Umutlar, tersine çevrilmiş anılardır. -Anonim |
|
||||||||||
|
*Sayın Okur! *Bu roman 1979 yılında yazılmıştır. *Birçok yayınevine gönderilmiş olmasına rağmen “basılabilir” oluru alamamıştır. *O nedenle 8-9 senedir internet ortamında yayımlanmıştır. *Yaklaşık 100.000’in üzerinde tıklanmıştır. *Kaç kişi tarafından okunduğunu ise bilmek takdir edersiniz ki mümkün değildir.Tıklamaların kaçı okumaya dönüştü bilinemez. *Çok sayıda övgü almış,ama yergi almamıştır. *1980 öncesi Türk Gençliğinin yaşadığı dramı bir Ülkücü gencin yaşantısından hareketle anlatmaktadır. *Bu dönemdeki solcu gençlerin yaşadıkları acıları yansıtan çok sayıda roman sonradan yazılmıştır. *Ancak Ülkücü gençlerle ilgili romanların sayısı bir elin parmakları kadar bile değildir. *O nedenle bu roman sözünü ettiğimiz alanda yazılmış eserlerin ilklerinden birisi belki de ilkidir. *1980 öncesi gençlik üzerinde oynanan oyunların günümüzde de sahnelenmek istendiğini görerek onları bu romanla uyarmak istiyorum. *Çünkü ister sağcı,ister solcu:ister ülkücü,isterse devrimci olsun,onların hepsi bizim çocuklarımızdır. N İ F A K ... ÖMER FARUK HÜSMÜLLÜ İletişim: ofh1952@gmail.com Kasım-1979-Göztepe --------2.Bölüm---------- Cenazeye katılan birkaç genç ses tonlarını yükseltmemeye özen göstererek aralarında konuşuyorlardı: -Düşüncelerimi tam olarak ifade edemedim.Her şeyi birbirine karıştırdım galiba.Üzüntüden ne yaptığımı bilemeyecek bir haldeyim. -Bütün arkadaşlar arasında çok saygı duyulan bir ülkücüymüş.Kaybı şüphesiz ki büyük üzüntülere yol açtı. O kadar çok sevenleri var ki... -Buna eminim, çünkü bu dâvayı omuz1ayanların büyük bir kıskançlıkla muhafaza ettikleri en güzel duyguları sevgidir. Biz vatanımızı,milletimizi, kardeşlerimizi , dostlarımızı , düşmanlarımızı kısacası bize ait olan her şeyi seviyoruz. Zaten insanları birbirlerine yaklaştıran sevgi duygusundan nasibini almamış olanların , memleketin ve milletin kaderini omuzlarına yüklenmeleri nasıl düşünülebilir? Sevgi, inanmış insanla¬rın normal davranışları arasında yer alan, onları birçok kötülüklerden koruyan, hayatın tadını almalarını sağlayan, huzur ve mutluluk veren asil bir kavramdır. Sevginin uygulanması gereken ilk varlık insandır. Daha sonra sırasıyla hayvanlar ve bitkiler gelir. Sevgide şart yoktur. Şartlı bir sevgi düşünülemez, eğer böyle bir sevgi anlayışı ortaya çıkarsa , o kişinin duygularının samimiliğinden şüphe etmek gerekir. Birbirlerini seven insanlar arasında sıkı bir dostluk ve arkadaşlık doğar.Karşılık düşünmeden,hiç bir ard düşünceye dayanmadan gösterilen sevgi tezahürleri , toplumu meydana getiren fertlerin birbirlerine güven duymalarını sağlar ve onları felaket günlerinde birbirlerine bağlayan en önemli unsur niteliği kazanır.Aynı kanı taşıyan, aynı tarihi yaşamış olan, aynı kaderi paylaşan, aynı ülkenin nimetlerinden faydalanan, aynı ülkü ve ideal etrafında bütünleşen toplumların sevgiden daha güçlü bir savunma ve taarruz silâhları olamaz… Karanlık her geçen dakika biraz daha artıyordu.Şiddetli bir fırtınanın belirtileri vardı havada. Nitekim biraz sonra Sultanahmet tarafından dans eder gibi döne döne gelen ve önüne çıkan her hafif cismi kendisiyle birlikte getiren metrelerce yükseklikteki hortum göründü. Hızla topluluğa doğru yaklaşıyordu, bu topluluğu da içine almak gibi bir niyeti vardı galiba. Kaçışan insanların arasından geçen hortum Gülhane Parkı'nın dışındaki duvarlara doğru hızla yaklaştı,duvara çarpmasıyla birlikte şiddetli bir gürültü çıkardı. Tıpkı top patlaması gibi...Koskoca hortum çarpmadan başı dönmüş, sersemlemiş gibiydi, bir kere, bir kere daha döndü ve en sonunda bütün gücü kuvveti bitmiş bir insan gibi kucağındakilerle birlikte olduğu yere yığıldı kaldı. Etraf toz, toprak ve kâğıt parçaları içinde kalmış, bir çöplük görüntüsüne bürünmüştü.... *** Murat, altı senelik yatılı okul hayatını tamamlamıştı. Geçmeyeceğini sandığı acı tatlı günler, yığınlarla hatıralar hep geride kalmıştı. Murat, son bir defa daha valizlerini toplamış yarı üzüntü yarı sevinç dolu gözlerle bomboş dolabına bakmış, yatakhaneye giderek oraya buraya atılmış beyaz yatak çarşaflarına, sağa sola itilmiş gayrı muntazam duran ranzaların görünümünü uzun uzun seyretmişti. Murat'ın içinde beş katlı pansiyon binasını gezmek için dayanılmaz bir arzu vardı. Her tarafını tekrar görmek ve hafızasına bütün tabiîliğiyle yerleştirmek istiyordu. Önce en üst kattan mı yoksa en alttan mı başlaması hususunda tereddüt etti ise de sonunda kararını vererek valizlerini aşağıya indirmiş ve en alt katta bulunan yemekhaneden işe girişmişti.Yemekhanenin camdan çift kanatlı kapısını itip içeri girdi.Bir kısmı mavi formikalı bir kısmı da ağaçtan olan masaların üstü her zamankinin aksine tertemiz ve bomboştu. İskemleler yine masaların etrafında dizili duruyordu.Hızlı adımlarla yemekhaneden mutfağa açı¬lan kapının yanına geldi. Nöbetçi öğrenciliği sırasında defalarca girdiği mutfağın görünüşü de aynıydı. Bakır tabaklar yıkanmış raflara kaldırılmış, dev gibi kazanlar simsiyah dışları görünebilecek bir biçimde ters çevrilmiş, büyük bütangaz ocağının kapağı kapatılmıştı. Hiç bir zaman mutfağı terk etmeyecek olan yağ kokuları ve isler de olduğu gibi duruyordu. Yemekhaneden çıkarken daha önce yaptıkları gibi gayrı ihtiyarî gözü yemek listesini gösteren karatahtaya takıldı . İki gün önceki yemekler yazılıydı: Sabah : Çorba, Öğle : Kadınbudu köfte, pilâv, üzüm Akşam : Barbunya,makarna İkinci ve üçüncü katlardaki etüd salonlarını, dördüncü ve beşinci kattaki yatakhaneleri ve bütün lavaboları ayrı ayrı dolaşıp aşağıya indi. Koskocaman bina bomboştu, hiç kimse yoktu. Arkadaşlarının hepsi bir iki gün önceden gitmişler,fakat Murat'ın memleketten parası gelmediği için beklemek zorunda kalmıştı.Kendisiyle birlikte kalmayı teklif eden Kemal'i zorla otobüse bindirirken durumu ailesine anlatmasını ve merak etmemelerini sıkı sıkıya tembih etmişti. Bu sabah havale kâğıdını getiren postacıyı görünce sevinçle koşmuş ve imzayı atıp kâğıdı aldıktan sonra Postane’ye gitmişti.Oradan garaja uğrayıp biletini almış ve valizlerini hazırlamak üzere pansiyona dönmüştü. Bahçe kapısından çıkarken emektar,yaşlı bekçinin oturduğu sandalyenin üzerinde güneşin de verdiği rehavetle hafifçe kestirdiğini gördü . Rahatsız etmemek için mümkün olduğu kadar az gürültü çıkarmaya gayret ettiyse de bekçi yaklaşan ayak seslerini duyarak gözlerini araladı: -Gidiyor musun evlât? -Evet, gidiyorum Rıza amca. -Geldi mi paran? -Bugün geldi. Biletimi aldım. Bir buçuk saat sonra da araba hareket edecek. -Uzak mı yolun, buraya ne kadar çeker? -Ehh, aşağı yukarı yedi-sekizsaat. -Allah kolaylık versin, ben hiç hoşlanmam bu otobüslerden. Sekiz saat ha? Çok çok uzak olmalı. -Alıştık artık Rıza amca. Ver elini öpeyim. Allahaısmarladık. -Güle güle evlat, yolun açık olsun. Seneye de gelecen mi? -Yok gelmeyeceğim, bitti artık, bitti... -Yaa Caddelerinde dolaştığı, dükkanlarından alışveriş ettiği, sinemala¬rına gittiği, insanlarını tanıdığı bu şehre belki bir daha hiç gelemeyecekti. Ne de olsa bir çok senelerini burada geçirmişti. Alışmıştı buraya. Bu şehirden ayrılırken son gözlemlerini zihnine yerleştirmek istercesine otobüsün penceresinden etrafı seyretti. Otobüs, şehrin caddelerinden geçip karayoluna çıktığı zaman, Murat, biraz uyuyabilmek için başını koltuğa yavaşça yasladı. Kısa bir müddet sonra da uykuya daldı. Ümit dolu, güzellik dolu süslü rüyalar içinde ya-şıyordu. .. Liseyi bitirdikten sonra köyüne dönen Murat'ı bekleyen bir sürü iş vardı.Artık iyice büyüdüğü için ailesine de bütün işlerde çok faydası dokunuyordu.Boyu uzamış, kolları kuvvetlenmiş, yüzünde sakallar çıkmaya başlamıştı.Kilosu düşüktü ama, gayret ettiği için çoğu kimseden daha fazla iş çıkarabiliyordu.Anası-babası eskisi gibi çalışabilecek güce sahip olmadıkları için işlerin çoğunu üstlenmesi gerektiği düşüncesindeydi . Yazın bütün işleri daha bitmemişti, hemen hemen hepsi duruyor sayılırdı .Mısırlar toplanacak, taneleri ayrılacak , ekinler biçilip demet yapılıp harmanda dövülecek, bostanlar bozulup satışa çıkarılacaktı. Bütün bunlardan başka ahırdaki hayvanların beslenmeleri, temizlikleri ve bakımları da vardı. İşleri önce sıraya koymaları gerektiğini düşündü. Vaziyete bakılırsa bu sene mahsul her senekinden daha fazlaydı. İlk defa olarak bu sene yüzlerinin güleceğini düşündükçe sevinçten içi içine sığmıyordu. Eğer bol mahsul elde edip biraz para kazanabilirlerse Üniversiteye gidebilmesi de imkân dahiline girecekti. Abisi Yavuz Hukuk fakültesinde okuyordu, imtihanlar biter bitmez köye geleceğini yazmış, onların hiç birisinin işler yüzünden yorulmamasını, kendisini beklemelerini sıkı sıkıya tembih etmişti. Anasının babasının ellerinden Murat'ın da gözlerinden öpüyordu. Akşam yemeğinden sonra Yavuz'un mektubunu tane tane okuyan Murat anasının ve babasının Yavuz’un yazdıklarından çok etkilendiklerini, gurur duyduklarını, memnun olduklarını seziyordu. Murat içinden "Biz hiç Yavuz âbime iş bırakır mıyız,ben ne güne duruyorum, o gelene kadar işlerin önemli bir kısmını mutlaka bitirmeliyiz." diyordu. Hepsi de yoğun bir gayret içindeydiler. Bir yandan ekinleri biçerken diğer yandan da kızgın güneş altında yanmasın diye mısırları kırıyorlardı ve geceleri de kırdıkları bu mısırların kabuklarını çıkarıp sopalarla döverek tanelerini koçanlardan ayırıyorlardı. Ahırı temizlemek, hayvanların yemini hazırlamak, tımarlarını yap¬mak, yeşil ot toplamak, çeşmeden su getirmek Murat'ın görevleri arasındaydı . Fırsat buldukça arada sırada köy kahvesine gidiyor, bir çay içip köylülerle sohbet ediyordu. Gerçi büyük adamlarla askere gitmeyenler sohbet edemezler, konuşamazlardı, ama bütün köylüde bir kanaat hasıl olmuştu ki "Çakırlar’ın Hüseyin'in oğulları bir başkaydı. Terbiyeleri, tahsilleri üzerine ne söylense yine de azdı . Köyün şerefini onlar kurtarmışlardı. Baksana bir tanesi yüksek tahsil yapıyor, diğeri de liseyi bitiriyordu. Bunların köye ilerde çok faydası dokunacaktı. Zaten okumuş adamdan insana zarar gelmezdi. İkisi de okuyunca kibirlenmemişler, eski insanlıklarını muhafaza etmişlerdi. Bir büyük gördükleri zaman ayağa kalkarlar, hal hatır sorarlar, rast gele konuşmazlardı. Onun içindir ki her türlü itibara layıktı bu çocuklar." Bir sabah Murat, anasının başı ucunda: -Muradım, Muradım, yavrum hadi kalk.Ortalık ağardı, öküzleri koş da tarlaya varalım. demesiyle gözlerini açtı. Yatağından fırlayarak giyinip ahıra koştu.Boyunduruğu hayvanlara taktıktan sonra: -Ana tamam,hazır. Acele edin de gidelim, diye bağırdı. -Eyi, eyi. Babanı uyartıp gedelim. Hüseyin, Hüseyin hadi kalk... Çakırlar'ın Hüseyin,bugün biraz zor kalkmıştı yatağından, sebebini bilmediği bir ağırlık çökmüştü üstüne. Ellerini destek yaparak kalkmağa çalıştığı sırada yorgan hâlâ sırtında duruyordu. Tek eliyle kuvvet almaya devam ederek, diğer eliyle yorganı attı ve diz üstü doğrulduktan sonra ayağa kalktı. Fakat bir an ayakta iken başının döndüğünü, yere yıkılacağını hissetti. Karısı: -Ne o, bişey mi var? -Yok bişey Hatça. Dünden kalma yorgunluk yüzünden uyanamadım. Getir leğeni de yüzümü yuğayım. Murat, öküzlerin yularlarından tutmuş,anasıyla babası da arabanın içine binmişlerdi. Su testisiyle yiyecek çıkınını arabanın kanatlarına takmışlar, tırpanı ağzı arabanının kuyruk tarafına gelecek şekilde diğer kanata bağlamışlardı. Ağır ağır giderken Murat, sabahın o tertemiz havasını ciğerlerine doldurmak istercesine deri derin nefes alıyordu.Yer yer kuş cıvıltıları kulağına geliyor , tatlı bir nağme gibi ruhunu okşuyordu. Önlerinde giden bir kaç arabanın içinde onlardan daha erken hareket edip işlerine giden köylüler vardı. Hepsinde de sabah mahmurluğu seziliyordu,çünkü aheste aheste bir tempo tutturmuşlar , hiç acele etmiyorlardı. Başka zaman kendilerinden önce giden kimse bulunmazdı, bu sabah ilk defa olarak önceliği başkaları almıştı. Etrafını yeşil otların kapladığı çeşmenin yanından geçerken burnuna kadar gelen mis gibi kekik kokusunu daha fazla duyabilmek için bir an durdu. Bu sırada güneşin Alaca Dağ'ın ardından görünmeye başladığını fark etti.Bir an önce gitmeleri gerektiğini düşünerek yokuş aşağı doğru öküzlerin önünde koşmaya başladı. Daracık yolda, normalin üstünde bir hızla giden araba , şiddetli gürültüler ve gıcırtılar çıkarıyordu. Zaman zaman arabanın tekerlekleri yolun dışına çıktığı için, devrilme tehlikesi atlattıkları bile oldu.Babasının: -Biraz yavaş gidelim oğlum. Aceleye lüzum yok! İkazını duyunca Murat, tempoyu ağırlaştırması gerektiğini düşündü. Yüzlerce, binlerce defa geçtiği bu yoldan gözü kapalı bile gidebileceği fikri babasının boşuna endişeye kapıldığı fikrini kuvvetlendirdiği için, biraz sonra yine öküzlerin önünde koşmaya başladı, tarlaya varıncaya kadar, her türlü koşma şekillerini deneyerek koştu koştu... Tarlaya geldiklerinde güneş,bir-iki adam boyu yükselmişti. Hayvanları arabadan kurtarıp ilerde otların bol olduğu bir yere çaktıktan sonra arabadaki eşyaları aşağıya indirdi. Öğlene kadar hiç durmadan çalıştılar .Birisi ekinleri biçiyor diğeri topluyor, öbürü de demet yapıyordu. Öğlen olunca anası getirdiği yoğurdu su ile karıştırıp ayran yaptıktan sonra kuru ekmekleri bu ayranın içine doğradı. Hepsinin ağzı bu nefis papara karşısında sulanma¬ya başlamıştı. Yanına soğan da olduğunu görünce Murat ve babasının keyiflerine diyecek yoktu. Murat, soğanı yakaladı, düz ve sert bir yere koydu, kuvvetli bir şekilde yumruğunu soğana vurdu, fakat soğan yumruğunun altından sıyrıldı kaçtı. Durumu gülerek seyreden babası: -Ver bana da bir kerekte soğan nasıl kırılır öğren, dedi. Murat alınmış olmalı ki hiç bir cevap vermedi. Soğanı aldı daha sert ve düz bir yere koyduktan sonra yumruğuyla soğana bir kere daha vurdu. Soğanın kırılma sesiyle birlikte babasına manâlı manalı baktı ve parçalanmış soğanı uzattı. Papara bittikten sonra Hatça, torbadan taze bir ekmekle azıcık tereyağı çıkardı. Ekmeği Hüseyin'e uzatarak: -Al ekmeği sen kır da gelinlerin güzel olsun , dedi. Hüseyin umursamadan: -Benim oğullarım aslan gibi maşallah,elbet gelinlerim de güzel olacak,dedi. Bu konuşmalardan rahatsız olan Murat,mahcubiyetinden kıpkırmızı kesilmişti. Yemekten sonra biraz dinlenip tekrar işe başladılar. Güneş bütün gücüyle ortalığı yakıp kavuruyordu, hepsi de kan-ter içindeydi. Öyle ki yarım saatte bir su testisine hücum ediyorlar ve kana kana su içip işe yeniden başlıyorlardı. Murat,su içtikten sonra elindeki su testisini tam yere koyup geleceği sırada gözü babasına takıldı, babasında bir acayiplik olduğunu hemen sezdi. Sendeleyen babasına bir şey söylemek için ağzını tam açmıştı ki , babasının kökünden kesilen bir ağaç gibi devrildiğini gördü. Kelimeler dudaklarında dondu kaldı. Babasının yanına koştu: -Neyin var baba, hasta mısın? -Yok bişeyim oğlum,yorgunluktan ve sıcaktan olmalı. Başım biraz dönüyor da.., Anasıyla birlikte babasını arabanın gölgesine götürüp, orada istirahat etmesi için yatırdılar.O, illâki onlarla birlikte çalışacağını söylüyordu, fakat Murat'ın ısrarlı yalvarmaları üzerine bu fikrinden vazgeçmek zorunda kaldı. Güneş batarken arabaya yüklediği demetlerin sayısında azaltma yapan Murat, arabanın ortasında babası için demetlerden bir yatak hazırlayarak , anasını da ona bakması için demetlerin üzerine çıkarıp yularları eline aldı. Şimdiki yükleri daha ağır olduğu için ağır ağır yola koyuldular. Hüseyin hiçbir şeyi olmadığını iddia ettiği halde, birkaç gün evde yatarak vakit geçirdi. Doktora gitmeyi bir türlü kabul etmiyor, her defasında "Yarın iyileşmezsem, giderim." diyordu. Fakat yarın olunca vazgeçiyordu. Hastalığının haftasına Yavuz köye geldi. Murat'la anası çok sevindiler, çünkü Yavuz'un onu kandıracağından emindiler, nitekim öyle de oldu. Kasabada bir özel doktora, daha sonra şehirdeki hastaneye, oradan yine bir özel doktora götürdülerse de Hüseyin'e herhangi bir teşhis konulup tedavisi yapılamadı. Hüseyin'in bu bilinmeyen hastalığı tam iki yıl sürdü.Doktor doktor dolaşılıp deva aradılar, tabii bu arada ellerinde avuçlarında bulunanları da harcamak mecburiyetinde kaldılar. Neden sonra Hüseyin,eski sıhhatine kavuşup ayağa kalkınca ailede bayram sevinci yaşandı. Çekilen acılar, yokluklar bu sevinçle birlikte unutulmuştu. Bu arada olan Murat'a olmuştu. Ailenin geçimini yüklenen Murat, maalesef çok arzu ettiği yüksek tahsil yapabilme imkânından da mahrum kalmıştı. Murat, yaşadığı iki yönlü üzüntü yüzünden bir hayli yıpranmıştı. Bu sırada kendisine destek olan garip anacığı olmasaydı ne yapardı acaba? Çok sabretmişti,gerçekten örnek alınacak bir sabır göstermişti, zaman zaman isyan ettiği de olmamış değildi. Böyle bir anında anasına: -Kötü kader, yüzümüzü bir kere olsun güldürmedi. Tam her şey yoluna girdi derken aksilik üstüne aksilik geliyor. Bizim de yaşamaya, mutlu olmaya hakkımız yok mu? Bu alın yazısını silemeyecek miyiz ana?demişti.Anası da kızarak: -Oğlum, ne biçim lâf edersin öyle? Tövbe de, Allah böyüktür, ondan ümit kesilmez. Elbet bir gün biz de düzlüğe çıkarız, sabret hele sabret.! Allah kullarının sabırlarını dener bazen. Asi olmak yerine tevekkül lazım, demişti. Babası iyileştiği halde Murat o sene de okula gidemeyeceğini biliyordu, çünkü Yavuz'un okulu bitirmesi için bir senesi daha vardı. Bu bir seneyi de bekleyecekti. İşte ancak o zaman durumları düzelecekti. Yavuz, Hem ailesine bakacak hem de Murat'ı okutacaktı. Bu yüzden gecesini gündüzüne katmış durmadan mezuniyet imtihanlarına hazırlanıyordu. Okuldaki boykot hadiseleri bu sene de imtihanları bir ay kadar geciktirmişti. Bir gün Yavuz çıkageldi. Hasretle kucakladılar Yavuz'u. Hepsinin gözleri de Yavuz'un üzerindeydi. Sevinçli haberi duyabilmek için ağzının içine bakıyorlardı. Aksi bir ihtimali düşünmek hiç birisinin aklına gelmiyordu, zira Yavuz'un okulu bu sene bitireceğine öylesine inanmış ve bel bağlamışlardı ki onun ağzından dahi böyle bir şey duysalar gene de inanmazlardı. Heyecan son haddine ulaşmıştı. Yavuz da sanki kasıtlı olarak susuyor , kendiliğinden bir şey söylemiyordu. En nihayet dayanamayan Hüseyin: -De evlât, habarı de bize. Deyince Yavuz,cebinden çıkardığı diplomasını gösterdi. Gözler sevinçle parlamış, yorgun ve bitik yüzlere olağanüstü bir canlılık gelmişti. Yavuz Murat'a baktı. Murat'ın gözlerindeki sevinç parıltılarının yanı sıra kendisiyle duyduğu gurur da okunuyordu. Murat'ın ellerini tuttu ve: -Herkesten çok senin fedakârlığın sayesinde ben bu diplomayı aldım. Benden çok senin hakkın var bu diplomada. Senin için seviniyorum ve senin hesabına mutluluk, duyuyorum. Gerçekten çok mutluyum...diyerek,kardeşini kollarının arasına alarak bağrına bastı... . *** Sultanahmet'ten gelip Sirkeciye giden yolun tam ortasında bulunan asırlık ağacın gövdesine başını dayamış , etrafa dalgın gözlerle bakan bir genç duruyordu. Bu genç,Murat'ın en yakın arkadaşı Kemal’ di. Kemal, sinirden titreyen gür siyah bıyıklarını eliyle düzeltti, ellerini cebine sokup bir şeyler arar gibi yaptı. İş olsun diye ayağını ağacın gövdesine bir iki kere vurdu, başını göğe kaldırarak bulutları seyretti, gözlerini gökten yere doğru indirip biriken kalabalığa baktı. Teselli verecek, derdine ortak olacak insanlar aradı durdu boşu boşuna...Herkes kendisi gibiydi. Istırabın donuklaştırdığı bu yüzler sanki bir daha hiç gülmeyeceklerdi. "Ne zaman güldüler ki" dedi içinden. Murat'ın yüzünün güleç olup olmadığı geldi hatırına. Düşünmeye başladı. Acaba Murat'ı içten ve candan gülerken hiç görmüş müydü? Ne tuhaf bir kere olsun Murat'ın gülen gözlerini, sevinç dolu yüzünü hatırlamıyordu. Sadece sene sonları bitip de okuldan memleketlerine gidecekleri vakit yüzünde coşkun değil, ama hafif bir tebessüm şeklinde beliren sevinci görürdü. Hepsi bu kadar... Olgun, bilgili bir insan gibi düşünür ve konuşurdu. Laubali hareketleri hiç yoktu. Çocukça zaaflarına hiç rastlamamıştı. Ahlâk, din ve âdetler üzerindeki düşünceleri çok katı ve kesindi. Bu konuların uluorta tartışılmasına karışmaz gibi görünürse de , bir köşede konuşulanları dinler, sonra da kendi fikirlerini ve düşüncelerini söyleyerek konuyu kapatırdı. "Sağlam karakterli arkadaşım benim! " diye içinden geçiren Kemal , çocukluk günlerinin tatlı hatıralarına kendini bıraktı: Çelik-çomak oynamaları, hayvanları gütmeye gitmeleri, çeşmeden su almaları, ilkokulda okurken ellerini kesip kan kardeş olmaları, yatılı okul hayatları bir bir geçti gözlerinin önünden.. Kemal'in genç ve diri yüz hatları sertleşmiş, aldığı nefes hızlanmıştı. Yüzü bir kızarıyor bir beyazlıyordu. İçindeki korkunç mücadelenin dışa yansıması kendini belli ediyordu. Midesinden boğazına doğru bir yumrunun çıktığını hissetti, ağır ve yıpratıcı bir şeydi bu. Bütün vücudunu,canlı olan her parçasını mahvedici, tahrip edici, parçalayıcı garip bir olayla karşı karşıyaydı. Frenleri boşalmış bir araba gibi bütün sinirleri boşalmış, iradesinin kontrolünden çıkmıştı. Buna rağmen yine de ağlamamak için direniyordu. "Hayır ağlamayacağım, söz verdim ağlamayacağım" diye içinden kendi kendine tekrar ediyordu. Dudaklarını ısırıyor,ellerini yumruk yapıp, göz yuvalarına bütün gücüyle bastırıyor, açılan burun kanatlarından derin derin nefes alıyordu. Ellerini gözlerinden çektiği zaman etrafı yıkan çılgın sel suları gibi gözyaşları fışkırmaya başlamıştı. Frensiz arabanın çaresiz şoförü gibi kaderin emrindeydi artık. Ama… Nasıl ki inandığı, uğruna mücadele verdiği kutsal dâvası milletine varolma imkânı veriyorsa, şimdi de asırlık ağaca gözyaşları çan suyu veriyordu. Ağacın dibine toplanan gözyaşı gölü insan muhayyilesinin düşünemeyeceği kadar çoktu... *** Yıl 1974 Türkiye yeni bir olayla karşı karşıya. Gözler dışarıya çevrilmiş ,yavru vatan Kıbrıs'ın kaderi çizilmek üzere.Samson, Makarios idaresini devirmiş ve Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti meşruluğunu yitirmişti. Bundan sonrası Kıbrıs'ta bulunan ırkdaşlarımız için pek de olumlu gelişmeler getirmeyeceğe benziyordu. Yavru vatanı kurtarmak hususundaki görüşler yaygındı, fakat nedense bâzı aydınlar arasında Kıbrıs'la ilgili en ufak bir endişeye rastlanmıyordu. Onların asıl üzüntüsü eğer Kıbrıs dolayısıyla Yunanistan'la aramızda bir savaş çıkarsa, bu savaştan uğrayacakları zarardı. Öyle ya işin içinde askere alınıp ölmek olduğu gibi, savaş durumunun doğuracağı birtakım yokluklara katlanmak da gerekecekti. O sırada Murat henüz öğrenciydi. Fakat abisi ve çok sevdiği arkadaşı Kemal on ay önce Yedek Subaylık görevlerini yapmak üzere silâh altına alınmışlardı.O günlerde ikisinden de haber alma imkânı bulamayan Murat, merak içinde bir mektup gelir ümidiyle bekliyordu. Murat, okulda çıkan anarşik olaylar nedeniyle kaybettiği yılları telâfi edebilmek için olanca gücüyle çaba harcıyordu. Okulun kantininde oturmuş ders çalışmaya uğraşıyor,fakat Kıbrıs meselesi zihnini bir hayli meşgul ettiği için bir türlü derse dikkatini toplayamıyordu.Kitabı bırakıp önündeki gazeteleri bir kere daha okumak için eline aldığı sırada ,aynı sınıfta okuduğu,sık sık fikrî münakaşalar yaptığı arkadaşı Bülent yanına geldi: -Ne o, dersleri bıraktın da gazete okumaya mı başladın? -Şöyle bir göz gezdiriyordum. -Çalışsan daha iyi edersin, boş ver Kıbrıs’ı mıbrısı da derslerine bak! -Boş vermek insanın elinde değil, böylesine ciddi bir konuda hangi Türk vatandaşı boş verebilir ki... -Tamam,tamam anladık. Gene bir tartışma konusu çıkaracaksın. Bugün benim böyle bir niyetim yok. Ben sana bir teklif yapmaya gelmiştim. Gel bugün bize gidelim.Biraz eğleniriz, müzik dinleriz, sonra da birlikte ders çalışırız.Böylelikle sen de kafandaki düşünceleri unutmuş olursun. İnan ki evde kimse yok, ikimiz olacağız sadece. -Hayır gelemem. Teklifine teşekkürler. -Bırak inadı da gidelim. Nasıl olsa bu koşullar altında çalışman olanaksız. Bülent o kadar çok ısrar etti ki, insanları kırmak istemeyen Murat , ısrarlar karşısında istemeye istemeye gitmeyi kabul etti.Okuldan çıkıp Fakülte Otobüs durağına geldiler. Oradan bir otobüse binip Karaköy'de indiler Karaköy'den Teşvikiye dolmuşuna bindiler ve Bülentlerin evine geldiler. Yedi katlı bir apartmanın kapısından içeri girip asansöre binerek beşinci katta indiler. Bülent 9 numaralı dairenin kapısını açtı ve arkadaşını içeriye buyur etti. Murat, içeri girince gördükleri karşısında hayretini gizlemek için bir hayli gayret sarf etti. Bülent odaları ve salonu gezdirince bu hayreti daha arttı. Bütün duvarları lambri ile kaplanmış, üç koltuk takımını ve bir yemek odası takımını rahatlıkla aldıktan sonra boş yeri bile kalan bir salon, dört ayrı yatak odası, yayla gibi geniş iki tane balkon, çifter tuvaletler, yerden tavana kadar fayans döşeli banyolar... Salondaki muhteşem avizelerin kristal olduğuna hiç şüphe yoktu, çünkü salona giren akşam güneşi, avizelere bakan insanın gözünde rengarenk dans ediyordu. Her odada ve hollerdeki tablolar; saymakla bitmeyecek bakırdan,gümüşten süs eşyaları, altın kaplamalı çerçeveler… Bülent'in çalışma odası da çok güzeldi. Bu odaya ilk girişte göze köşede duran müzik dolabı çarpıyordu. Hemen onun yanında hepsi de ciltli olan kitaplarla dolu bir kütüphane vardı. Çalışma masası ve koltuğu öbür köşede duruyor, yeri açık kahve renkli, ince tüylü bir halı kaplıyordu. Ayrıca gelen misafirlerin oturması için odaya bir kanepe ve dört tane de koltuk konmuştu. Murat,bütün teferruatları tek tek inceliyordu.Elinde olmadan bir yandan da inşaatta kendisine verilen odayla burasının mukayesesini yapıyordu. Kendi odasının bunun yanında bir kümes bile sayılamayacağı gerçeğini kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Kendi odasında üstü siyah bir battaniyeyle örtülü bir yatağı, tahtaları çakarak yaptığı kütüphanesi, eski ama sağlam bir sandalyesi ve yine kendi yaptığı bir masası vardı. Ayrıca bir piknik tüpüyle, birkaç tane tabağı ve iki tenceresi de bu eşyalarına dahildi. Bunları düşünürken Bülent'in sorusuyla kendisine geldi: -Senin oturduğun daire nerede Murat? -Buraya çok uzak, karşıda. Kadıköy tarafında. -Bağdat Caddesi civarında mı? Bağdat caddesinde benim halamlar var. Birkaç kez gittim o taraflara. -Bağdat Caddesi'nde değil, onun paraleli olan Kayışdağ caddesinde, Ziverbey civarı... -O tarafları pek bilmem. Nasıl memnun musun evinden? Memnun değilsen bu civarda sana bir daire tutalım. Hem okula gidip gelme kolay olur senin için. -Evimden memnunum. Buraları da güzel, ama benim evim daha güzel. Onun için teşekkür ederim. -Valla Muratcığım, bu hayat pahalılığında ev kiraları çok ucuz. Biz gerçi kira vermiyoruz, kendi evimiz, ama daha on gün önce bu bizim apartmandan üç bin lira kirayla bir daire gitti. Kaloriferli, devamlı sıcak sulu, her türlü konforu olan bir daire,üç bin liraya pahalı sayılmaz değil mi? -Öyle,öyle... Bu konuşmaları müzik dolabından gelen müzik sesleri takip etti. Murat plâklara şöyle bir göz attı.Neler yoktu bu plâklar arasında:Tchaikovsky’ler, Mozart'lar, Chopin'ler ,bütün Klâsik Batı Müziği resmi geçit yapıyor;onları İngiltere'nin, Fransa'nın, meşhur toplulukları takip ediyor ve en sonda da Hafif Müzik Sanatçılarımızın eserleri yer alıyordu.Plaklar arasında bir tane Klâsik Türk Musikisi’ne veya Türk Halk Müziği'ne rastlamak maalesef imkansızdı. Bu eksikliğinin farkına varan ve bunu telâfi etmek isteyen Bülent, acemi ve zoraki bir ifadeyle: -Halk Müziği'nden de bir kaç tane plâk almak niyetindeyim. Örneğin Aşık Veysel’den, Ruhi Su'dan ilk fırsatta alacağım , dedi. Murat hiç sesini çıkarmadı. Sadece acıyan bir ifadeyle arkadaşının yüzüne baktı .Murat'ın kendisine baktığını gören Bülent , o bakışlar altında ezildiğini, küçüldüğünü hissetti. Duyduğu aşağılık kompleksini bastırmak istercesine pikabın sesini biraz daha artırdı. Sözde ders çalışacaklardı . Kulakları sağır, zihni allak bullak eden bu müzik Murat'ın başını ağrıtmıştı. Geldiği için bin kere pişman olmuştu, kendi kendine kızıyor ve buradan bir an önce kurtulmanın çarelerini arıyordu. Saat de bir hayli ilerlemişti, tam o bunları düşünürken melodili zil çaldı. Bülent: -Bizimkiler gelmiştir.Sen rahatına bak, onlarla tanışmanı çok isterim, diyerek gururlu bir eda ile kapıyı açmaya koştu. Doktor Avni Bey ve eşi Murat'la tanıştırıldılar. Tanışmadan sonra gitmek isteyen Murat, Bülent'in ısrarları ile karşılaştı. Annesi ve babası da kalması için rica edince Murat, yemeğe kaldı. Salona geçip yemek masasının etrafına oturdular. Yemek sırasında sohbet ederlerken lâf döndü dolaştı Kıbrıs meselesine geldi. Avni Bey: -Efendim, Kıbrıs'a yapılacak en ufak bir müdahale bütün dünyayı aleyhimize çevirecektir. Zaten dünyanın hiç bir ülkesinde itibar kazanamamışız; bir de düşmanlıklarını üzerimize çekersek hiç de iyi olmaz. Ben Amerika'yı ve Avrupa'nın pek çok yerini dolaştım. Hiç bir ülkede “Türküm” dediğiniz zaman sizi insan ve adam yerine koymuyorlar .Adamlar son derece ileri bir teknolojiye sahipler, bizim ilkelliğimiz onların alaylarına yol açıyor. Modern şehirler, yollar, her türlü olanaklar mevcut... Bütün bunları dikkate almadan bir Amerika'yla bir Avrupa'yla boy ölçüşmeye kalkışmak haddini bilmemezlik olur. Bizim Yunanistan'la bile savaşacak gücümüz yok. Gerçekçi olalım gerçekçi!.. Bırakalım Kıbrıs'ı da önce şu memleketi kalkındırmaya bakalım. İleri medeniyetlere ulaşmak, ona sahip olanlarla savaşarak değil, onlarla iyi geçinmekle, barış içinde yaşamakla ancak mümkündür. Murat: -Beyefendi siz Kıbrıs'ı bırakalım diyorsunuz, bunu toprak olarak düşünseniz bile ben bu görüşe katılmıyorum. Kaldı ki orada yüz binlerce soydaşımız yaşıyor. O insanları Rumlar'ın merhametine teslim etmek kanaatimce Türklüğe en büyük ihanettir. Yıllarca çektikleri işkencelere yenilerinin eklenmesini kimse isteyemez! İnsanî açıdan da bunu istemek insan olana yakışan bir davranış değildir. -Ben insancıl bir zihniyete sahibimdir. Hangi ulustan olursa olsun, kimseye eziyet edilmesini istemem. Ama bence Kıbrıs'taki Türkler'in Türklüğü konusu biraz şüpheli! Çünkü uzun yıllar İngilizler'in yönetimi altında kalmış, daha sonra da Rumlar'la haşır neşir yaşamış bir topluluktaki benlik çoktan kaybolmuş olmalı. Ben orada tek Türk dahi bulunduğu kanaatinde değilim, dedi ve önündeki şarap kadehinden bir yudum çektikten sonra devam etti: -Toprak sorununa gelince...Bizim Kıbrıs'tan toprak istememiz demek, emperyalist bir zihniyette olduğumuzu gösterir. Vakti zamanında verdiğimiz bir yeri ufacık bir darbeyi bahane ederek geri isteyemeyiz. Öyleyse Rusya’daki, Avrupa'daki eski Türk topraklarını da geri isteyelim. Bütün dünya güler bize o zaman. Bu kafa yapısı şovenizmin tâ kendisidir. Biz bu kafayla çok şey kaybederiz. Özetlersek ben derim ki; Kıbrıs'ta bizim hiç bir hakkımız yoktur ve ülkeyi bunun için savaş ateşine atmanın sorumluluğu çok büyüktür. Neyimiz var da neyimize güveniyoruz? Hangi cesaretle dünyayı karşımıza alıyoruz? Topumuz, tüfeğimiz, Kıbrıs'a çıkacak gemimiz mi var? Hem bir de bu savaşta her iki taraftan da ölecek insanları bir düşünün... Hangi taraftan olursa olsun hiç bir insanın ölmesini istemem. Şahsen ben ne kendimin ne de oğlumun ham bir hayâl uğruna ölmesini veya öldürmesini kabul etmiyorum. Ben buna karşıyım ve benim zihniyetimde olan insanların toplumda çoğunluğu teşkil etmesi , bu felâketin doğmasını önleyecektir... -Sizin zihniyetinizde olanların yani sizin görüşünüzü paylaşanların kimler olduğunu öğrenebilir miyim? -Kim olacak? Çevremdekiler, arkadaşlarım, dostlarım... -Benim çevremdekiler ise tamamen aksi düşüncedeler ve gözlerini kırpmadan ölmeye, öldürmeye hazırlar. Üstelik Kıbrıs'ta Türk bulunduğu gerçeğini bildikleri gibi , Kıbrıs topraklarında Türkler'in de hakkı olduğuna gönülden inanıyorlar. -Peki, sizin çevrem dediğiniz insanlar kimler acaba? -Öğrenci arkadaşlarım, akrabalarım, işçilerimiz, köylülerimiz ve her sosyal tabakaya mensup bütün vatandaşlarımız.. *** Bu tartışmadan sonraki günler kimin haklı kimin haksız olduğunu ortaya koymuştu. Türk ordusu kararını vermiş ve Kıbrıs Harekatını başlatarak zaferle neticelendirmişti. Türk milleti tam bir birlik ve beraberlik içinde hareket etmenin faydasını o günlerde çok iyi anlamış ve aynı ülkü etrafında tam bir sosyal bütünleşme örneği vermişti. Kemal'in birliği harekata katılmamış, buna karşılık Yavuz'un birliği Kıbrıs'a çıkan birliklerden bir tanesi olmuştu. Harekat bittikten on beş gün sonra, köye bir haber gelir ümidiyle Murat,İstanbul'dan ayrılmıştı. Gerçekten de gittiğinden iki gün sonra köye bir haber gelir: Saka Ali'nin oğlu Osman Kıbrıs'ta şehit olmuştu. Bu haber bütün hızıyla köye yayıldı. Bütün köylü Saka Ali'nin evine koşuşmuştu. Murat başsağlığı dilerken eskiden pek kimsenin aldırış etmediği Saka Ali'ye köylünün şimdi bir kahramanmış gibi muamele ettiğini görmüştü. Bu ona sevinç verdi, çünkü milletimiz birçok değerlerini aynen muhafaza ettiğini bu davranışıy1a ispat ediyordu. Köy kahvesinde ve evlerde bir kaç gün Osman'ın babayiğitliği, cesareti, yürekliliği anlatıldı durdu. Öyle ki Osman'ın yaptığı bir kaç basit iş bile mistik bir havaya büründürülerek içine mübalağa da katılıp destanlaştırıldı. Osman için ağıtlar yakıldı, Genç Osman türküsü ufaklı büyüklü dudaklarda günlerce dolaştı. Köyün, köylünün iftihar ettikleri bu şehit, vatanı için yaptığı fedakarlıklardan dolayı ancak bu kadar mükafatlandırılabilirdi. Murat, ölüm denilen gerçekle ilk defa o zaman karşı karşıya geldi ve içinde uyanan Yavuz'un da ölebileceği düşüncesini zihninden atabilmek için bir hayli uğraştı. Osman Murat'tan küçüktü. Ona “abi “derdi. Yaşları arasında az fark olmasına rağmen birkaç kere konuşmaları olmuş ve bir-iki düğünde birlikte oynamışlardı. Ufak tefek, sarı saçlı, mavi gözlü, çilli suratlı bir çocuktu Osman. Ama Murat'ın anası Osman için yine da şöyle diyordu: -Sen onu bi de eskere varırken göreydin,iri kıyım, sırım gibi, pala bıyıklı bir delikanlıydı… Ve bir gün, ikinci haber de geldi köye: Asteğmen Yavuz vatanı ve milleti uğruna şahadet mertebesine ulaştı...Bu habere kimse inanmak istemedi. Bir köye iki acı fazlaydı, önce Osman sonra Yavıız.. .Bu olamazdı!... Muhtar haberi getiren jandarma çavuşuna inanmayan gözlerle bakarak: -Evlât o işde bi yalnışlık olmasın? Pınarcık köyü deeldir o. Eyi bak Pınarcık diyo mu?Yavuz mu ordaki ad? Ha,bi bak... diyordu. Olanı değiştiremezdi ya, zor da olsa haber vermeliydi. Koşarak mı ağır ağır mı gitmesi gerektiğini düşündü. Yavaş gitse içindeki sıkıntıdan bunalmıştı, bir an önce bildirip kurtulmalıydı bundan. Nasıl olsa o acıklı sahneleri yaşamak gerekecekti. Adımlarını hızlandırdı. Çakırlar' ın Hüseyin'in evine geldiği zaman bir türlü avlu kapısını iteleyip içeri giremiyor, elini çitlerin üzerine koymuş bahçede kimse var mı diye bakınıyordu. Bir müddet elinde yabayla ot tepesini düzelten Murat'ı görmedi. Fark edince başladı sesinin çıktığı kadar bağırmaya: -Muraaaat, Muraaaat! Gel hele azıcık buraya... Bu canhıraş bağırmayı Murat'ın anası da babası da duymuşlardı. Onlar da dışarı çıktılar. Muhtar'ın telâşlı halini gören Murat, bir şeyler olduğunu hemen anlamıştı. İçinden dualar ederek, evden çıktıklarını gördüğü anasından ve babasından daha önce haberi öğrenmek için muhtara doğru koştu... Bu haber bütün aileyi bir kere daha perişan etmişti. Murat sabırlı ve dayanıklı olması gerektiğini idrak ediyor, anasını-babasını teselli etmek için uğraşıyordu. Bir-iki gün içinde anasının da babasının da en az on yaş ihtiyarlamış olmalarını görmesi onları da kaybedeceği korkusunu yaratıyordu. Yavuz'un hangi zorluklar altında Hukuk fakültesini bitirdiğini ve ideali olan avukatlık mesleğinde başarıya ulaşmak için ne kadar çalıştığını, düşündü. Abisiyle uzun yıllar ayrı kaldıklarını, şöyle doğru dürüst bir konuşamadıklarını hatırladı .Kimi zaman Murat köydeydi, Yavuz okuyordu, kimi zaman da tersi oluyordu. Köyde bir arada olduklara zaman da işler yüzünden yorgun düşüp yatmak için can atıyorlardı. Yalnız bir keresinde Murat'la Yavuz sabaha kadar konuşmuşlardı. Yavuz kendi okul hayatını anlatmış,öğrenci olayları hakkındaki düşüncelerini söylemiş ve kardeşine de bâzı tavsiyelerde bulunmuştu. Murat arada sorular sorarak abisinin düşüncelerini, fikirlerini zevkle dinlemişti. Yavuz şöyle diyordu: -Türkiye eski huzur dolu günleri artık çok gerilerde bırakıyor. Yüksek okullarda okumanın, tahsil yapmanın, ilmî bir hüviyet kazanmanın imkânı azalıyor. Gençlik parçalanmış vaziyette. Bir yanda azınlık olmasına rağmen imanlı ve milliyetçi gençler, diğer yanda ise her türlü millî değerleri reddeden yabancı devletlerin hayranı, beyinleri yıkanmış yığınlar var. Biz bunlara karşı mücadele vermeye çalışıyoruz, fakat bizim sesimiz onlar kadar çıkmıyor. İmkânlarımız dersen onlarınkinin yanında hiç yok sayılır. Hepsi de zengin çocukları …İçlerinde fakirlik edebiyatına kanıp da onlara katılan köylü çocukları yok değil, var. Ama onlar diğerleri tarafından istismar edildiklerinin farkında değiller . Yeni birtakım kavramlar attılar ortaya: Kapitalizm, sömürü, emek, sosyalizm, faşizm gibi. Yalnız bu kavramları biliyorlar zannetme, çünkü hangisiyle konuştuysam hiçbiri de bu kavramları bana izah edemedi. Vatan, millet, ahlâk, örf-âdet gibi değerleri ise ısrarla reddediyorlar. Merkez binanın ve diğer fakültelerin koridorları pankartlarla dolu. Bakıyorsun bir tanesinde "Faşizme ölüm" veya "Sömürüye son" yazıyor ama iyice incelersen bu pankartlarda mutlaka bir köşeye ustaca sıkıştırılmış bir orak veya çekiç görürsün.İlk öğrenci hadiselerine bizler de katıldık, o sırada birtakım haklı isteklerimiz vardı. Meselâ kitap problemi bunların başında geliyordu. Yurt, yemek, devam mecburiyeti gibi problemlerimiz de vardı ama bu problemlere çare bulmak amacıyla başlatılan hareketler sonradan birden bire yön değiştirdi. Birkaç tane militan kaba kuvvetle tehdit ederek öğrencileri okula sokmadığı gibi, toplu gösterilere de sevk etti. Hükümet aleyhine, devlet aleyhine yapılan gösterilerin sayısı gün geçtikçe artmaya başladı. Şu anda öyle bir duruma gelinmiştir ki kendi öz benliğine yani Türklüğe, devlete, vatana ve her türlü manevi değerlere düşman bir nesil yaratılmış. Bunların şimdi tek bir amaçları var: Düzeni değiştirmek!...Aslında amaçları düzen falan değiştirmek de değildir, ama öyle gösteriyorlar , esas amaç devleti yıkmaktır . Yanıldıkları ve unuttukları bir nokta var ki sayıları az da olsa devletten yana milliyetçi, ülkücü bir gençlik yavaş yavaş karşılarında cephe almaya başladı. Bu gençlik onlarla her ne pahasına olursa olsun mücadele etmeye azimli ve kararlıdır. Ölümü bile göze alan bu gençler kurulacak olan her bakımdan ileri Türkiye'nin temeline konan harcı kanlarıyla yoğuracaklardır. Şu bir kaç ay içinde öldürülen ülkücü gençlerin sayısı beşi geçti.İlerde bu sayı yüzlere ve hattâ binlere ulaşabilir. Ne olursa olsun korkmamak,mücadele etmek ve gerekirse bu uğurda ölmek gerekir. Her şeye mani alabilirler , ama ülkücü, gençliğin ölmek isteme hakkına da mani olamazlar ya!.. Büyük şair Atsız şöyle diyor: "Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister . Büyük DEVLET kurmak için büyük kan ister." diyerek konuşmasını bitirmiş ve Murat da abisinin söyledikleri üzerinde düşünmeye başlamıştı. O zaman bu mısraları içinden tekrarlayıp ezberlemişti. İşte şimdi yine abisinin söylediği bu mısralar bütün benliğini kaplıyor, ona dayanma gücü ve sabır veriyordu. Ülkü denen nazlı gelinin Yavuz'la birlikte olduğunu, o kutsal tacını çelenk gibi kabrinin başına bıraktığını biliyordu artık… *** Otobüs durağının hemen yanında kendisini kalabalığın içine gizlemek isteyen bir adam duruyordu.Yaşını kestirmek mümkün değildi, yoruma göre yaşının tayini değişebilirdi; çünkü sıhhatli, gürbüz bir yüzü olmasına karşılık bir hayli uzamış siyah, gri karışımı bir sakalı vardı. Sırtında meşinden bir ceket vardı ve yine meşinden bir şapkayı da başına giymişti.Temiz ve yeni bir yün gömleğin yakasına son moda kalın bir kravat bağlıydı. Buna karşılık üstteki düzenlilikle tezat teşkil edercesine ayağına giydiği pantolon tıpkı bir pehlivan kispetini andırıyordu. Bu pantolonun paçalarını gıcır gıcır boyalı bot tipi bir ayakkabının içine sokmuştu. Tıpkı kıyafeti gibi davranışları da birbirini tutmuyordu. Ya çok sakin ya da çok sinirli bir görünümdeydi. Bazen etrafa soran, araştıran gözlerle bakarken bazen de kendisini birisi görecekmiş gibi heyecanlanıyordu. Elindeki valize benzeyen siyah çantayı sıkı sıkıya tutuyor, kimseye kaptırmamak için boş bir çaba harcıyordu. Zirâ kimsenin onu merak ettiği veya incelediği yoktu. Caddedeki topluluğun yapısına uymayan bir kişi daha vardı. O da sakallı adamın bir metre kadar ilerisinde duruyordu. İkisinin böyle yakın bir şekilde bir arada bulunmaları tesadüf olamazdı. Bu adam çok sakin ve soğukkanlı bir mizaca sahipti.İri bir gövdesi, Alman'a benzeyen sarı-kırmızı karışımı bir suratı, sarı saçları vardı. Sırtındaki elbise herkeste rastlanabilecek cinstendi. Uzun kolları, dik olarak indikten sonra hafif kıvrılan burnu en belli başlı özelliklerindendi. Bu bariz özellikleri onu diğer insanlardan çok kolaylıkla ayırıyordu . Sarı yüzlü adam etrafı incelemiyor,soğuk bir edayla hareketsiz duruyordu. Kalabalık bir ara kıpırdanır gibi olunca sakallı adam, diğerinin yanına yaklaştı. Sadece ikisinin duyabileceği bir sesle: -Tamam o... dedi ve kalabalığın içinden zar zor kendisine yol açarak ilerlemeye başladı.Diğeri ise tamamıyla onun gittiğinin aksi istikametine doğru gidiyordu.Sakallı adam, kalabalıktan kurtulup Cağaloğlu'na sapan yola çıkınca adımlarını yavaşlatarak hiç kimsenin dikkatini çekmeyecek bir tarzda sakin adımlarla yoluna devam etti... *** Yavuz'u kaybetmenin acısını ailece günlerce yaşadılar.Acıları sonsuzdu. Birbirlerini teselli etmek için uğraşmaları sonucunda hepsi yorgun düşmüşlerdi. Murat, anasının ve babasının gözleri önünde gün geçtikçe eridiklerini görüyor, bir şeyler yapamamanın çaresizliğini yaşıyordu.. İkisi de iyice yaşlanmış ve çökmüşlerdi, öyle ki Murat bile anasını babasını tanımakta güçlük çekiyordu. Murat "Allah her şeyin kolayını verir, acılar ve ıstıraplar ne kadar çok olursa olsun, onları unutmanın, yok etmenin tek yolu sabretmektir" diyordu. Aradan geçen günler ve haftalar acılarını kısmen de olsa yok etmişti. Ailede hemen hemen eski hayat tarzına dönülmüştü. Nadiren de olsa anasının babasının güldüklerini, gülümsediklerini görmek Murat'a sonsuz bir mutluluk veriyordu. Tarlalara gitmeye, mahsullerini toplamaya başlamışlardı bile. Havaların çok sıcak gitmesi sebebiyle tarladan toplanamayan mısır yanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. O yüzden ilk iş olarak mısırların kırılması gerekiyordu. Öyle de çoktu ki ,bu sene görülmemiş bir mısır bolluğu vardı. Murat mahsulleri ambarlara doldurduktan sonra anasının babasının elini öperek İstanbul'a gitmek için yola çıkmıştı. Tam yanlarından ayrılacağı sırada ikisi de bir ağızdan: -Kendine çok dikkat emi? dediler. -Siz merak etmeyin, ben çocuk değilim artık, kendime bakmasını da kendimi kollamasını da biliyorum. Asıl siz birbirinize dikkat edin, diyerek yanlarından ayrıldı. İki yüz metre kadar ilerdeki erik ağacının yanına geldiğinde dönüp arkasına baktı. Anasının da babasının da hala oldukları yerde hareketsiz bir şekilde durup kendisini seyrettiklerini gördü.... Otobüs İstanbul'a doğru hızla yol alırken Murat , bundan sonra ne yapması gerektiği hususunda kafa yoruyordu. Şüphesiz ki eski hayatına nazaran daha değişik şartlarda yaşaması gerekecekti. Biraz değil, birçok zorlukların onu beklediğini biliyordu.Özellikle ev problemini halletmeliydi. Belki yine aynı inşaatta kalabilirim diye düşündü. Fakat Müteahhit Emin Bey'in inşaatı bitirip daireleri satmağa başlamadığı ne malumdu! Emin Bey, bütün şirinliğiyle gözlerinin önüne geldi. Hayatının önemli günlerinden biri olan o günü tekrar hatırladı.İş araması sırasında ilk karşılaşmalarını bir türlü unutamıyordu. Otobüs rampa yukarı çıkarken kulakları garip bir hal almıştı.Duymuyor gibiydiler sanki. Kendisini biraz zorladı, eski haline gelmek istedi. Uğultu şeklindeki kesik ses ona huzursuzluk veriyordu. Baktı ki olmayacak,uğraşmaktan vazgeçip eski günleri bu uğultulu dünyada bir kere daha yaşamaya başladı: *** Elindeki gazetede bulunan ilânlara göz gezdiren Murat, öncelikle hangisinden başlaması gerektiği hususunda bir türlü karar veremiyordu. Bir iş bulacağına mutlak nazarı ile bakıyor, buna inanıyordu. Kendisinden emindi, ne iş olursa olsun yapacak ve tahsili için gerekli parayı kazanacaktı. İçindeki sonsuz güvene karşılık bir de tarifi imkânsız heyecan vardı. Önce hangisinden başlamalı diye kararsızlık içinde olması da bundandı. Sonunda kararını verdi, gazetedeki sıraya göre başlayacaktı. Birinci ilâna baktı. Burada bir telefon numarası vardı. Hemen Sirkeci'deki Büyük Postane'ye gitti, bir jeton aldı ve numarayı çevirdi: -Alo,beyefendi,gazetedeki ilânınızı okudum.İşyerinizde size bir yardımcı lazımmış.Onun için... -Tahsiliniz nedir? -Fakültede öğrenciyim efendim. -Aradığımız yardımcıyı bulduk biz... ve telefon kapandı.İkinci ilân da telefon numarası vermişti. Bir kere daha telefonu çevirdi.Bu sefer bir bayan çıktı: -Eleman aradığınızı gazeteden okudum,onun için rahatsız ediyorum. -Evet arıyoruz! -İş hakkında bilgi alabilir miyim acaba? -Maalesef bir şey söyleyemem. Buraya gelin o zaman görüşürüz. Adresi yazın lütfen! Aldığı adres Bayazıt'da idi. Verilen adresteki iş hanının merdivenlerini hızla çıktı ve 32 numaralı odanın kapısını vurarak içeri girdi. Masada genç bir hanım oturuyordu. Telefon elinin yanındaydı. Demek ki biraz önce görüştüğü hanım buydu. Masanın karşısındaki koltuklarda dördü erkek birisi kız olmak üzere beş kişi oturuyordu. Masadaki bayan beklemesini ve sırası gelince Cengiz Bey'le görüşmek üzere karşıki odaya alınacağını söyledi. Daha sonra da gelen telefonları, cevaplandırmaya başladı. Murat yanına oturduğu gence baktı, uzamış lüle lüle olmuş saçlarıyla bir kız havasındaydı. Hareketleri de bunu doğrular nitelikteydi. Onun da kendisine baktığını görünce sırf konuşma olsun diye: -Siz de mi iş için geldiniz? diye sordu. -Evet,öyle. -Acaba nasıl bir iş olduğu hususunda bir bilginiz var mı? -Pek emin değilim,ama galiba bir derginin satışı olsa gerek.Bir de çok önemli bir iş gibi gizli tutmalarına ne dersiniz... Masadaki hanımın kendilerine çatılan kaşlarla baktığını görünce konuşmayı kestiler. Bir saat on beş dakika sonra, çıkanların asık bir suratla terk ettikleri odaya Murat girdi. İçerdeki adam gayet şık giyinmiş, kibar bir kimseydi. Hemen ayağa kalkarak Murat'ın elini sıktı. “Hoş geldiniz “dedikten sonra oturması için karşıdaki koltuğu gösterdi. Murat oturunca adam hiç vakit kaybetmeden konuşmaya başladı: -Tahsilinizi öğrenebilir miyim? -Fakültede okuyorum. -Çok güzel,nerede oturuyorsunuz? -Yurtta kalıyorum. -İşe alınırsanız ikametgâh gerekecek de onun için soruyorum. İstediğimiz tek evrak ve garanti , bu ikametgâhtır. Bizim kadromuzda yüze yakın eleman çalışmaktadır ve her geçen gün bu kadroya yenilerini ilâve ediyoruz . Sürümü olan bir derginin pazarlamasını yapacak elemanlar istiyoruz. İş çok kolay ve bu kolaylığına karşılık da bol gelir sağlayıcıdır. Bakınız şu dergiyi satacaksınız . Üzerindeki fiyatı 350 kuruştur. Sattığınız her derginin yarısı sizindir. Ayrıca da her ay sattığınız dergi miktarına göre primleriniz var, bunların yanı sıra ilginç ödüller de veriyoruz. İşe istediğiniz zaman gelir, istediğiniz zaman gidebilirsiniz. Kimse size karışmaz. Okuldan artan zamanlarınızda bilhassa evlere gitmek suretiyle dergilerimizi satmaya çalışırsınız . Disiplinli ve yöntemli bir çalışmayla haftalığınızı 1500 liradan aşağıya düşürmeyeceğinizden emin olunuz. Murat, elindeki dergiye konuşurken göz gezdirmişti. Dergide işe yarar bir şey görememişti. Baştan aşağıya sol görüşlü birtakım yazılarla doluydu. Dergiyi yanındaki sehpanın üzerine koyup, adama teşekkür edip giderken o hâla: -Düşünün, kararınızı verirseniz bize gelin. Burada para kazancınızdan başka erkek ve bilhassa kız arkadaş kazancınız da olacak... diyordu. Üçüncü işyeri ise Tahtakale'deydi. Murat şimdi bir toptancı dükkânında , acayip bir Türkçe ile konuşan Ermeni'ye derdini anlatmaya çalışıyordu. Ermeni, nereli olduğundan tutun da daha önce hangi işlerde çalıştığına varıncaya kadar çeşitli sorular soruyordu. Hem vereceği ücret de çok azdı. Arada sırada sinsi sinsi gülmesi de Murat'ın iyice asabını bozmuştu. Oradan çıkıp da diğer ilânları dolaşmaya başladığı zaman, bir sürü Ermeni'nin yanı sıra Rum ve Yahudi işverenlerin de bulunduğunu ve hemen hepsinin aynı zihniyet ve karakterde olduklarını görmüştü. Akşam olup da yurda döndüğü zaman,çok yorulduğunu fark etti. Aşağı yukarı on beş yere müracaat etmiş ama bunların çoğu iş değil resmen üçkâğıtçılıktı. Bir kısmı kefil istiyor, bir kısmı da teminat yatırılması şartını ileri sürüyordu. Ümidini kaybetmemeliydi, bunun için bütün gece kendi kendine moral verdi. Bulana kadar arayacaktı . Koskoca, İstanbul'da mutlaka doğru dürüst bir iş bulacaktı. İş araması tam bir hafta sürmüştü. Ya ilânlara bakarak ya da doğrudan müracaat ederek iş arıyordu, fakat bir sonuç elde etmesi mümkün olmamıştı. Bir gün bir ilân üzerine Kadıköy tarafına geçmişti. Altıyol’daki adresten de bir şey çıkaramayınca oradan dalgın bir şekilde yürümeye başladı . Yavaş yavaş ümitsizliğe kapıldığını hissediyordu. Derken 'Tramvay Müzesi'nin yanına gelmiş olduğunu gördü. Buralara ilk defa geliyordu. İlerilere doğru baktığında ağaçlıklar ve yeni yeni inşa edilmiş apartmanlar görünüyordu tepenin üstünde. O taraflara doğru yürümeye başladı. Altından araçların geçtiği demiryolu köprüsünü bir yokuş takip ediyordu . Yokuşu çıktığında yorulmuştu, bir taşın üzerine oturup biraz dinlendikten sonra tekrar yürümeye başladı. Apartmanlar, bahçe içinde tek katlı evler, ağaçlar ve çiçekler bulunan bu semt karşı tarafa göre bir cennetti. Murat'ın dikkatini çeken diğer bir husus da burada inşa halinde bir çok apartmanın bulunmasıydı. Sol tarafa ayrılan ilk yola saptı. Biraz ilerde büyük bir inşaat ve bu inşaatın önünde bir baraka gördü. Kararı kesindi, ne olursa olsun iş isteyecekti ve verirlerse inşaatta çalışacaktı. Barakaya yaklaştı, penceresinden içeriye baktı. İki adam karşılıklı oturmuş konuşuyorlardı.Kapıyı vurarak içeri girdi; -Bu inşaatın sahibi kim? diye sordu. Adamlar önce biraz şaşırdılar bu ani soru karşısında, fakat bir tanesi kendisini çabucak toparladı: -Sahibini ne yapacaksın? Ben değilim, ama karşıdaki Emin hey müteahhididir. -İş istiyorum, çalışmam lâzım.Burası da büyük bir inşaat olduğuna göre nasıl olsa bana göre de bir iş bulunur dedim. Zayıf,ince yapılı adam Murat'a Karadeniz şivesiyle: -İyi demişsin de bu iş sana göre değüldür, dedi. -Nasıl olursa olsun fark etmez benim için. Çalışmak istiyorum. -Bak hem çok zayıfsın hem de parası azdır .Daha önce böyle bir işte çalıştın mı? -Hayır,ama köyde buna benzer işler yaptım. -Köylü çocukları işten korkmazlar,ben de köylüyüm. Nerede oturursun? -Yurtta kalıyorum. -Yurtta niye kalıyorsun? -Fakültede öğrenci olduğum için, yâni yüksek tahsil yapıyorum. -Öğrencisin ha...Öğrenci inşaat işinde amelilik eder mi hiç? Sonra bu öğrenciler hiç de tekin olmuyorlar.Vay canına be,yüksek tahsil yapan birisi gelsin inşaatta iş istesin,olacak şey değil!.. - Otur,şuraya otur da konuşalım.Ne istiyorsun gündelik olarak? -Diğer işçilere ne veriyorsanız o kadar. -Günde elli kâğıt, istediğin gün çalışmazsın, çalışırsan yevmiyen işler, çalışmadın mı işlemez. Razı mısın buna? -Evet, yalnız bir mesele daha var. -Neymiş o? -Buralarda ev bulmam lâzım. -Bulacağın evin kirasına yetmez senin aldığın para. İyisi mi biraz sabret, sen temiz bir insana benziyorsun, ben sana bir iyilik edeyim. Apartmanın alt dairesinin bir odasını örelim, inşaat bitip daireler satışa çıkıncaya kadar orada oturursun. Yarından itibaren de işe başla. Murat ertesi gün sevinç ve mutluluk içinde işe başlamış ve bir yıl boyunca da okula gitmediği veya okulun kapalı olduğu günlerde inşaattaki çalışmasına devam etmişti. Önceleri kendisini biraz yadırgayan işçilerle de kısa zamanda kaynaşmış, samimileşmişti.Onlarla çeşitli konular üzerinde konuşuyorlar, birlikte yemek yiyorlardı. Geldiğinin ikinci günü bir işçi ürkek ürkek yanına yaklaşmış ve Murat'a: -Sen galiba tahsilliymişsin.Bize desene n'olacak bizim halımız?diye sormuştu. -Halinizde ne var,niye şikâyet ediyorsunuz? -Bak gardaş şinci bizim hakkımızı hukukumuzu koruyan talebelerdir. Hani sen de onlardanmışsın da onun için soram dedim. Arkadaşlarının Murat'la konuştuğunu gören diğer işçiler de geldiler etrafını sardılar.Hepsi birden Murat'ı soru yağmuruna tutmaya başladı: -Hoş gelmişen bilem demedik da sana.Acep nerelisin? -Niye bura geldin? -Mektepler nasıl? Talebeleri biz çok severik. Bütün umudumuz onlar. Bi hayır gelirse onlardan gelir... -Bizim sırtımızdan geçinenleri işte bunlar duman edecek bunlar... -Bi de bunların devleri va,bi de onları gör.Dev,dev... -Geçende bi yürüşlerini gördüm, kollar havada bağırıyo gençlerimiz. Şunu isterik, bunu isterik diye. -Sen de onlardan mısın argadaş? -Kimlerden miyim? -Devlerden,devlerden değel misin? -Ben ne şuyum,ne de bu...Ben bu tür soruların da karşısındayım. -Öyleysem sen bizim sömürülmemizi de isteyon!.. -Niçin sizin sömürülmenizi isteyeceğim? Bunun bana ne faydası var? Ben sadece öğrenci olaylarını tasvip etmediğimi söylüyorum. Her gün boykot , her gün yürüyüş var...Okullar açılalı çok oldu, ama biz daha bir hafta bile ders yapamadık doğru dürüst. Bizim okumamız için devlet onca para harcıyor, yazık değil mi bu boş yere giden paralara? Kaybettiğimiz seneleri nasıl telâfi edeceğiz? Oysa kaybolan bir günün dahi sadece bize değil ana-babamıza da zararı dokunuyor. Oğlum, kızım okusun diye dişinden tırnağından arttırdıklarını bize gönderen anamız babamız ömrümüzün sonuna kadar bize bakmaya mecbur mu? Kendimizi düşünmesek bile onları düşünmeliyiz . -Onda haklısın, ama biz sürünürken bizim sayamızda para kazanıp safa sürenler yok mu? -Evet var,hem de pek çok. -İşte o gençler biz yoksullar için gayrat sarfediyo. Hepsi de halk çocuğu olduğu için köylüyü işçiyi tutuyolar. -Ben onların içinde yaşıyorum. Herhalde sizlerden daha iyi tanımalıyım bu halk çocuğu dediğiniz kimseleri. Onların arasında gerçekten halk çocuğu veya köylü çocuğu denebilecekler parmakla sayılacak kadar azdır. Genellikle zengin sosyetenin manevî değerlerden kopmuş, ne yapacağını bilmeyen, hiçbir hedefleri bulunmayan, macera peşinde koşan çocuklarıdır onlar. Çoğu bıktıkları o hayatın içinde lüks bir şekilde yaşıyor, fakirlik nedir hayatlarında görmemişler. Birtakım sloganlarla memleket meselelerine çare bulduklarını sanıp, kendilerini aldatırlarken memleketimizin içerde karışıklığa sürüklenmesine de sebep oluyorlar. Bu ise dış düşmanların işine yarıyor. Bazı memleketler de bu gençleri kullanarak kendi ideolojilerini Türkiye'de yaymaya çalışıyorlar. Bir gün bu çalışmaların ve yıkıcı hareketlerin sonunda memleketimiz Komünizm’le karşı karşıya kalırsa hiç şaşırmam. -N'olur ki koministlik olursa...Bizlerin zaten hiçbir şeyi yok. Durum yine aynı olmayacak mı? -Bakın, sizin anlayabileceğiniz bir şekilde anlatayım: Şimdi sömürülmekten şikayet eden sizler değil misiniz? -He,bizik… -Komünist sistemde şimdikinden daha ağır bir sömürü vardır.Çoğunluk geceli gündüzlü durmadan çalışırken, parti ileri gelenleri her türlü maddi imkânlara ve dünya nimetlerine sahipler. Gelir dağılımında bir eşitlik vardır, bu doğru , ama bu sadece emekçilerin sefaletteki eşitliği şeklinde ortaya çıkmıştır. Öte yandan bütün üretilen mallar devletin ve devlet çarkının etrafında bulunanların yararına kullanılmaktadır. Hem sonra bunun sadece maddî yanı değil bir de sosyal yanı vardır ki bu daha da beterdir. Hepiniz bir dine mensupsunuz ve müslümansınız değil mi? -Elhamdülillâh Müslümanız. -Komünizm insanoğlunun en tabiî hakkı olan dini de reddeder . Din, Komünizm'e göre bir afyondur, insanları uyuşturur. Bunlardan başka millet realitesinin inkarı, ahlâkî değerlerin reddedilmesi, aile denen kurumun toplumdaki kutsallığının kaybolması gibi sayısız mahzurlu tarafları da vardır . Kaybedecek bir şeyimiz yok demiştiniz biraz önce, oysa dikkat ederseniz maddî olarak kaybedecek bir şeyiniz olmamasına rağmen, kaybetmek istemeyeceğiniz aileniz, dininiz, namusunuz ve diğer değerleriniz mevcut. Bir de bunlardan mahrum yaşamak isteyeceğinizi hiç zannetmiyorum... Bu konuşmadan sonra Murat'la inşaattaki işçiler arasında çeşitli vesilelerle sohbet edebilme imkânı olmuş ve karşılıklı olarak birbirlerini iyice anlamış ve tanımışlardı. Murat dilinin döndüğü kadar bildik¬lerini, inandıklarını onlara anlatmaya uğraşmıştı. O ilk günlerin çekingenliği, soğukluğu kısa zamanda yerini samimî bir dostluğa bırakmıştı. En sonunda hepsi de Murat'ı çok sevmişlerdi ve ayrıca ona karşı saygı da duyuyorlardı. Murat'ın ders çalıştığı günlerde onu rahatsız etmemek için gürültü etmekten kaçınırlar, tâ ki Murat dersi bitirip yanlarına gelinceye kadar sabırsızlıkla kapıya bakarlardı. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden gelmiş temiz kalpli, samimi, yiğit, yanık yüzlü, fedakâr,saf Türk çocuklarıydı hepsi de... Murat, hepsinin de aynı karakter ve mizaca sahip olduklarını anlamış ve bozulmadıklarını düşünerek sevinmişti. Murat bunları düşünürken yanında oturan adamın sesiyle hayallerinden gerçek dünyaya geçti.Adam elindeki Samsun paketini Murat'a doğru uzatmış, -Bir sigara yakar mısınız? diyordu. Murat sigarayı alıp,teşekkür etti.Adam,ikisinin de sigarasını yaktıktan sonra sordu: -Yolculuk İstanbul'a mı? . -Evet,ya sizin? -Ben de İstanbul'a gidiyorum.Buraya firma tarafından bir iş için gönderilmiştim,işimi bitirdim ve şimdi de dönüyorum. -Benim de okulum yakında açılacak,onun için biraz erkenden gidip bir ev bulayım dedim. -Demek öğrencisiniz !Yüksek okulda mı? -Evet. "Öğrencisiniz" derken adamın gözlerinin içi gülüyordu.İster istemez toplumda öğrencilerin aleyhinde ve lehinde olmak üzere iki aksi kutup olduğunu bu gözler Murat'a hatırlatmıştı. Ne de olsa kendilerini sevenler da vardı. Murat bunları düşünürken yanındaki yol arkadaşını da inceliyordu. Adamın yaşı 35'in üzerinde gösteriyordu, belki daha da gençti,ama yüzündeki derin çizgiler olduğundan yaşlı fikrini veriyordu. Saçlarında yer yer beyazlıklar görünüyor ve sol yanağında çenesine kadar uzanan bir bıçak yarası yer alıyordu. Uzun bir yüzü, uzun bacakları ve kolları vardı. Üstü-başı gayet iyiydi, sırtındaki elbise tertemiz ve yeniydi. Konuşurken normalden fazla heyecanlanmasına karşılık kelimeleri kullanışı ve telâffuzu çok güzeldi. Yalnız zaman zaman bazı kelimeleri sanki kasten köylü şivesiyle taklit eder gibi bir hali vardı. Bir müddet sonra Murat,yol arkadaşının ne iş yaptığını, nereli olduğunu öğrenmiş ve onun enteresan hayat hikayesini dinlemeye başlamıştı. Yanındaki adam açıkça bir katildi...Bunu şu anda kendi ağzıyla itiraf ediyordu.İlk defa bir katille karşılaşan Murat , onun ruh halini anlamaya çalışırken anlattıklarını ilgiyle dinliyordu. Biraz sonra otobüsün iç ışıkları da sönünce adam kendisini daha rahat hissetmiş olmalı ki ,bazen konuşmasına ara vererek daldığı düşüncelerden de sıyrılmış olarak konuşuyordu.Heyecanlı konuşması sakinliğe dönüşmüştü: "Ben bir köylü çocuğuyum, belki siz de bilirsiniz köy hayatını. Zorluklar içinde geçer, fakirlik herkesin belini büker , ama ben yine de herkesten daha rahattım.Tarlam, hayvanlarım ve hatta traktörüm bile vardı. Babasız büyüdüm ben. Çok küçük yaşta babamı kaybettim. O zaman daha altı yaşında ya vardım ya yoktum. Babamı ancak hayal meyal hatırlarım. Öldürüldüğü gün de ne olduğunu hiç anlamadım. Gelen giden bir sürü insan vardı o gün. Zaten hatırladığım şey sadece bu kalabalık insan topluluğuydu. Babam öldükten sonra bize amcam bakmaya başlamış , tarlalarımızı ekmiş, her şeyimize yardım etmiştir. Amcam, beni küçüklüğümden beri babamın intikamını almam için doldurdu. Bizim oralarda kan davası çok önemlidir. Sizin oralarda kan davası pek yoktur . Bizde ise kan davası gütmeyenleri adam yerine koymazlar, bütün köylü onunla alay eder. "Babasının kanı yerde duruyor, eşşek kadar herif bunu temizlemiyor” şeklinde ileri geri konuşup hakaret ederler. Kanunun verdiği cezayı ceza saymazlar, illâki öldürmek,kanı temizlemek lâzımdır .Babamın katiline yirmi dört sene hapis verdiler.Aftı şuydu buydu derken ben on sekiz yaşındayken adam hapishaneden çıktı.Köyde herkes benim adamı öldürmemi beklemeye başladı.Amcam bir yandan, anam bir yandan, diğer akrabalarımız, arkadaşlarım devamlı öldürmem için beni işliyorlar¬dı. Uzaktan uzağa adamı da birkaç kere gösterdiler.Adama baktım, beli iki büklüm zorla yürüyor, çökmüş, bitmiş zavallı...Kolay mı insan öldürmek, ne yapacağım diye günlerce düşündüm. Sokağa, kahveye çıkamaz, çeşmeye gidemez olmuştum. Bir gün sabahleyin erkenden kalktım. Hiç kimseler yoktu ortalıkta. Çeşmenin oraya doğru yürümeye başladım. Baktım babamın katili de çeşmeye gelmiş, sabah namazı için abdest alıyor. Gittim yanına. Ben onu tanıyorum ama o, benim kim olduğumu bilmiyordu. Ayaklarını yıkarken, yanına iyice yaklaştım. Sen filânca mısın diye sordum .Başını salladı yüzüme hiç bakmadan… Belimdeki tabancayı çıkardığım sırada bana doğru döndü, öldüreceğimi anlamış olacak ki yalvarmaya başladı. Elim tetiği çekerken sanki kendimden geçmişim. Bütün mermileri kafasına sıktım, yalağın içine yığıldı kaldı adamcağız . Her taraf kan içindeydi.. . Sonra beni yakaladılar, götürdüler . Tarlaları, traktörü sattım savdım.Bu zamanın parasıyla doksan bin lira yedirdim sağa sola. Sonunda sekiz seneyle kurtuldum. Derken bir af çıktı, üç seneyi bile doldurmadan dışarı çıktım. Ben hapishanedeyken anam ölmüş. Geldim köye, ama etrafta serbest dolaşmak ne mümkün?.. Adamın yetişkin oğulları, bir sürü akrabaları var. Derken askere gittim, askerlik dönüşü yine köye geldim. Köyden evlendim. Düğünden sonra baktım olacak gibi değil aldım karımı ve İstanbul'a kaçtım. Kalan bir kaç parça tarlayı ve evi hiç gözüm görmedi. Köyde kalsam mutlaka beni de vuracaklardı. Onlar vurmasa bile ben korkudan onlardan bir tanesini vuracağım, ondan sonra tekrardan hapishaneye… Allah oraya insanı düşürmesin, neler gördüm orada neler... Sapıklar, dayaklar, işkenceler, uyuşturucu maddeler …Kötü olan ne varsa hepsi orada. Bereket param vardı da az sene yedim. Kardeşim, kim ne derse desin para hayatta bazen işe yarıyor, param olmasaydı elalemin maskarası olacaktım. Devir öyle olmuş ki parayla çevrilmeyecek düzen kalmamış. Paran olduktan sonra suçlu da olsan suçsuz ,haksız da olsan haklı çıkarsın. İstanbul’da iyi bir iş buldum. Motordan anladığım için bu işte kısa zamanda yükseldim. Gelirim çok iyi, dış göreve gidersem kazancım daha da artıyor, ama o zaman da aklım evde kalıyor. Ellerinden öper üç yaşında bir oğlum var, şimdi bütün korkum bana değil de karıma veya oğluma bir kötülük yapmalarıdır. Burada hiç kimse yerimi izimi bilmiyor, köşe bucak bir tanıdık görmeyeyim diye kaçıyorum. Amma kardeşim bu kaçış ne kadar sürecek işte orasını bilemiyorum. Gençliğimde yaptığım bir cahilliği, bir hatayı, hayatı sevdiğim bir sırada ödemek istemiyorum. Dedim , ya çok korkuyorum, çok..." Konuşmasını bitirdikten sonra adamın o durgun hali tekrar ortaya çıkmıştı.Çünkü artık susuyordu ve gören de zannederdi ki bu adam bundan sonra hayatının sonuna kadar hiç konuşmayacak.Gerçekten de yolculuk bitene kadar hiç konuşmadı, ağzından bir tek kelime bile çıkmadı. Bir ara Murat, adamın anlattıklarından dolayı pişman olabileceğini ve suskunluğunun da bundan ileri geldiğini düşündü. Terminale geldiklerinde el sıkışarak ayrıldılar. Adam elindeki alet çantasıyla yavaş yavaş giderken Murat da problemlerle,mücadelelerle dolu bir hayata doğru, aksi istikamette yürümeye başladı. *** "Kalabalığı çepeçevre kuşatmış toplum polisleri ,yukarıdan kuş bakışı kafalarındaki beyaz miğferlerle değişik bir görüntü oluşturuyorlar, toplum polislerinin yoğun olduğu yerlerde ise sırtlarında fotoğraf makineleriyle gazeteciler bulunuyorlardı. Gazeteciler sanki bilhassa polislerin arkasına sığınmak, saklanmak, görünmek istememek düşüncesindeydiler. İçlerinde topluluğun arasına girmiş bulunanlar, yüksek bir yerden bütün kalabalığı objektiflerine sığdırmak isteyip fotoğraf çekenler de vardı, ama bu sürüden ayrılanlar fazla ayrı kalamıyorlar ve tekrar en kestirme yoldan eski yerlerine dönüyorlardı. Gazetecilerden bazıları ellerindeki defterlere olayla ilgili notlar alıyorlar, hattâ şimdiden olayın manşetini hazırlayanlar bile vardı. Bir gazeteci yüzünde sinsi bir ifadeyle elindeki deftere bir şeyler karalıyordu. Yazarken de yüzüne düşen uzun saçlarını ikide bir eliyle arkaya doğru itiyordu.Sahife karalamayla doluydu, anlaşılan yazılan haberleri beğenmemiş ve en çarpıcısını ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Yazdıkları eğri büğrü yazısına ve karalanmış yerlere rağmen yine de okunabiliyordu; "Komandolar Arkadaşlarının Cenazesinde Köpekler Gibi Uludular" başlığını çok beğenmiş olmalı ki altını kalın bir çizgiyle çizmişti. Devamını getirmek için yoğun bir gayret harcadığı belliydi: "Dün öldürülen ve Komando olduğu ileri sürülen Murat .... 'in cenaze töreninde bulunan kendilerine ülkücü denen gençler, etrafta bulunan Devrimci derneklerin şubelerine saldırmışlar, yoldan geçen vatandaşları törene katılmaya zorlamışlardır. Hakim oldukları okullardaki öğrencileri kaba kuvvetle derslere sokmayarak, asker gibi sıraya dizip silâh tehdidi altında götüren komandolar..." Bu sırada dört tane gencin kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu gördü, aceleyle defteri katlayıp cebine soktu. Telaşlı hali hemen belli oluyordu. Gençlerden biri: -Gazeteci misin? diye sordu. -Evet. -Hangisinden? -....... Gazetesi muhabiriyim. -O gazetenin muhabirini burada görmek istemiyoruz. Defol git buradan. -Bu benim en doğal hakkım, tarafsız bir gazetenin temsilcisi olarak… Cümlesini tamamlayamadı, çünkü dört gencin de birden ağzından çıkan: -Neee?... Çığlığı ile titremeye başladı. Bu sırada gürültüyü duyan polislerden bir kaçı oraya doğru bakmaya ve biraz sonra da gazetecinin ve gençlerin etrafında toplanmaya başladılar. Kalabalıktan bir çok kişi de dikkatlerini ne oluyor diye o tarafa yöneltmişlerdi. Polislerin geldiğini gören gazeteci önce dikleşir gibi oldu, sonra nedense bundan vazgeçti ve elindeki fotoğraf makinesini hızla yere vurdu. Kırılan fotoğraf makinesinin kayışından tutarak herkesin şaşkın bakışları arasında oradan uzaklaştı. Onun uzaklaştığını gören polisler de eski yerlerine döndüler. Ertesi günkü gazetede haberin başlığı değişmiş ve şöyle olmuştu: "Komandolar Gazetemiz Muhabirine Saldırdılar.” *** (Devam edecek)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |