Güzel birşeyin fazlası harika olabilir -Mae West |
|
||||||||||
|
ÖĞRENCİ HAREKETLERİNE KULAK VER EY ÇILGIN İKTİDAR ! Merhaba değerli okurlar. bu hafta sizlere 28-29 Nisan öğrenci olaylarından bahsetmek istiyorum. Tarihin de rastlaması güzel bir tesadüf oldu. Her hafta ne yazayım diye düşünüyorum. Bu haftaki konu için hem fikri hemde arşivini vermekten çekinmeyen Genel Yayın yönetmenim Asil KAYA’ya teşekkür ederim. Tabi 60 ihtilalini anlatmak o kadar kolay bir iş değil. Öncelikli problem yakın tarihte kişisel günlük ya da anıların çoğunun henüz yayınlanmamış olmasıdır. Ayrıca binlerce yayının arasından güvenilir ve tarafsız olanları bulmak ve aralarında karşılaştırma yapma zorunluluğu vardır. Bu nedenle 3 haftalık bir yazı dizisi hazırlamayı düşünüyorum. İlk olarak sizlerle dönemin gazetelerinden bir köşe yazısı paylaşmak istedim.önümüzdeki hafta dan itibaren de detaya girelim istiyorum. 28-29 Nisan olayları 28 Nisan'da İstanbul'da 29 Nisan'da Ankara'da çıkan öğrenci olayları şiddetle bastırıldı. İstanbul'da çıkan olaylarda yaklaşık 40 öğrenci yaralanmış ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polisin kurşunuyla öldürülmüştür Bundan dolayı "Kanlı Perşembe" olarak anılmıştır. DP yönetimi bu illerde sıkıyönetim ilan etti. Öğrenciler hep bir ağızdan Gazi Osman Paşa'nın kahramanlığı için yazılan Plevne Marşı'nın değiştirilmiş hâli olan Olur mu böyle olur mu şarkısını söylüyordu: Olur mu, böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı? Bu olaylarda polisler "Kahrolsun diktatörler", "Hürriyet isteriz" sloganları atan öğrencileri dağıtmaya çalışmışlardır. Ancak "Türk ordusu çok yaşa" sloganı atan öğrenciler ile askerler arasında dayanışma yaşanmış ve askerler polislerin teslim ettikleri öğrencileri serbest bırakmışlardır. Harp okulu öğrencileri bir yandan Atatürk Bulvarı'nda sessiz yürüyüş yapmış ve öte yandan 20 Mayıs'ta Türkiye'yi ziyaret edecek Hindistan Başbakanı Nehru'yu karşılamak için Esenboğa'dan şehir merkezine gitmek için aynı arabaya binecek olan Menderes'i Nehru'nun yanından kaçırmayı planlamıştır. Ancak yabancı misafir varken bu tür hareketlere girişmenin dış dünyaya karşı olumsuz etki yaratacağı kanaatine varılarak plan reddedilmiştir Ulus Gazetesi 1 Temmuz 1960 Beyazıt Meydanında Hürriyet Muharebesi – A.Ö. ÖYMEN Üniversitenin Süleymaniye’ye bakan arka kapısında bir askeri birlik sıralanmıştı. Gençlerin bir grubu ön kapıdan polisleri oyalarken, diğer grubu da arka kapıya yanaşmıştı… Önce ordu lehine kısa bir tezahürat yapıldı… Biraz önceki vahşeti gören asker, kımıldamadan duruyordu. Kumandanın emriyle süngüler yerine takıldı. Artık bütün üniversite, yavaş yavaş arka kapıdan dışarıya sızıyor, orada, bahçeye giremeyen diğer gruplarla birleşerek arka sokaklardan Beyazıt Meydanı’na doğru akıyordu. Bu sırada diğer bir grup da ellerinde bayraklar olduğu halde Aksaray istikametinden Atatürk köprüsüne doğru ilerlemekte idi. Halk, kaldırımlara, pencerelere dolmuş, kafileyi gönülden alkışlıyor, talebelere bayraklar atıyordu. Hep beraber haykırılan “Hürriyet”, “Katil Polis”, “Menderes istifa” kelimeleri idi. Bu arada bir şangırtı duyuldu. Üzerinde “Menderes Eczanesi” diye yazılan bir tabela, yere indirilmiş, eczanenin camları bir anda tuz – buz edilmişti. Talebe, Menderes’in ismini artık tabelalarda bile görmeye tahammül edemiyordu. Sinirler iyice gerilmişti. Tabela uzun müddet yerlerde sürüklendi; sonra elle tutulamayacak bir hale geldi, bırakıldı. Niyet, Atatürk Köprüsü’nden geçmek, sonra Taksim’e çıkmaktı. Yol üstündeki birkaç Vatan Cephesi tabelası da indirildikten sonra, Atatürk Köprüsü’ne gelindi. Burada çifte barikatlar kurulmuş, köprünün işlemesine engel olunmuştu. Kafile fazla oyalanmadı. Barikatlarla uğraşmadı. Yol değiştirdi. Eminönü’ne doğru ilerlemeye başladı. Babıali istikametinden gelecek olan asıl büyük kafile ile orada karşılaşacaktı. Beyazıt Meydanı’nda şehit veren, polis kurşunlarına taşla – sopa ile mukabele edeen kafile ile… Beyazıt Meydanı Üniversitenin arka bahçesinden sızan asıl büyük grup, gene arka sokaklardan ağır ağır Beyazıt Meydanı’na ilerliyordu. Başta bir öğrenci kocaman bir Türk bayrağı taşıyordu. Yanında Atatürk’ün Gazetecilik Enstitüsü duvarından alınıp iki kişi tarafından taşınan büyük portresi vardı. Beyazıt Meydanı kaynıyordu. Bütün fakülteler boşalmış, talebeler orada bulunmuştu. Civardaki binalarda, halk gözyaşları içindeydi. Polis, meydana bakan tarihi medresenin arkasına mevzilenmişti. Silah dolduruyor, yeni bir hücuma hazırlanıyordu. Talebe bağırıyordu. “Hür – ri – yet… Hür – ri – yet” Atlı polisler, kısa bir hazırlıktan sonra, medresenin arkasından çıkarak Bahçekapı istikametine doğru ilerlediler, hız almak için kafi mesafeye gelince geriye döndüler ve meydanı dolduranların arasına dört nala yürüdüler. Ellerinde kırbaçlar vardı. Bunları atın üstünden aşağıya, kenara kaçan talebelere doğru sallıyor, onların sırtında şaklatıyorlardı. Bir yandan da ateş ediyorlardı. Rastgele… Önlerine çıkana… Ve atlarını posta arabasını sıymaya giden Teksas haydutları gibi koşturuyor, koşturuyorlardı. Talebe ve halk haykırıyordu: “Ka – til – ler, Ka – til – ler” Kalabalığı böylece ikiye ayırıp geçtikten sonra, atlı polisler, ters istikametten ikinci bir dalışa hazırlandı. Ama bu arada üniversiteliler de boş durmamış, sağdan – soldan topladıkları taşları kaldırımlara yığmışlardı. İkinci dalış fiyaskoyla sonuçlandı… Dört nala geçen atlılar taş yağmuruna tutuldular. Taşları yiyen atlar, şaha kalkıyor, otobüslerin, taksilerin üzerine çıkıyor, devriliyordu. Atından düşen tabancasına sarılıyor, öldüresiye ateş ediyordu, ama, kurşunları bitince, üzerine atılan kız ve erkek öğrencilere hemen yalvarmaya başlıyordu! “NE olur beni öldürmeyin. Ben emir kuluyum…” Talebe, polisten kırbaç yiyen, kurşun yiyen talebe, polisi öldürmedi. Hatta onu fazla hırpalamaya bile tenezzül etmedi. İçlerinden biri, elindeki iri taşı atından düşen polisin başı hizasında tutmuş, ama onun yalvarmasına dayanamayıp, vurmaktan vazgeçmişti. “Ben Gaziantep’liyim arkadaş” diyordu. “Seni affettim, hadi kaç git”. Adı Hüseyin’di. Hukuk Fakültesinde idi. Taşı bırakıp, kaçmasına müsaade ettiği polisin kırbacını aldı ve ötede duran boş bir atın üzerine sıçradı. “Hücum” diye bağırdı. Atlı polis gruplarına doğru dört nala yürüdü. Atlı arkadaşlarını, yaya ve taşla müsallah talebeler takip etti. Olacak iş değil gibi görünür, atlı polisler, kısa bir direnmeden sonra tam bir yenilgiye uğradılar. Gene dört nala, ama rical maksadıyla meydanı terkettiler. Ama aynı anda medresnin arkasında silahlarını dolduran bir grup polis emri almıştı. Ellerinde tabanca, silahsız gençliğe doğru ilerlemeye başladılar. Elli metre… Kırk metre… Otuz metre… Talebe geri gitmiyordu. Göğsünü açıyor, “Vurun”, “Utanmanız yoksa, vurun” diye bağırıyordu. Polisler, aldıkları emre uydular ve vurdular… Kurşunları arka arkaya boşaltıyorlardı. Ortalık karışmıştı. Bayrağı tutan genç, ayağından yaralanmış, yerde kıvranıyordu. Bir başkası bayrağı aldı. Yaralılar arkadaşları tarafından toplanırken, taşla mukabele daha organize bir hal aldı. Ekipler taşları elden ele ön saflara götürüyorlar, atıi yakın mesafeden yapılıyordu. Tabancaya karşı taş… Bu insanlık namına yüz kızartıcı muharebe dakikalarca devam etti. Nihayet polisin kurşunu bitti. Medresenin arkasına geri çekildi. Ama geri çekildi de ne oldu? İki dakika sonra yeni bir ekip halinde gene ortaya çıktı. Taze kuvvet birincisinden daha hırslıydı. Tabancalar daha sık, daha amansız patlıyordu. Talebe Marmara sinemasına doğru çekildi; fakat savaştan kaçmış değildi. Taş yağmuru devam ediyordu. Ön safta bulunan öğrencilerden bir sağ kalçasını tutarak arkadaşlarına seslendi: “ – Çocuklar, taşları dikkatli atalım birbirimizi vuruyoruz.” Sağ kalçasında bir sızı hissetmiş, hedefini yanlış bulan bir taşın açtığı yaradır, diye düşünmüştü. Yerden ikinci bir taşı almak için eğildiği vakit kuvvetinin kesildiğini anladı. Pantolonu kana boyanmıştı. Sürüne sürüne geri çekildi. “Ben yaralandım” dedi arkadaşlarına… Adı Cengiz Ballıkaya idi. Hukuk Fakültesinde idi. Arkadaşları onu alıp, Bahar Pastanesinin yanındaki eczaneye getirdiler. O sırada eczaneden bir diğer yaralı çıkartılıyordu. Akademiden Hüseyin Irmak… sırtında volkan gibi bir yara vardı. Arkadaşları Hüseyin Irmak’ı aldılar, kana bulanan gömleğini çıkartıp bir arabaya yerleştirdiler. Arabanın arka kanepesinde diğer bir genç yatıyordu. Ağzının kenarından ince bir seri halinde kan sızmış, çenesine kadar inip donmuştu. Adı Turan Emeksiz’di. Malatya doğumlu. Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz. Yanındaki arkadaşı ağlıyordu. Araba, Gureba Hastanesinin bahçesine girdi. Yararlıların ikisi de sedye ile ikinci Cerrahi Kliniği’ne götürüldü. Hüseyin Irmak nefes alıyordu. “Yaşayacağım, yaşamak istiyorum” diye inliyordu. Turan Emeksiz ise nefessizdi. Gözleri kapanmıştı. Yüzünde hafif bir tebessümün izleri okunuyordu. Doktorlar bu yüzü beyaz bir örtü ile kapattılar. 1 Mayıs ne zaman ortaya çıktı? İlk 1 Mayıs düşüncesi 1856 yılında Avustralyalı işçilerden ortaya çıktı. Avustralyalı işçiler 8 saatlik işgünü için toplantılar, eğlenceler ve gösteriler düzenlediler. 1866 yılında Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) dünya işçilerine 8 saatlik işgünü için mücadele çağrısı yaptı. 1886 yılının 1 Mayısında Amerikanın her yerinde işçiler grevler, mitingler ve eylemler düzenlediler. 8 saatlik işgünü talebinde bulundular. Chicago’da 200 bin işçi iş bıraktı. 8 saatlik işgünü için birleştiler. Burjuvazi gösteriyi bomba atarak sabote etmeye çalıştı. Ardından 4 işçi önderini idam etti. Binlerce işçiyi işten attı, yüzlercesini kara listelere aldı. Uluslararası İşçi Kongresi (II. Enternasyonal) 1889 yılında Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs’ı işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak ilan etti. Son söz : evet bugün ygs sınav sonuçları açıklandı. Dünde Başbakan çılgın projesini açıklamıştı.Aşırı tokluktan dişlerinin arasındaki havyar kırıntılarını temizlemekte zorlanan halkım memleketin neresine kanal açsam diye çok kafa yormayacak artık. Asgari ücret nasıl olsa 3000 dolar olduğu için o kanalda istediğimiz kadar tekne turu yapabileceğiz. Neyse biz ise ne yapıyoruz 1 Mayıs öncesi kalkıp Turan EMEKSİZ’den bahsediyoruz olacak iş mi? Yazım yarın çıkacak. Ayıptır, yazıktır, günahtır diyorum başka bir şey demiyorum.Haftaya görüşmek dileğiyle saygılarımla.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Öner KARADAĞ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |