Mektubum sanırım fazla uzun oldu, çünkü daha kısa yazmak için yeterince vaktim yoktu. -Pascal |
|
||||||||||
|
Tüm duyumlarım bana kendimin, ailemizin, ülkemizin kendisini yalnız hissettiğimiz bir dönemden geçtiğini, herkesin bir yabancılaşma içerisine girdiğini hissettiriyordu. Böylesine hüzünlü olduğum bir dönemde evdeki telefonum çalmaya başlamıştı. Telefon çok uzak yeni bir ülkede acılarını burada bırakarak, yeni bir çevrede yaşamak için giden çok sevgili kuzenimden geliyordu. Sesini tanıyamamış ona ‘Sen kimsin ki?’ demiştim. Gittiğinden beri konuşmamıştık ne ben onu aramıştım nede o beni. Oda yalnızlık çekmemek için ağabeyim gibi arayanlardandı. Hatta benim yalnızlığımı ta oralardan hissetmiş olacak ki bana ‘ yalnız değilsin ben seni arıyorum ya’ demişti. Ağabeyimle birlikte Edebiyat Defteri sitesine o şiir bende öykü yazarak gönderiyorduk, ailemizde aforizmaları ile tanınan ağabeyim ‘sen kimsin ki’ sözünü hiç sevmezdi. Bu söz onun için, öfke nöbetlerimizde bireylere hitap edişimizdi, bu söz yine unutulduğunu sanan unutulmayan bireyleri tanımak için söylediğimiz sözdü, yine ağabeyimin dediği gibi aklımızın karışmasını, geçmişin, şimdinin, geleceğin, sisler altındaki görünümünün, etkisiyle, etrafa söylenen tanımamışlığın ve yabancılaşmanın sözleriydi, bu sözü söylememek için sürekli beyin jimnastiği yapıyordu. Bana da bir gün ’Unutma! Unutulanlar, unutulduklarını hiç bilmezler, ben unutmamak için değil, unutulmamak için yazıyorum, şimdilik çalan telefonlarımda’ sen kimsin ki? Demiyorum, aranmak içinde sürekli ‘arıyorum ‘, demişti. Oğlumda karalamaya çalıştığı notlarında, dayısı gibi yalnız olmamak için ’Arayanlar’ adında bir senaryo yazıyordu. Aranılmak çok güzeldi. Aile içerisinde kimse ile haberleşmiyordum. Telefonlarımda çalmıyordu artık eskisi gibi. Yine bana çok yakın olduğu halde şimdi uzaktaymış gibi duran diğer kuzenimde’ internet ortamından sıkıldım, sesini duymak istiyorum’ demiş, birbirlerimizle konuşmak için telefonlarımıza kontür yüklemişti. Ansızın çalan bu telefon beni canlandırmıştı. Bende; unutamadığım bu anın unutulmaması için yazmaya başladım. Edebiyat defteri sitesinde Ansızın ismi ile yazılar yazan site yöneticimizde bugün sitedeki herkesi Tekirdağ’da yapılacak bir toplantıya ansızın çağırıyordu. Ansızın sözcüğü çok anlamlıydı. Yaşanan şimdiki zamandaki geçen ‘Anlar’ sızın ekinde, canlanıyorlardı ama! Canlanmalar anlık olduğu için kayboluyorlardı, fakat unutulmuyorlardı. Tekirdağ’a site yöneticimiz tarafından yapılan bu davet, ailemizde en son evlenen kuzenimin bütün üçüncü kuşak aile fertleri için düzenleyeceği ve yine bizler tarafından engellenen toplantıyı hatırlattı. Çok kalabalık bir aileyiz diye anlattığımız gelinimiz’ öyle diyorsunuz amma! biz hepinize bu kadar yakınken ıssızlığın ortasındayız’ demişti. Kuzenimin düzenleyeceği toplantılar her kuzenin bulunduğu şehirde ayrı, ayrı yapılacak, herkes kendi bulunduğu şehirde sadece organizasyon yapıp bireyleri çağıracaktı. Herkes kendi masraflarını kendisi karşılayacak yabancıların yanında imişler gibi nezaket kuraları başı çekecek anne ve babalar hakkında hiç konuşulmayacaktı. Yabancılaşmayı önleyecekti bu toplantılar. Kuzenimin de dediği gibi ansızın kaybediyorduk, sevdiklerimizi! ya hayatımızdan çıkıyorlardı ya da tamamen yaşamı terk ediyorlardı. Ne kadar şanslı idiler bizden önceki nesiller. Kalabalık aile hayatı yaşamışlardı. Aile hayatında, özellikle kalpler fedakarlık duyguları ile çarptığı zaman, kimse kendisini sıkıntıya sokmazdı. Kimse yüzüne bir maske takmak ihtiyacını duymazdı. Sevgi vardı. Paylaşılan bir sevginin yol açtığı sonuçlardan biri; keyifsizliğin ve huysuzluğun farkına varılmaksızın, bir insandan ötekine geçmiş olmasıydı. Dertlerin paylaşılması, küçülmesiydi. Oysa bizler için sevgi; sahip olunacak bir nesne, bir mülkiyet olmuştu. Para, toplumsal yer, ev, araba, çocuklar gibi konular, sevginin yerini almış hepimizi dostane bir mülkiyet ortaklığına dönüştürmüştü. İçine kapalı, bencil, birbirinden kopuk aile bireyleri haline gelmiştik. Yüz yüze gelince maskeler takıp sadece günceli konuşuyorduk. Hepimiz yalnızca sahip olduğumuz şeylerden ibarettik. Onları bir gün yitirdiğimizde kendimizi de yitirecektik kim olduğumuzu bilmeyecektik. Ben kimim ki? Sorusunu soracaktık ama iş işten geçmiş olacaktı. Böylece yaşamı yanlış kurmuş olan bizim gibi bireyler yüzünden, yenilmiş, moralsiz, yıkık ve acınacak bir aile olmuştuk. Hepimiz endişeli ve korku doluyduk. Kendi yanlışlarımızdan ve yaşadığımız toplumdan kaynaklanıyordu bütün bunlar. İçinde yaşadığımız bu günler‘ Üretmek için tüketin, tüketmezseniz işsizde kalırsınız! Sloganlarıyla dolu idi. Anne ve babalarımız serbest ekonominin olmadığı, var olanla yetinen kanaat etmeyi bilenlerle birlikte yaşayan insanlardı. Ailede var olan her şey herkesindi. Herkes ihtiyacı varsa aileden istiyordu. Oysa bizim gibi yaşta olan bu iki ekonomi arasında bocalayan biz ikinci kuşak tüketim çılgınlığının esiri olmuştuk. Üretiyorduk amma, çılgınca da piyasada var olan şeylere sahip olmak istiyorduk. Açgözlüydük, mülkiyet denen koltuk değneklerimiz olmadıkça kendimizi güçsüz hissedecektik, bu mülkiyet kavramında çocuklarımız, aile bireylerimiz ve piyasada var olan bütün nesneleri kaplıyordu. Bu tür ihtiraslarımız bizi ruhen hasta yapmıştı. Sahip olduklarımızı yitirme korkusu, başarılı olmamızı da engelliyordu. Bu sistemde üçüncü kuşak olan çocuklarımız ise pazar ekonomisinin birer malı olarak kendilerini hissediyor, en iyi okulları bitirdikleri halde hep daha iyisini isteyen bizlerin ve çalıştıkları kurumun isteklerine boğuluyor, bağlı olduğu kurumun istekleri doğrultusunda çalışmaz ise yok olacaklarını biliyor, bunun için de oradan oraya savruluyorlardı. Biz ise bunu başarısız kabul ediyor, ‘ senden hiçbir şey olmaz! bak diğerininki ne oldu’ diye yarış atına dönüştürüyorduk. Çocuklarımızın bu yaşamına inanmayıp, içsel tembelliğimiz yüzünden ne başkalarının, ne çocuklarımızın ne de kendi yaşantımızı belirleyemiyorduk. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi yaşamlarında cesaretle yeni değişiklikler yapanları eleştiriyorduk. Oysa alkışlamalıydık. Herkese o kim ki? Sorusunu soruyor, ben kimim ki? Onun hakkında ne yetkim var ki? sorusunu kendimize hiç sormuyorduk. Aile içerisindeki kişileri hepimiz biliriz Çok basit bir açıdan görüldüğü zaman hepsi bencildir. Bencil bir insanın kendi keyifsizliğini çevresindekilere bir yasa olarak koymaktadır, bize de yasalarını uygulamak kalır. Pasif birer seyirci durumun da kalarak izleriz onu, bu arada da mutluluğunda içeri girmesini bekleriz. Aslında içeriye giren hüzünüdür. Basit bir keyifsizlik halini başıboş bıraktığımız zaman hemen keder ve öfkeye dönüşecektir her şey, oysa yapacağımız tek şey unutmaktır! Oyun oynamaktır. Çocukken oynadığımız oyunlar gibi. Çocukken oyunun bize bu derece çekici gelmesi oynamadaki mutlu olma iradesindeydi. Oynamak mutlu olmaya çalışmak demekti. Çünkü başkalarının oyun oynarken mutlu olduklarını görürüz. İrade burada bütün gücünü gösterirdi. Oyun oynarken yalnızca tek düşüncemiz iyi hareket etmeye odaklanmaktır. Topacı döndürmeliyiz, ipe ve çizgilere basmadan atlamalıyız, koşmak ve haykırmak söz konusu, yapamayacağımız şeyleri iyice istemeyi bilmeliyiz. Oyun oynayarak desteklemeliyiz herkesi, desteklenmeyen umutlar insana hep hüzün verir. Bunun içindir ki; herkes hak ettiğini sandığı mutluluğu bekleyecek olursa aile hayatı hüzünden başka bir şey vermezdi insana. Gerçekte mutlu görünmekten başka bir şey olmayan ‘nezaketsizlikte’ kendini gösterirdi böyle ortamlarda. Hepimizin dış görünüşünde iç dünyamızdaki bu çöküntünün yarattığı değişiklik çarçabuk hissediliyordu. Yaşlısıyla, genciyle nezaketin olmadığı bir dönemden geçiyorduk. Oysa ki gençler yaşlıların yanındayken yüzlerindeki o mutluluk parıltısını yitirmemeliydiler. Güzelliğin ta kendisiydi bu parıltı! Yaşlıları da bu parıltı her zaman etkilemekteydi. Sadece gözlerine bakıyordu yaşlılar, gençlerin. Gençlerin yaşlılara karşı gösterdiği bir incelikti bu. Anlam bakımından bu derece zengin olan bu nezaket kelimesi aynı zamanda insanın varlığından tıpkı bir kaynaktan fışkırırcasına çıkan o nedensiz mutluluğu da dile getiriyordu. Yaşlılar da hep mutsuz ve hasta idiler, gençler bu durumdan usanmıştı. Ama! bir doktor gibi yaşlılara da teşhisi koymuşlardı. Ailede tüm fertler kendilerinden sıkılıyorlardı! Bu da dolayısıyla tüm aileye yansıyordu. Gençler kendilerinden sıkılan insanları eğlendirmenin mümkün olmadığını biliyorlardı. Bu yaşlılar onlara mutlu olma sanatını öğretmişler ama kendilerine uygulayamamışlardı. Kendilerine anlatılan mutlu olma sanatının kurallarını mı unutmuşlardı bilinmez ama gençler hatırlatmaya başladılar. İlk kural şuydu; İster eski isterse şimdiki sıkıntılarımız söz konusu olsun, dertlerimizi hiçbir zaman başkalarına anlatmamaktır. Bir baş ağrısı, bir karın ağrısı, bir mide bulantısı usturuplu bir dille de olsa başkalarına anlatmaya kalkmak nezaketsizlik olarak görülmeliydi. İkinci kural; Uğradığımız hayal kırıklıkları, haksızlıkları da anlatmamalıydık. Üçüncü kural; Kendimizle ilgili sızlanmalar, başkalarının keyfini neşesini kaçırmaktan başka bir işe yaramaz, insanlar başkalarının onlara açılmasını istiyorlarmış gibi görünmüş olsalar da, gerçekte dert dinlemekten hoşlanmazlardı. Çünkü hüzün bir zehir gibiydi, onu sevebilirdik ama bize iyi gelmezdi. Herkes yaşamak isterdi, ölen değil yaşayan kimseler görmek isterdi. Çevrelerinde hayatlarından hoşnut görünen, hoşnut olduklarını söyleyen kimseleri görmek isterlerdi. Yoksa yalnız kalırdık! Nezaket kurallarını oynamaya başlamıştık. Ailemizde çok hareketli çocuklar, yüksek sesle konuşan bireyler, içki içenler, sigara içenler, kumar oynayanlar, kadına kıza düşkün bireyler, paranın peşinde koşan bireyler, çok yemek yiyen bireyler, fakir olan bireyler, hasta olan bireyler, olabilir onlar hakkında da konuşulmaması, başkalarına anlatılmayanlar arasındaydı. En sonunda birlikteliklerde herkes kımıldamadan oturmaya, birbirinin yüzüne bakmamaya, çok yavaş sesle konuşmaya sadece kafa ve baş sallayarak anlaşmaya çalışıyordu. Hatta içkiyi çok seven bireylere zorla çay içirmeye başlamıştık, tedbirli ve dikkatli küçük oyunlar oynayan bireylere rulet oyuncuları gibi davrandık. Bu durum ise insana bıkkınlık veren bir beraberliğe, can sıkıcı bir mutluluğa yol açmıştı. Eninde sonunda her biri ötekilerini sıkmaktan çok, onlar tarafından rahatsız edildiğini hissettirdiği için hepsi kendini yüce kalpli olarak görmeye başlamalarına sebep olmuştu. Zoraki de olsa zaman, zaman bir araya gelenlerin dolayısıyla hepimizin ağzından hiç eksik olmayan şu sözcükleri hiç eksiltmez olduk ‘İnsan yalnız kendisi için yaşamamalı birazda başkalarını düşünmeli! bu ne bencillik böyle!’ diye söyler olmuştuk. En sonunda kendimizin de uygulamadığı bu beylik söz de önemini yitirmiş, en iyisi görüşmemek boyutuna getirmişti. Karşı karşıya oturduğumuz yakınlarımıza bile bakmayıp, çok güzel bir aşk filmi olan ‘Karşı Pencere’ filminde yabancıyı misafir eden aile bile bizi harekete geçirmemişti. Oysaki seyrederken ağlamıştık. Bu kadar yakınken bu kadar uzaktık. Herkes kendi evinde kendi dertleriyle haşir, neşir yaşamaya başlamıştı. Aslında birlikte yaşamanın zorluğuydu bütün bunlar. Biliyorduk ki birlikte yaşadığımız insanların yanında küçük dertlerimizi büyüterek kendimizi hiç tutmadan sızlanır dururduk. Ötekilerde aynı şekilde davranırlar, hareketlerinden, sözlerinden, duygularından rahat, rahat şikayet ederler. Öfkelerini açığa vururlar, hiç yoktan bağırıp, çağırmaktan çekinmezler, ilgi ve şefkat göreceklerinden, çarçabuk bağışlanacaklarından emindirler. Çünkü bu bir aile ortamıdır. Birbirlerini çok iyi tanıdıkları için kendilerini güzel göstermeye gayret etmezler. Oysa her an olduğumuz gibi görünmek, her aklımıza geleni söylemek doğru değildir. Her şeyin büyümesine yol açar. İnsanı şaşırtan acı sözler ve sert hareketlerde buradan ileri gelir. Sebebi sevildiğini bilmekten ileri gelir. Ne güzeldir sevildiğini hissetmek. Aslında herkesi küllerinin başında oturup ağlarken seyredeceğimiz yerde ocağa kendi odunumuzdan bir parça atsak ne olurdu ki! Nezaket ve terbiye kuralları hiç tanımadığımız kimselerle birlikte yaşarken takındığımız tavırlardı. Aile bireylerimiz bunları hak etmeyecek kadar mı kötü idiler? Tanımadığımız kimselere karşı sözlerimize ve hareketlerimize dikkat eder, öfkelerimizi tutarız. Neşe önce yüzümüzde belirir, çok geçmeden de kalplerimize yerleşir. Bizi hiç tanımayan bir kimseye kendimizi iyi göstermeye çalışırız. Bu çaba bizi hem başkalarına hem de kendimize karşı daha dürüst olmaya zorlar. Tanımadığımız kimselerden bir şey beklemeyiz. Ne verirlerse onunla yetiniriz. Memnun bile oluruz. Anlaşılan oydu ki artık hepimiz nezaket kurallarını özlüyorduk. Yaşlılarımızda eksik olan şeyi abarttık. Emekli olduktan veya çoluk çocuğu büyütüp evlendirdikten sonra ki dinlenme dönemlerindeki yaptıkları küçük işleri eleştirip, dudak büktük. Oyun oynayanlar zengin miydi? Şiir ve öykü yazanlar şair ve yazar mı olmuşlardı? İbadet edenler ermiş miydi? Borsa oynayanlar banker miydi? Onlardan istediğimiz hayal güçlerinin başıboş kalmaması ve üzerinde işleyebileceği gerçek objeleri yaratmalarıydı. Elle tutulur gözle görülebilir objeler yaratmalı idiler. Resim yapıyorlarsa ressam, şiir yazıyorlarsa şair, öykü yazıyorlarsa yazar, ibadet ediyorlarsa hoca, dikiş nakış işliyorlarsa mutlaka terzi olmalıydılar. Yaşlılar uzaktan bakıldıklarında hoşa gitmediklerini biliyorlardı. Onların istediği oldukları gibi ailede kabul görmeleri idi. Çünkü insanlarda nesneler gibi farklı görünmek istiyorlardı. Farklılık çok güzeldi. Sıra dışı o kadar çok bireyimiz vardı ki onların bu güzel ayrıcalıklarının hiçbir zaman farkında olmadık. Hepsi aynı olan bireyler istedik. Herkes gibi olmalıydık sıra dışı olanları aforoz ederek dışlıyorduk. Zevklerin tartışma götürmediği söylenmiş bir gerçekti ama bireylerin ne oldukları! Üzerinde bir anlaşmaya varmak mümkündü. Sıra dışılığıyla tanınan diğer ağabeyim sahip olduklarını sevdiği için tümden terk edip yeni bir hayata, yeni bir sevgiliyle yaşamaya başlamıştı. Bu terk edişte ev, araba, mevki, çocuklar, para, aile fertleri vardı. Sahip olduklarını terk edişini anlayamamıştık çocuklarına baskıyla sahip olmamıştı onları toplumda en üst, en başarılı olabilecek seviyeye getirdikten sonra terk etmiş, hasta olduğu, paraya ihtiyacı olduğu halde onlardan bir şey beklememiş, hatta onlara zarar veririm diye aramamıştı. Bunun ne büyük bir erdem olduğunu anlayamayan, bize çok uzak mesafede duran, hiç kimseyle konuşmayan, bizlerin unutmadığı ama onların bizi unuttukları, ülkemizde çok iyi yerlerde olan, çocukları olan kuzenlerimde bir gün anne ve baba olunca anlayacaklardı onu. ‘Sahip olma’ duygusunu ağabeyim ‘olmak’ duygusuna dönüştürmüştü. ‘Olmak’ ilkesini; bağımsızlık, özgürlük, eleştirel düşünce sahibi olma, hareket halinde olma, yeteneklerin verimli bir şekilde kullanılması, kendini yenileştirmesi, benliğin sınırlarını aşarak sevmek, insanlara yönelmek, onlarla işbirliğine girmek, sürekli vermek, sahip olunan şeylerin kaybedileceğinden doğan endişe ve korkunun da olmayacağıydı. Bizler henüz hamdık. Onun gibi olgunlaşmamıştık! Kusursuz ve ideal olanı aramamalıydık, mutsuz olan kişileri anlamalıydık. Mutluluğun gerçek kaynağının tek, tek insanların mutluluklarında değil, ortak mutlulukta gizliydi. Mutlu insanlar iyi bir alış veriş, iyi bir değiş tokuş yaparlar; ama başkalarına verebilmek için her şeyden önce kendi içlerinde mutlu olmalıydılar! Bence mutlu olma sanatını öğrenmeliydik. Kötü havalardan nasıl yararlanacağımız ile ilgili öğütler gelmeliydi aklımıza. İnsan özellikle yağmur yağarken, hava kapalı iken neşeli yüzler görmek ister. Bunun içinde kötü havalarda güler yüzlü olmalıydık. Somurtmak için güçlü nedenlerimiz olsa bile mutlu görünmeliydik.. Mutlu olmak her zaman güçtü. Bunun için savaş açmak gerekirdi. Aile ile savaşmaktan yorulan sonunda onun bizi terk ettiği bizimde bu terk edişi hiç sormadan kabul ettiğimiz ‘Savaş’ adlı kayınbiraderimle birlikte adını koyduğumuz oğlum ’Barış’ da bana ’Anne ailemizle savaşa devam et! Çünkü savaşların arkası ‘Barış’ tır böylece ben de hiç unutulmam’ derdi. Bu savaşta yenilmekte vardı hiç şüphesiz, katlanılmayacak kadar acı olaylar, dayanılmayacak felaketler, amansız dertler vardı, şu var ki bütün gücümüzle mücadele etmeden yenilgiyi kabul etmemek belki de en belirgin görevimizdi, İkinci kuşak olan biz yaşlıların çocukluk haline dönüşmüş yaşlılar olduğunu biliyorum. Bu siz acı veriyor. Şimdiki hallerimizle eski hallerimizi karşılaştırmanın getirdiği bu acımayı kabul etmeyen bizlere, küçük işlerimizde başarılı olmamız için yardımcı olmalısınız. Anne ve baba olan biz yaşlılar da çocuklarımıza olan ilgimiz sevgi nedeniyle olabileceği gibi, yönetmek ihtirasından da kaynaklanıyordu. Tüm iyi niyetlerimize rağmen bu durum ters ve zararlı bir biçim alıyordu. Yaşadıklarımız bundandı. Haydi! hep birlikte birbirimize yabancı gibi davranıp! ‘Sen kimsin ki! leri , ‘Ben kimim ki’ lere dönüştürelim mi? İçimiz de var olan yalnızlığımızı da önce ailemize bağlanarak, sonrada; insanın kendi özüne yabancılaşmasını sağlayan bu düzenin insanları olarak, iyi bir insan olma özelliğini yaşamın her alanında uygulayan bireylerin yaşadığı bir ülke yaratalım mı? Ha! ne dersiniz? Nezihe.ALTUĞ 28-Nisan-2009
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nezihe ALTUĞ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |