Bilmek kadar kuşku duymaktan da zevk alıyorum. -Dante |
|
||||||||||
|
-Başarılı bir romanı tanıtmaya ilişkin başarısız bir yazı- Yoksulluk ayıp değil, bu bir gerçek, hem içkiye düşkünlüğün de bir erdem olmadığını bilirim ben, hem de daha iyi bilirim bunu. Ama sefalet, sayın bayım sefalet ayıp. Yoksullukta yaradılışımızdaki soylu duygularınızı koruyabilirsiniz ama, sefalette hiç kimse, hiçbir zaman koruyamaz bunu. Sefalete düşmüş bir kimseyi sopayla bile kovalamazlar, süpürgeyle süpürürler toplumun içinden. Bunu da sırf onu daha çok alçaltmak için yaparlar. Bunda haklılar da, çünkü sefalete düşerken ilk kez ben kendimi aşağılarım.” (Dostoyevski, Suç ve Ceza) Kitle için yazdıklarını sanan yazarlarımız en gülünç olanlardır. Kitle ile beraber acı çekmeyen, halkın sevinci ile yüzü gülüp onun isyanı ile şaha kalkmayan, nabzı kitlenin nabzıyla aynı tempoda atmayan adamın kitleye “sen” diye hitap etmesi gülünçten de ileri bir şeydir. Hala köylüyü Amerikalı bir gezgin gibi seyredip onda ya mistik, karanlık bir ruh ve ya ilkel bir hayvan gören büyük romancılarımız var. Halktan bahsediyorum diyen yabancı ve ucuz esprili hikayelerle halkı maskaraya çeviren ünlü yazarlarımız var. Cinsel baskı ve yasaklardan histeriye uğramış yarım eğitimle genç kızlar için yazdığı sulu romanının cildlerine dayanarak kendisine “en çok okunan halk yazarı” sıfatını takan şımarık şarlatanlar var..Sabahattin Ali (Varlık, 65. sayı, Mart 1936) ------------------ Sevgili Benisa, Yaşadığımız çağ, o kadar insanlık dışı ki,neredeyse çiçekler açmaktan vazgeçecek. Emperyal çağda,onun ve vahşi kapitalizmin yarattığı koşullarda ,insanlar insanlığından çıktı. İnsana özgü güzellikler;dostluklar,aşklar,sevgi,inanç,fedakarlık yok edildi,içi boşaltıldı Kendimi yalnız hissediyorum!.. Sevgili Benisa Uzun zamandır roman okumadığımı itiraf etmeliyim.İşin aslı ,ben her gün mutlaka okurum ama daha çok düşünsel ve bilimsel yapıtlara takılıyordum çok zamandır.Eğer Sevgili Öğretmenim İlhami bey vermeseydi ve bu kadar beğenmiş olmasaydı,sizi de okumazdım.Ama İlhami Bey olunca akan sular durur..Kaldı ki İlhami Bey’in dışında kitabınızı bir çırpıda okuyup beğenisini bana dökenler bir hayli vardı.Her ne kadar Sevgili Öğretmenim Ali Köycü Hocam kitabı bana özetlemişse de.“İyi ki de okumuşum” diye diye okudum üç ciltlik yapıtınızı. Sevgili Benisa Açıkça itiraf edeyim ki,bu kitaplar boyunca hep yanınızda oldum.Öfkelendim,duygulandım,içim parçalandı.Hani bir yolu olsa çıkıp gelirdim yanınıza o ıssız yalnızlığın mecalsiz yokuşlarında;elinizden tutup götürürdüm sizi.Ne yazık ki,ben doğmadan çok önce siz görülmemiş zulum altında can kavgası veriyordunuz.Mümkün olsa ,kitabınızın bir yerinden girerdim yaşamınıza. Sevgili Benisa Burada başat soru şudur;biz bu üç cildi ,üç ciltlik bir roman olarak mı değerlendirsek;yoksa bu üç cildi üç cilde sıkıştırılmış bir hayat olarak mı.?. Sadece roman gözüyle bakıp incelemek olası mı, bir insanın bu kadar zulumu yaşadığına tanık olurken.Eğer öyle yaparsak,kartalın yediği Afrikalı çocuğun fotoğrafına sadece bir sanat yapıtı gözüyle bakıp değerlendirmiş olmakla hiçbir farkımız kalmaz. Büyük Yazar Şolohov ,Nobel ödülü ertesinde,Durgun Don’un İngilizciye çevrilmesi dolayısıyla İngiltere’ye gittiğinde,oradaki okurlar ve gazeteciler ona :” Bu kadar acı şeyler yazmasanız olmaz mıydı?” anlamında sorular yöneltir.Şolohov’un yanıtı net ve kesindir ;”Biz İngiliz okuyucunun hazmını kolaylaştırsın diye kitap yazmıyoruz, okuduklarınızın tümünü yaşadık!” . Gerek şiirde,gerek romanda ,gerekse diğer yazın türlerinde bana göre olmazsa olmaz kural,yapıtın samimiyeti ve içtenliğidir.Yaşanmışlık kokmalıdır yazın yapıtı.Bana göre,sanat diye ortaya konulmuş her ürün duygularından yakalamalıdır insanı.Kaldı ki sanat zaten,duyguları ifade etmeye yarar. Kuşku yok ki,eğer bunlar özyaşamöyküsü olmasaydı, abartıldığını düşünecektik okuyucular olarak.Ama ne yazık ki,yaşanmış şeylerdi.Keşke yaşanmasalardı da bu kitap da olmasaydı.Bu cümlem kitabınıza bakışımı da özetlemiş oldu.Yani bu yapıtı okurken bir edebi değerlendirme yapmaktan çok,sizi yaşadık. Ancak Sevgili Benisa,bu tümcelerimden, yapıtınızın edebi değerini yok saydığımı çıkartmayın.O konuya da geleceğim. Sanıyorum ki,kitap yazılırken yeniden yaşanmış.Bence bir yazar için en zor şey bu kitapta buydu.Hiç kimse bunları bir kez daha yaşamayı göze alamazdı;bunu beyninde gerçekleştirmiş de olsa.Ben inanıyorum ki çok yerde kalemi bıraktınız ve nefesiniz kesildi.Yazarken büyük oranda kendinizde olamadınız… Kitapta 1940' lı yılların o akıl almaz karanlığı gün ışığına çıkıyor.Bu ne zalim bir karanlık öyle.Ve o karanlığın “insan” diye ürettikleri insanlık dışı birer yaratıktan başkası değil.Kitaptaki “analık” tipi ,kitaptaki “ağa” tipi dünya edebiyatında ve tarihinde gördüğümüz zalimlere taş çıkarttırıyor.Üstelik okuduğumuz romanlardaki gibi tasarlanmış tipler değil,bizzat yaşamın ta kendisi.Olumlu ve olumsuz roman tipleri,sanki bir roman gibi gelip yaşamdaki yerlerine oturmuş.Ve kendilerine verilen rolleri sonuna kadar yapıyorlar.İyiler iyi,kötüler kötü.Ancak belli koşullara sürülen her insan sonuçta farklı tepkiler verip farklı davranışlar gösteriyor.Çöplükte gül de olabiliyor,diken de.İnsanın bin bir hali var aynı karanlığın altında ezilen kalabalıklarda.Tarihin her dönemi vardı ve var olmaya da devam edecek.Zalimler ve zulum oldukça,o zuluma başkaldıranlar,direnenler,aşağılık koşullarda insan olma savaşımı verenler de var olacak;tam aksi,yalakalar,zulmün köpekliğini çığırtkanlığını yapanlar da var olacak.Gördük ki kitabınızda,yaşamın kendi kurgusu bir roman kurgusundan her zaman daha mükemmeldir. Daha önce yazarlar,Anadolu bozkırına bir avuç ışık diye atılan öğretmenlerin yaşadığı zulmü ,zulmün tüm unsurlarıyla (ağası,rüşvetçisi,gammazı,muhbiri,ırz düşmanı vs ) birlikte ortaya dökerken olsa olsa birer tanıktılar..O yapıtlarla sizinkini kıyaslamıyorum,böyle bir kıyaslama yapmak yanlış olurdu.Ancak siz bu kitabınızla bizzat kurgulanmış bir romandan öte,1940 karanlığının zulmü altıda kalmış birini konuşturdunuz.İlk kez biz karanlığın çelik pençelerinde yağmalanmış bir ömrü,sahibinden dinledik. 1940' larda bir yandan da ülkemizin aydınlarına ayrı bir zulum uygulanmaktaydı.”Hababam sınıfı” yazarı olarak aslında anlamı daraltılan büyük usta Rıfat Ilgaz üç duvarı olup dördüncüsü olmayan izbe bir gecekonduda,Ankara’da sürünüyordu ve verem hastasıydı..Nazım hapisteydi.Bu yıllar sanatçıların hapse düştüğü zulum gördüğü tek parti dönemleri.2. paylaşım savaşının gölgesinde geçiyor yaşamınızın o yılları.O dönemler savaş sonrası yoksul ama ilerleme kararlılığındaki genç cumhuriyetin gözü pek aydınlarının ve tek parti zulmünün dönemi.Sonra 1951 tevkifatı .Ahmet Arif’in yaşadığı baskılardan dolayı bir daha şiir yazamaz hale gelmesi ve bunun çok uzun sürmesi o zamanlara rastlar...Ama savaş alanlarına da bahar gelir,doğa yasası bu.Zulum her yerde akıp geçiyor. İşte tam o yıllarda Anadolu köylüsü denilen insanoğlunun dünyasını kitabınızdan tanıma olanağı bulduk. Türk Edebiyatında en çok tartışılan romanlardan biri olan Yaban’da Yakup Kadri şöyle diyor “Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum; Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve eşsiz dünyanın içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır. Bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki, hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı saydığı memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile etrafında hasıl olan boşluk, soğuk ve itici, acayip nebat olduğunu bildiriyor. Her memleketin köylüsüyle, okumuş yazmışı arasında derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum. Fakat okumuş bir İstanbul çocuğuyla, bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngilizle, bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.' diyor. “Aynı kitapta Yakup Kadri şöyle diyor 'Kuşlar nasıl sevişir? Kediler nasıl sevişir? Biliyorum. Lakin, bu köy halkının nasıl seviştiklerini tahmin edemiyorum. Bizim gibi, göz göze bakışırlar mı? El ele tutuşurlar mı? Dudak dudağa gelirler mi? Okşayışları nasıldır? Kalbin bir süt çanağı gibi kabarıp taştığı dakikada, ağızlarından çıkan sesin anlam ve ahengi nedir? ”. Sanki bir hayvan topluluğunu betimler gibi acıma ve tiksinme iç içe Ancak yüzyılların karanlığında terkedilmiş ezilmiş horlanmış kalabalıklardır bunlar. Yakup Kadri köy türkülerini,aşk öykülerini duymamış olmalı ki oralarda insanları kediler kuşlar kadar anlayamıyor.O kalabalıkların arasından çıkan ozanları ve aşıkları bilmiyor olmalı. Anlamadıkları kesin olan şey,yukarı katlardan gelen her şeydir.Dilini bile bilmedikleri birileri yönetmiştir onları yüzyıllarca. Romanın kahramanı Ahmet Cemal’e göre köylüler “henüz bir sosyal yaratık haline bile girmemiş,” “yontulmamış taş devrindeki” yaratıklar gibidir. Bu noktada yazar o günün köylüleriyle binlerce yıl önce yaşamış köylüler arasında herhangi bir fark görmez. Bu köylüler “tarihi olmayan bir halk” gibidir; çünkü köyleri tıpkı “Hitit harabeleri”ni andırır, insanlar “toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük heykellerden” farksız gibi görünür. Köylülerin zaman ve mekân kavramlarından yoksun olduklarını, Anadolu’nun bağrındaki bir köyün “donmuş bir konak” tan başka bir şey olmadığını ileri sürer Ahmet Cemal. Ahmet Cemal’e göre köylü kadınlar doğası gereği gerçekte “namert ve kancık” dır. SF-16 - Kötü kokarlar, zarafetten yoksundurlar. Köylü kadınlarla sevişilemez bile. Yine de Yakup Kadri’ye göre geri kalmışlıkları, düşmanlıkları, milliyetçiliğe karşı gösterdikleri kayıtsızlık için suçlanması gereken köylüler değildir. İlginçtir, köylülerdeki bütün eksikliklerin sorumlusu aydınlardır. Yaban’ı bu kadar ilginç ve önemli kılan şey işte Yakup Kadri’nin iletmeye çalıştığı bu mesajdır: ”Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksun insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakta kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.SF-22 Yakup Kadri köycülük akımı dahilinde,devletçi bir yazardır.Buna karşılık Sabahattin Ali de,o zamanın sosyalist yazarlarından biri olarak köy gerçeğini kaleme almıştır.Kuyucaklı Yusuf’taki bakışla Yabandaki bakış hiç de birbirine benzemez.En azından, Köylüleri saygı duyulacak hiçbir özelliği olmayan ilkel yaratıklar olarak resmeden Yakup Kadri’nin aksine Sabahattin Ali’nin çizdiği köylü karakteri saygı duyulması gereken, dürüst, kendine saygısı olan bir kişidir. Köylü Yusuf hiçbir zaman kasabanın değerlerine, kasabadaki hayat tarzına uyum sağlayamaz. Kasabadaki insanların çoğu hilekâr, adalet duygusundan yoksun, samimiyetten uzak, rüşvete, ekonomik açıdan sömürülmeye meyilli insanlardır.sf-34 Sabahattin Ali’nin çizdiği Yusuf portresiyse mantığı olmasa da değerleri, hisleri olan biridir. Ne siyasetten, ne karmaşık bürokratik ilişkilerden, ne de bozulmuş iş ilişkilerinden anlar Yusuf. Günlük hayatın sorunlarından, sıkıntılarından kaçışı ancak doğada, kırlarda bulur. Sabahattin Ali kasabanın yapaylığına, kirlenmişliğine, hileli düzenine karşı doğallığı, masumiyeti, dürüstlüğü kırlarda, köyde arar. Sabahattin Ali,aydını muğlak bir kavram olmaktan öte algılamaktadır.Yarı MÜNEVVERLER başlıklı yazısında ele aldığı aydın tiplemesiyle konuya açıklık getirir. YARI MÜNEVVERLER... Bizde birkaç sahibeden fazla yazı okumağa tahammülü olmayan bir 'yari münevver' zümresi vardır. Bunlar ruhları hasta, iradeleri gevsek, kafalarını bir nokta üzerinde uzunca bir zaman tutmak kabi- liyetinden mahrum birtakım psikopatlardır. Bu tip insanların kafası hayatın bütün ciddi meseleleriyle alakalarını kaybettiği için hiçbir şey onları asla sarsmaz. Ömürlerinde asla bir fikir sahibi olmayacak kadar ruhları tembeldir, bugün şu fikir, yarin öteki fikir kırpıntısını beraber- lerinde gezdirmek suretiyle münevver insan olduklarını kendilerine ispata kalkarlar. Bahis mevzuu olan birçok meseleler için düşünmeye lüzum kalmadan ortaya sürülebilecek salahiyetli kararları vardır ve bunlar üzerinde asla münakaşa kabul etmezler. Her turlu itirazı yine dağarcıkta hazır olarak bulundurdukları bir bayat nükte, istihfaf dolu bir hayret pozu ile önlerler. (Sabahattin Ali 'Markopaşa Yazıları ve Ötekiler'”) (Adnan Durmaz, Emperyalizmin İnsanın Anlama Yetisine Ve Duygularına Saldırılarının Reddi) Kendi araştırmalarımın birinden alıntı yaptım. Bütün o,sizin yaşadığınız dönemi anlatan romanlara kafa yormuş birisi olarak.Kitabınızı 1940 sonrası Anadolu köylüsünün nasıl bir varlık olduğunun belgesi olarak koyabiliriz ortaya.Orada kardeşliği,dostluğu ,sadakati,haini,zalimi ve insanlığını yitirmiş olanı net olarak görmekteyiz. Sevgili Benisa Özetlersek, kitabınızda bir büyük dönemin Anadolu köylüsünü okuduk Zalimi,Zulmü ve mazlumu,mazlumun kaleminden ,dilinden dinledik. İnsanın zulum altında çaresizliğin ve yalnızlığın uç noktasında nasıl davrandığını gördük.Bu önemlidir.Kurgular hafif kalır. Ne kadar ilginç,sürekli yer değiştirerek o yıllarda Anadolu’nun değişik yerlerinde benzer insanları gördük.Her yerde sizi bağrına basan insanlar da vardı,tam tersine olanlar da.İşte Bütün kurtuluş savaşlarında “çarıklı erkanı harp” dedikleri budur.Umulmadık zamanda ayağa kalkıp insanlığını ortaya koyan Anadolu’nun gücü. Bu arada yukarıda düşünceleri olan büyük yazar Yakup Kadri’ye sağ olsaydı şöyle seslenmek isterdim:”Siz Anadolu insanına güvenin..Ahmet Cemal( yaban romanının kahramanı ‘yaban’) Anadolu insanına güvensin.Onlara sevgi versin ,karşılığını fazlasıyla alsın” Tesadüfe bakın ki ,Yaban Romanı da Eskişehir civarında yaşanmaktadır. Kahramanı sahici olmamakla birlikte,Yakup Kadri’nin gözlemlerini yansıtır.Bir aydın özeleştirisi niteliğindeki yapıt aynı zamanda Türk aydını ile Anadolu insanı arasındaki uçurumun derinliği konusunda o dehşet ve bir o kadar da doğru tespiti yapar.Bu arada Yaban romanına haksızlık edemem,gerçekten de Anadolu köylüsüne dair çok yerinde irdelemeler ve tespitler yapmıştır. Ne acıdır ki Orda bir köy var, uzakta O köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de, tozmasak da O köy bizim köyümüzdür. Orda bir ev var, uzakta O ev bizim evimizdir. Yatmasak da, kalkmasak da O ev bizim evimizdir. Orda bir ses var, uzakta O ses bizim sesimizdir. Duymasak da, tınmasak da O ses bizim sesimizdir. Orda bir dağ var, uzakta O dağ bizim dağımızdır. İnmesek de, çıkmasak da O dağ bizim dağımızdır. Orda bir yol var, uzakta O yol bizim yolumuzdur. Dönmesek de, varmasak da O yol bizim yolumuzdur. Ahmet Kutsi Tecer Ne acıdır ki Sizin okula başladığınız yıllarda milletvekili olan 1901 doğumlu Ahmet Kutsi Tecer,Anadolu köyüne işte böyle bakmaktadır.Paris’te Attila İlhan hapiste yatan Nazım’ı kurtarmak için kampanya yürütmeye çalışırken ,orada kültür ataşesi olan Ahmet Kutsi bu çabaları “macera “ olarak değerlendirir ve “kendisinin devlet memuru olduğunu “beyan ederek,uzak durur.Demek oluyor ki,1940 lardan sonraki ,Anadolu’da şair milletvekili ,ateşe,öğretmen,üniversite hocalığı gibi görevlerde bulunan aydın (devlet memuru) Tecer,Anadolu köyüne işte bu şiirdeki gibi bakmaktadır. 1914 DOĞUMLU Fazıl Hüsnü Dağlarca ise şöyle seslenir; Kızılırmak Kıyıları Kardaş, senin dediklerin yok, Halay çekilen toprak bu toprak değil. Çık hele Anadoluya, Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayri, O kadar uzak değil. Çamı bitmiş, kavağı azalmış, Gamla örtülü bayırlar, çıplak değil. Yedi ay kıştan sonra, Yeşeren senin yaşamındır, Yaprak değil. Yersin, içersin sofrasından, üç yüz senedir, Kuvvetlisin ama kuvvet hak değil. Bakımsızlıklarla göçüp gitmiş bir cihan, Mevsimler soğumuş, sular azalmış, Buğday, Selçuklulardan kalan başak değil. Parça parça yarılmış öküz ardında, Parmağı üç pare, tırnağı ak değil. Utanır elin ayağın, Korkarsın yakından görsen, Eli el değil, ayağı ayak değil. Gün doğar, tarla kuşları uçuşurlar, Ağır bir aydınlık, bildiğin şafak değil. Öyle dalmış ki yüzyıllar süren uykusuna, Uyandırmazsan, Uyanacak değil. Dertle, sefaletle yüklü, Siyah leşlerle kararmış, berrak değil. Çağlayan ne, Akan kim, Kızılırmak değil. Kardaş, görmüyorum ama hala duyabiliyorum, Geçmiş zamanlar gelecek zamanlardan parlak değil. Vakte şahadet edercesine yükselmiş, Akşam parıltısından, bütün zaferler üzerine, Dağlar dalgalanmakta, bayrak değil. Fazıl Hüsnü Dağlarca Kitabınızı okuduktan sonra bütün bunlar aklımdan geçti. Bu kitapta(Benisa’nın yaşamında ) ,önemli unsurlardan biri de kaçışlardır.Sürekli ve zapt edilmez ,bir yerden başka bir yere gitme isteği.Belki de Benisa’nın kaçışıdır asıl sırrı. Daha önce yaşadığı onca zulmün acısından pusup, bir yerde kalıp öğretmenliğini tamamlayabilirdi.Ama Benisa olamazdı o vakit.Kaçışlarının asıl nedeni,daha önce yaşadığı insanlık dışı durumların bir etkisi olabilir.O kadar acıyı yaşayan ve direnen ama aynı zamanda korunaksız bir insanın bir süre sonra ,her şey yolunda giderken ,yaşadığı,belki de bilinçaltında yaşadığı tedirginlik ve korku olabilir.Bir yandan uzaklara giderken bir yandan da o hep aradığı güvenli yakınlık için yeniden kardeşlerine ağabeyine doğru tayin olup gelmeleri bundan olabilir.Bu insan öyle şeyler yaşamıştır ki,artık hiçbir yerde kendini güvende hissetmiyor.Bu insan o kadar sevgisiz yalnız ve çaresiz kalmıştır ve aşağılanmıştır ki kollarını her gördüğü insana sevgiyle açıyor.. Anadolu insanı da onu her defasında sevgiyle sarabiliyor.Aradan çok uzun yıllar geçse de,yeniden dönüp dolaşıp geride bıraktığı yerlerdeki insanların karşılıklı sevgi bağına sadık olarak onları aranmaya çıkıyor.Kaçışlar konusunda sadece basit bir ruhsal çözümleme benimkisi;ama kaçışlar ,Benisa’yı Benisa yapıyor.Belki de kaçışlar sadece arayışlardı. Bunu kitabın bir yerinde yakaladım 3. cilt –sf 175 Elbette hayal kırıklıkları da kaçışları besliyor.Elbette 3.cilt 262 . sayfada kaçışının nedenini bir parça anlatıyor. Benisa Hırslı.Benisa'yı Benisa yapan en önemli özelliklerden birisi de bu.Bu kadar hırs olmasa yaşama tutunamazdı.Belki bu kadar aşağılanmaya ve ezilmeye karşı bir tür intikam alma biçimi..İnsan her koşulda bir şeye tutunur.Öfkeye,aşka,hırsa .Örümcek nasıl kendi kurtuluş kemendini kendisi dokuyorsa,insan da naçar kalınca yapıyor bunu. Bir yerde,dedim ki,şeytanlığı yaratan da zulum ve çaresizliktir.Hani o peynir tenekesi ve fare olayı var ya.Giderek insan da karşısındakinden intikam alma yoluna gidiyor.sf 325 çerezleri çalıp fare pisliğini dolaba koymak oldukça zekice, şeytani ,kurnazca;ancak karşısındaki zorba hiçbir hatayı affetmeyecek kadar zorba… Asıl güzel olan nedir; Benisa Ne o aşağılık ağadan ne de o insanlık dışı analığından intikam almak için derin ve tüm yaşamını kapsayan planlara girişmiyor.Eğer kitabında her daim bunu düşünseydi,onlardan öç almanın yollarına kafa yorsaydı,Benisa Benisa olamazdı. Kitabın bir başka özelliği şöyle : Kimi zaman yazar,bir roman yazdığının bilincinde cümleler kurarken ,kimi zamansa olayların akışına kapılıp bu kaygıyı bırakıyor.Kuşkusuz ki,roman yazma kaygısı taşımadan yazılan her satır daha güzel.Ancak bir başka özellik var burada,büyük bir oranda masal tadı barındırıyor kitap.Bence masal tadı barındırması çok önemli bir özellik.Yazar bundan sonraki çalışmalarında dilini bu yönde geliştirmelidir.Masal hem sürükleyici hem bizi çocuksu yanlarımızdan kavrayan bir türdür.Örneğin;”Babamızın yabana odun satmaya gittiği günlerde tutunacak dalımız da kalmazdı.Rüzgarlı gecelerde göz gözü görmez,kapı pencere yerinden oynar,korkudan birbirimize sokulur,yapışacak gibi olurduk neredeyse” sf 41 Bu cümle çocukluğumuzda dinlediğimiz masallardan alınmış gibi duruyor.Masallarda da vardır böyle üvey analar ve onların zulmü karşısında birbirine sığınan kardeşler. Bu bakımdan Benisa’nın anlatımı Anadolu masallarına benziyor.Okuyucuyu asıl çeken yanlarından biri de burasıdır.Anlatım dili ne kadar okuduğu kitapların etkisinden uzaklaşırsa,daha çok bu topraklara ve Benisa’ya uygun hale gelir. oyma delikten aldım Sf-49- Burada delik:duvara oyulmuş eşya konulan çukurluk.dolap ama tahtası kapağı yok.Anadolu insanının göçerliğinin belgesi bir sözcük.Delik sözcüğü ,Anadolu’da pencere yerine de kullanılır.İnsanımızın adlandırma yaparken sözcük seçimi ne kadar yalın.Orta Asyada ilk şehri görünce de balçık demişlerdir,yani çamur.Daha sonra balçık,balık olmuştur kullanıla kullanıla.Burada da delik diyor duvardaki dikdörtgen çukurluğa.Aslolan da yazarın bunu aynen kullanması (oyma delik derken oyma sözcüğünü anlaşılmak için kullanıyor.bu tür açıklamaya yönelik kullanımları doğru bulmuyorum) Bu kitap neyi anlatıyor: Tekrar özetlersek Anadolu insanını bütün açıklığıyla korkuları iyiliği kötülüğüyle ,aralarında yetişen engerekleriyle;kincisi,bu ülkenin aydınlanma savaşında bozkırlara atılmış bir bayan öğretmenin macerasını kendi ağzından anlatma özelliği taşıyor bu kitap.Üçüncüsü,yaşamı, düşleri akılaşmaz bir biçimde gasp edilmiş ,zorla hayatı yağmalanmış ,binlerce kadının sesi oluyor;çığlığı ve gözyaşı isyanı ve çaresizliği…Bu kitap bir kaçışlar kitabıdır.Belki çözümlenmesi gereken sorunsalların başında gelir kaçış teması. Ama kaçışa dair şunu da söylemek gerekir;evet Türkmenin kanında vardır göçerlik.Hatta Mevlana’nın dediği gibi,”her gün bir yerlerden göçmek ne güzel/her gün bir yerlere konmak ne iyi”dir.Yaşam bir yolculuktur kuşkusuz..insandan insana ,günden güne,dakikadan dakikaya göçmendir her canlı.Kimi zaman keşfetme tutkusudur göçerliğin nedeni;fakat Benisa’nın kitabında,kaçış insani bir davranış olarak,zulumdan kaçmaktır.Babasının yanı bile güvenli olmayan bir insan hangi insana tam olarak güvenir .Kuşkusuz bir arayıştır aynı zamanda bu kaçışın kaynağı. Kimi zaman “Yeni testi suyunu soğuk tutarmış”-sf33 “Yoktan yonga koparmak”-sf 41- gibi atasözü ve deyim tarzı cümleler anlatımı güçlendiriyor.Benisa’nın kendine özgü benzetme ve anlatımlar içeren cümleleri de var.Bunlar benim oldukça beğendiğim cümlelerdir. Bu tür benzetme ve eğretilemeler Türkçe’ye zenginlik katarken , halka daha yaklaşarak, özgün bir anlatımı oluşturuyor.Örnek verecek olursam; “Ablam da ben de bir anda bulutlandık” sf-30, Memeleri göğsünde iki gözü tıka basa doldurulmuş heybeyi andırıyordu“Sf-213 “sürülmüş toprağın üzerine yağmur düşer gibi çiçeklenmeye başladı bulgur “2. cilt 367, “ -sevinç her zaman aceleciymiş.daha tutamadan,sarılıp kucaklamaya zaman tanımadan yaramaz bir afacan gibi kaybolur gidermiş-“2. cilt sf 335, “-üç övün dürüp açtığımız ekmek sofrası gibiydik seninle” 2. cilt sf 290, “kırık teneke gibi cızırtılı ses”2. cilt 266 “pire akıllı –“2. cilt 201 “alevin gülücükleri “,2 cilt 129 “kahverengi elbisesi,toprak gibi yüzü,acımtrak bakışlarıyla çamurdan çıkmış kuşa benzer” 2. cilt 24, “Kirpikleri birbirine geçmiş” 205, “Suya batmış tavuk gibiydim-“176 Neşeli bir Türkmen türküsü gibi dolaşırdım-3.cilt 191 Bir kitap tanıtım yazısı nasıl olur.Her yiğidin bir yoğurt yeyişi vardır kuşkusuz.Ben Benisa’nın kendisine duygularımı anlatmak için elime aldım kağıt kalemi.Sonuçta okurken beynimden geçen düşüncelerden ve yüreğimden akan duygulardan yazara söylemek istediklerimi sözcüklere döktüm. Anadolu insanının içinde yaşamaktayım.İyiler ve kötüler,mazlumlar ve zalimler hep var.Nazım’ın dizelere döktüğü gibi ;”korkak –cahil-hakim ve çocuktular” .Onlar hala Anadolu’da ,Belki köy Enstitüleri kapanmasaydı ,benim bu kitabı okuduğum sırada Kartsa birileri iki bayan öğretmene tecavüz etmeyecekti. (http://www.cnnturk.com/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&haberID=444180) Ne garip bir çelişkidir ki bu haberin yazılı olduğu internet sayfasında haberin altında ,” Erkeklere Özel Ürünler./Geciktirici,Uyarıcı ve Geliştirici /Maksimum Güç,Maximum Heyecan” içeren ilanlar yer alıyor. Kitap tanıtmak için yazmadım bu yazıyı.Ancak ben bir yaşamın akılalmaz zulümleriyle tek başına savaşan bir gerillaya duygularımı anlatmak istedim,o savaşım karşısında duyduğum insanlık onurundan ve önleyemediğim ,duygularımı dışa vurma isteğinden.. Bunca aşağılık yaratığa karşılık insan kalınabildiğini gösterdiğiniz için, Yarınlardan umudumuzu kesmemek adına,bu dünyada güzel insanların her koşulda var olduğuna olan inancımı pekiştirdiğiniz için, Sizin ellerinizden ve yüreğinizden öperim Sevgili Öğretmenim,Sevgili Benisa,Sevgili Huriye Saraç Kendimi yalnız hissetmiyorum şimdi. ------------------------------------------------------------------------ Not: Kitabın adı=Öğretmen Benisa Yazarı=Huriye Saraç Üç ciltlik otobiyografik roman Yayına Hazırlayan :Yetkin Aröz İkinci Basım-Ocak 2008 Broy Yayınları Adnan Durmaz -09.04.2008
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © adnan durmaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |