Kendi görüşlerim var -sağlam görüşler-, yine de her zaman onlara katılmıyorum. -G. Bush |
|
||||||||||
|
Çocukluğumdan beri Gelibolu yarımadasını görmek isterdim. Temmuz başında bu fırsatı buldum. Almanya’dan, orada çalışan Kilitbahirli bir arkadaşım geldi. Bana bir pansiyonda yer tuttu. Ben de bir gezi turuna angaje olmadan kendi başıma gidebildim. Gezilecek yerler çok ve araları uzak olduğu için kimseye bağımlı olmak istemiyordum. Arkadaşım 10 yıldır Almanya’da idi. Göreceği çok insan vardı. O yüzden benimle gelemedi ama onun yerine çok daha iyi bir rehber buldum: Arkadaşımın 70 yaşını geçmiş babası, doğma büyüme Kilitbahirli Tuğrul Türker Bey benimle birlikte gezmeyi kabul etti. Yarımadada yeni ve temiz yollar yapılmış. Gezmek için bazı yerlerde tek yönlü güzergâhlar belirlenmiş. Rehber kitapçıklar basılmış. Bazı yeni şehitlikler yapılmış. Bundan birkaç sene öncesine kadar bunların hiçbiri yoktu. Kilitbahir, Eceabat’ın 3 km güneyinde bulunuyor. Burada aynı adı taşıyan bir kale ve Namazgâh tabyası var. Güneye doğru gidince gezi başlıyor. Tuğrul Beyle birlikte yola çıktık. Kilitbahir’den sonra ilk durak 215 kiloluk mermiyi kaldıran Seyit Onbaşı’nın bulunduğu Mecidiye tabyası. Ama burada durmadık. Konuşarak deniz kıyısından gidiyorduk. Manzara çok güzeldi. Şuradan bir resim çekeyim dedim, durdum. “Burada baykuşlar yaşar” dedi Tuğrul Bey. Baykuş tabyası, adının daha sonra Mesudiye tabyası olarak değiştğini biliyorum. Demek buralarda bir yerde. “Baykuş mücevhere aşık olurmuş. Nerde mücevher varsa oraya gidermiş” diye devam etti Tuğrul Bey. İşte böyle bir söylenti var… Burada, biraz ileride dere ağzı var. Bizim küçük teknelerden biri Goliath zırhlısına bir oyun oynuyor. Yanına yaklaşıp ışıkla İngilizce ‘hazırol’ mesajı gönderiyor. Adam tabi bir şey anlamıyor. Kısa bir duraklama bizimkilere yetiyor ve torpili yolluyor. Ondan sonra gerisingeri kaçıyor. Aman demeye kalmadan Goliath havaya uçuyor. Yanındaki gemiler bizimkini kovalamaya başlıyor. Bizimki de işte o ilerideki dere yatağına kaçıp kurtuluyor.” Elim sende oynar gibi… Soğanlıdere şehitliğinde durduk. Satıcıların dediklerine göre arkadaşı er Ali, Seyit mermiyi kaldırdığında kemiklerinin çıtırdadığını duymuş. Ordakilerin bilmedikleri ise Seyit Onbaşı’nın daha sonra mermiyi kaldıramamış olması. 18 Mart’tan hemen sonra İstanbul’dan gazeteciler gelmiş ve Seyit’ten mermiyi kaldırmasını istemişler. Kaldıramamış. Bunun üzerine ahşaptan bir mermi yapıp sırtına yüklemişler ve o bilinen resmi çekmişler. Seyit “Evet, mermiyi kaldıramadım ama o şartlar olsa yine kaldırırım” demiş. Soğanlıdere sargı yeriydi. Yani burada yaralanıp, hastaneye gelip şehit olanlar yatıyordu. Gittiğimiz bir sonraki şehitlik de böyleydi. Yalnız dikkatimi çeken, iki şehitlikte de asıl mezarlara dokunulmamış, onların yanına bir sembolik şehitlik yapılmış olmasıydı. Gerçek mezarlar aynen perişan bir durumda yerinde duruyordu. Şehitlik neden bu mezarların olduğu yere yapılmaz, veya bu mezarlar neden şehitliğe taşınmaz, neden mezarlara bakılmaz, bunlar kafamı kurcaladı. Acaba şehitlere gerçekten saygı göstermek yerine yalnız şekille mi ilgileniyoruz? Oradan yarımadanın burnundaki büyük Çanakkale şehitlik anıtına doğru gittik. “Bu anıtta benim emeğim var” dedi Tuğrul Bey. “Eskiden buralarda yol yoktu. Ancak denizden gidip gelebilirdik. Burada çalışan işçilere tekneyle çok yemek taşıdım. Hatta taşların yapımında bile çalıştım. Bu anıt için devlet para ayırmadı. Zengin iş adamlarının, Zeki Müren gibi sanatçıların paralarıyla yapıldı bu anıt.” Herhalde Alçıtepeyi aşıyorduk. Anıt ve bayrak direği uzaktan göründü. 50li yıllarda anıtın yapımı için proje yarışmasını Milliyet gazetesinin açtığını, parasızlıktan uzun süre yapılamadığını, ancak 1960 yılından sonra tamamlanabildiğini biliyordum. İngilizlerin anıtlarını daha 1919 yılında yapmaya başladıklarını düşünecek olursak ne acı bir durum. Üstelik tam tersi, yine 50li yıllarda tabyalardaki mevcut topları söküp götürmüşler. Aynı umursamaz mantık ve kafa Yavuz zırhlısını jilet yapmadı mı? Anıtın olduğu yere ulaştık. Buralar yakın zamanda yeniden düzenlenmiş. İsmi tespit edilebilen 60 bin askerin isimleri sembolik mezarlar üzerine yazılmış. Ama altında bir kişi bile yatmıyor. Adı tespit edilememiş 40 bin kişi daha var. Anıtın altına dört ayağının arasına girdik. Tuğrul Bey taşları okşayarak, “Bunları hep biz yaptık” dedi. “Her ayakta yukarı çıkan bir merdiven vardır. Şu küçük aralıklar içeri ışık girsin diye bırakıldı” diyerek taşların arasındaki küçük boşlukları gösterdi. “Ama şimdi yukarı çıkılmasına izin verilmiyor.” Anıtın çevresinde park gibi gezi yerleri var. Buradan denize dik bir kıyı ile iniliyor. İleride Ertuğrul koyu ve İngilizlerin ilk yaptıkları anıt görünüyor. Anıtta işimizi bitirip oraya gittik. Ertuğrul tabyası ve Yahya Çavuş’un takımının siperleri düzenlenmiş ve bir şehitlik yapılmış. Tabi yine gerçek mezar değil. İleride River Clyde yük gemisinin yanaştırıldığı burun görünüyor. Kişi başına 1 lira verip Ertuğrul Tabyasına girdik. Bu asıl tabyanın kalan bir bölümü yalnızca. Burada çizik içinde bir DVDden dura kalka 5 dakikalık bir film izledik. Bilinen görüntüler. Bazı kalıntılar da sergileniyordu ama içinden bir şey beni çok tedirgin etti. Vitrinde bir postal vardı, ayak kemiği ile birlikte. Yani bunu sergilemenin ne anlamı var? Ama daha kötüsü, insanın baldır kemiği iki tanedir. Burada bir tane vardı. Yani uydurmaydı. Dışarıda bölgenin büyükçe bir maketi vardı, ilk günü canlandıran. Camlardan ışık yansıdığı için içerisi iyi görünmüyordu. Halbuki insanların girebileceği kadar büyük bir yerde olsa daha rahat algılanır, üzerinde konuşulur. Buraları gezdikten sonra vakit öğleyi geçti. Alçıtepe köyüne doğru yola çıktık. Yolda iyi bakımlı ‘Skew Bridge’ isimli bir İngiliz mezarlığı gördük. İngiliz mezarlıklarına gitmek istemiyordum ama merakıma engel olamadım. Burada olduğu gibi her mezarlıkta insanların toplanabileceği meydancıklar var. Köyde yemek yiyecek yerler vardı ama Tuğrul Beyin ilaç vakti geldiği için Kilitbahir’e dönmeye karar verdik. Zaten hava da çok sıcaktı. Yol ayırımında gideceğimiz yönün tam tersi yönde Kemalyeri tabelasını gördüm. “Burayı çok merak ediyorum. Görebilir miyiz?” dedim. Kırmadı beni Tuğrul Bey ve oraya döndük. Tek yönlü bir yola girdik. Burası çıkarma sırasında Anzakların kullandığı sırt idi. Albayrak sırtını geçtik. Mehmetçiğin İngiliz subayını kucakladığı anıtı gördük. Kanlı Sırt’a geldik, şu ünlü Yalnız Çam’ın olduğu yer. Uğramadan edemezdik. Burada yine en güzel yerde geniş bir İngiliz mezarlığı vardı. Bunları Osmanlı Devletinin 1. Dünya Savaşında yenilmesiyle hemen gelip yapmışlar. İngilizler buraya yalnız iki kez sahip oldular. Bir ilk çıkşlarında, bir gün, bir de Ağustos’tan sonra Aralığıa kadar. Ona rağmen buraya İngiliz toprağı gibi davranıyorlar. Daha göreceksiniz neler yapmışlar. 57. Alay şehitliğine çıkarken yolun sağında, Kesik Dere yatağında, Mucip ve Medeni Efendilerin takımlarını sıraya dizip sağdan saydırdıkları ve şu anda 27. Alay şehitliğinin bulunduğu yeri atladım. Bir daha sefere. İleride yine dere yatağında bir şehitlik daha vardı. Bunlar yol üstünde olmadığı için uğrayamadık. 57. Alay şehitliği yine içinde gerçek mezar olmayan bir şehitlik. İlk Alay komutanı Binbaşı Hüseyin Avni Bey biraz ileride yatıyor. Burada yine adı var. Ayrıca şehitlik için bir otopark yapmışlar ki, gerçek mezarların üstüne. Yokuş yukarı çıkıyoruz. Biraz daha yukarıda Cesaret Tepe’de Mehmet Çavuş anıtı var. Burası şehitlik değil. Yalnızca anıt. Mehmet Çavuş da 1972 yılında vefat etmiş, yanındaki kitabede yazıyor. Ama buradaki herkes Mehmet Çavuşu Çanakkale’de şehit yapmış. Türkler buraya böyle üç anıt yapmışlar. İngilizler 1918’de gelince ikisini yok edip üzerine kandi mezarlıklarını kurmuşlar. Burada çoğunluğu kızlardan oluşan bir izci grubu gördüm, çok şaşırdım. Çünkü izcilik artık yok diye biliyordum. Yine de hoşuma gitti. Öğretmenleri onları toplamış, buralara getirmiş. “Buralar eskiden askeri bölgelerdi. Kimseyi sokmazlardı” dedi Tuğrul Bey. Oradan daha yukarıya çıktık. Yol kenarında bir anıt daha gördük. 1994 yılında burada çıkan yangını durdurmaya çabalarken yanarak ölen Orman Müdürü Talat Göktepe’nin bir heykeli. Daha yukarıda Düztepe, 261 Rakımlı Tepe ve Conk Bayırını atladık. Buradan sonra yol aşağı döndü. Kemalyeri’ne geldik. Buranın önceden bir adı yok iken Mustafa Kemal savaşı buradan yönetmeye başlayınca adı Kemalyeri olmuş. Gerçektende, denizi gören ama uzak, her yere yakın ve hakim bir tepe noktası. Buradan sonra daha fazla zaman kaybetmeden Eceabat üzerinden Kilitbahir’e döndük. Saat dördü geçiyordu. Teşekkür edip Tuğrul Beyi evine bıraktım. Deniz kenarına indim. Namazgâh tabyasını gezdim. Vakit günü bitirmek için erkendi. Güneş vardı. Karnımı deniz kenarında bir lokantada doyurduktan sonra yalnız başıma Conk Bayırına gitmeye karar verdim. Yolda Mehmet Çavuş anıtının olduğu yere yine saptım. Gerçek siperlerin biraz aşağısında Arıburnu Yarları vardı. Buradan aşağı dimdik uçurum iniyor. Burası 57. Alay 2. Taburunun bazı erlerinin düşmanı kovalarken hızlarını alamayıp düştükleri ve gemilerden İngilizlerin olayı gördükleri yerdi. Komutan Hamilton “Türkler bizimkileri uçarak kovalıyor” demiş. Burada yine bir İngiliz mezarlığı vardı. Biraz fundalıkların arasına girdim, acaba bir şey bulabilir miyim diye. Çünkü herkes bulduklarını söylüyordu. Ama bulduklarım pet şişeler, plastik bardaklar, naylon torbalar oldu. Güneş batıya yatıyordu ve manzara muhteşemdi. 261 rakımlı tepe ve Conk Bayırı yanyana duran tepeler. Birini alan diğerini nasıl alamaz şaşılacak şey. Anzaklar buraya bir kez geldiler, bir kez yaklaştılar. İkisinde de kez ters yüz oldular. Şu çok bilinen dialogtan söz etmek istiyorum. Türk erleri yokuş yukarı koşarken Mustafa Kemal’e rastlarlar. Ne yapıyorsunuz? Diye sorar. Efendim düşman deyip 261 Rakımlı tepeyi gösterirler. Atatürk bu olayı çok sonra dialog şeklinde Ruşen Eşref’e anlatmıştır. Burada askerler tepeyi gösterdiler derken düşman askerlerinin orada olduğunu söylemek istemiyor. Yalnızca askerlerin geldiği yönü gösteriyor. 261 Rakımlı tepe ile Conk Bayırı tepesi arası 100-150 metre. Askerdeyken 100 metrede görev yapmış, yani hedefi vurmuş, yani bana verilen üç mermiyi 3 cm çapında bir yuvarlağın içine göndermiş bir kişi olarak biliyorum ki bir insan 100 metre uzaklıkta açık hedeftir. Düşman askerleri 261 Rakımlı tepede olsalardı Mustafa Kemal dahil herkesi vururlardı. Zaten o durumda Conk Bayırı da ele geçirilmiş demekti. Zaten Mustafa Kemal Nerede düşman diye sorduğuna göre çok yakında değiller. Bence düşman askerleri o yönde daha aşağılarda, Düztepe yakınlarındaydılar. 261 rakımlı tepede Türk yazıtları, Conk Bayırında bir İngiliz ve bir Yeni Zelanda anıtı, bir Atatürk anıtı ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın kardeşi Nazif için bir anıt ve siperler vardı. Burası her yere hakim bir tepe. Ulaşımı nispeten kolay olduğu için Kocaçimen Tepe’den bile daha önemli. Yeni Zelandalılar ulaşamadıkları boğaza karşı – kedinin ulaşamadığı ciğere bakar gibi – ve hiç gelemedikleri bir yere anıt yapmışlar. Oraya gelmiş olsalardı zaten iş bitmişti. Oradan sonra yokuş aşağı gidiliyor. Uzaktan Suvla Koyu görünüyordu. Ay doğdu. Hava kararmaya başladı. Son bir resim çektim ve günü tamamladım. 2. Gün Bir günde bayağı yer gezdim diye düşünüyordum. Ama henüz çıkarma yapılan yerlere gitmemiştim. Biri Arıburnu biri de Suvla Koyu veya Kemikli Burun çıkarması. Tuğrul Bey bu kez gelemedi. Ben de onu yormak istemedim. Bunları görmek üzere bu kez tek başıma yola çıktım. Eceabat’a varmamıştım ki sağımda (Kilitbahir’den Eceabat’a) bir tabela beni çekti: İsimsiz Yüzbaşı Şehitliği. Bir Yüzbaşının mezarı var ama kim olduğu bilinmiyor. Bu gerçek bir mezardı. Belki bu nedenle bakımsızdı. Yüksekçe bir yerdeydi. Aşağıda denize döşenen mayınlar ve 18 Mart günü donanmanın canına okuyan küçük çaplı seyyar toplar vardı. Oradan Bigalı köyüne gittim. Burası Mustafa Kemal’in savaş başlamadan önce konakladığı ve 57. Alayın yerleştiği, Muallim Ethem’in annesine mektup yazdığı yer. Müze haline getirilmiş evi gezdikten sonra köy meydanında biraz oturdum. İst Tv’den bir ekip çekim yapıyordu. Baktım, meydan restore edilmiş, bakımlı, her yer taş döşenmiş, derli toplu görünüyordu. Bir de gerçek köylerin halini düşündüm. Bunu her yerde yapmak o kadar zor mu acaba? Çok mu masraflı? Böyle olması için illa ki Atatürk’ün mü kalması gerekiyor? Neyse canınızı sıkmayayım, birazdan zaten sıkılacak sanırım. Oradan Büyük Anafarta Köyüne doğru gittim. Bir yeri müze yapmışlar ama çok abartılıydı, çok yapaydı, girmedim. Küçük Anafarta köyüne yöneldim. Yol bozuldu. Artık hoplaya zıplaya gitmeye başlamıştım. Topçu mevzileri vardı oraya gittim. Toplar hâlâ duruyor ama bakım ve koruma yok. Oradan Küçük anafarta’ya varmadan geri döndüm. Yol çok kötüydü. Buralarda pek bir şey göremedim. Yolda yan yana yatan iki Yüzbaşının mezarlarını gördüm. Üsküdarlı Mehmet Halit ve İşkodralı Yusuf Ziya Beyler ikinci çıkarmada şehit olmuşlar. Bir yol ayırımına geldim. Bir yol Arıburnu’na, bir yol Suvla Koyuna doğru gidiyordu. Bir daha ne zaman gelirim deyip Suvla Koyuna doğru saptım. Yol yine çok kötü oldu. Hoplaya zıplaya giderken bir İngiliz mezarlığına geldim. Kapıda yeşil plakalı bir jeep duruyordu. Ayrıca bir motor çalışıyordu. Girdim baktım 4 kişi ağızlarında filtreli toz maskeleri, ellerinde kesici kalemler taşları yazıyorlar. Başlarına şemsiyeler dikilmiş. Bir kişi de –yine maskeli – spiralle kaba yontma yapıyordu. Bir ağacın gölgesine de suları içecekleri kurmuşlar. Beni görmezden geldiler. Bulunduğum yer Mestan Tepe idi. Suvla Koyunu yakından veya yukarıdan görmek istiyordum. Biraz ileride Yusufçuk Tepe vardı. Oraya gittim. Türk yazıtları konmuş ama kuş uçmaz kervan geçmez bir durumdaydı orası. Buralar aslında ikinci çıkarmanın kesildiği en önemli yerlerden biri. İngilizler yine işi biliyor ve sıkı tutuyorlar. Mezarların çevresini ağaçlandırıyorlar ve çok güzel kokulu bir bitki ekiyorlar. Elinizi sürünce kokusu elinize geçiyor. Bizim yazıtlar ise kırılıp dökülmeye başlamış. Ortada görünür bir şey yoktu ama ben inatla Suvla Koyuna gitmek istiyordum. Yine Arıburnu’na değil, direksiyonu o tarafa kırdım. Yokuş aşağı koyun önündeki ovaya geldim. Birinci vites, ikinci vites öyle gidiyorum. İleride büyük Kemikli burun vardı. Sonra anladım ki burası koyun tam girişidir ve yol çok uzundur. Bütün koyu dolanacaktım. Bir sürü yol aldıktan sonra –bana öyle geldi – baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim. Hava müthiş sıcaktı, görünürde kimsecikler yoktu. Yanımda su vardı ama arabaya bir şey olsa veya ben baygınlık geçirsem orada kalakalırdım. Geri döndüm. Oradan Kocaçimen Dağı tepeler silsilesi çok güzel görünüyordu. Kıyıdan Arıburnu’na doğru giderken beni yeşil renkli bir tabela karşıladı: Birinci Dünya Harbinde ölen askerlere ebedi istirahatgâh olarak tahsis olunan mıntıkaya şimdi girmektesiniz. Bu mıntıka dahilinde kamp kurma, ateş yakma veya çiçek koparma yasaktır. Altında bunun İngilizcesi, daha altında yalnız İngilizce olarak bir imza: Commonwealth War Graves Comission. Yani İngiliz Uluslar Topluluğu Savaş mezarlıkları komisyonu. Şimdi dikkat edin, yasağı kim koyuyor. Bizimle hiç ilgisi olamayan ve savaşta yenmiş olmakla övündüğümüz devletlerin komisyonu. Acaba diyorum, bizim hükümetimiz bizden yani halktan gizli bir takım anlaşmalar yaptı da buraları onlara mı verdi? Yoksa adamlar nasıl bizim topraklarımızda böyle yasaklar koyabilirler? Biraz ileride iki tabela daha görüyorum. Önce İngilizce sonra Türkçe olarak altında imza filan yok. Biri Girmek Yasaktır. Diğeri biraz daha uzun: “Bu bölge Birinci Dünya Savaşında ölen askerlerin yattığı yer olarak koruma altına alınmıştır. Kamp yada piknik yapmak, ateş yakmak veya çiçek koparmak yasaktır.” Türkçe İngilizce’ye değil, İngilizce Türkçe’ye çevrilmiş. Bakıyorum, tam kıyı orası boş arazi, bir şey yok ama biliyorum, çıkarmanın yapılmış olduğu yer. Şimdi bu ayrıcalıkları hükümetimiz onlara şirin görünmek için verdiyse hiç tarih bilgisi yok demektir. Bu adamlar Kıbrıs’ı nasıl aldılar, Mısır’ı nasıl aldılar hiç bilmiyorlar demektir. Mantık şu: “Elindekileri ver, dost olalım.” “Vermezsem?” “Bozuşuruz, zorla alırım.” İnsanın o zaman içinden “gel de al” demek geçiyor. Yakında bunlar tel örgü çekip kimlik kontrolü de yapmaya başlarlar diye düşünüyordum, duydum ki buraları dolaşmak paralı olacakmış. Sıradan insan bunları bilemeyebilir. Yine de kötüdür, çünkü oy kullanacak. Ama devleti yönetmeye kalkmış insanlar bilmezse… Neyse ben gezime devam ediyorum. Bir gün önce bir şeyler bulur muyum diye düşünürken kafamda bunun için en uygun yerin kıyıya giden sel yatakları olduğu ışığı yandı. En kolay ve kestirme yoldur. Arkeoloji ve paleontolojide böyle yaparlar. Tam Sfenks denen çıkıntının altında böyle bir yer vardı. Orada durdum ve sel yatağından içeriye doğru bakınarak yürümeye başladım. İki tane kıvrılmış tel buldum. El bombası pimi olduğunu sanıyorum. İki de ne işe yaradığını anlamadığım demir parçası. Yalnız içeriye doru yürüdükçe artan bir arı vızıltısı sesi duydum. Birkaç tane yabani arı gördüm. Herhalde bu burna Arıburnu denmesinin nedeni bu. Daha gidecek yol vardı ama yürüdükçe ses de artıyordu. Yine tırstım. Arılar saldıracak olsa beni yerle bir ederler. Geri döndüm. Bu sel deresi üç yanı yüksek uçurumla çevrili, Türk askerlerinin hızını alamayıp düştüğü yer. Dördüncü yanı da deniz. İnsan yanlışlıkla bile buradan geçemez. Ben arı sesinden çekinip daha içerilere gidemediysem başkaları da çekinmiştir. Öyle ise içeride daha çok şey olabilir. Kıyıda biraz ileride çıkarma tören alanı vardı. Bazı şeyler 2000 yılında yapılmış. Tam deniz kenarına Anzaklar buraya çıktı şeklinde bir şeyler yapılmış. Demek bütün bunları eşitleyebilmemiz için bizim de Manş denizini iki ucundan kesip Londra’yı almak üzere Thames nehri ağzına asker çıkarmamız lazım. Tabi şehitler olacak. Yenmek yenilmek önemli değil. Sonradan gidip İngiliz hükümetine “Biz buraya şehitlik yapmak istiyoruz ve ayrıca hak iddia ediyoruz” diyeceğiz. Bakalım razı olurlar mı. Kabatepe’ye yaklaşırken saatime baktım, yediye geliyordu. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. O gün İstanbul’a dönecektim ama çok yorgundum. Bir gece daha kalıp dinlenmeye karar verdim. Kilitbahir’e gidip yatağıma yattığımda kalbimin biraz düzensiz attığını fark ettim. Dışarıdan bir uğultu geliyor, sert vuruşlarla sarsılıyorum. Zihnimde günümüz ve yıllar öncesi birbirine karışıyor. Bulunduğum yer Kilitbahir, Queen Elizabeth zırhlısının yarımadanın diğer tarafından yaptığı aşırtma atışlardan nasibini alıyor. 13.Temmuz.2009
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |