Çokça Pınarın Başındayım
Çokça Pınarın Başındayım

Gümüşkent köyünün Ağdaş bölgesinde pınarın kenarındaki beton bankların birine oturmuş, seni bekliyorum. Yaşı kırklara karışmış bir adamın, yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, sevinçlerini yaşaması ne demektir, diye derin derin düşünüyorum: Belki bir ayrılık hadisesi, belki bir sevgisizlik ya da bir aşka geç kalma hadisesi. Belki de bir nevi sevinçleri, kederleri, hazları çocuklukla birlikte uzatma temayülü. Fakat bu uzayan kış, yazın gelmeyeceğine alamet değildi. Evet bu sene yaz müthiş güzel olacak, yolların etrafını çevreleyen tüm boş arazileri yeşilliklere boyayacak…


Bekliyorum seni… Seni göreceğim; içimde Arap tayları dolu dizgin koşacak. Sen yine beni görmeden geçeceksin. Ben ise kederle sevinci yüreğimde yoğurup gözlerimi kapatarak dalacağım dilediğim aleme… Dünyamıza ait her şeyi kederle kuracağım. Sonra çarşılardan çarşılara, yollardan yollara, insan sesleri, araba kornaları arasında, her şeyi seninle kurulmuş bu şehirde tek başıma dolaşacağım.

Bekliyorum seni… herkes geçti bir sen geçmedin zihnimin içinden, gözlerimin önünden… Yüzünü göremedim. Bayramım, çocukluk bayramı salıncaksız geçmiş öksüz bir çocuk misali gözlerime yaşların dolmasına sebep oldu…

Şimdi burada soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi, bilemem. Pınarın tazyikli suyu bulanık. Telefonun saati 12’yi geçmiş gösteriyor. Beton banklarda kimsecikler yok. Yoldan geçen yük kamyonlarının çıkarttığı sesler pınarın kenarındaki beton bankları bile titretiyor. Sonra yabancı plakalı bir araçtan, tipleri yarı Türk, yarı Fransızı andıran bir erkek, bir de kadın pınarın yanındaki fıskiyenin kenarına park ediyor. Tanıdık mı acaba bu insanlar? Kim acaba buranın sessizliğini bozan bu insanlar? Ne diye öyle dönüp dönüp bana baktı?… Yoksa kimseciklerin oturmadığı beton banklara bu saatte yalnız başıboşlar mı oturur? Kimseler aşık değil mi bu şehirde? Kimseler, bir pınarın kenarındaki bu buz gibi beton banklarda sevdiği birini bekleyemez mi, yüzünü bir dakika görmek için günün herhangi bir saatinde oturup hayallere dalamaz mı?

Geldiler karşımdaki banka oturuverdiler. Adam bana bakarak gülümsedi. Halim yok gülmeye; yoksa tatlı gülümsemesine karşılık verilmeyecek bir adam da değildi. Bu selam yerine geçen gülümsemeye neden cevap vermedim? Çünkü Seni bekliyordum. Hala seni bekliyordum. Belki de bugün, bu saatte buradan çıkmayacaktın… Acaba yine koşuşturma içinde misin? Yoksa Allah korusun hasta mı oldun?

Bir ara bir başka geçen kızda saçlarını, yürüyüşünü, gülüşünü seyreder gibi olmuş, sen olmadığını görünce yeniden merak edip üzülmüş; sonra, belki de benim burada oturduğumu tahmin etmemiştir de öteki yollardan geçmiştir şüphesine düştüm. Bu şüpheden çabucak caydım. O kadar ehemmiyet verilmeye değer miydim?

Ya hastaysan?

Sanki hastaydın. Koşup yatağının başucuna gelmiştim. O esrarlı gözlerini açmıştın. Alnın terlemişti. İki siyah tel alnının üstüne yapışmıştı. “Ateşim düşmüyor” demiştin. Şehrin tüm eczanelerini dolaşmıştım. Nöbetçi eczanelerden kavga dövüş ilaçlar alıp gelmiştim. İlaçları içmiş sonrasında kendini toplayınca rıhtım boyunca birlikte yürümüştük. Taze, beyaz tenin. Alnın terliydi. Gülüyordun, alay ediyordun. Koşuyordun, yakalayamıyordum. Allah esirgesin! Hasta olma sen…

Dört beş saniye içinde bunları düşündüğümden adamın selamına karşılık verememiştim. Dört beş saniye bir gecikmeden sonra ben de tebessüm ederek gülümsedim. Bunun üzerine adam karşı banktan kalkıp yanımdaki banka oturdu.
– Bu pınarın ismi ne?

Bir türlü aklıma gelmedi pınarın ismi desem inanır mısınız? Hala senle beraberdim. Hayır, hasta filan değildin, çok şükür! Beni görmemek için gittiğin tüm yollarda gözlerim seni aradığı halde sırf beni görmemek için yeni yollar keşfederek o yollardan kaçışını görür gibi oldum. İçimi mütevekkil bir sıkıntı sardı. Kızamıyorum ki sana… Dünyaya kızıyorum. En iyi arkadaşıma, en çok sevdiğim hocalarıma, dostlarıma, yoldaşlarıma, sevdiklerime… Yok sana kızamıyorum ne çare… Bu ikibin yirmi yılı Mart’ının soğuğuna kızıyorum. Aptalca, budalaca gülen ergen kızlara kızıyorum. Sana kızamıyorum. Arka sokaklardan beni görmemek için kaçtı ise, beni düşünerekten gitmiştir, herhalde diyorum. Hatırladım pınarın ismini:

-Çokça Pınar’ı a canım benim!

Kadın da yerinden kalktı. Adamın mühim bir soru sorduğunu, cevabının bütün karışık meseleleri halledeceğini bağıran pek mütecessis bir sıfatla yanımıza yaklaştı. O da bankta yanımda oturan adamın yanına oturdu. Bu sefer de o sordu:
– Hacı Bektaş nerede?
– Şu tarafta…

Bir işaretle sol tarafı gösterdim. Anlayamadılar ne taraftadır Hacı Bektaş… Elimin gösterdiği istikameti bir türlü kestiremediler. Gösterdiğim yerde gözle görünmeyecek genişçe tepeli ovalı boş bir arazi vardı. Bu boş arazide hangi yoldan Hacı Bektaş’ı bulacaklardı? Ama ne yapsınlar, çaresiz kabullendiler. Zahir şu ovanın bittiği, tepenin de başladığı yerin arka taraflarında kalıyor diye akıllarından geçirerek yüzüme baktılar. Son bir defa daha:

– Herhalde çok uzakta – der gibi baktılar.

– Yok, pek uzakta değil – der gibi mukabelede bulundum.

Adam ellisini aşmıştı. Toprak rengi yüzünde şimdiye kadar hiç kimse de görmediğim derin çizgiler vardı.

-Bunu getirdim karşı köyden- dedi.

Pardösülü kadını gösterdi: Sütlaç gibi buruşuk, ufacık gözleri ile yanaklarının elmacık kemiklere rastlayan yerleri pırıl pırıl, dişleri bembeyaz, yüzüne bakınca bir süt kokusu duyar gibi oluverdim. Bu yüz pembe mi pembe; içinde ne güzel, ne kırmızı bir kan akıyordu kim bilir…

– Hiç köy görmedi bu. Bakıyor, hoşlanıyor da gülügülüveriyor bu aldığı gezme zevkinden. Biz aslen İzmir’liyiz. Ben geldim de bir kaç defa bu taraflara fakat bu gelmemişti hiç… Anadolu’muzun unutulmuş tüm yerlerini gezdiriyorum.

-Neşet’in Kırşehir’de ki anıt mezarına da uğrayın.

-Gideceğiz. Mahsuni’nin mezarını da görürüz inşallah. O da Hacı Bektaş’ın içinde değil mi?

-Evet.

-Araba ile gidelim değil mi?

-Arabayla gidin ya. Araç için park yeri de var koca kabristanda.

-Ama biz önce Kırşehir’e mi gitsek? Sonra mı Hacı Bektaş’a gitsek?
-Kırşehir 70 km uzakta. Amma gidecek olursanız Mucur var arada orada da güzel yerler var. Hatta oranın ünlü ozanı Şemsi Yasdıman ailesinin mezarlığına gidip onlara da dua edebilirsiniz çok kıymetli bir sanatçıydı rahmetli.

Ya demek uzak. Yolun uzak olmasına beraberce üzülüyoruz. Kadın, elinde hediye paketine sarılmış minyatür alçıdan bibloları bana gösteriyor:

-Bunlar ucuzmuş çok uyguna aldık.

-Öyle mi kaça aldınız?

-5 parçaya… Ne verdikti?.. 500 TL aldılar bizden. Te bak şu büyük parçaya başka bir yerde 350 TL demişlerdi de biz almamıştık. Pahalı değil, değil mi?

-Yanlış hatırlıyorsun 5 parçaya 350 TL verdik.

-Ama sen 500 TL verdiydin. Sana geri ne kadar para verdi züccaciyeci?

Hesap ettiler, kitap ettiler önce anlaşamadılar. Sonra anlaştılar. 450 TL’ye almışlardı 5 parça bibloyu. Adam 500 TL verip 50 TL de geri almış meğersem…

Ben senin gelmen ihtimali olan yola gözlerimi dikmiştim. Onlar, hesaplarını yapmış, pınardan çıkan ve bir havuzda toplanan suyun toplanışını ve akışını seyrediyorlardı. Ben geçmenden ümidimi kesmiştim. Seni nerede bulabileceğimi: “Bana bakın beni dinleyin n’olur? Bakın da bir gün samimi olayım. Söyleyeceklerimi söyletmiyorsunuz. Dinleyeceklerimi dinletmiyorsunuz. Bırakın da anlatayım….”

-Bu pınar dipten mi kaynar?

-Yok canım? Vay anasını bu pınar mı? Boruyla buraya dağlardan çekilmiş kaynak suya benziyor.

Adam yanındakine dönüyor:

-Demir borularla suyun çıktığı yerden buraya kadar su getiriliyordur. Ellahem bu suyun kökü aha şu Hasan Dağı’ında…

Bana:

-Pekiii, bu pınarın suları yukarı doğru fışkırır mı?…

-Yani evet yazın sıcak havalarda belediye ekipleri gelip öyle suyu yukarı fışkırtsın diye tertibat kuruyorlar… Hava soğuk diye şuan ihtiyaç hissetmiyorlar suyun fışkırmasına.

Adam kadına;

-Hava soğuk da ondan fışkırtmıyorlar, anladın mı?, Sıcak havalarda fışkırtma işlemi gerçekleştirip hem etrafın tozunu toprağını hem de insanların serinlemelerini sağlıyorlar demek ki…

Bana dönüyor;

-Peki… -diyor-, Hani üstüne top korlar da sular lastik topu havaya fırlatır, oynatır durur; öyle de yaparlar mı?

Elli yaşında Avrupa görmüş bir adam, ellisine ayakbasmak üzere zarif bir kadın…

Fıskiyeler, toplar… Onlar benden de çocuk anasını satayım. Seni görmememin sıkıntısı dağılıyor, seviniyorum. Kadın eğilip beni dinliyor. İstanbul’da yaşadığımı buraya seyahat için geldiğimi öğrenince Taksim’den, öteki camillerden, meydanlardan, Boğaziçinden, Kızkulesinden söz açıyoruz. Sonunda lakırdımız bitiyor. Konuşmuyoruz bir zaman. Ben, seni bir mısra bulup söylemek istiyorum onlara Leyla… diyorum içime damlayan gözyaşlarımı kafamın bulutlu oluşundan söz edecek mısralar arıyorum yeryüzünde…

Bu sırada adam, kadına Kızkulesi’ni Haydarpaşa’yı, Selimiye’yi anlatıyor…

Bir ara üçümüz de susuyoruz. Mühim şeyler düşünüyor gibi bakışlarla etrafı inceliyoruz. Hele ben, neler düşünmüyorum: Kırmızı bir arabayla yanımıza gelip durduğunu kapıyı açıp ellerini kucak şeklinde açıp koşa koşa gelip sarıldığını, sonra koluma girip başını omzuma yasladığını, hatta sımsıkı sarılıp uzun uzun öpüyordum seni…

Tam bu sırada adam:

-Kışın donar mı bu su Yuşa Bey?

Ne diyeyim ki ben şimdi buna? Üzüntüm yine dağılıyor Leylam.

– Donar, donar tabi – diyorum. Donar hatta köyün çocukları bu havuzun üzerinde buz pateni bile kayarlar diyorum.

-Bak donarmış; çocuklar üstünde de buz pateni yaparlarmış- diyor.

Ne dersin sevgilim, canım, biricik Leylam… Çokça Pınar’ın suyu kışın donar mı? Ferhat abiyle Şirin teyzeye ben donar dedim….


Yûşa Irmak hakkındaki bilgilerin basılmasını istiyorum.
Eğer basılmamasını istiyorsanız tıklayın.

  Yûşa Irmak kimdir?
Felsefe ve edebiyat aşığı! Yayıncı, gazeteci ve kitapsever...

 


Bu yazıyı basmak istiyorum.

İzEdebiyat'da yayınlanmakta olan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Tüm yazılardan birinci dereceden sayfa düzenleyicileri sorumludur. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.

Yazarların izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin —kısa alıntı ve tanıtımlar dışında— herhangi bir biçimde basılmaması/yayınlanmaması önemle rica olunur.

© 2000-2002, İzlenim.com - Tüm hakları saklıdır.