları, düzgün traşı ile tam bir memurdu. Birbirine yakın gözlerini konuştuğu kişiden kaçırmasa, dış görüntüsünü pekiştirebilir, kendine güveni de tam denilebilirdi. Koltuğa geçti. Bacak bacak üstüne attı. Rehber öğretmen olayı özetledi. Aslında ailesinin de yüzüğü takmasını istemediğini, ama kendi ısrarı sebebiyle çocuğu zorlamadıklarını, onu rahat bıraktıklarını anlattı. Şimdi çelişkili bir durum olmamalıydı. Gözlerini sık sık kırparak dinledi. Savunmaya geçti hemen. Kalın dudaklarını büzerek konuşmaya başladı. “Bence bu durumu kullanıyor. İlgi çekmek istiyor. Hayat zor. Alışsın bir an önce. Herkes acı çekiyor. Ömrü boyunca sevdikleri yanında olup onu koruyacak mı sanki? Ben de babamı on sekiz yaşımda kaybettim. Kardeşim de yedi yaşındaydı. Biz böyle şeyleri kullanmadık Kabullendik. Ben de psikolojiden anlarım. Eğitim fakültesinden çok iyi derece ile mezun oldum. Burası okul. Ben kuralcı bir öğretmenim. Burada değil, dışarıda taksın. O yüzük parmağındayken unutamaz ki acısını. Hep aklında kalır.” İşte o an anladım! Bakış açısı! Matematik! Hayatın her anında yeri vardı gerçekten. Durduğunuz nokta, baktığınız yön, görüş açınız, açınızın derecesinin darlığı, genişliği… Sizin matematiğiniz! Ya formülleri ezberler çabucak çözersiniz anlamasanız da, ya da anlayıp değişik yollar deneyerek, matematiğin zevkini çıkararak. Size kalmış. Bakış açınıza…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Zeynep Öğretmen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |