Kurguyla gerçek arasındaki ayrım, kurgunun mantıklı olmak zorunda olması. -Tom Clancy |
|
||||||||||
|
Roman Hakkında Açıklama: *Sayın Okur! *Bu roman 1979 yılında yazılmıştır. *Birçok yayınevine gönderilmiş olmasına rağmen “basılabilir” oluru alamamıştır. *O nedenle 8-9 senedir internet ortamında yayımlanmıştır. *Yaklaşık 100.000’in üzerinde tıklanmıştır. *Kaç kişi tarafından okunduğunu ise bilmek takdir edersiniz ki mümkün değildir.Tıklamaların kaçı okumaya dönüştü bilinemez. *Çok sayıda övgü almış,ama yergi almamıştır. *1980 öncesi Türk Gençliğinin yaşadığı dramı bir Ülkücü gencin yaşantısından hareketle anlatmaktadır. *Bu dönemdeki solcu gençlerin yaşadıkları acıları yansıtan çok sayıda roman sonradan yazılmıştır. *Ancak Ülkücü gençlerle ilgili romanların sayısı bir elin parmakları kadar bile değildir. *O nedenle bu roman sözünü ettiğimiz alanda yazılmış eserlerin ilklerinden birisi belki de ilkidir. *1980 öncesi gençlik üzerinde oynanan oyunların günümüzde de sahnelenmek istendiğini görerek onları bu romanla uyarmak istiyorum. *Çünkü ister sağcı,ister solcu:ister ülkücü,isterse devrimci olsun,onların hepsi bizim çocuklarımızdır. N İ F A K ... ÖMER FARUK HÜSMÜLLÜ İletişim: ofh1952@gmail.com Kasım-1979-Göztepe ----------3. ve son bölüm------- Sıcak bir yaz günü Murat, arkadaşı Osman'la birlikte okuldan çıkmış yemek için Merkez Bina'daki Turan Emeksiz Lokantası'na gidiyordu.İkisi de başları önlerinde bir müddet hiçbir şey konuşmadan yürümüşler, Merkez Bina'nın kapısına geldiklerinde polislere kimliklerini gösterip içeri girmişlerdi.Parmağıyla biraz ilerde ağaçların altındaki bankları işaret eden Osman, -Murat, gel şurada biraz oturalım. Yemekhane şimdi çok kalabalıktır. Biraz sonra tenhalaşınca gider yemeğimizi yeriz, dedi. Osman,Murat’ın sevdiği çok iyi bir çocuktu.Genellikle yemeklere ikisi beraber giderlerdi. Osman'la fakülteye ilk girdiği gün tesadüfen tanışmıştı. Daha sonra da bu arkadaşlık, birbirlerine verilen notlar, yapılan karşılıklı yardımlarla pekiştirilmişti. Osman,uzun boylu, kumral saçlı, biraz zayıfça bir köylü çocuğuydu. Egeliydi. Ailesi fakir olduğu için burs almak zorunda kalmıştı . Fikir tartışmaları sırasında devrimci olduğunu itiraf eder ve Murat'la tartışmadan yapamazdı. Memleketlisi olan çeşitli fakültelerde okuyan bir hayli arkadaşı vardı ve Osman onlardan birkaçı ile aynı evi paylaşıyordu. Hattâ bir keresinde bu eve Murat'ı da davet etmişti. Osman'ın evine gittiği zaman sekiz-dokuz kişilik bir kalabalıkla karşılaşan Murat, bu kadar çok insanın bu ufacık eve nasıl sığdıklarını kendi kendine sormuştu. Sonradan öğrendi ki hepsi burada kalmıyorlardı ,bunların bir kısmı bu civarda oturuyorlardı ve misafir olarak gelmişlerdi. Misafirlerin hepsi de ilkokul öğretmeniydi. Her zamanki gibi lâf dönmüş dolaşmış siyasi konulara gelmişti. Murat, bir sürü devrimcinin arasında yalnız başına kaldığını hissetmiş ve acı da olsa şu gerçeği kabul etmişti ki ; "Bunların beyinleri gerçekten şartlandı-rılmıştı , doğru olan yolu bulmaları için olağanüstü gayrete ihtiyaç vardı. "Bu toplantı sırasında hareketlerinde bir anormallik sezdiği daha sonra Osman'dan sarhoş olduğunu öğrendiği bir ilkokul öğretmeni kendinden geçmişçesine şöyle konuşuyordu: "-Ben bu meslekte sekiz senedir çalışıyorum. Bu kadar senelik hizmetimin sonunda elime ne geçti? Hiçbir şey... Daha başımı sokacak bir evim bile yok.Gece gündüz durmadan çalış, sonunda devlet senin eline iki kuruş sıkıştırsın ve bununla yaşamını sürdür desin. Olmaz bu...Öte yanda adam on bine, yüz bine, milyona para demesin, yaz tatilini kış tatilini yurt dışında geçirsin, biz de burada karnımızı doyuracak ekmek parasına muhtaç olalım. Adalet bu mudur? Memlekette eşitlik olmalıdır, eşitlik... Bir kitlenin sömürüsüne son verilmelidir. Bu nasıl olacak? Sosyal adaleti ancak devrimci güçler gerçekleştirebilir. Dünyada bunun örnekleri verilmiş. İşte Bulgaristan, Romanya, Doğu Almanya,Rusya… Orada herkes eşit, farklı, imtiyazlı sınıf yok. Sosyalist sistem Diyalektik Materyalizm sayesinde fertlerini mutlu etmesini bilmiştir. Biz de aynı sistemi uygulayıp burjuva sınıfının tahakkümüne ve halkımızı sömürmesine son vermeliyiz! dedi ve biraz soluklanıp devam etti: -Ben bu düşüncelerimi söylediğim zaman bazıları bana Komünist diyorlar. Gerçi ben bundan alınmıyorum , ne derlerse desinler, benim için fark etmez. Ya kendileri ne? Kapitalizmin köpekleri ve uşakları, Faşistler… Onlara göre iyi bir adam dinine bağlıymış, milletini severmiş, örfünü âdetini sayarmış, ahlaklıymış filân… Bunlar artık karın doyurmuyor. Benim karnım açken, gereksinme içindeyken birtakım hayalî hedeflerle kendimi avutamam. Burjuva icadı boş şeylerle beni kandıramazlar. Öğrencilerimi geleceğe bilinçli olarak hazırlamak için uğraşıyorum. Diyorum onlara “sizler gariban çocuklarısınız , kiminizin babası amele , kiminizin fabrika isçisi veya seyyar satıcı. Zaten Eyüp ve civarında oturan pek az burjuva vardır, burada herkes fakirdir . Bu memlekette okuması gereken sizlersiniz, burjuva veletleri okumasa da olur “ diyorum. ” Onlar babalarının servetlerine güvenirler, ama sizin güvenecek neyiniz var?” diyorum. -Bence bilinçlendirme ilkokul çağında başlar. Bütün öğretmen arkadaşlar gençliği daha ilkokul çağındayken bilinçlendirmeli ki devrim yarın kolaylıkla gerçekleşebilsin. Ders, ders ne var bu derslerde?... Sadece ders yeterli mi sanıyorsunuz?Bunun yanında öğrencilerin fikren de bilinçlenmeleri gerekmez mi? -Ben çalışmalarımın ürünlerini topluyorum. Kendi gözlerimle öğrencilerimden bazılarının devrimci liderimiz ....."in fotoğrafını koyunlarından çıkarıp öptüklerini gördüm. Yarının ....'leri yetişiyor.. Tüyleri ürperten insafsız, korkusuz kıyımı kendi ağızlarıyla itiraf ediyorlardı işte . Murat , tedirgin olmuş ve orayı hemen terk etmişti. Akılları sıra aralarına yeni giren bir arkadaşı da bilinçlendiriyorlardı. Taktik ve metod her olayda olduğu gibi yine aynıydı... Oturdukları banktan biraz sonra kalktılar,pankartların asılı olduğu koridora girip oradaki kapıdan dışarı çıktılar.Karşıdaki duvarlarda kırmızı boya ile yazılmış yazıları kim bilir kaçıncı defa okuyup yollarına devam ettiler: Devrimci şehitler: Hüseyin, Deniz , Mahir , Ömer, İbrahim... Yemekhaneye geldiklerinde kuyrukta biraz daha beklemeleri gerektiğini anladılar. Beklerken duvarlara mavi, kırmızı, siyah tükenmez kalemlerde yazılmış olan şiirlerin, küfürlerin, argo deyimlerin yanı sıra siyasî sloganları da okuyarak vakit geçirdiler .Osman,hem gülüyor hem de eliyle duvardaki yazıyı gösteriyordu: Faşist köpekler giremez... Yemeklerini yerken önce Osman söze başladı: -Dün bir devrimciyi daha öldürmüş sizinkiler ! Bu gün okulda arkadaşlar konuşurken duydum, galiba boykota gidilecekmiş. Bu ölenle devrimci şehit sayısı yirmiyi geçti, sizin gericiler çok insafsızmış doğrusu. -Daha önce de böyle demiştin, ama sonradan birçoğunun devrimciler arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı öldürüldüğünü ve birçoğunun da katillerinin kimler olduğunun tespit edilemediği gerçeği ortaya çıktı. Ölen devrimcilerin sayısını biliyorsun, ama ölen ülkücülerin kaç tane olduğunu da biliyor musun acaba? Sayılarının kaç yirmiye ulaştığından haberin var mı? -Bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa asıl sizinkiler birbirlerini temizliyorlar .Ölen devrimci olursa çok üzülüyorum, ama ülkücü olursa ne yalan söyleyeyim hiç bir şey hissetmiyorum. -İster ülkücü olsun isterse devrimci olsun ölen insana üzülürüm. Hepsi bu vatanın çocukları ve hepsinin de yaşamaya hakları var ,diye düşünürüm.Ayrıca bir insanın kafasındaki fikir yüzünden öldürülmesine de kar-şıyım. İşte, siz devrimcilerle aramızdaki fark buradan ileri geliyor. Sen ki en iyilerisin ve böyle düşünüyorsun... Var gerisini tahmin et! Biz insana ve insanın fikrine değer veririz, milletimizin tek bir ferdinin dahi burnu kanasa yine üzülürüz. Üzülürken de siyasî görüşe göre karar vermeyiz . -Tamam, tamam anladık. Şu yemeğimizi yiyelim de derse yetişelim, bırak şimdi bunları. -Ben başlatmadım ki... Yemeklerini yeyip okula, gitmek için yola çıktıklarında yollarının iri yarı birkaç militan tarafından kesildiğini gördüler. Yemekhaneden çıkan öğrenciler militanlar tarafından belli bir istikamete doğru gitmeye zor-lanıyorlardı. Bir yandan da şöyle bağırdıkları duyuluyordu: -Bir devrimci arkadaşımız, dün,faşistlerce şehit edilmiştir. Bu nedenle tüm okullarda boykot kararı alınmıştır. Yaşasın devrimci mücadelemiz!...Devrimciler ölmez… Kordon altında büyük bir amfiye girmek mecburiyetinde kaldılar . Amfinin içi tıklım tıklım dolmuştu. Aşağı yukarı üç bin civarında öğrenci var zannetti Murat. Belki daha azdı, ama iğne atsan yere düşmez denebilecek kadar dolmuştu her taraf. Şiddetli bir gürültü ve uğultu sinirleri rahatsız ediyor, kimin ne konuştuğu anlaşılmıyordu . Osman’la Murat kapıya yakın bir yerde ve ayakta kendilerine bir yer buldular. Kollarında bantlar olan yirmiye yakın genç aralarında dolaşıyor, bunların bir kısmı da muhtelif yerlere fotoğrafçıları yerleştiriyorlardı. Aradan geçen yarım saatlik zaman zarfında amfinin içinde kıpırdayacak yer bile kalmamıştı. Nihayet kendisini devrimci bir derneğin başkanı olarak tanıtan bir genç , kürsünün üstüne çıkarak mikrofonla konuşmaya baş-adı. Ölen gence saygı duruşu için, oturanları ayağa kaldırdı ve sol eller havada bir dakika sessiz bir şekilde beklenildi. Sonra yine ayakta ve sol eller havada devrim andı içildi. Bu arada fotoğrafçıların flaşları birbiri ardınca çakıyordu. Derken bunlardan sonra ayakta olup da yerleri bulunanlar oturdular ; önce bir devrimci sendikanın başkanı, sonra bir gazete yazarı, daha sonra da bir öğrenci sırasıyla ölen genci metheden ve faşizmi kötüleyen konuşmalar yaptılar. Plânlı bir şekilde salona yerleştirilmiş bulunan militanlar , belli kavramlar ve sloganlarla konuşmaları keserek, tezahürat yapıyorlar ve kalabalık da buna mecburen itaat ediyordu. Bütün bunlar amfinin içinde cereyan ederken ölen gencin cenazesi görevli militanlar tarafından ana ve babasıyla birlikte hastaneden kaçırılarak Merkez Bina'ya getirilmek üzere yola çıkarılıyordu. Polise kendi kiraladıkları boş bir pikabın numarası verilerek sözde cenazenin o arabada olduğu ihbar ediliyordu. Polis kırk beş dakikalık bir kovalamacadan sonra boş pikabı yakalıyorsa da cenazeyi kaçıranlar çoktan merkez Bina'ya gelmiş bulunuyorlardı. Tabut, amfinin dışında yere konuldu. Militanlar içeri girmeden önce, şaşkın ana babaya birtakım talimatlar vermeye başladılar. Baba çaresiz bir şekilde konuşmaya çalışıyordu.Acılı adam: -Ben öle şeyden anamam.Bizi bura niye getirdiler? -Baba, biz devrimciyiz, yani ölen oğlunun arkadaşlarıyız. O da bizim gibi bir devrimciydi. Oğlunuza saygı duruşunda bulunmak üzere binlerce devrimci genç burada toplandı.Bu arada faşizmi de protesto edeceğiz .Siz de oğlunuz için bu protestoya katılmalısınız. Ne yapacağınızı ne diyeceğinizi biz size öğreteceğiz. -Ne diycemişim?... -İçeri girince biz sana işaret edeceğiz, sen de oradaki mikrofona gidip "Oğlumu faşistler öldürdü, kahrolsun faşistler, faşizme ölüm" diyeceksin . -Ben ne faşist bilirim ne mıkrafan. Demem ben. Koyverin bizi de gedelim. -Olmaz, biz hazırlık yaptık bu iş için. Herkes içerde sizi bekliyor. Dediğimi yaptıktan sonra ancak gidebilirsiniz. -Acımız çok büyük oğul, çok...Koyverin gedek. Da Kastamonu'ya varacağız… -Ana! Bak, baba inat ediyor,söylemem diyor, öyleyse sen söyle ! -Ne söleyim? -Oğlumu faşistler öldürdü, kahrolsun faşistler, faşizme ölüm, dersin! -Derim, derim. Yeter ki yola gedek. -Söyledikten sonra biraz oturursunuz ve sonra da gidersiniz.Tamam mı? Konuşmalar bittikten sonra sekiz-dokuz kişi tabutu içeri getirip kürsünün üzerine koydular. Bütün gençler cenaze içeri girince ayağa kalktılar . Cenazenin arkasında ayağında rengi atmış şalvarıyla, başında eşarbıyla, güneşten yanmış yüzüyle ağlayarak gelen ana ve içeri girerken kasketini çıkarıp çıkarmamakta birkaç defa tereddüt ettikten sonra vazgeçen, ayağında yamalı bir pantolon, sırtında sıcak olmasına rağmen eski bir ceket bulunan baba geliyorlardı. Gencin ana ve babası militanlarca tabutun yanı başına getirilip bir müddet ayakta bekletildiler. Muazzam kalabalık karşısında ikisi de serseme dönmüş gibiydi, ellerini nasıl tutacaklarını, ayakta nasıl duracaklarını bilemiyorlardı. Telâşlı bir halleri olduğu görülüyordu. Başkan tekrar mikrofona geçti ve "Anamıııız, babamıııız. Kahrolsun faşistler!... Anamıııız, babamınız, kahrolsun faşistler, faşizme ölüm halka hürriyet" sloganları tempolu bir şekilde hep bir ağızdan söylenmeye başlandı. Bu bağırışlar on beş dakika civarında sürdü..Ses kesilince birisi kadıncağıza mikrofonun başına gitmesini işaret etti, gitmediğini, tereddüt ettiğini görünce de elinden tutup mikrofonun başına getirdi. Şimdi salonda çıt çıkmıyordu . Kadın mikrofona yaklaşarak: -Oğlumu facıstlar öldürdü, karalsun facıstlar... diyebildi ancak. Bu sözlere karşılık olarak içerdekiler : -Devrimciler ölmez, devrimciler ölmez…diye bağırdılar . Kadıncağızın yüzü sıcaktan ve heyecandan kıpkırmızı kesilmişti . Yine birisi elinden tutarak kocasının yanma götürdü ve getirdikleri iskemlelere ikisini de oturttular. Onlar yine şaşkın gözlerle kalabalığa bakmaya devam ediyorlardı... Bu arada polis, cenazenin Merkez Bina'ya getirildiğini öğrenmiş ve takviye de alarak binaya girişi yasaklayıp etrafı kuşatmıştı. Polis şefi , elindeki megafonla sık sık anons ederek öğrencilerin temsilcileriyle konuşmak istediğini söylüyordu . Biraz sonra gelen bir genç kendisiyle konuşabileceklerini polise söyledi. Polis şefi, bir an önce cenazenin teslim edilmesini ve içerdeki öğrencilerin dışarı bırakılmasını istedi. Aksi takdirde zorla içeri gireceklerini de ilave etti. Polisle konuşan genç salona girerek, başkanlarına fısıltıyla durumu izah etti. Başkanın bir işaretiyle amfinin muhtelif yerlerinde oturan veya ayakta duran elli-altmış tane militan harekete geçtiler. Bunların bir kısmı dışarıya çıkıp savunma tedbirleri alırlarken diğer kısmı da amfinin kapısına durarak dışarı çıkmak isteyen öğrencileri engelliyeceklerdi. Başkanları tekrar mikrofona çıktı ve heyecanlı bir ifadeyle konuşmaya başladı: -Devrimci, kahraman, yiğit yoldaşlarım ! Bugün, devrimciliğe büyük hizmetleri dokunmuş bir arkadaşımızın aramızdan ayrılmasıyla duyduğumuz acı sonsuzdur. Biz bu acıyı yaşarken öte yandan kapitalizmin bekçisi, faşizmin uşağı polis bize bunu bile çok gördü. Devrimcilere karşı zulüm ve işkencelerini gün geçtikçe biraz daha artıran sermayenin yandaşı polis, binanın etrafını çevirmiş bulunmaktadır. Bizi teslim olmaya çağırıyor , fakat hiç birimiz polise teslim olmayacağız. Mücadele vermeden, direnmeden polise teslim olanlar devrimci mücadelemize ihanet etmiş olurlar. Devrimciler polis tarafından öldürülebilir ama asla onları inandıkları mücadelelerinden hiçbir güç vazgeçiremez.. .Her ne olursa olsun polise karşı devrimci direnişimizi gösterelim. Sizleri ölmeye ve öldürmeye davet ediyorum .Faşizme, sömürüye, emperyalizme karşı, katillerin işbirlikçisi olan polise karşı örnek bir dayanışma içinde direnelim. -Yoldaşlarım!.. Canını seven, korkakların ve hainlerin aramızda bulunduğunu zannetmiyorum. Fakat isteyen gidebilir, onları kimse çevirmeyecektir. Korkak varsa aramızdan ayrılsın ve gitsin... -Yaşasın devrimciler, kahrolsun faşistler,faşizme ölüm halka hürriyet. Savaşımız kutlu olsun... Bu konuşmayı sönük ve zoraki bir tezahürat izledi . Herkes yerine çivilenmiş gibi hiç kımıldamadan bekliyordu. Biraz sonra tabanca sesleri ve çığlıklar amfinin içine kadar gelmeye başladı. Gelen haberciyle konuşan başkan topluluğa dönerek: -Ön saflardaki arkadaşlarımız, kahramanca mücadele vermeye başladılar. Bizim yerimiz de onların yanıdır. Yaşasın devrimciler, kahrolsun satılmışlar! Faşist polise ölüüüüm!... diyerek kalabalığı harekete sevk etti. Amfideki kalabalık birbirini ezerek dışarıya çıkmaya başladı. Biraz sonra amfide ölen gencin ana ve babasından başka hiç kimse kalmamıştı. Bomboş amfinin içindeki kalabalığın arkasından soğuk bir hava akımı hızla içeriye doluyordu... Bahçedeki manzara küçük çapta bir isyanı andırıyordu. Bir kısım gençler duvarlardan atlayıp kaçmaya çalışırlarken, bir kısmı da ana kapıdan dışarı çıkabilmek için kapının önünü doldurmuşlardı. Kapıya gelen öğrencileri kendilerine saldıracak zanneden polis, savunmaya geçmişti. Yakaladığı gence acımasızca vuruyordu copu. Ne olduğunu önce anlamayan gençler, daha sonra can havliyle ya kaçıyor ya da polise saldırıyorlardı. Neden sonra bunların dışarı çıkmaktan başka bir istekleri olmadığını anlayan polis, kapının önünü açtı ve gençlerin büyük bir kısmı bahçeyi terk ettiler. Militanlardan bir grup ise bahçenin bir köşesine saklanmışlar, polisle vuruşmak için bekliyorlardı. Kimisinde tabanca, kimisinde molotof kokteyli, kimisinde bıçak, kimisinde de çeşitli boylarda sopalar ve ağaç dalları vardı. Öğrenciler gittikten sonra bahçeye giren polis, ateşle karşılaştı. Direnişi kırmak için havaya ateş açan polis, üç saatlik bir çatışmadan sonra hava kararınca etraflarını kuşattı ve hepsini teslim aldı. Bahçede bulunan çiçekler ezilmiş, ağaçlar, banklar kırılmış, yerler mermi kovanlarıyla dolmuştu.Yer yer birikmiş kanlar,burada bir savaş olmuş fikrini kuvvetlendiriyordu. Akşam doğaya siyah elbisesini giydirince korkunç manzara da gecenin karanlığında kayboldu... Osman'la Murat, kapıdan çıkanlarınlar arasındaydılar . Osman'ın payına da iki cop düşmüştü. Bir kahveye gelip , nefes nefese oturdukları zaman söze önce Murat başladı; -Ne dersin, sizinkiler bu olay sayesinde bir hayli militan kazandıkları gibi böylelikle ellerindeki militanların da bağlılıklarını ve güçlerini de denediler. Bütün bunlardan başka polisten korkan, polise saygı duyan birçok öğrenciyi de polisle çatıştırarak zihinlerindeki "polis” imajını da yıktılar. Dayak yiyenler ister istemez polise karşı kin duyacaklar ve bir iki çatışma sonunda da tam bir polis düşmanı devrimci militan olarak yetişeceklerdir. Ufak tefek kusurlarına ve bir iki aksayan yanına rağmen oyun iyi oynandı değil mi?.. Osman'ın ağzını bıçak açmıyordu. Konuşmak istemediği ve canı sıkıldığı her halinden belliydi. Sadece sert bir şekilde: -Öyle... dedi. *** Kemal gözyaşlarını silerken bir yandan da için için kendisini suçluyordu. Metin olması gerekirken buna muvaffak olamamıştı. Murat'ın ruhunun muhazep olacağını düşündü. ”Sağ olsaydı beni ayıplardı "dedi. Onun için ahlamak değil, onun bıraktığı yerden dâvayı devam ettirmek, Türk milliyetçiliğini layık olduğu yere yükseltmek, Türk milletini mutluluğa ve refaha kavuşturmak , kısacası Türk'ü her alanda başarıya ulaştırmak gerekliydi. Ağlamak olsa olsa zayıf mizaçlı, aşırı heyecanlı kimselerin bir savunma silahı olabilirdi. Kendisinden emin, idealine bağlı, hiç bir şeyden korkmayan, kararlı, azimli, bilgili bir Türk Ülkücüsü olaylar karşısında soğukkanlılığını muhafaza edip meseleleri derinliğine görebilmeliydi. Acz içinde olmak, zayıf bir insan görünümü yansıtmak, olaylar karşısında asabiyet tezahürleri göstermek ülkücünün vasıflarından değildi. Evet, bunun böyle olduğuna Kemal de inanıyordu, ama sadece inanmak yetmiyordu , bir de işin gerçekçi,objektif yanı sıra subjektif yanı da vardı ki bu tamamıyla insanın duygularını ilgilendiriyordu. Kemal'in kaybettiği varlık sadece bir değer değil , aynı zamanda yakın ve candan bir dostluktu da..Bunu tekrar elde etmesinin imkanı var mıydı? Murat gibi bir arkadaşı, bir dostu bir daha nerede ve nasıl bulacaktı? Murat, şahsına mahsus özelliklerle donatılmış bir semboldü.İnsandı o da ama ondaki özellikler insan ötesi bir şahsiyet izlenimi yaratıyordu. O herkesten değişikti, o herkesten başkaydı. Bunda çektiği acıların etkisi çok büyük olmalıydı. Kemal, acıların olgunlaştırdığı bu şahsiyette, bir kere olsun çocukça bir davranışa, insanca bir zaafa rastlamamıştı. Çocukken bile yetişkin bir insan gibi hareket etmiş, davranışlarını kontrol etmişti. Konuşurken hayatın sırrını anlamış arif bir insan intibaı yaratıyordu. Kemal, kendisine acaba Murat'ın hayattan tam anlamıyla bir tat alarak yaşayıp yaşamadığını sordu. Bu soruya bir cevap bulamadı. Meraklı ve soran gözlerle yatılı okul imtihanlarından sonraki günlerde kendisinden okul hayatını anlatışını nasıl dinlediğini hatırladı, heyecanla konuşmaları kestiği de oluyor, her hocanın adını soyadını kendisini hiç ilgilendirmediği halde soruyor, arkadaşlarının olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Okuma istek ve arzusuyla doluydu ve bu istek onu seçkin yapan,onu başarıya götüren en önemli faktördü. Kemal , Murat'ın anasını ve babasını ilk defa olarak hatırladı . Onları şimdiye kadar niçin hiç düşünmediği için kendisine kızdı. Onlar yalnız bırakmamalıydı ve yanlarına gitmeliydi. Fakat çekiniyordu onlarla konuşmaktan ve karşılaşmaktan. Oysa şu anda yanlarında bulunmak ve onlara destek olmak lazımdı, ama ya "Hüseyin emmim bana, her zaman Murat'la birlikte gelirdin , şimdi niye yalnızsın Kemal!" derse diye korkuyordu. Bu takdirde ne diyecekti, ne yapacaktı? Ya Hatça teyze.. O da ne zaman Kemal'i Murat'la birlikte görse ikisini de muhakkak içeri çağırır, kendisi de doğru kümese koşar , elinde tazecik bir yumurtayla gelirdi. Beş dakika içinde o yumurtayı pişirip bir sahanın içine boşaltır ve en pişmiş ekmeklerden birisiyle birlikte ikisinin önlerine koyardı . Pişirdiği yumurtayı onlar yiyinceye kadar da başlarından ayrılmazdı . Kemal’e "Sen de muradım gibi sıskasın, ye birez!" derdi. Bütün cesaretini topladı ve kalabalığın içine daldı. Müsaade isteyerek yürümeye başladı. Morg'un kapısına varıncaya kadar bir çok kişiye çarpmış, birçok kişinin ayaklarına basmıştı. Geldiğinde eliyle koymuş gibi ikisini de oracıkta buluvermişti. Hüseyin,ayakta bir eliyle kapıya dayanmış bir eliyle de belini tutuyordu. Gözleri yere doğru dalgın dalgın bakıyordu. Ağzında yarısı içilmiş bir sigara vardı. Dizleri hafif titriyordu. Hatça ise yere oturmuştu. İki eliyle yüzünü kapatmış ağlıyor mu düşünüyor mu hiç belli değildi ve öylece kıpırdamadan duruyordu. Yanlarına iyice sokulduğu halde kendisini fark etmediler.Yavaş bir sesle: -Hüseyin emmi...dedi. Hüseyin duyduğu halde kıpırdamadı. Bunda bir kasıt yoktu, sadece etraftan gelen seslere karşı duyduğu kayıtsızlık yüzünden cevap vermemişti . Kemal tekrar fakat daha kuvvetli bir sesle: -Hüseyin emmiii! diye çağırdı. Hüseyin bu sefer sesin geldiği tarafa doğru başını çevirdi. Gözlerini Kemal'e doğru dikti. İşte o zaman Kemal o kıpkırmızı kan çanağı gibi gözler karşısında perişan oldu. Gözlerin içindeki korkunçluğa karşılık bakışlar yumuşaktı. -Beni tanımadın mı emmi ? -Heç tanımam mı, sen Kemal' sin, Kemal... dedi ve bütün vücudu titremeye başladı, gözlerini kapattı, elini şakaklarına götürdü, Kemal' e arkasını döndü. Hüseyin ağlıyordu. ... -Başımız sağ olsun emmi... -Sağ ol oğlum, sağ ol.Sizler sağ olun, bizden artık her şey geçti. Biz bundan böyle iflah olmayız. -Öyle deme... -Nasıl demem, nasıl demem!.. Nemiz kaldı geriye, koçlarımı kaybettikten sonra yaşasam n'olur yaşamasam n'olur? Aslanlarım yok gayrı... Yavuzum, Muradım yok gayrı... Onlarsız ne yaparız biz... -Sabır gerek sabır... -Öle,doğru dersin ama değil sabretmek bizde bir gün yaşayacak bile güç yok.Bir deel iki acı birden....İki acı… -Allah her şeyin bir kolayını verir. -Yavuzum vatanı uğruna şehit oldu, ya Murat?..O niye öldü, onu kim öldürdü? Kime bir kötülüğü, zararı dokunmuştu da öldürdüler? Yavuz vatanı için çarpışırken düşman kurşunuylan şehit oldu, ya Murat, Murat niye öldü? -O da Yavuz gibi şehit oldu emmi, Murat da vatanı için öldü. Vatanını bölmek isteyen iç düşmanlar tarafından şehit edildi. Ülküsü, dâvası, ideali, vatanı, milleti için canını verdi. O kutsal bir şehittir, Türk ülküsünün sayısız şehitlerinden birisidir o. -Vatan için iki şehit birden ha, iki şehit birden... diye kendi kendine mırıldanmaya başladı Hüseyin. Kemal suskun ve çekingen bir şekilde bakıyordu ona doğru. Ne dese ne yapsa boştu, onun için beklemekten başka çare yoktu .Bir şeyler yapamamanın verdiği üzüntüyü yaşıyordu o anda. *** “ Milletlerin tarihinde yaşadığı kritik günlerin sayısı bir hayli çoktur .Bu günlerde milletlerin kendi öz varlıklarından çıkardıkları değerli, vatansever, idealist evlâtları kendilerini feda etmek uğruna da olsa memleketlerini aydınlığa, mutluluğa, huzura, refaha kavuşturmak için amansız bir mücadele vermişlerdir. Görünen düşmana karşı savaşmak, onun kuvvetini bilmek hiç olmazsa yaklaşık olarak tahminde bulunmak imkanı verdiği için kolaydır, ama, görünmeyen direkt yollar yerine endirekt yollardan savaşan düşmanla uğraşmak ağır zayiatlara sebep olabileceği gibi, nereden ve kimlerden güç aldığı da bilinemeyecek ve dolayısıyla düşmanın can alıcı noktasına indirilmek istenen darbe gecikecektir. Gelişen teknolojinin imkânları, esaslı teşkilatlanmanın sağladığı avantajlar yeraltı örgütlerinin dünya üzerindeki şiddet eylemlerinde başarıya ulaşmalarını sağlamaktadır. Rejimin ve kanunların açıkları, politikacıların oy kaygıları sebebiyle bu hareketleri tasvip etmeseler de kınamamaları, vatandaşların bananeciliği bu güçlerin cüretlerini ve eylemlerini her geçen gün biraz daha artırmalarına yol açıyor. Türkiye'nin durumu dünyadan soyutlanamaz deniliyor ve sanki bu temel kanunla şiddet eylemlerinin zorunlu gelişmesi tabii bir olaymış gibi kabul edilmek isteniyor. Türkiye'nin kendi iç yapısında bulunan sosyo-ekonomik ve kültürel durumu ve de dünya yüzündeki stratejisi itibariyle diğer memleketlerdeki anarşik olaylardan ayrıldığı bir gerçektir . Türkiye üzerinde oynanan oyunlar bir Fransa'da, bir Almanya'da veya bir İspanya'daki gelişmelerden tamamıyla farklıdır. Şöyle ki, Türk milleti sahip olduğu manevi değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan, onların uygulanmasında fertleri sıkı bir denetime tabi tutan, milli benliğini bugüne kadar hassasiyetle korumuş bulunan tek millet olması , ekonomik gelişmesini tamamlayamamış, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını işletememiş , halkının çoğu fakirlik içinde bulunmuş olmasına rağmen emperyalist ve sömürücü emelleri sezmesini bilmiştir. Tarihin hiç bir devrinde başkalarının hakimiyeti altına girmediği, daima himayesinde birçok milleti barındırdığı halde insana değer verip onları sömürmediği için kendisini sömürmeye kalkanlara karşı koyma eğilimindedir. Nitekim bu oyunların farkına varan ve kendisini ekonomik ve siyasî esarete sürüklemek isteyenlere karşı çıkan bir Ülkücü gençlik; her bakımdan güçlü bir kale gibi Türk milletinin güven kaynağı olarak ortaya çıktı." Murat bir yandan bunları düşünüyor bir yandan da gideceği yere ulaşmak için büyük bir sabırsızlık duyuyordu.Haftada bir düzenlenen Ülkücü Köylüler Derneği’nin seminerine yetişmesi lazımdı. Bu seminerde kendisi de bir konuşma yapacaktı, konuşmasının ana hatlarını zihninden geçirdi . Toplantıya katılanlara faydalı olabilmek amacıyla seminere milliyetçi öğretmen ve yazarlardan da bâzıları iştirak edeceklerdi. Büyük bir coşkuyla, heyecanla ve istekle marşlar söyleyen, kendilerinden geçmişçesine Türklüğün zaferi için mücadele edeceklerine yemin eden her türlü maddi menfaat hırslarından arınmış temiz yüzlü, aydınlık bakışlı, zeki ve kalpleri millet sevgisiyle dolu bu gençlere hitap etmenin vereceği zevkten daha tatlı ne olabilir , diye düşündü. Dolmuşta kendisini yokladı, heyecanlıydı. Hem de pek çok...Kalbinin şiddetle çarptığını, ellerinin ve dizlerinin heyecandan titrediğini hissediyordu. İçindeki gecikme korkusu yerini bu heyecana bırakmıştı. Önlerinde trafiğin tıkanması sonucunda bekleyen yüzlerce arabanın klakson sesleri arasında bu derin, sarsıcı heyecanın verdiği hazza kendisini teslim etti... Dolmuştan inerken biriken yağmur sularının içine düşmemek için çaba sarf ederken, bir yandan da adımlarını hızlandırıyordu. Bir sokağın içine girdi, ıslak kaldırımlardan birkaç yüz metre gittikten sonra , eski yüzlü bir binanın içine daldı . Dönerli merdivenleri ikişer-üçer çıkmağa başladı. Salon dolmuştu, konuşmacının sesinden başka hiç bir şey duyulmuyordu. Kapıda kendisini gören arkadaşlarından birkaçı yarı ciddi yarı şaka sitemde bulundular: -Nerde kaldın be kardeşim! Az daha gelmeseydin seni aramaya çıkacaktık. -Trafiğin hali malum.. geciktim kusura bakmayın! -Nazik çocuk,bir de özür diliyor... -Yoldaşlar çevirdiler diye endişelendik,sana da bir çizik atmalarından korktuk. -Onlar benim kılıma bile dokunamazlar,korkmayın siz... -Niye,yoksa onlarla aran çok mu iyi?Casusluk falan yapmayasın?Ha,hah hah... -Eh,fena sayılmaz .Yoldaş yapmak için henüz ümitlerini yitirmediler . Kişiliğimi ve davamı aşacağım günü sabırsızlıkla bekliyorlar... Bu sırada mikrofona çıkan genç, şimdi de kendilerine Ülkücü Köylüler Derneği ...... Şubesi Başkanı Murat'ın hitap edeceğini söylüyordu. -Hadi,dalgayı bırak da koşşş... -Tut şu pardesüyü, iyi sakla ha, yoksa yenisini aldırtırım sana! -Merak etme, kaybolmasın diye sırtıma giyerim... Murat yüzlerce gözün kendi üzerine çevrildiğini ve konuşmasını beklediklerini gördüğü zaman, bir müddet konuşmasına nasıl bir giriş yapması gerektiğini düşündü. Kısa fakat anlamlı bir girişten sonra esas konuya geçti: -Arkadaşlar, bugün toplumumuzda en çok konuşulan ve de üzerinde en çok tartışılan konulandan birisi de köy ve köylüdür. Bu konu kendilerini ilerici aydın zanneden kişilerin tekelinde bulunmakta ve birçok hususta istismar malzemesi olarak kullandıkları görülmektedir. Oysa bu kişilerin , sizlerin köyle ilgili olarak bildiklerinizin yanında bilgileri ki çok azdır. Onlar, köyü görmemişlerdir, onlar köyü gezmemişlerdir, onlar köyde yaşamamışlardır, onlar köylüyü sevememişlerdir, onlar köylüden utanç duymuşlardır. Onların zihninde yer eden köylü imajı Rusya'daki köylünün tıpa tıp aynıdır. Onlar yazdıkları köy romanının sosyal yanını Rus yazarlarından esinlendikleri şekilde, kopya ederek ve sadece şahısların isimlerini Türkçeleştirerek yazmışlardır . Köyün dertlerine, problemlerine, yaralarına çare, çözüm yolu ve derman aramak yerine insanların merhamet duygularına hitap eden birtakım fantazilerle vakit geçirmişlerdir. -Köy problemi bugün bütün çıplaklığıyla karşımızda durmaktadır. Bu bir gerçektir ve bu gerçeğin herkes tarafından kabulü, daha sonra da köy için yapılması gerekenlerin bulunması esas hareket noktamız olmalıdır. Köy problemini şehir ve şehirleşme ile birlikte ele almak ve bunların birbirleri özerine olan etkilerini incelemek gerekir.Şehirleşmenin, yanlış şehirleşmenin toplumumuzda açtığı ekonomik ve sosyal yaralar , dolayısıyla köylerimizi de etkilemektedir. Yanlış sanayileşme, plansız,siyasi amaçlara hizmet için kurulan sanayi tesisleri toplumumuzda şehirde yaşayan insan nüfusunu sayı bakımından artırırken, bir yandan köye yapılması gereken yatırımların hiçe indirilmesine bir yandan da köylünün dejenere şehirli olmasına yol açmaktadır. Geçim derdi yüzünden köylerini terk edip şehire yerleşen vatandaşlarımız , kendilerini bekleyen ekonomik buhranlardan ve sosyal uyumsuzluktan habersiz bulunmaktadırlar. Kendi örfleriyle , adetleriyle ve yaşayış tarzlarıyla çelişkili olan şehir hayatının içinde yetiştirdikleri çocukları ruhsal çıkmazlara girmekte ve birtakım sapık akımların ağına düşmektedirler. Bu göçün sonunda maddî refah yine sağlanamamakta, göçmen yurttaş bu sefer maddenin dışında sosyal ezilmişlikle de karşı karşıya kalmaktadır. İşte siyasî ve sosyal çalkantıların şehirlerde başlamasının bir sebebi de budur . Burjuva hayatına duyulan özlem, maddi imkanların göz kamaştırıcı parıltıları, sosyal adalet ilkelerinin kaale alınmayışı sonucunda , haklı olarak doğan tepkileri istismar eden ideolojilerin işine yaramakta ve kendi amaçlarına ulaşmak için bir vasıta olarak bu bedbaht insanları kullanmaktadırlar. Fikir, duygu sömürüsünün beraberinde emek sömürüsü de şehirleşmenin neticesinde olmaktadır. Fikir ve duyguları sömüren ideolojiler, emeği sömürense burjuvadır. Fakat bu ikisinin ayrı görüşler olduğunu kabul etmemeliyiz, çünkü bunlar ikiz kardeştirler ve her türlü zararlı ideolojinin savunucusu her toplumda Burjuvalar olmuşlardır.Çünkü onlar her kargaşalıktan biraz daha fayda ummaktalar ve gelirlerini, servetlerini bu sayede çığ gibi büyütmektedirler. Her düzen değişikliği olan toplumda da mutlaka hakim sınıf olarak bunlar görev almaktadırlar. -Türk milletinin en az “yüzde sekseni köylüdür,köy kaynaklıdır “ deniliyor. İstatistikler bizi yanıltmasın! Şehirdeki köylüleri de biz gerçek köylüler olarak kabul etmek zorundayız, çünkü onlar imkansızlıklar yüzünden şehirlileşmişlerdir. Böylece köyde de şehirde de sömürülen köylüden başkası değildir. -Ülkücü gençler, gerçek köy problemini ortaya çıkarabilmek için çok çalışmak zorundadırlar .Köylüyle ve köyle temas kesilmemeli, onlarla sürekli bir diyalog sürdürülmeli ve problemlerine çözüm yolunu onlarla birlikte aramalıdır. Bizler herkesten çok çalışmak zorunda olanlarız, çalışmak bize zor gelmez, bize mutluluk ve zevk verir. Ülkücü kadro ortaya attığı Tarım Kentleri formülünü köylüye anlatmalı, bunun uygulamasından doğacak faydaların onlara refah sağlayacağına inandırmalıdır. Hepimiz biliyoruz ki memleketimizde yerleşme alanları küçük birimler halinde bulunmakta ve bu nedenle de sayıları bir hayli çoktur. Sayıları kırk binin üzerinde bulunan bu yerleşme birimlerine, yani köylere götürülmek istenen hizmetler büyük meblağlara mal olmaktadır. Su, elektrik, kanalizasyon, okul, iş sahası gibi hayati ihtiyaçların yanı sıra teşkilatlanmanın da bu yüzden çok zorlaştığı görülmektedir. İşte Tarım Kentleri bütün bu zorlukları ortadan kaldırabilecek güçte bir uygulama getirecektir. Köylü vatandaş artık iş aramak için göçmek zorunda kalmayacak, çünkü fabrikalar ayağına getirilecektir. Köylü çocuğumu okutup okutamayacağım diye bir endişeye düşmeyecektir , çünkü her Tarım Kent'te ilkokul, ortaokul, lise, çeşitli meslekî okullar bulanacaktır . İçme suyu, kanalizasyon, elektrik gibi problemleri de ortadan kalkacaktır , çünkü birleştirilmiş köylerde bunları sağlamak çok daha kolay olacaktır. Doktor derdi, devlet dairelerinde iş takibi için yüzlerce kilometre öteye gitme derdi, gübre derdi, ziraat için gerekli araç-gereç derdi de kalmayacaktır. -Tarım Kentleri projesi Ülkücü gençliğe gösterilen köylünün kalkınması için en ideal olan büyük bir modeldir. Ülkücü gençlik bu hedefe ulaşabilmek için geceli gündüzlü köy köy dolaşmak, fikrini anlatmak , kısacası çalışmak ,çalışmak, çalışmak zorundadır. -Şurasını hepimiz bilmeli ve kabul etmeliyiz ki , fikirler kuvvetli oldukları ,araftar buldukları takdirde uzun müddet yaşarlar. Bir fikrin iktidar olabilmesi için onun halkın çoğunluğu tarafından benimsenmesi gerekir. Bu ancak propaganda yoluyla yapılabilir. Etkin ve yaygın bir propaganda da her türlü materyalden faydalanmakla gerçekleştirilebilir. Bugün Ülkücü doktrinin birçok fikri ona muhalif olanlar tarafından bile benimsenmiştir, ama bu yetmez. Çünkü bizim fikirlerimizi kopya edip uygulama safhasına koymaya çalışanlar.acemi bir Molier mukallidinden ileri gidemezler. Onun tam anlamıyla uygulanabilmesi için ülkücü kadronun iktidara gelmesi esastır ve şarttır. Bu iktidar siyasi iktidardan başka bir şey değildir, fikirlerimizi gerçekleştirebilmemiz için mutlaka siyasi iktidarı ele geçirmemiz gerekir . İnanmış , namuslu, faziletli ülkücü kadronun siyasi iktidarını sağlayacak potansiyel de yine köylerimizde ve köylümüzde mevcuttur. Kalkınma nasıl ki tabandan yani köylüden başlayacaksa siyasi iktidar yolu da köyden ve köylüden geçecektir. Bütün gücümüzle ve elemanlarımızla bu yolda ilerlemeye mecburuz. -Arkadaşlar, Ülkücü Köylüler Derneği olarak bugün üye sayımız hızla çoğalmakta ve imkanlarımız her geçen gün biraz daha art.... Murat sözünü tamamlayamadı, çünkü şiddetli bir patlama bütün salonu kapladı.Her taraf toz ve duman içindeydi. Bağrışmalar, küfürler arasında alev alev yanan pencereye doğru koşuşanlar çoğunluktaydı. Dinleyicilerin bir kısmı da oturdukları yere çivilenmişçisine duruyorlardı. Patlayıcı maddenin atıldığı yere yakın oturanlardan dört genç yaralanmışlar , arkadaşları onları kucaklarına alıp dışarıya çıkarmaya çalışıyorlardı . Birisi paramparça olmuş elinin acısını dindirmek istercesine diğer eliyle bastırıyor , diğeri kafasından kanlar akarak arkadaşlarının kucağında giderken kimsenin anlayamayacağı bir dille bağırıyor, küfür mü ediyor yoksa lanet mi okuyor belli değildi. Diğer ikisi ise arkadaşları tarafından çoktan aşağı indirilmişlerdi. Yanan ateş, duman ve yerde kıpkırmızı kan göllerinden çıkan buhar… Biraz sonra kovalarla dökülen sular ateşi söndürüyordu. Bu seferki manzara su, kan ve siyah karışımı...Yanık kokusu duyuluyor genizleri yakarcasına…. Dışarıda kalabalık bir halk topluluğu birikmiş, herkeste bir heyecan var. Soran ağızlar ve gözler.. Birbirini iteleyen, içeri girmeye çalışan aşırı meraklılar… Giriyorlar, dumanlar arasından merdivenleri çıkıyorlar, açık kapıdan içeriye göz gezdiriyorlar. Yüzlerce insan içerde çalışıyor, ellerinde kimisinin kova, kimisinin tahta, kimisinin ceketi, pardesüsü, kimisinin de kitapları var. Uysal alevlere bunlarla vuruyorlar, alev uysalken azgınlaşıyor, azgınlaştıktan sonra da kuduruyor .Kırmızı, turuncu, isli dişlerini göstererek sırıtıyor... Hava karardığı zaman içerdeki işler bitmişti. Yangın sönmüş, yerdeki sular ve enkaz temizlenmişti. Herkes eski yerlerine oturmuş, suskun ve düşünceli bir bekleyiş başlamıştı… İçlerinden bir düzineye yakın arkadaşları eksikti. Bunlar yaralılarla birlikte hastaneye gidenlerdi. Biraz sonra gelen birisi Murat'ın kulağına eğilerek bir şeyler söyledi, herkes bunun ne olduğunu merak ediyordu. Bakışlar Murat’la arkadaşının üzerinde yoğunlaştıkça yoğunlaştı, ağırlaştıkça ağırlaştı… Yüzünün mimikleri değişen Murat , ikide bir başını sallıyor, bazen de soruyordu. Ne olmuştu acaba? Acı bir haber mi vardı? Arkadaşı gidince Murat mikrofonu eline aldı ve akan gözyaşlarını silmek lüzumunu hissetmeden konuşmaya başladı: -Arkadaşlar, birkaç saat önceki caniyane sabotaj hareketi sırasında yaralanan arkadaşlarımızdan İrfan, maalesef yolda hastaneye götürülürken hayatını kaybetmiştir. Hepimizin başı sağ olsun... Bir ülküdaşımızı daha kaybettik, Allah geride kalanlara uzun ömür versin.Biliyorum acımız sonsuz, hepimizin içi kan ağlıyor. Kahpe bir düşman elinin aramızdan aldığı kahraman arkadaşımız bundan böyle kalbimizde yaşayacaktır. Bizler bugün bir kere daha şahit olduk ki kafamıza giremeyen, beynimize hakim olamayan komünist cinayet şebekeleri acımaksızın bombalarla, silahlarla kafamızı parçalamakta; kalbimizde duyduğumuz her gün biraz daha artan kini ise kalplerimizi bıçakla delik deşik ederek akıtmaya çalışmaktadır. -Diğer yaralı arkadaşlarımız için kan vermek gerekebilir, onun için hepimiz hastaneye gideceğiz. Tanrıdan dileğimiz bu arkadaşlarımızın kurtulması ve bizi üzüntülere gark eden elim hadiselerin sona ermesidir. Tekrar başımız sağ olsun! Murat kürsüden aşağı inerken, salondakilerin hepsi birden ayağa kalktılar ve hep bir ağızdan yeri göğü inleten bin sesle "TÜRKLÜK SAĞ OLSUN! " diye haykırdılar. Sessiz ve disiplinli grup , hastanenin önüne geldi, "Acil Servis” merdivenleri etrafında soğuğa, yağmura, uykusuzluğa aldırmadan oturan gençlerin sayısı sabaha kadar her geçen dakika biraz daha arttı.Öyle ki sabahleyin hastaneye gelenler muazzam bir kalabalığın orada beklemekte olduğunu hayretle gördüler.Duyan,haber alan koşup gelmişti.... *** -Oğlunuzun üzerinden çıkan eşyalar bunlar.Şuraya bir imza atıp alın bunları! -Evlat ,ben imza atmayı beceremem. -Avni Bey, oradan ıstampayı verir misiniz? Beyefendi, basın parmağınızı ıstampaya, sonra da şuraya. Tamam oldu. Bizimle işiniz bitti. Yalnız yapılan masraflar için 4500 lira ödemeniz gerekiyor .Ancak o zaman cenazeyi size teslim ederiz. -Ne parası bu? Üstelik çok da…Bakayım bende ne kadar var? İşte hepsi bu ! Yüz elli, yüz atmış , yüz atmış beş , yüz atmış yedi buçuk… -Az o ,yetmez ! Daha çok lazım. -Fakir kağıdı çıkartsak olmaz mı? -Olmaz! Burası devlet hastanesi mi ki fakir kağıdı çıkaracaksın? -Acep ne yapsak şindi? Kemal oğlum! Sen bi şey düşün ha… -Bir dakika Hüseyin emmi, şimdi arkadaşlardan toplarız . Sen tasalanma, parayı temin edip cenazemizi buradan çıkarırız. *** O gece Murat Fatih’de oturan arkadaşlarının yanına gitmişti. Oturup uzun uzun sohbet etmişlerdi. Laf lafı açmış, sohbet uzadıkça uzamıştı. Saatin 01’i geçtiğini hiçbirisi fark etmemişti. Bir ara Murat saatine baktığında vaktin hayli geç olduğunu görmüş ve müsaade isteyerek gitmeye hazırlanmıştı. Arkadaşları vaktin çok geç olduğunu ,bu saatten sonra gitmesinin çok sakıncalı olacağını , o yüzden burada yatmasını söylemişlerdi ve hatta bu konuda ısrar etmişlerdi . Fakat Murat mutlaka gideceğini , başının ağrıdığını dışarı çıkınca belki açılabileceğini söyleyerek yerinden kalkmıştı. Dolmuştan Şehremini durağında indi. Hemen hemen ortalıkta kimseler görünmüyordu. Gelip geçen arabaların sayısı da bir hayli azalmıştı . Işıkların olduğu yerden karşıya geçti ve sakin adımlarla yürümeye başladı. Biraz ilerde iki sarhoşun birbirlerine sarılarak yürümeye çalıştıklarını gördü. Hızlı adımlarla onları geçti. Başı yine ağrıyordu. Temiz havayı ciğerlerine birkaç defa arka arkaya çekti, içinde tarifi imkansız bir sıkıntı da vardı. Parkın yanına geldiğini fark edince içeri girdi ve bir bankın üzerine oturdu. Gözlerini gökyüzüne dikti, bir müddet bir şeyler ararcasına öylece kaldı. Yorulmak bilmeksizin dönen milyarlarca yuvarlığı ve onların tabi oldukları düzeni düşündü. İnsan aklının alamayacağı bu sonsuzluk ona çaresizlik yerine ümit, korku yerine sevinç, yokluk yerine varlık telkin ediyordu. Aklına gelen soruların haddi hesabı yoktu. Hepsi de zihninden bir biri ardınca geçiyorlardı, ama o hiçbirisine cevap veremediği için üzülmüyordu.Çünkü onların da cevabını bilenin varlığını idrak etmek yetiyordu , artıyordu bile…Mutlak olan, tek olan, yüce olan, kısacası her şeyin üstünde bulunan Tanrı'nın varlığını canlı olan her zerresinde hissetmenin verdiği mutluluğu bir müddet yaşadı. Gözlerini yere indirdiği zaman yeryüzünün sevimliliği, çekiciliği,güzelliği karşısında hayranlık duydu. Bir yaprağın manalı düşüşünü bir gülün romantik soluşunu, bir derenin ahenkli şırıltısını, bir kuşun estetik uçuşunu, bir ağacın feylosof duruşunu, bir otun titrek büyüyüşünü nasıl izah etmeliydi ? Zihnimizdeki kavramlarla açıklama getiremeyeceğimiz milyonlarca, milyarlarca muamma , şu yaşadığımız dünyada mevcut değil miydi? Ve biz insanoğlu bu dünyayı anlayabildiğimiz, şekillendirebildiğimiz oranda mutlu oluyorduk, yaşamayı seviyorduk. Hayat büyük bir lütuf olmalıydı. Yaşamak bahtiyarlığına eren her insan Tanrı’ya her fırsatta şükranlarını ifade etmeliydi. “Yaşamayı seviyorum, ama anlamlı” diye düşündü. Manası olmayan, hedefi olmayan bir hayatın onca hiçbir değeri yoktu. Üşüdüğünü hissetti ve yavaşça ayağa kalkarak yürümeğe başladı. Rampa aşağı daracık parke taşlı yolda zihni çeşitli düşüncelerle dolu olarak etrafı görmeden gidiyordu. *** Murat Şehremini’ndeki bu yeni evine, daha doğrusu odasına taşınalı altı ay olmuştu. Yaklaşık elli yıllık eski bir yapıydı oturduğu yer ve bir çok aileyi barındırıyordu. Ev, Veledi Karabaş Mahallesi’nin surlara yakın ıssız bir yerindeydi. Evin sokaktan, dar bahçesine açılan tahta bir kapısı vardı. Kapının açılışını da kapanışını da birkaç ev öteden bile duyulabilen sesinden anlamak mümkündü. Öyle gıcırtıya filan benzemeyen kendine özgü bir ses.. Bazıları bu sesi vapur düdüğüne benzetirken kimi komşular köpek hırlamasını andırdığını söylerlerdi.Kısacası bu tartışmalı bir konuydu.. Ama kimsenin tartışamayacağı bir gerçek vardı ki o da bu kapının hiç kilitlenmediği idi. Çünkü bu daracık alanda günün hangi saatinde eve döneceği bilinmeyen yaklaşık yirmi kişi yaşamaktaydı. Bahçede karşılıklı iki tane tuvalet vardı:Birisi bayanlara birisi ise erkeklere…Kendi cinsine ayrılan tuvalette birisinin olduğunu bilse bile bir kişi asla karşı cinsin tuvaletine girmezdi, giremezdi. Üstelik böylesi bir kural zorlamayla değil kendiliğinden oluşmuştu. Tuvaletlerdeki ibriklere suyu aklına esen herhangi bir kişi doldururdu, bu konuda bir kural ya da sıra izlenmezdi. Bahçe girişinin sağ tarafında bulunan her biri en fazla iki çeki odun alabilen beş tane kömürlük vardı. Bu daracık bahçeye mal sahibi incir, erik ve ayvadan oluşan altı-yedi tane ağacı da sığdırmayı başarmıştı. Girişin sol yanındaki iki göz odada elli yaşlarında kocasından ayrılmış bir kadın, birisi on altı diğeri on sekiz yaşlarında iki kızı ile birlikte yaşıyordu. Küçük olanı Gülsüm büyüğü ise Necla isimlerini almışlardı. Kadının kocasının çok yaşlı olduğu ve bu yüzden adamdan ayrıldığı hatta çalıştığı yerde, evli bir adamla ilişkisinin olduğu söyleniyordu. Bazı geceler bu kızların çığlıklarıyla uyanıyordu Murat. Çünkü arada sırada evlerini ziyaret eden fareleri kovalamaları gerekiyordu. Fareler kimi zaman bahçe kapısından kaçarken bazen de tuvalet deliklerinin içinde kayboluyorlardı, ama hiçbir zaman ölü ele geçmiyorlardı. Bir keresinde büyük kız Necla’nın burnunu bir hayli kemirmişlerdi. Herkes Necla’nın bunu nasıl fark etmediğini sormuş ama tatminkar bir cevap bulamamıştı. Kızların babaları bazen annelerinin evde olmadığı bir saatte gelir onları ziyaret ederdi.Bembeyaz saçları, bükülmüş beliyle uzaktan bile ne kadar yaşlı olduğunu anlamak mümkündü. Elinde ne olduğu anlaşılamayan gazete parçasına sarılmış bir şey de olurdu bazen. Belli ki çocuklarına bir şeyler getiriyordu. Bir gün öldüğü haberi duyuldu ama Murat buna inanamadı, çünkü kızlarının yüzünde en ufak bir üzüntü ifadesi bile görmedi. O yüzden, belki söylentidir diye başsağlığı dileyemedi. Ancak söylenti çıktıktan sonra adamcağızı bir daha gören olmadı. Belli ki ölmüştü… Büyük kız Necla bir eczanede, küçük kız Gülsüm ise bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyordu.Babalarının ölüm haberinden birkaç hafta sonra, bir dedikodu bombası patladı : Küçük kız Gülsüm çalıştığı atölyenin sahibinden hamile kalmıştı. İki hafta içinde Gülsüm patronuyla evlendi ve bu sayfa da kapatıldı. Necla ve annesi Gülsüm evlendikten sonra normal yaşantılarına döndüler. Onların yanındaki iki göz oda daha vardı ve orada da üç tane kızı ve üç tane de oğlu olan çöpçü Dursun oturmaktaydı. Çöpçü Dursun doğuluydu ve Kürt olduğunu çekinmeden söylerdi. Kızlarının birisini daha on beş yaşında iken bir köylüsünün oğlu ile evlendirmişti.Diğer ikisi evde hizmet görüyorlardı.Üç oğlu da Topkapı’da ayakkabı boyacılığı yapıyorlardı ve akşamları babalarına çokça para getiriyorlardı.Zaten Dursun da çöpçülükten iyi maaş alıyordu. O nedenle ekonomik durumu düzgündü.Çok da cömertti.Mevlanakapı’ daki kıraathanede her gördüğüne bir şeyler ısmarlardı. Nerdeyse yoldan geçenleri bile zorla çevirip ikramda bulunmak isterdi. Kendisi oyun oynamaz ama oyun oynayan bazı masaların hesabını o öderdi. Dursun’un en büyük zevklerinden birisi havanın iyi olduğu günlerde evinin önündeki bahçede çay içmek ve komşularına çay içirmekti. Her defasında Murat’ı da mutlaka çağırırdı. Murat ders çalışma mazeretini ileri sürüp gitmek istemezdi ama Dursun çok ısrarcıydı.”Biraz ara ver derse. Geceler uzun, çalışacak daha çok zamanın var.” deyip Murat’ı kolundan tutar adeta sürükleyerek götürürdü. Dursun kapı önüne bağdaşını kurar ve hanımına seslenirdi: ”Fatma ,bardakları, tepsiyi çaydanlığı, şekeri getiriver!” Karısı Fatma elindeki malzemelerle gelirdi. Fatma her zaman başörtüsünün üzerinden alnını ince bir bez kuşakla sıkardı ve bunun baş ağrısına iyi geldiğini söylerdi. Onun bu savunmasıyla Dursun dalga geçerdi ve derdi ki :“Onu bağlayacağına elli kiloluk bi çuval koy kafana yüz kere git gel bir şeyin kalmaz.” Gelen bardaklar temiz olmasına rağmen Dursun kızlarından birisini hemen mahalledeki sokak çeşmesine gönderir, gelen bir kova suyla da bu bardakları köpürte köpürte zevkle yıkardı.Küçük tüpün üzerinde demlenen çayı bardaklara doldurur, itinalı bir şekilde şekerlerini koyar, çayları ikram ederdi. Dursun, demlediği çayı beğenerek içen insanları gördüğünde bundan büyük bir haz duyardı. Bahçede bir de Murat dahil üç ailenin oturduğu iki katlı bir bina vardı. En alt katta hastanede çalışan “Gavur Yusuf” lakaplı bir kişi, karısı ve bir oğluyla birlikte oturuyordu. Gavur Yusuf, geceleri oldukça geç bir saatte eve gelirdi ve eli kolu dolu olurdu. Filelerle meyve,tekerlek tekerlek kaşarlar ,kilo kilo etler getirirdi.Bazen bunların bir kısmını komşularıyla paylaşırdı.Karısı Ayşe’nin pazara ya da bakkala gittiğini gören hiç kimse olmamıştı. Çünkü Yusuf’un eve getirdiği şeyler onlara yetip artıyordu bile. Bazen Ayşe sıcak bir çorba yada içinde et bulunan bir yemekle Murat’ın kapısını çalar, “Sen öğrencisin, beslenmen lazım.” diyerek yemekleri bırakıp giderdi. Ayşe, çok sinirli ve geçimsiz bir kadın olmasına rağmen Murat’ın evde bulunduğu zamanlarda onu rahatsız etmemek için sesini bile yükseltmeden konuşurdu. Zaten bu kurala sadece Ayşe değil, orada yaşayanların hepsi itina ile riayet ediyorlardı. Murat’ın sınavlarının olduğu zaman adeta sözleşmişçesine her tarafı bir sessizlik sarıyordu. Oysaki ilk başlarda bir bekara evini kiraya verdiği için ev sahibine oldukça öfkeliydiler. Aradan geçen kısa bir süre sonra herkes Murat’ı benimsemiş, adeta bağrına basmıştı. Gavur Yusuf’un bir de tamircide çalışan annesi gibi deli dolu bir oğlu vardı. Okumadığı için, kısa yoldan meslek sahibi olması amacıyla babası onu bir tamircinin yanına çırak vermişti. Yusuf, Murat’la olan konuşmalarında oğlunun okumaması karşısında duyduğu üzüntüyü sürekli dile getiriyordu ve bu yüzden Murat’a gıpta ediyordu. “Sen de bizim oğlumuz sayılırsın. Sakın çekinme, bir ihtiyacın olursa, paran biterse mutlaka iste.” diyordu. Bazı geceler geç saatlere kadar Murat’la sohbet etmek onu mutlu kılıyordu. Evin üst katında üç tane oda vardı. Bunlardan bir tanesi Murat’a aitti, diğer ikisinde ise bir boyama fabrikasında işçi olarak çalışan Mehmet, eşi Sevgin, kızı Aynur ve oğlu Recep oturuyorlardı. Mehmet Trakya çocuğuydu. O yüzden şivesi Murat’a biraz komik geliyordu. Mehmet’in eşi Sevgin’ e teyze diyor, onu gerçek teyzesiymiş gibi seviyordu.Aynur ve Recep, oldukça küçüktüler. Henüz ilkokula bile başlamamışlardı. Çok da yaramazdılar. Dışarıda oynama alanı bulamadıkları için fırsat buldukça evin içinde yaramazlıklarını oyun şeklinde sürdürüyorlardı. Ancak ikisi de Murat’a karşı korkuyla karışık bir saygı duymaktaydılar. O yüzden Murat evde olduğu zaman fazla yaramazlık yapma imkanına sahip değillerdi. Çünkü bir odaları Murat’ın odasıyla bitişikti . Arada sadece bir duvar vardı. Murat’ın odasına alt kattan dik bir merdivenle çıkılıyordu. Murat bu merdivenlerin sayısın bilmesine rağmen birçok kez çıkarken tekrar tekrar sayıyordu: “Tam onsekiz basamak…” Merdivenin bitiminde Murat’ın elini yüzünü ve bulaşıklarını yıkadığı, ancak çeşmesi olmayan bir lavabo vardı.Bu ihtiyaçlarını mahalle çeşmesinden getirdiği suyu doldurarak ucuna musluk takılmış, kulpundan duvara çiviyle tutturulmuş, plastik bir bidonla gideriyordu. Murat’ın odasının kapısı tam lavabonun karşısındaydı. Murat’ın odasında yatak ve birkaç parça eşyadan başka bir şey yoktu. Odanın oldukça geniş bir penceresi vardı ve buradan boş bir arsa ve bunun önünden geçen dar bir yol görünüyordu. Odasının tavanı tahta kaplıydı. Ancak bu tahtalar yılların tahribatına yenik düşmüştü. Bazılarının araları açılmış bazıları tahtakurularına yem olmuş, lakin hepsinin ortak özelliği kir içinde simsiyah bir renge bürünmüş olmalarıydı. Murat, yatağa yatıp yukarıya bakarak düşündüğünde bu görüntünün düşüncelerini de kararttığını fark etmiş ve ilk fırsatta bir kırtasiye dükkanından aldığı küçük küçük çiçeklerle bezeli birkaç tabaka kağıdı raptiyelerle tavana tutturmuştu . Sonra eserine bakıp kendisiyle adeta övünmüştü. Bu basit işlem Murat’ın odasını adeta şirin bir çocuk odasına döndürmüştü.Şimdi tavana baktıkça daha iyimser düşünceler ürettiğini görüyordu. Annesinin , babasının, abisinin hayalleri bu temiz fonda daha canlı bir şekilde gözünde canlanıyordu. *** Kemal,Adli Morg’un önünde bekleyen kalabalığın arasına hızla daldı.Elinde bir gazete parçası vardı.Oradaki üç gençle bir şeyler konuştu. Gençlerin kafalarını sallamalarından ne demek istediğini anladıkları belli oluyordu. Gençlerden birisi Kemal’in elindeki gazeteyi aldı, büyük bir külah şekline getirdi ve elini cebine sokarak çıkardığı birkaç kuruşu içine attı. Külah,elden ele dolaşmaya başladı. Herkes ne yapması gerektiğini zaten biliyordu. Çünkü hemen hemen her cenazede aynı sahne tekrarlanıyordu. Gençler para toplarken, kulakları sağır edercesine ses çıkaran polis arabalarının siren ve kornaları duyulmaya başlandı. Belli ki yanaşabilmeleri için, kalabalığın yer açmasını istiyorlardı. Kalabalık biraz daha sıkışmak zorunda kaldı. Çünkü, üç tane polis otobüsü üzerlerine doğru geliyordu. Gençlerden bazıları ağır ağır ilerleyen otobüslerin tekerleklerine tekmeler savurdular; bazıları da bu hareketleri yapanları uyardılar. Üç otobüs ağzına kadar toplum polisiyle doluydu. Meydanda çok sayıda toplum polisi zaten vardı, ama biriken kalabalık çok büyük olduğu için takviye kuvvet istenmişti. Polisler hızla otobüslerden indiler ve Gülhane Parkı’nın kapısının önünde adeta etten bir duvar ördüler. Polisleri boşaltan otobüsler aynı sinir bozucu sesleri çıkararak hareket ettiler. Otobüslerin gitmesiyle açılan boşluğa doğru genişleyen kalabalık, biraz rahatlamışa benziyordu. Külah şekline getirilmiş gazetenin elden ele dolaştırılması uzun sürmedi. En sonunda külah, kapı önünde beklemekte olan Kemal’e ulaştı. Kemal, paraları alıp içeri girdi ve elindeki külahı Morg Yetkilisi’nin masası üzerine dökerek: -Al paranı,ver şehidimizi!.. dedi. Yetkili bir yandan Kemal’e, bir yandan masa üzerindeki bozuk paralara,bir yandan da yere düşen onlarca paraya şaşkın şaşkın baktı. Neden sonra kendisini toparladı ve sordu: -Kaç para var burada? Bunların hepsi bozuk para… Saydınız mı kaç lira olduğunu? Gerçekten paraların hepsi kuruş cinsinden bozuk paraydı ve içlerinde bir tane bile kağıt para yada lira yoktu. Kemal iyice sinirlendi: -Bunları saymak yarım saatten fazla sürer. Ne kadar olduğunu bilmem. Herhalde istediğiniz kadar vardır. Önceki cenazelerde hep fazla çıkardı. Siz sonra sayarsınız. Fazla ise helal olsun, eksikse bir dahaki cenazede farkı mutlaka öderiz.Bizden alacağı olanlar onu fazlasıyla aldılar,kaldı ki size de borçlu kalmayı istemeyiz. Yetkili, daha fazla üstelemedi. Çünkü ortamı germekten çekiniyordu. Zaten hava yeterince elektriklenmişti … *** Murat, Bayazıt Camii’nin yanında, Sahaflar Çarşısı’nın bitişiğindeki asırlık çınarın altında bulunan kahvehanede devrimci arkadaşı Osman’la hem sohbet ediyor, hem de şakalaşıyordu. Osman’ı kızdırmak Murat’ın hoşuna giderdi. O kızdıkça sanki daha güzel konuşur, zekası daha fazla çalışırdı. Yalnız Osman ne kadar kızarsa kızsın ses tonunu yükseltmezdi. Ayrıca vücudu da herhangi bir heyecan belirtisi yada fizyolojik değişiklik göstermezdi. Murat, yarıya gelmiş çayından bir yudum içerek: -Galiba sizin Öğretmenler Kongresi’nde olaylar çıkmış, kongrenin yapıldığı binanın içi savaş alanına dönmüş! Sen de orada mıydın? dedi. -Evet oradaydım! Bakıyorum çok sevinmişe benzersin! Haberi bu kadar çabuk nasıl aldınız? -Sizin istihbaratınız varsa bizim niye olmasın? Kaldı ki bugünkü gazetelerin çoğunda bu haber manşetten verilmiş. Sizin gazeteler ise bu konuda tek bir satır bile yazmamış. -Olanları ben de onaylamıyorum, ama oldu bir kere… -Galiba fraksiyon çatışması.. Sahi, sizin devrimci dünyada fraksiyon sayısı kaça çıktı? Hücre gibi durmadan bölünüyorsunuz. Birçok fraksiyon DEV’le başlıyor da şu PKK niye öyle değil? Bu fraksiyon yeni çıktı herhalde. Sahi Osman, bu PKK’nın anlamı ne, amacı ne? -O fraksiyon yeni çıkmadı, isim değiştirdi. Kürtçülük de yapıyor aynı zamanda. Sağlam bir örgüt. -Ateşle oynuyorsunuz. Kürtçülük sadece Türk’e değil; Kürt’e da zarar verir. O yüzden bu fraksiyonu devrimci hareketten soyutlamalısınız. -Bu olanaksız. Adamlar çok iyi örgütlenmişleri iyi çalışıyorlar ve de parasal sorunları hiç yok. -Değirmenin suyu nereden geliyor dersin? -Boş ver, orasını hiç karıştırma! dedi Osman ve sustu. Murat yan gözle onu izliyordu.Oldukça dalgın görünüyordu.Kendisinden hiç beklenmeyen bir hareket yaptı ve elini hızla masaya vurdu ve yine: -Boş ver… dedi. Murat’ın boş vermeye hiç niyeti yoktu. Üstüne üstüne gitmeye kararlıydı. -Öğretmenler Kongre’sinde öğrencilerin ne işi vardı? Yoksa öğretmen değil de öğrenci sorunları mı tartışılıyordu? -Güvenliği sağlamak amacıyla birkaç öğrenci görevlendirildi. Bunda büyütülecek ne var? -Aklınızca “faşist” dediğiniz insanlara karşı güvenlik tedbiri alıyorsunuz, oradan saldırı gelecek diye korkuyorsunuz; ama esas saldırı içinizden geliyor. Hem birkaç öğrenci lafına da inanmıyorum. Gazeteler tutuklanan öğrenci ve işsiz sayısının tutuklanan öğretmen sayısının birkaç katı olduğundan bahsediyor. -Bu konuyu da boş veeerr!.. -Bugün umduğumdan pasif görünüyorsun ve bazı konuları tartışmaktan da kaçınıyorsun. Öğretmen Kongrelerinizde öğretmen olmayanlar çoğunlukta, İşçi Kongrelerinizde de işçi olmayanlar… Osman, bardağındaki son yudum çayı da içerek biraz zaman kazanmak ister gibiydi. Biraz sonra konuşmaya başladı: -Sizde de öyle değil mi? Devrimci örgütler arasında çok yönlü bir dayanışma vardır. Bilhassa parasal katkıları işçi, öğrenci, işsiz yani kısacası geniş halk kitleleri sağlıyor. -Onun için sizin örgütler de bu paraları hiç çekinmeden olur olmaz yerlere harcıyor. -Bu savınla ilgili bir tek örnek bile gösteremezsin. -Bak Osmancığım çok örnek var ama istersen sana bildiklerimden bir tanesini anlatayım: Geçen hafta bizim mahallede oturan sizin işçi sendikalarınızdan birisini kafası, kolları, sargı bezleriyle sarılmış gördüm. Selamlaştık, “Geçmiş olsun!” dedim. Ama ne olduğunu sormadım. Çünkü aklımda metresiyle yapmış olacağı bir kavgadan dolayı bu durumun meydana gelebileceği ihtimali belirdi. Adamın gül gibi bir hanımı ve biri kız biri erkek iki tane çocuğu var. Altında zırhlı bir arabayla dolaşıyor. Bazen şoförlü, bazen de şoförsüz… Mesele kısa zamanda anlaşıldı. Seninki şoförünü almadan Florya’da bir içkili lokantaya gitmiş, sabaha kadar içip arabasına atlamış ve evinin yolunu tutmuş. Küçükçekmece’deki Kumsal semtinin yanından demiryolu ve bir derenin üstünden geçen bir karayolu köprüsü vardır. Bizimki o saatte yolda hiç trafik olmamasına rağmen köprünün ayaklarından birine bindirmiş. Sonuç malum… Üstelik bu, adamınızın ilk marifeti de değilmiş. Rivayet olunur ki daha önce de bir iki arabayı hurdaya çevirmiş. Osman bu konuşmalardan biraz sıkılmıştı. Kendini köşeye sıkıştırılmış gibi hissediyordu. Konuyu değiştirmek düşüncesiyle garsona seslendi: -İki çay alır mısınız? İçeriz değil mi Murat? Murat cevap vermedi ama “evet” anlamında başını salladı. Sözünün kesilmesine kızmıştı. Osman bunu anlamakta gecikmedi. -Sinirlenme be dostum! Sinirlenmesi gereken biri varsa o da benim. Baksana neler söylüyorsun! Bak, senin hoşuna gidecek bir şeyler anlatayım. Hem böylelikle biraz öz eleştiri de yapmış olurum: Söylediklerinin bazılar doğru olabilir ama devrimlerin geçiş aşamasında bunlar normaldir. Haksızlıklar, yolsuzluklar, yanlışlıklar yapılabilir. Hatta suçsuz birçok insan da ölebilir. Devrim gerçekleştikten sonra tüm taşlar yerine oturacaktır. Bizim aramızda konumları bizimle ters düşen birçok insan elbette ki var. Örneğin benim dayım oldukça zengindir. Bağları, bahçeleri, otelleri, dükkanları ve sayısını kendisinin de bilmediği kadar evleri olan bir kişi. Üstelik dayım “devrimci” ! Bir gün ben ona “Dayı, sen bir çelişki yaşamaktasın. Devrimci düşünceye gönül vermişsin ama bir gün komünizm gelirse herkesin olduğu gibi senin mallarının da paylaşılacağını biliyor musun?” dedim. Bana “Hadi oradan, komünizm gelirse benim mallarımı değil, başka zenginlerin mallarını yoksullara dağıtacak. Ben bu işin içinde bulunan biri olarak enayi miyim ki mallarımı ona buna vereyim!..” dedi. Tam anlamıyla bir çelişki,ama ne yaparsın? Sanırım sizinkilerde de benzeri örnekler vardır. Murat be sen akıllı bir adamsın, fikirlerimiz uyuşmasa da konuşabiliyoruz, saygı sınırları içerisinde tartışabiliyoruz. Doğrusu senin gibi bir yeteneğin bizim davanın içerisinde yer almasını isterdim. -Aynı şeyleri ben de senin için düşünmüyor değilim. Murat henüz sözünü tamamlamıştı ki Osman yerinden fırlayarak: -Vedat, Vedaaat!.. diye bağırmaya başladı ilerideki bir gence. Genç, kendisine seslenildiğini duydu ve geri dönerek onlara yaklaştı. -Gel Vedatçığım, bak seni kiminle tanıştıracağım… Murat!.. Bizden değil, iyi bir faşisttir; ama gene de çok severim. -Bu faşist lafından hoşlanmıyorum Osman. Bizim ideolojimizde asla faşizme yer yok. Hem ben sana komünist diyor muyum? şeklinde sitem etti Murat. Vedat geldi, bir sandalye çekerek yanlarına oturdu. Vedat bu sene Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırmış bir Anadolu çocuğuydu. Osman’la çok iyi arkadaş olmuşlardı. Osman’ın görüşlerine hayrandı. Birkaç toplantıya birlikte gitmişler ve Vedat bu toplantılarda yaptığı konuşmalarla kendi değerini hemen ortaya koymuştu. Çok fakir bir ailenin yedi çocuğundan birisiydi. Maddi durumunun yetersizliği onu utandırıyor ve için için varlıklı insanlara kin duyuyordu. Osman onun bu zaafından faydalanmakta gecikmedi ve kısa bir sürede Vedat’ı kendi saflarına kattı. Vedat, o gün oldukça durgundu. Laflar ağzından zorla çıkıyordu. Olumsuz bir şeyler olduğunu Osman anladı ve sordu: -Senin canın bir şeye mi sıkıldı? -Yok abi bir şey… -Yok da yüzün niye asık? -Evdeki arkadaşlarla biraz tartıştık. Galiba kendime kalacak yeni bir yer bulmam gerekecek. -Kafanı yorma! Bulunur bir çaresi. Sahi Murat, senin yanında yer yok mu? Vedat’ı yanına alamaz mısın? Hem masraflar da yarı yarıya azalır… Murat bir an düşündü. Vedat’ın ideolojisi belliydi… Osman’ın arkadaşı olduğuna göre… “Ama belki kazanılacak bir çocuk olabilir.” diye düşünmekten de kendini alamadı. -Bilmem ki… Komşular beni zor kabullendiler. Dört aile çoluğuyla çocuğuyla orada yaşıyor. Bir bekarı daha aralarına kabul ederler mi; burası beni düşündürüyor. Murat, Vedat’ı bu rastlantı sonucunda tanıdı. Daha sonraki günlerde defalarca onu Osman’ın yanında gördü ve konuştu. Kalacak yer problemini çözemeyişi Murat’ı gerçekten üzüyordu. Birkaç gün evine götürüp misafir etti. Uzun uzadıya konuştular, tartıştılar Vedat’ın hayal gücü çok geniş, hırslı bir genç olduğu hemen anlaşılıyordu. Murat, odasının yedek anahtarını ona verdi, çok sıkıştığında kendisi olmasa da komşuların uyuduğu bir saatte yani geç bir saate gelip kalabileceğini söyledi. Vedat’ın gözlerindeki minnet duygusunu fark edince utandı ve gözlerini başka bir tarafa çevirerek: -Vedat, sana bir tost ısmarlayayım mı? İstersen yanına birer de kola alırız dedi. *** Para ödendikten sonra morg yetkilisi cenazeyi getirmeleri için içerideki görevlilere emir verdi. Biraz sonra iki görevli cenazeyi getirdi. Orada bulunan üç tane genç ellerindeki Türk bayrağını tabutun üzerine örtmek için öne atıldılar. Hatça ana: -Dur oğlum! dedi. Sesi kısık çıkıyordu ama devam etti. - Son bir kez Murat’ımı görmek isterim… Hüseyin de aynı şeyleri söyledi ama morg yetkilisi bu isteğe itiraz etti: -Hayır, görmeniz iyi olmaz. Yüreğiniz buna dayanamaz. Hem tabut kapatılıp mühürlendi. O yüzden bizim açma yetkimiz yok. Hayatları boyunca devlete, devlet adamlarına korku ile karışık saygı beslemiş olan bu insanlar üstelemediler. Hatça ana tabuta sarıldı ve gözlerindeki son damla gözyaşlarını akıtmaya başladı: -Ahh oğul, yüreğimi dağlayan oğul! derken , gözleri kan çanağı haline gelen Hüseyin artık ağlayamıyordu. Bunun da verdiği sıkıntıyla tabutun diğer tarafına sarılmış, adeta tir tir titriyordu. Ağzından: -Aslanım, aslanım benim!.. sözleri çıktı. Bu cümleler hem Hatça Ana’nın hem de Hüseyin’in son sözleri oldu. Ömürlerinin sonuna kadar artık hiç kimseyle konuşmayacaklardı. İki dilsiz insan olarak yaşamları sona erecekti. Çünkü küsmüşlerdi. Onlar devlete küstüler, millete küstüler, polise küstüler, devrimcilere küstüler hatta Muratlarını koruyamadıkları için ülkücülere küstüler… Morgun dışında bazı gençler toplum polisi şefiyle tartışıyorlardı. -Biz, şehidimizi Topkapı Otogarı’na kadar ellerimiz üzerinde taşımak istiyoruz. -Buna izin veremeyiz, trafik arapsaçına döner. Kilometrelerce yol var, sizin cenazeyi oraya yürüyerek götürmeniz ise saatlerce sürer. -Başkalarınınkine izin veriyorsunuz! Zaten verseniz de vermeseniz de biz götüreceğiz! -Sizi kanunlara karşı saygılı davranmaya davet ediyorum. -Biz kanunlara saygılıyız, uygulayıcılardan yana şikayetçiyiz. -Bizi zor kullanmak zorunda bırakmayın! -Bu acılı günümüzde bunu da yapar mısınız? -Gerekirse hiç çekinmeyiz!.. Tartışma, ses tonlarının yükselmesine yol açtığı için birçok genç bu konuşmaları duyuyordu. Grubun içinden, birkaç yerden, aynı anda: -Yuhhh, frukolara yuhhh! sesleri yükseldi.Birkaç da slogan söylendi. “Fruko” ifadesi devrimcilerin Toplum Polisine bir yakıştırmasıydı. O nedenle belli ki bir provokasyon planlanıyordu. Zeytinburnu Ülkü Ocakları Başkanı Ahmet, durumu hemen anladı. Ellerini havaya kaldırdı. Herkes onu görebiliyordu. Çünkü Ahmet’in iki metreye ulaşan bir boyu ve iri bir cüssesi vardı. Görüntüsü uzaktan gören bir kişiyi bile ürkütmeye yeterdi. Zaten yüzüne karşı olmasa bile gıyabında ülkücüler ondan “Uzun Ahmet” diye söz ederlerdi. Ahmet: -Arkadaşlar, sloganları kesin! Herkes kendine hakim olsun! Böyle bir günde olay çıksın istemiyorum. Polisle çatışmak bize bir şey kazandırmaz. dedi. Bu çıkıştan sonra grubun çeşitli yerlerine dağılmış sekiz kişilik bir topluluk teker teker oradan ayrıldılar ve Ayasofya ‘ya doğru yürümeye başladılar. Giderken birbirlerini tanımıyormuş gibi davranmaya özen gösteriyorlardı. *** Osman’la Murat Çınaraltı Kahvehanesi’nde sık sık görüşmeye başlamışlardı. Yine oradaydılar. Osman: -Okudun mu gazeteleri dün yedi kişi öldürülmüş? Beşi sizden, ikisi bizden…Murat: -Böyle konuşma Allah aşkına! Sizdeni bizdeni olur mu bu işin? Onların hepsi bu ülkenin insanı. Senin de benim de kardeşlerimiz. Sağdan da olsa, soldan da olsa giden her can bu ülkenin yitirilen bir değeri. -Bu işi sizinkiler başlattı. İlk öldürülen solcuydu. -Kim kimi öldürdü önce bilemem, ama şunu biliyorum ki ben seni öldüremem, sen de beni… Gerçek ülkücü devrimciyi, gerçek devrimci de ülkücüyü öldüremez!.. Doğru mu? -Galiba doğru! -Galibalı konuşma! Haksız mıyım söyle! -Tamam, tamam haklısın.. Onlar tartışırken Sahaflar Çarşısı’ndan kendi bölümüyle ilgili eski kitaplar almış olan Songül’ün kendilerine yaklaştığını fark etmemişlerdi. Songül, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü ikini sınıfta okuyordu. Belli bir ideoloji grubuna bağlı değildi. Her iki tarafta da arkadaşları vardı. Murat Songül’ü çok güzel bulurdu. Ona baktıkça içinde tuhaf bir heyecan hisseder, ama sonradan da bu duygularından dolayı utanır, pişmanlık duyardı. Hissettiklerini birisi fark edecek diye ödü kopardı. Ülkücü gençler arasında kız çok azdı. Olan kızlara da ülkücüler “Bacı” derlerdi. O yüzden bu gençlerle kızlar arasında duygusal bir ilişkiye rastlanmazdı. “Bacıya karşı böyle duygular beslenmez!” prensibi geçerliydi. Songül de Murat’a karşı kayıtsız değildi. Zaman zaman ona karşı hayranlık duyardı. Bazen ondan gelebilecek bir adımı beklerdi ama o adım hiç gelmeyecekti.Songül: -Merhaba, gene kapışmışsınız! Benim geldiğimi görmediniz bile, dedi. Osman : -Yok canım, ufak bir tartışma. O da bitti. Gel otur, nereden böyle? -Birkaç eski kitap aldım. Neredeyse yenilerinin dörtte bir fiyatına. Şu tatilde onları okurum bari.. Murat: -Ne tatili bu? Yoksa sizin bölüm kafasına göre tatil mi ilan ediyor? -Olur mu öyle şey! Sahi, olanlardan sizin haberiniz yok mu? İkisi birden: -Yook! dediler . -Bakın anlatayım: Bu sabah girişteki amfide on buçuk dersini yapıyorduk. Ders başlayalı on dakika ya oldu ya olmadı! Asistan tahtada dersi anlatıyor, profesör de kürsüde oturuyordu. O sırada amfinin kapısı şiddetli bir tekmeyle açıldı ve içeriye dört tane parkalı genç girdi. Asistanın korkudan yüzü bembeyaz oldu, hatta elindeki tebeşiri bile düşürdü. Profesör, bu olaya karşı bir hamle yapar gibi oldu, ama sonra nedense vazgeçti. Düşünün, amfide en az iki yüz öğrenci varız ve hiç kimseden bir çıt bile çıkmıyor. Parkalı gençlerden birisi “Utanmıyor musunuz burada ders yapmaya? Bugün merkez binada önemli bir Form var. Hepiniz oraya gitmeliydiniz. Bir de Sosyoloji öğrencisi olacaksınız! Sizlerin hepinizin devrimci düşünceye sahip olması, ya da en azından devrimci düşünceyi desteklemesi gerekir. Şimdi defolun buradan, yoksa olacaklardan biz sorumlu değiliz!” dedi ve diğer gencin elinde bulunan sarılı bir paketi alarak üzerindeki kağıdı yırtmaya başladı. Meğerse o paketin içinde dinamit lokumları varmış. Herkes kapıya doğru koşuştu. Koşan ilk kalabalık grubun içinde bizim profesörle asistanı da vardı. Ben, en son sıralarda yani en yukarıdaydım. O yüzden basamakları inmem biraz zaman aldı. Hatta parkalı gençlerden birisi beni ve geride kalan birkaç arkadaşı acele etmemiz için uyardı. Bu uyarı korkumuzu biraz daha artırdı. Bahçeye çıktığımızda bir iki dakika sonra bir patlama duyduk, kapıdaki polisler patlamayla birlikte içeriye doğru koşmaya başladılar. Sonradan öğrendiğime göre amfide bir hayli tahribat oluşmuş ve rektörlük edebiyat fakültesindeki derslere on beş gün ara verildiğini ilan etmiş. Yani sadece bizim bölüm değil; tarih, arkeoloji, felsefe, edebiyat bölümleri de tatil oldu. Murat: -Desene olan gene derslere oldu, eğitime oldu! Yarın bir başka olay yaşanır, gene okullar tatil edilir, sonra bir başka olay bunu izler… Birileri bu ülkenin gençlerinin yetişmesini nedense hiç istemiyor. Bu davranışların gerisinde yatan temel amaç bu olsa gerek. Songül: -Bence de öyle… dedi. *** Ayasofya’nın Sultanahmet’e bakan duvarının yanında toplanan sekiz kişilik genç grubu liderlerinin hızlı hızlı anlattığı direktifleri dikkatli bir şekilde dinliyorlardı. Arada bazıları da söz alıp konuşuyordu ama bu konuşmalar fazla uzun değildi. Herkes istenilenleri anlamış ve yeni bir planı devreye sokmaya karar vermişlerdi. Uzaktan siyah gri karışımı sakalıyla oynayan meşin ceket ve şapkalı adam, onları izliyordu. Liderleri bu izlenmenin farkında olmasına rağmen hiç de rahatsız değildi. Gençler konuşma bittikten sonra, geldikleri yere dönmeye başladılar. Gene teker teker ve birbirlerini tanımıyormuş gibi görünerek… Hepsi kalabalığa ayrı ayrı noktalardan katıldılar ama birkaç dakika sonra Morg’un kapısının önünde bir araya geldiler. *** Sarı saçlı, iri gövdeli adam Kadıköy Vapur İskelesi’nin hemen yanında bulunan üç boyacıdan on üç- on dört yaşlarında bir çocuğa ayakkabılarını boyatıyordu. Soğukkanlı ve sakin görünüşü yine devam ediyordu. Arada bir boyacı çocuğa sorular soruyor, elini oturduğu sandalyenin arkasına astığı ceketinin cebine sokuyor, ağzındaki sakızı zevkle çiğniyordu. Ayakkabılarının boyanması bittikten sonra cebinden boyacıya parasını verdi, ceketini sandalyenin arkasından almak için elini uzattı, ceketi çekti ama ceketin omzundan bir tanesi arkalığa takıldı. Ceketi kurtarabilmek için daha hızlı çekti. Bu sırada ceketin cebinden bir şey yere düştü. Boyacı çocuk hızla yere eğilip düşen şeyi aldı ve: -Abi, cüzdanın düştü.Buyur! dedi. Çocuğun elindeki şeyin üzerinde kırmızı üzerine altın renkli yaldızla Kril harfleriyle yazılmış bir yazı vardı. Yani bu bir cüzdan değil, pasaport idi, fakat boyacı çocuk bunu ayırt edebilecek bir bilgiye sahip değildi. Adam, kendisinden beklenmeyen bir hız ve çeviklikle çocuğun elindekini aldı ve sırtına giydiği ceketin cebine koydu. Boyacı çocuğa: -Teşekkür ederim. dedi. Adamın az önceki sakinliğinden eser kalmamıştı. Bu olay canını sıkmıştı. Biraz ilerideki çöp bidonuna yaklaştı, öfkeyle ağzındaki sakızı tükürdü. Sonra eski soğukkanlı haline döndü, biraz ilerideki simitçiden bir simit aldı ve deniz kenarına doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Deniz, biraz dalgalı olduğu için kıyıya su damlaları sıçrıyordu. O, bunu önemsemeden denize iyice yaklaştı, elindeki simitten bir parça koparıp kendi ağzına atarken bir parça da kıyıya yakın uçan martılara fırlatıyordu. Acelesi olmayan bir insan görüntüsü veriyordu. Simit bitince sahildeki çay bahçesine doğru yürümeye başladı. Çay bahçesinin gözden uzak bir köşesinde oturan siyah gri karışımlı sakalı ve meşin ceketi olan adamla konuşan Vedat’ın yanına geldi: -Her şeyi Vedat Bey’e anlattın mı? -Evet, en ince ayrıntısına kadar anlattım. Konuşacak başka bir şey kalmadı. Vedat, anlatılanları pek anlamışa benzemiyordu. Yüzündeki şaşkın ifade bu izlenimi veriyordu. “Hayır” anlamında başını salladı ve: -Ama ben, işin buraya varacağını düşünmemiştim bunun başka bir yolu yok mu? dedi. Sakallı adam: -Hayır yok! Bu konuda tartışamayız. En ufak bir yanlışlık hepimizin sonu olur. Üstelik işin sonunda hayal bile edemeyeceğin imkanlara kavuşacaksın. -Ben, bu yolla bazı şeyler kazanmak istemiyorum. Bu işi yapamam… Burada bir yanlışlık var. Vazgeçtim. Bu direniş sakallı adamı kızdırmıştı. Etrafa şöyle bir baktı, çayhane insan doluydu. O yüzden sesini fazla yükseltmeden: -Bu işin dönüşü yok, girdin mi çıkamazsın. Unutma yarın gece tam saat 01:30’da seni Kızılay Kan Merkezi’nin öndeki otobüs durağında bekleyeceğiz. Mutlaka gelmek zorundasın! Şimdilik hoşça kal. *** Ülkücü gençler, dakikalardır tabuta sarılı duran Hüseyin ve Hatça Ana’yı tabuttan ayırırken çok zor anlar yaşadılar. Onları incitmekten korktukları için uzun uzadıya yalvardılar. Hiçbir tepki gelmedi ikisinden de. Neden sonra onları kucakladıklarında herhangi bir dirençle karşılaşmadılar. İkisini de biraz geri çekip sandalyelere oturttular ve itina ile Türk bayrağını tabuta örttüler. Sonra ellerini önlerine bağlayıp cenazeye ilk saygı duruşunu yaptılar. Ancak bu saygı duruşu sadece cenazeye değil aynı zamanda o evladı dünyaya getirirken sevinçten uçan şimdi ise yürekleri yandığı halde feryat etmeyen bu anaya bu babaya idi. *** -Osman, çoktandır Vedat’ı görmedim. Nerelerde , bir haberin var mı ? diye sordu Murat. -Ben de çoktandır görmüyorum. Buralara artık takılmıyor. Ortak bir arkadaşımız Vedat’ın maddi durumunun bu ara oldukça düzeldiğini, hatta kaloriferli bir dairede tek başına yaşadığını söyledi. -Neyse, belki bir gün çıkar gelir de kendisini fazla özletmez. -Belki, belki … -Sende ne çok kitap var Osman ? Bunların hepsini okudun mu ? Bazılarını ödünç alabilir miyim ? En kısa zamanda iade ederim. -Okuyacaksan al tabi. “Beni sarmadı, şurası canımı sıktı, beynimi mi yıkamak mı istiyorsun ?” filan diyeceksen alma … -Olur mu öyle şey canım. -Takılıyorum sana. Tabi ki okursun , ben senin ne kitap hastası olduğunu bilmem mi ? -Okuduktan sonra bana da bazılarını anlatırsan memnun olurum . -Seve seve anlatırım. -Bak orada bir poşet var, istediğin kadar kitabı içine koy. Acelesi yok, yavaş yavaş ve anlayarak oku. Belki o zaman saf değiştirirsin pis faşist ! -Hadi oradan pis komünist Murat Osman’ a ilk defa “komünist” demişti. Bu ikisini de güldürdü: -Bak gördün mü ? Yavaş yavaş bana benzemeye başladın. Murat, altı tane kitap seçti ve bunları poşetin içine yerleştirdi. Gitmek için kalkmaya niyetlendi : -Geç oldu, artık gitmeliyim dedi. -Saat kaç ki ? -01 ‘i geçiyor. -Erken sayılır, biraz daha kal ! -Başka bir gün söz daha uzun kalırım. Şimdi gideyim. -Peki sen bilirsin. Murat, poşeti eline alıp kapıya doğru yürüdü. Ayakkabılarını giydi. Osman : -Güle güle pis faşist ,dedi. Murat da : -Hoşça kal pis komünist! diye cevap verdi. Bu şakalaşma onları gene güldürdü ve birbirlerine sarıldılar, olanca güçleriyle birbirlerini sıktılar ve öpüştüler. Murat ile Osman vedalaşmalarında hep el sıkışırlardı. Bugün nedense birbirlerini kucaklıyor ve öpüyorlardı. Murat kapıyı çektikten sonra Osman’ın yüzündeki bu mutlu gülümseme daha birkaç dakika devam etti … ** O gece Murat’ın oturduğu yerdeki kişilerden girişteki dul bayanla kızı Necla’dan başka kimse evde yoktu. Onlar da işten yorgun geldikleri için yemek yiyip hemen yatmışlar ve derin bir uykuya dalmışlardı. Onların bitişiğindeki Çöpçü Dursun’un bir hemşerisinin oğlunun Fındıkzade’de bir salonda düğünü vardı. Tüm ailece oraya gitmişlerdi. Gâvur Yusuf da karısı ve oğluyla birlikte hasta olduğunu haber aldığı annesinin ziyaretindeydi. İşçi Mehmet yıllık izindeydi ve iznini köyünde geçirecekti. Murat ise o sırada Osman’la beraberdi ve şu anda hızlı adımlarla evine ulaşmaya çalışıyordu. *** Vedat, damalı bir taksiden Kızılay Kan Merkezi’ndeki otobüs durağının önünde indi. İki tane adamın kendisini beklemekte olduklarını gördü. Saat tam 01:30’du. Adamların yanına gitmek için yürümeye başladı. Ama ayakları geriye doğru gitmek, hatta kaçmak istiyor gibiydi. Adamlardan biri: -Tam zamanında geldin. Bravo! Sen her şeyi hak ediyorsun. Birlikte fazla görünmeyelim ,her şey bunun içinde. diyerek tanınmış bir ayakkabı firmasına ait poşeti ve içindeki paketi Vedat’a uzattı. Adamlar, hızla oradan uzaklaşıp, biraz ileride bir başka taksi durdurup bindiler. Vedat elindeki poşetle ilerideki trafik ışıklarına doğru ilerledi. Saat geç olmasına rağmen işkembeciden çıkan birkaç sarhoş göze çarpıyordu. Vedat ışıklara geldiğinde yayalara kırmızı yanıyordu ama buna hiç dikkat bile etmedi ve hızla yolun karşı tarafına geçti. Şehremin’e doğru giden yola girdi. Yürürken ayakları birbirine çarpıyordu. Düşeceğini zannetti. Durdu. Derin bir nefes aldı ve elindeki poşete iğrenerek baktı. Tekrar yürümeye başladı. Poşeti kendisinden oldukça uzakta tutmaya çalışıyordu. Sanki poşetle bir pislik taşıyordu da üstüne bulaşacağından korkuyormuş gibiydi. *** Veledi Karabaş Mahallesi’nin sokakları gecenin bu saatinde bomboştu. Sokak elektrik lambalarının çoğu bozuk olduğundan bazı yerdeki karanlık korkutucuydu. Bütün mahallede penceresinde ışık görünen ev sayısı bir elin parmaklarından azdı. Bir çöp yığınının etrafında birbirleriyle hırlaşan köpeklerin sesi, sessizliğin içine saplanmış bir hançer gibiydi. Bir genç, elindeki poşetle dar sokaklardan ilerliyordu. Nereden çıktığı belli olmayan bir kedi fırladı önüne. Az kalsın bağıracaktı, kendini zor tuttu. Kedi koştu koştu ve yüz metre kadar ileride yolun ortasına oturup durdu. Kedinin gövdesi hayal meyal görünüyordu ama araba farı gibi parlayan gözlerini fark etmemek imkansızdı. Sanki o gencin gitmesini engellemek amacındaydı. Genç, kedinin yanından yavaşça geçti, kediye baktı ve kedi de bu bakışa aynen cevap verdi. Mahalle çeşmesinin bozuk musluğundan akan damlaların sesi, su birikintisinde yaşamaya çalışan kurbağaların sesine karışıyordu. Karanlık azalmamış, aksine artmıştı.Çünkü mahallenin burasında arada sırada yanan bir iki lamba da geçen gün mahalle çocuklarının attığı taşlarla kırılmıştı. Genç, düştüğü su birikintisine aldırış etmeden yürümesine devam ediyordu. Evin yanına geldi, tahta kapıyı iteledi. Tahta kapı açılırken bu sefer çığlığa benzeyen bir ses çıkarmıştı… *** Morg Görevlisi, Murat’ın olduğu düşünülen eşyaları bir kere daha kontrol edip bir torbaya doldururken dışarıdan gelen çok sayıda genç tabutu omuzladılar. Bazı gençler Hüseyin’in ve Hatça Ana’nın kollarına girdiler. Yürütmeye çalıştılar. Ama onlar yürümüyor,adeta sürünüyorlardı. Birisi sinirlendi: -Yahu arkadaşlar, anamıza babamıza eziyet ediyorsunuz! Yürüyemediklerini görmüyor musunuz? O zaman alın kucağınıza ve bindirin arabaya! Bu kadarını da akıl edemediniz mi? Bu uyarı gençleri utandırdı. Hepsinin yüzü kulaklarına kadar kızardı. Hüseyin ve Hatça Ana ‘yı kucakladılar. Tam o sırada Morg Görevlisi Hatça Ana’nın koltuğunun altına eşya dolu torbayı sıkıştırmaya çalışıyor, bir yandan da : - Anne al bunları.. Bundan sonra bu hatıralarla yaşayacaksın diyordu.Fakat Hatça Ana’nın söylenenleri duyduğu ya da koltuğunun altına sıkıştırılan bu torbayı fark ettiği şüpheliydi. *** Çöpçü Dursun, Fıdıkzade’deki düğün bittikten sonra yıllardır görmediği hemşerilerinin ısrarına dayanamayıp bir parkta oturmayı kabul etmişti. Kadınlı erkekli ayrı ayrı gruplar halinde parkın çimenlerinin üzerine oturmuşlar ve saatlerce konuşmuşlardı. Anlatacakları bitmemişti fakat çocuklar çoktan uyumaya başlamışlardı. Çocukları zorla uyandırıp yola çıktıklarında binebilecekleri otobüslerin son seferleri saatler öncesinden bitmişti. Mecburen yürüyerek gideceklerdi. Bu da en az kırk beş dakika zaman kaybı demekti. Çöpçü Dursun, mahalleye girdiğinde alışılmadık bir hareketlilik olduğunu anladı. Bu saatte burada insana rastlamak mümkün değilken birçok insan görmüşlerdi. İnsanların hepsi hızlı hızlı yürüyorlardı. Heyecanlı bir sesle bir şeyler anlatıyorlardı. Üstelik mahalledeki pek çok evin ışıkları da yanıyordu. Kendi sokaklarına gelince su ile sönmüş odun kokusunu hepsi duydukları gibi biraz ilerideki itfaiye, ambulans ve polis aracının ışıklarını da gördüler. Onların etrafında çok sayıda insan vardı. Biraz daha yaklaştıklarında olayın merkezinin kendi evleri olduğunu anladılar. Dursun, kalabalığı yarıp evinin kapısına geldiğinde polisler onu durdurdu.Dursun: -Burası benim evim. Ne oldu? Söyleyin! dedi.Polis: -Burada mı oturuyorsun? -Evet. -Gel o zaman. Komiserim bu adam da burada oturuyormuş. -Al içeri! Dursun içeri girince komisere de soru sormaya başladı: -N’oldu, ne var? Yangın mı çıktı, hırsız mı girdi? -Acele etme! Her şeyi birazdan öğrenirsin. Üst kattaki öğrenciyi tanır mısın? -Tanırım. Adı Murat’tır. N’olmuş ona? -Evinde bomba patlamış. Ya bombayı birisi koydu, ya da bomba imal ederken elinde patladı. Bu çocuğun böyle işlerle ilgisi var mıydı? -Yok beyim, o ne anlar bomba yapmadan. Daha mantar tabancasını bile patlatamayan bir çocuktu o… Sadece okurdu… -Bunlar inceleme sonunda anlaşılacak. -Murat kurtuldu mu? Murat’a bir şey oldu mu? -Ne kurtulması, paramparça olmuş! Allah rahmet eylesin! -Deme beyim!.. diye aynı sözcükleri tekrarlamaya başladı Dursun. Gözyaşları öylesine akıyordu ki etraftaki hiçbir şeyi göremiyordu. Gözlerini eliyle sildi ama gözyaşları akmaya devam etti. Sanki gözlerinin önüne siyah bir perde çekilmişti. Ne kadar uğraştıysa da bir süre görmesi mümkün olmadı. Görmeye başladığında tekrar komisere sordu: -Biz Murat’la aha şu durduğun yerde her akşam çay içerdik. Bundan sonra ben çayı kiminle içeceğim? Muratsız çayı nasıl içeceğim? Çay yalnız içilir mi? Komiser yanındaki polise: -Saçmalamaya başladı zavallı. Şunu sakin bir yere oturtun, başından da ayrılmayın kendisine gelinceye kadar! dedi. *** Bindikleri taksiden inen iki adamdan sakallı olanı diğerine sordu: -Broşürleri, bildirileri bastırdın mı? -Evet bastırdım ama ya iş tamamlanmazsa ne olacak o kadar broşür? Hepsi çöpe mi gidecek? Yazık değil mi harcanan paraya? -Sen harcanan paraya kafanı takma! Onlarda para çok. Hem iş tamamlanmazsa bile broşürler ziyan olmaz. Çünkü klasik ifadeler yer alıyor o broşürlerde. Yani bir başka işte de kullanılabilir. Biraz sonra o mahallenin yanından geçip işi kontrol ederiz. Bittiyse broşürlerin dağıtımını yaptırırsın. Daha sonra aynı iki adam Mevlanakapı’dan Veledi Karabaş Mahallesi’ne doğru gitmek üzere bir taksiye bindiler. Bir adres arıyormuş gibi yapıp Murat’ın evinin bulunduğu yerin arka sokağına kadar gittiler. Siren seslerini duyup, etraftaki insanların görüp, yanık kokularını aldıkları zaman işin tamamlandığını anladılar. Adresi bulamamış gibi yapıp geri döndüler ve bindikleri yerde taksiden indiler. *** Beyazıt’taki Küllük Kıraathanesi’nde o gece üç genç olabilecek saldırılara karşı nöbet tutuyorlardı. İş eğlenceli başlamıştı. Birbirleriyle şakalaşmışlar, marşlar ve memleket türküleri söylemişlerdi. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı bile. İşte ortalık ağarmaya başlamıştı. Yani karanlık aydınlığa, siyah beyaza dönüşüyordu. Sabah ezanı da okunmaya başlamıştı. Bir camideki ezan bitmeden diğerindeki başlıyordu. Beyazıt, Sultanahmet, Kumkapı, Aksaray hatta Fatih’teki camilerden gelen ezan sesleri birbirine karışıyordu. Ezan sesini duyunca gençlerden biri, sol bacağının üzerindeki sağ bacağını bir saygı belirtisi olarak indirdi ve sandalyesinin arkasına iyice yaslandı. Diğer ikisi de ezanı dinlemek için aynı davranışı yaptılar. Ses çıkarmıyorlardı, sadece arada bir sandalyelerinin gıcırtısı duyuluyordu. Hepsi ezanı dinlerken kendilerinden geçmişlerdi. Yavaş yavaş kapanan göz kapaklarına engel olamıyorlardı. Gecenin bitip gündüzün başlaması onlara güven ve rahatlık sağlamıştı. Bu ortam içerisinde sözleşmişçesine üçü birden uyumaya başladılar. Bir elin kıraathanenin kapısını zorlarken çıkardığı sesle uyandıklarında ne kadar uyuduklarını bilemiyorlardı. Fazla gürültü yoktu lakin sesi hepsi duymuşlardı. Gençlerden biri hızla yerinden kalktı, uyku sersemiydi. Kapıya doğru koşarken masalara, sandalyelere çarpıyordu. Bir masa üzerinde akşamdan unuttukları çay bardağına eli takıldı, bardak kırıldı ve kırılan cam parçaları elini kanattı. Kapıya doğru koşan genç elinde bir paketle geri döndüğünde sol elinden de kanlar süzülüyordu. Arkadaşları: -Elin kanıyor, gel hemen saralım. dediler. -Boş ver, yıkayınca geçer! -Gördün mü geleni? -Hayır göremedim. Ben kapıya gittiğimde kimse yoktu. Sadece caddeden geçen birkaç kişi vardı ama gelen herhalde onlardan birisi değildi. Bildiri bırakmak için bizim çocuklar gelmiş olabilir. Okuyalım şunlardan birisini. Bildirinin okunması bittikten sonra uzun müddet konuşmadılar. Üzgün ve düşünceliydiler. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Bildiri, adını vermeden öldürülen bir ülkücü gençten, bugün onun için düzenlenecek olan törenden bahsediyor ve tüm ülkücüleri bu törene çağırıyordu. Bildirinin birkaç yerinde ısrarla “Hain komünistler” ifadesi yer alıyor ve öldürülen gencin intikamının alınması gerektiği vurgulanıyordu. Bildirinin sonu da “Tanrı Türk’ü korusun!” sloganıyla bağlanıyordu. Mesai saati başlayana kadar ülkücülerin kaldığı tüm yurtların kapılarına bildiriler bırakılmıştı. Ayrıca ülkücülerin çoğunlukta yaşadıkları sokakların duvarlarına, Beyazıt’daki fakültelerin tümünün kapılarına bildiriler yapıştırılmıştı. İşe giden, okula giden birçok insan bu bildiriyi okumuş; fakülte kapılarında ülkücüler tarafından üniversite öğrencilerine dağıtılmıştı. Olaydan haberdar olanların sayısı saatler geçtikçe artıyordu… *** Osman’ın o gün dersi erken başladığından saat 08:30 civarında bir arkadaşıyla birlikte okula geldi. Fakültenin bahçe kapısının yanında duvardaki bildirinin aynısını dağıtan bir genç ve onları izleyen görevli polisleri gördü. Osman bildiri almadı, ama yanındaki arkadaşı istemeyerek de olsa almak zorunda kaldı. Çünkü dağıtan genç önüne dikilmişti. Bir müddettir fakültenin kapılarında polisler görevlendiriliyordu. Bunlar, öğrencilerin üstlerini arıyor, gruplar arasında kavga olursa engellemeye çalışıyorlardı. Bildiri dağıtmak gibi şiddeti içermeyen eylemlere ise karışmıyorlardı. Osman ve arkadaşı bahçeye girip binaya doğru yürümeye başladılar. Osman, bildiriyi okuyan gence sordu: -Ne yazıyor orada? -Önemli değil canım, bir köpek daha gebertilmiş. Tören mören diyor. -Bu bayatlamış lafları artık bırakalım. Ölen insan, sonuçta bu ülkenin insanı. dedi Osman ve Murat’ın akşamki konuşması aklına geldiği için devam etti: -Yok edilen her can, bu ülkenin yitirilen bir değeridir. Arkadaşı Osman’ın bu konuşmasını fazla önemsemediği için cevap vermedi. Biraz daha yürümüşlerdi ki Turgut’un koşarak onlara doğru yaklaştığını gördüler. Belli ki önemli bir haber verecekti: -Osman, duydun mu, ölen seninle bazen takılan çocukmuş! -Ne çocuğu, kimmiş? -Hani canım adı Murat mıydı ne, o işte! Bomba yaparken parçalanmış. -Murat mı? Bomba mı? Sabah sabah sinirimi bozacak şakalar yapma yoksa kalbini kırarım Turgut! -Valla şaka yapmıyorum. Herkes bu olayı anlatıyor. Hatta oturduğu evin bir kısmı da havaya uçmuş. -Hadi oradan! Murat değildir o, yanlış duymuşsundur. Akşam geç saatlere kadar Murat’la beraberdik. Hem bombadan ne anlar o? Geç saatlere kadar benimle oturup sonra koşa koşa evine bomba yapmak için mi gitti? -İster inan, ister inanma! Ama bil ki bir beyinlerini daha kaybettiler. İntikam almak isteyecektirler. Onlar da bir devrimci beyni yok etmeyi düşünebilirler. Murat’la ilişkin olduğuna göre sen de dikkatli davransan iyi edersin! İşin şaka ya da yalan olmadığını anlamakta zorlanıyordu Osman. Son bir gayretle: -Emin misin, söylediklerin doğru mu? Yoksa sabah sabah bir eşek şakası mı yapıyorsun? -Eee, sıktın ama! Altı üstü bir faşist gitmiş işte! Osman’ın gözünde, birbirlerinden ayrılırken Murat’la olan ilk sarılmaları canlandı.Ağzından diğer gençlerin anlamadığı şu sözler döküldü: -Demek ki aynı zamanda son sarılmaymış!.. Yanındaki arkadaşı Osman’ı uyardı: -Biraz hızlı yürü, derse geç kalacağız. Ne o, yoksa etkilendin mi? -Ben gelmiyorum. -Niye? -Murat’ın yanına gideceğim! -Zırvalama, o öldü diyorum sana! Ölünün yanına mı gideceksin? O faşist öldü diyorum öldü,öldü… -Başlatma faşistine de komünistine de, sağına da soluna da, devrimcisine de ülkücüsüne de!.. Ben, arkadaşımı kaybettim, bedenimden bir parça gitti. Lanet olsun her şeye! Osman o kadar çok bağırıyordu ki polisler kavga olduğunu zannederek koşarak yanlarına geldiler. Turgut: -Kavga mavga yok! Aramızda tartışıyoruz. Yürü Osman, derse geciktik. -Bırak beni ben gelmiyorum, Murat’ın cenazesine gideceğim. -Canına mı susadın? Seni tanıyanlar vardır. Orada toplayacak parçanı bile bırakmaz o kalabalık, dedi Turgut ve Osman’ı kolundan çekmeye başladı.Osman : -Bırak beni,bırak beni! diye bağırdıktan sonra kendini Turgut’tan kurtardı ve koşarak fakültenin bahçe kapısından dışarı çıktı. Osman hala koşuyordu. Beyazıt’tan Galata Köprüsü’ne kadar koşa koşa gelmişti. Koşma nerede bitecekti, belli değildi. Birkaç kere suç işleyip kaçan birisi zannedip polisler yolunu kesmiş ama meseleyi anladıktan sonra serbest bırakmışlardı. Hatta bazı polisler arkasından: -Zavallı! Çaresizliğini ıstırabını koşarak yenmeye çalışıyor. demişlerdi. *** Osman, aradan ne kadar zaman geçtiğini bilemeyecek durumdaydı. Saatler sonra döndü dolaştı ve en sonunda kendisinin Yerebatan Sarayı’nın yanında olduğunu gördü. Biraz sakinleşmişti. Aşağıya, Gülhane Parkına doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Biraz sonra etrafındaki insan sayısının çoğaldığını, yürüdükçe de bunun giderek arttığını gördü. Adli Tıp Morg’una yaklaştıkça toplanan insanların sıklaştığını ve aradan geçmenin giderek zorlaştığını anladı. Dakikalarca bu kalabalığı yararak ilerledi; arada söylentilerle, hatta hakaretlerle karşılaştı. Çünkü insanların kimisinin ayağına basıyor, kimisini iteliyordu. Sonunda morg kapısına on beş-yirmi metre kalıncaya kadar ilerlemişti. Orada çakıldı kaldı. Bırakın daha fazla ilerlemeyi, kımıldayamıyordu bile. Buna rağmen denemekten geri kalmadı ve önündeki gencin omzuna dokundu: -İzin verir misiniz? dedi. Genç, kafasını arkaya çevirdi, yüzü tanıdık birine benziyordu, fakat kim olduğunu çıkaramadı. Düzenledikleri Form’ları idare eden birisi gibi geldi ona. Genç onu tanımıştı,bütün gücüyle bağırmaya başladı: -Pis komünist, ne geziyorsun burada? Arkadaşımızın ölüp ölmediğini kontrole mi geldin? -Hayır, hayır! O benim de arkadaşımdı. Bağırma ve hakaretlere o gencin yanındaki Ayasofya’nın duvarı dibinde konuştuğu arkadaşları da katıldı. Linç etmekten, öldürmekten, intikamdan bahsediyorlardı. Tahriklere bu grupla ilgisi olmayan birkaç genç de kapıldı. Uzun Ahmet topluluktaki kargaşayı hemen gördü. Oraya gitmek için hamle yaptı. Osman’ın aralarından geçemediği kalabalık, Uzun Ahmet yürürken kendiliğinden ona yol açıyordu. Uzun Ahmet ne olduğunu anladıktan sonra: -Cenazeye katılan insanların fikrine, inancına bakılmaz. Arkadaşı ise onun da cenaze ile helalleşme hakkı vardır. dedi ve Osman’ın elinden tutarak kapıda bekleyen ambulansın yanına kadar götürdü. Yanından ayrılmaması konusunda Osman’ı uyardı. O da sadece: -Anladım. dedi. On dakika sonra Türk Bayrağı’na sarılı cenaze dışarı çıkarıldı. Bekleşen gençlerin hepsi cenazeye doğru ilerlemeye çalıştılar. Tutmak, taşımak, hiç olmazsa dokunmak istiyorlardı. Bir kere dokunan bile kendilerini diğerlerinden farklı hissediyordu. Tekbir sesleri yükselmeye başladı. Herkesin adeta tüyleri diken diken olmuştu. Kalabalık nedeniyle büyük bir izdiham meydana geldi. Bu izdihamda ezilme tehlikesi geçiren Hüseyin ve Hatça Ana zorla ambulansa bindirilmişlerdi. Fakat bu kargaşa sırasında orada bulunduğundan belki de haberi bile olmayan Hatça Ana’nın koltuğunun altındaki torba yere düşmüş ve ayaklar altında ezilerek diğer çöplere karışmıştı. Osman, bir eliyle gözyaşlarını silerken diğer eliyle tabutu taşımaya çalışıyordu. Bu onuru ona yaşatan Uzun Ahmet’in yüzüne minnet dolu bir bakışla bakıyordu. Cenaze ambulansın içine kondu ancak ambulansın kapısı henüz kapatılamamıştı… *** Tanyeri henüz ağarmıştı ki sabah namazı için abdest almaya kalkan Pınarcık Köyü’nün muhtarı, ev kapısının kırılırcasına çalındığını duyunca önce irkildi, sonra kapının yanına gelerek: -Yavaş ol, kıracaksın kapıyı! Açıyorum acelen ne? dedi. Kapıyı açtığında jandarma komutanını karşısında gördü. -Hayırdır kumandan? -Bizi Hüseyin’in evine götür. -Hangi Hüseyin? -Şu oğlu üniversitede okuyan… -Oğlunun adı Murat mı? -Galiba öyle. -Bişey mi oldu? Önemli bişey mi var? -Boş ver, birazdan öğrenirsin! Hemen gidelim. Jandarma komutanı, Hüseyin ve Hatça Ana’ya oğullarının öldüğünü söyleyemedi: -Yaralanmış mı ne, ben de kesin bilmiyorum. Vilayetten emir geldi. Bizim ciple sizi vilayete götüreceğiz. Oradan bir polis arabasıyla İstanbul’a gideceksiniz. *** Polis arabası çok hızlı gidiyordu. Altı buçuk saatte İstanbul’a ulaştılar. Önce Sirkeci’deki Emniyet Müdürlüğü’ne gidildi. Orada Hüseyin ve Hatça Ana’ya bazı sorular sorulup çay ve simit ikram edildi. Soruşturma kısa sürmüştü, ama gerçek kimse tarafından bu ana ve babaya söylenmemişti ta ki morga gidinceye kadar… *** Vedat’ı o günden sonra gören olmadı. Bazı söylentiler çıktı, ama bunların hiçbirisi doğrulanamadı. Babası sağdan soldan borç alıp iki tane İstanbul gazetesinde kayıp ilanı verdi. Buna rağmen Vedat ile ilgili bir ipucuna ulaşılamadı. *** Ambulansın açık kapısını gençler kapattırmıyorlardı. Gelip içeriye bakıp geri çekiliyorlar, çekilenlerin yerine başkaları gelip bakıyorlardı. Gökyüzü kalın bulutlarla örtülüp yağmur yağmaya başlamasaydı ambulansın kapısının kapanacağı yoktu. Kapı kapanınca yağmur şiddetini daha da artırdı, biraz sonra dolu ile karışık yağmaya başladı. Bulutlar ortalığı bir hayli karartmıştı. Yağmur ve dolu yağarken kimse yerinden kımıldamadı. Bu yağış üç-dört dakika sürdü ve aniden kesildi. Morg’un üzerindeki bulutlar hızla uzaklaşıyorlardı. Mavi gökyüzü çok net bir şekilde görünmeye başladığında herkes kafasını yukarıya doğru kaldırdı. Herkes aynı noktaya bakıyordu, herkes tıpatıp olmasa bile aynı şeyi görüyordu. Topluluk hipnotize edilmiş gibiydi. Çünkü hepsi aynı şeyi söylüyorlardı: -Murat yaşıyor,Murat yaşıyor… Ambulans önü açılınca Topkapı otogarına gitmek üzere ağır ağır ilerlemeye başladı. Elli metre kadar gidip durdu, bazı gençler bir şey mi oldu diye yanına koştular, ama tekrar hareket edip biraz sonra kulaklarda siren seslerinin yankılanmasını bırakıp gözden kayboldu. *** Gençler meydanı boşaltmışlardı. Toplum polisleri de gitme hazırlığı yapıyorlardı. Osman ise hala oradaydı. Bir toplum polisinin uyarısıyla yürümeye başladı. Yürürken bir şeyler mırıldanıyordu : -Murat yaşıyor, Murat yaşıyor, Murat yaşıyor… ---------S O N
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |