Taşların Gölgesinde: Giriş/ 1. Bölüm

GİRİŞ

“Tanrılar mı? Pöh! Eskiden tanrılar mı varmış diyorsun sen Chiraleya."
Yanındaki civardaki güzel kızlardan biri olan elf, bal dökülmüş gibi saçlarını narin eliyle mercan rengi gözünün önünden yana atarak;
“Evet tanrılar… Sen de biliyorsun onların var olduklarını ama inanmıyorsun ya da umursamıyorsun. Babamın bana anlattığına ve kitaplardan okuduklarıma göre hiyerarşi bakımından en tepede tek bir tanrı varmış. Ondan daha aşağı seviyede dört tanrı ve bunlardan güç yönünden daha düşük ya da yardımcıları olan diğerleri…
En yüce olanı, bir boyut yaratmış ona da ‘Ölümlülerin Boyutu’ ismini vermiş. Sorumlu olarak ta daha aşağı seviyedeki diğer dördünü görevlendirmiş. Şöyle de söyleyebiliriz; en yüksek tanrının penceresinden bakarsak onlar bir nevi ölümlülerin bakıcıları ve kendilerinin yönünden bakarsak bizim patronlarımızmış. Aynı boyut içerisinde iç içe geçmiş dört dünya oluşturmuş ve her birinde ölümlüler: elfler, insanlar, cüceler ve kötücül yaratımlar olacakmış onlara da ayrı ayrı dört tanrı hükmedecekmiş." dedi zarif sesinden bir buket bırakarak.
“Yani daha önce biz ölümlüler birlikte tek bir yerde yaşamıyormuşuz,”
“Aynen öyle." ‘Daha önce’ ye ayrı bir vurguyla Chiraleya “Hiç duymamıştın herhalde ya da bir kulağından girmiş öbüründen çıkmış,” dedi esefle
“Çok sıkıcı bana bunlar. Ne bu böyle; yok tanrılarmış, en yücesiymiş, aşağısıymış, yok bakıcıymış, patronmuş… Sen anlatmasan dinlemem bu kadar da… ‘Yine de leziz sesinden bir kaç dilim daha tatmazsam üzülürüm’ diye düşünerek Vertalle” Peki, yaşadığım dünya nasıl oluşmuş? ‘Üst seviye’ büyüklerimiz ve yazılan kitaplarda ne diyor? Biliyorsun ben okumayı da, dinlemeyi de pek sevmem de ama senin sesin—“
Elf kızı, yanındakinin ilk söylediklerine kulak asmayarak; "Tanrısal boyuta ait materyaller ölümlülerden birinin yani sadece insanların yaşadığı dünyasına belli olanların yardımı sayesinde patronlardan biri olan Kötücül Yaratımların Tanrısı Asdachen’ in bir planı doğrultusunda atılmış. Bu—“
“Nasıl yani atılmış? Bir su birikintisine taş atar gibi mi? Hem niye bizim boyutumuza değil de insanların boyutu?”
“Nerden bileyim nasıl atıldığını kitapta öyle yazıyordu. İnsanların boyutuna neden atıldığına dair açıklamayı da kitabın Oldimardon adındaki yazarı yazma gereği duymamış. Sabırsız olma dinle! Bu nesne ölümlülerin dünyasında yaprak şeklindeymiş iç içe geçmiş dört boyut arasındaki kapıyı açan maymuncuk ya da anahtar gibiymiş. Aralarında Asdachen’ in de bulunduğu dört tanrının onların üstündeki yüce olanın emriyle oluşturulan anlaşma yüzünden bunlar boyutlar arasında gidemiyor ve güçlerini de birbirlerine karşı kullanamıyormuş. Yani her biri kendi kısmından sorumluymuş ve diğerlerini de karışamazmış.”
“Bu anlaşma bana üç güçlü ejderha arasındaki olanı hatırlattı. Hani kralın yardımcısının anlattığı var ya… İşte Kırmızı doğuyu, Siyah batıyı ve Beyaz da güneyi sahiplenmiş ya… Kendilerine göre kuzeye dokunmayacaklarmış falan filan…”
“Bak sen neler de biliyormuşsun. He o dediğinden. Asdachen ise kendi tarafıyla yetinmek istemiyormuş ve diğerlerine de hükmetmek arzusundaymış ki bunu gerçekleştirmek adına gizli bir plan yaparak boyutlar arasında gidebilmek için bu ilahi nesnelerin insanların dünyasına gönderilmesini sağlamış.”
“Evet neden insanlara bu objenin ‘fırlatıldığını’ anladım. Onlarda ifade ettiğin gibi sinsi ve içten pazarlıklı.” dedi alayla koyu yeşil gözlü elf.
İkili diğer emidia ağacının gövdesine ulaşmışlar ve köprüleri birleştiren geçiş noktasındaki yuvarlak biçimde oluşturulmuş bir nevi platformun korumalarına dayanmış ve etrafı izliyorlardı. Minik bir rüzgar esintisi Chiraleya’ nın saçlarına dokunmuş ve uç kısımları Vertalle’nin yüzünü öpmüştü. Elf kızı altındaki köprülerde gezenlere bakarak;
“Tanrıların bulunduğu yerde geçen süre onların güç sayılarının birbirlerini dengelemesi ile oluşan evrelerden meydana geliyormuş. Biz buna ‘zaman’ diyormuşuz öyle yazmış Oldimardon. Tabii burada zaman kavramı biraz daha farklıymış. Yani iki tanrı mücadele ederken geçen sürenin değişimi, ilerlemesi ya da gerilemesi güç kat sayısı büyük olana bağlıymış. Kendisinden daha düşük olanın ne tür bir harekette bulunabileceğini sahip olduğu kudretinin büyüklüğüne bağlı olarak ‘zaman’ ı ileri alarak çoğunlukla sezebiliyormuş. Bu durum ona büyük oranda üstünlük sağlıyormuş ancak güç kat sayısı küçük olan rakibi diğer tanrıların yardımıyla derecesini yükseltip onu geçebilecek seviyeye erişip avantajını ortadan kaldırabilirmiş. Öte taraftan ona yardım edenler kudretli olanın gazabını göze almak zorundalarmış.”
“Dediklerini pek anlamadım açıkçası da odaklandığımı da söyleyemem. ‘Saçlarının yumuşak dokunuşunu düşünüyordum ben,’ diyemedi ve sözü tekrar kıza bıraktı bakışlarıyla.
“Ben de okuduklarımdan pek bir şey anlamamıştım ama yine de… Bu yazarın yorumu ya da varsayımı diyebiliriz. Öyle değil mi sanki tanrıların boyutuna gidip gelmiş. Neyse… Devamında şöyle diyor ölümlüler boyutu hakkında: Bir su kabarcığının içinde dört tane küçük olanın iç içe geçmesi gibiymiş. Eğer bir gezgin… Tamam, sen gezginsin işaret etme artık. Boyutlar arasında dolaşıyorsun ve insanlarınkinde şatodasın, aynı konumda elflerinkinde ormandasın, cücelerinkinde yer altı mağaralarında ve diğerinde ise iki ejderha mücadele ediyor.”
“Vay be… İki ejderhanın kapışmasını izlemek baya heyecanlı olurdu. Tabii iki kızın kavgasını seyretmeyi ayrı tutuyorum.” dedi hafif bir gülümseme ile muzipçe mercan gözlere bakarak
“Ejderha mı?” diye farklı bir narin ses aralarına girdi.
“Moraffina! Hani sen evde olup annene yardım edecektin.” dedi Chiraleya
“Sıkıldım evde. Siz ikiniz ne yapıyorsunuz ne kaynatıyorsunuz?”
“Chiraleya bana yaşadığımız dünyanın nasıl oluştuğunu okuduğu bir kitaptan sallıyordu pardon dilim şürçtü, anlatıyordu. O kadar evden çıkarken kendisine ‘böyle şeyler söyleme’ diye tembihlememe rağmen beni dinlemeyip yine kendi bildiğini okuyor, anlayamıyorum” dedi biraz da alaycı memnuniyetsizlikle Vertalle.
“Boş yapmakta çığır açan elfin sahnesine hoş geldiniz, çürük yumurta atmak serbest. Yani arkadaşımızın şevkini kırma bak ben yeni gelmeme rağmen… Ooo ne kadar heyecanlıymış. Aslında ben de merak ediyorum. Kimin kitabıymış diye.
Biliyorsunuz merkezdeki yanımızdaki emidia ağaçlarında ve diğerlerinde yani gövdelerinin içinde minik minik kütüphaneler var. Buradakine girip bakalım.”
Chiraleya, ufak sertlikte Vertalle nin omzuna dokunarak "Buna gerek yok Moraffina. Hepsini okudum ben.”
“Kesinlikle okumuş olduğundan eminim. Biz dinlemeye devam edelim,” dedi Vertalle somurtkan ya da sırıtan garip bir yüz ifadesiyle Moraffina’ya bakarak
"Kitapta okuduklarımı aynen olmasa da yakın bir ifadeyle anlatıyorum. İnsanların boyutunda bir büyücü ve şaman konuşuyordu. ’Bu dört harita ve üstündeki dört yaprak… Şimdi ne yapacağız,’ dedi büyücü. Buna cevaben şaman da ‘Haritalar sen de kalsın yaprakları bana ver,’ diye işaret etti. Onları alır almaz dördünü de birbirine dokundurdu. Yapraklardan çıkan uzantılar hepsini kenetleyerek birleştirdi. Ardından ayrılarak ve uzayarak tekrar birleşerek kenarları garip resimlerle ve desenlerle süslü bir kapı oluştu. Hiç bekleme yapmadan şaman, büyücü Ansomal’ ı da alarak içeri girdi. İkisi ölümlülerin bilmediği sonsuz bir zihnin belleğinde zamandan (fanilerin inandığı şekliyle) bağımsız bir yerde bulmuşlardı kendilerini. Alanda dış kısımlarında gravürler ve resimler bulunan, birbirleri arasındaki uzaklıkları aynı olan bir karenin köşelerine oturtulmuş dört kuyu görünüyordu. Şaman ve Ansomal da bunun merkezindeydiler.”
“Moraffina, bana şuradan dört kabuk versene, belki biz de bir kapı yaparız. Sonra içinden geçip kaybolup gideriz. Olda … Bilmem ne bunu uydurmuş olmasın.”
“Off Vertalle! Anlatmayacağım bak. Hani beni dinleyecektin.”
“Ne yapayım, dayanamıyorum. Tamam müdahale etmeyeceğim.” dedi hafifçe gülerek
Moraffina ise düşüncelere dalmıştı.
Onun halini gören Chiraleya; ‘Hey buraya dön!’ Nereye gittin öyle. Büyücü müydün şaman mıydın doğru söyle!”
“Büyücü,”
“Karenin bir köşesindeki kuyudaki gravürlerde elflerin yani bizim resimlerimiz vardı ve boyutumuzu temsil ediyordu. Bu kuyunun doğrultusunda uzun sakallı, kısa boylu, tıknaz yaratıkların yani cücelerin boyutunu temsil eden bulunuyordu. Bizimkinin çaprazında bulunan köşedekinde ise insanlar için olan, dördüncü ise kötücül varlıklar içindi. Ansomal ve Şaman merkeze girdikleri anda bu kuyulardan ışık hüzmeleriyle beraber her birinden farklı renkte silindirimsi ışınlar çıkmış ve belli bir yükseklikte birbirleriyle birleşmişlerdi. Kuyuların yansıması ışınların toplanmasından oluşan satıhta bulunuyor ve asıllarının üst kısmıyla yansıyanlarının alt kısmı birbirine bakıyordu.”
Vertalle tam bir şeyler söyleyecekken Moraffina onun ayaklarına vurdu. Chiraleya anlatımına kapılmış coşkun sel gibi devam ediyordu.
“Böylelikle onların başlangıcından çıkan silindirik ışınların arasında dört tane boşluk oluşmuştu. Bu ışınlardan hüzmeler ayrılarak onları dolduruyor ve her aralıkta dört silindirin renginden bulaşmış kapıya benzer tasarımlar meydana geliyordu. Farklı renklerdeki oluşan ışınların içinde onlar tamamlandıktan sonra merkezinde ikisinin sabit olduğu bir küp oluşmuştu. Daha sonra ana kuyulardan doğrusal, yatay, çapraz çizgiler uzatılarak onların aynı düzleminde yerde yansımaları oluştu. Bu da ikisi arasında boşluğu meydana getirdi. Asıl kuyularla üstlerindeki kopyaları arasında oluşan kapılar aynı düzlemde aslı ile yerdeki kopyası arasına yansıyordu. Onlar, ilk olanların boyutsal büyüklüğünden küçük birebir aynıları olup ayna şeklindelerdi. Karenin köşelerine yerleştirilmiş dördünün arka taraflarındaki bölgelerde yaşam alanları görünüyordu. Bunları birbirinden ayıran geçitler iken içinde dönen girdaplarda aynalardı. Yani bunlar dört boyut arasındaki kapılardı ve her birinin yanında kadim yazılar bulunuyordu. Elflerin yerdeki yansıması arasında oluşan kapıda Schunuddrix, cücelerinkinde Trouchall, insanlarınkinde Paradruin ve diğerinde ise Phargath yazmaktaydı.
Asıl kuyulardan oluşan silindirik ışınların meydana getirdiği kolonların arasındaki geçitlerde ise ‘Cypraqual’ kelimesi görünüyordu.”
“Schunuddrix, baya afilliymiş bizim dünyanın ismi. Bu isimleri kim yazmış acaba. Bu arada kelime hazineni biraz geliştirmen lazım; arasında, arasına, kopya, kuyu, boyut… Bunların arasında geçti anlattığın. Eh anahtarı kelimeyi duydum. Benden bu kadar,”
“Nereye gidiyorsun Vertalle daha bitmedi ki. Hem bunlar bütünüyle benim kelimelerim ya da cümlelerim değil, kitabı yazanın elinden çıkmış olanlar. Hem—“
Muzip, bazen de sinir bozucu arkadaşları ikisini bırakmış onu aşağıdaki köprünün birinden gören ve Chiraleya anlatırken kendisine işaret eden kara saçlı bir elf kızına koşmuştu. Neyse ki Moraffina vardı. Ne de olsa iyi bir dinleyiciydi. Bakışlarıyla sen devam et diyordu.
“Yani demek istediğim, büyücünün afallamış bir şekilde gördüğü bu oluşum yanındaki kişinin düşündüğü tasarımdı. Ansomal hiç bir şeyin farkında olmayıp izlerken şaman değişim geçirmiş ve tanrının bir nevi tezahürüne dönüşmüştü. Bu meydana gelen, temelde yüce tanrının yaptığı tasarının benzeriydi ama Asdachen’in onların arasında gerçekleştirdiği sanal öte yandan ölümlüler arasında gerçek olandı. Tanrı, Cypraqual yazan kapılardan giremiyordu ancak bu yaprakların boyut kapılarını açması sayesinde başarmıştı. Bu oluşum zamandan ve her hangi bir kuramdan bağımsız onların aleminde Asdachen’ in düşüncesinin yansımasıydı. Ölümlülerin kendi dünyalarında farzı mahal ‘düş’ olarak bildiği durumu bizim tabirimizle yaşamıştı. Ve açılan kapılardan dünyalar arasında geçişler olmaya başlıyordu. Tanrının ilüzyon olarak gördüğü ancak büyücünün ve diğer yaratımların gerçek olarak yaşadığı bu oluşum, onun diğer üçünden daha aşağı seviyedeki olanların yandaşlık etmesiyle –yani yardımlarıyla bu yanılsamayı diğer üçünden gizlemişti- meydana gelmişti. Yüce Tanrı binanın temelini atmış ve sahipleri arasındaki sorunlar yapı yıkılmadığı sürece onun umurunda değildi.”
Moraffina pür dikkat dinlemişti.Bazı yerlerde kitabın yazarının aynı kelimeleri çok kullanmasına takılmıştı o da."
“Büyücüye ne oldu peki?”
“Ansomal bu gördüklerinin hiç birini hatırlamayacaktı. Büyücü, tanrının düşünde bunun oluşmasını ve girişini sağlayan bir piyondu. Aslında yansıması olan Ansomal’ ın yanındaki tezahürü yapraklar olmasaydı bu yere giremezdi. Asdachen’ in yani sanal tasarısı ölümlülerin boyutu için tamamen gerçekti. Şimdi Vertalle olsaydı burada diyecektim ki, gezgin aynı yerde ama artık tek boyuttaydı.”
“Ben hala büyücüdeyim. Ne olduğunu anlamış değilim daha,”
“Senin bu büyücü merakında… Ansomal uyandı. Gördükleri karşısında şaşkındı çünkü daha önce hiç görmediği uzun sakallı yaratıklar vardı etrafta. Ayağa kalkar kalkmaz gözüne bir şey çarptı. Yerde dört kristal yapraktan oluşan bir kolye vardı ve onu hemen cebine attı… Bütün ölümlüler birbirlerinin dünyalarına geçiş yapmaya başlıyor ve bu durum Metamorfoz’ un başlangıcına tekabül ediyordu. Kötücül Yaratıkların Tanrısına yardım eden ya da etmeye zorlanan dişi bir ilahi varlık ondan kaçmış ve ölümlüler için yıllar sürecek olan bu geçişlerde büyücüye aşık olmuştu. Ancak onun ölümünü engelleyememişti ki kendi kudreti bile buna mani olamamıştı. Öyle hüzünlenmişti ki ne yaptığını bilmiyordu. Ansomal’ ın ona hediye ettiği yaprak şeklindeki kristallerin birleşimden olan kolyeyi fırlatıp uzaklara attı. Diğer üç tanrı Asdachen’ in oyununu fark etmişler ancak Metamorfoz sona ermiş ve Cypraqual adındaki şimdiki dünyamız oluşmuştu. Onlar bunu yapanı yakalamış ve kendisini de yanlarına alarak ölümlüleri bir başına ya da başıboş da olabilir bırakıp gitmişlerdi. Büyücünün ruhuna gelirsek; tıpkı diğer ırklardan Metamorfoz sırasında ölen kendileri gibi olanları ‘Ölüler Hanı’ diye oluşturulan ölümlülerin göremediği bir yerdeydi.”
“Büyücüye üzüldüm de, kolyeye ne olmuş. Ne de olsa mücevher de önemli.”
“Benim bu anlattığım Metamorfozun yani eskilerin ‘Çok büyük bir deprem’ diye adlandırdığı olayın olduğu zaman. Şimdi bu durumun üzerinden yüzyıllar geçmiş, kolyemi kalır.”
“Haklısın, hem nereye fırlattığı belli de değil. Ya toprağın altında bir yerlerde gömülüyse… Ayrıca sen bu okuduklarına inandın mı. Sanki—“
“Babamın eskilerden duyup bana anlattıklarıyla örtüştüğü yerler de var, çoğunlukla abartı da var. Ama bu yazar temelde bilinenleri kendi tarzıyla anlatmış."
“Neyse Chiraleya. Haydi bize gidelim. Ayrıca Vertalle de bir ders vermemiz lazım.”
“Yani seni kovan elflerin doğu batı diye ayrılmış Diameld adındaki yurduna, görme küresiyle bakmaktan kendini alamıyorsun öyle değil mi Aizallane?” dedi Enpheriam adlı büyücü hiç bir duygu belirtmeksizin sesindeki öylesine bir tonla. Dünyanın doğu tarafındaki Kırmızı Ejderha Dacassyre’ nin kendisine göre hükmü altındaki topraklarda bulunan kulelerinde büyücüler toplanmıştı.
“Haklısın, beni sanatımda kendi tercihlerimden dolayı yurdumun dışına atsalar da sonuçta oradakiler benim ırkdaşlarım. Elbet o iki kral bozuntusuna gününü göstereceğim. Biz kimlerin ikisini yönettiğini biliyoruz,” dedi öfkesi sesinde yer edinerek Aizallane adındaki dişi elf.
Ardından, baktığı batı tarafının sınırına götürdü büyülü kelimeleri. Kürede görünen ise; Ormanlık alanın başlangıcında üç kapkara ata binmiş üç kara zırhlı şekil belirdi. Atların üstündekiler indikten sonra bir anda binekler eriyerek toprağa karıştı.
“Nereye gitti atlar? Bunlar da ne? Senin yurdunda ne işleri var? Hangi ırka mensup oldukları da seçilemiyor? Bunlar—“
“Yeter Remond. Susta anlayalım!”
“Öylece ormana girdiler. Üç ağacın değişen rengine bakın. Ooo—“
“Şimdi elf okçular onları halleder.”
“Kılıca bakın üçe ayrıldı. Ve onları kararttıkları ağaçlara sapladı. Bir hareketiyle tekrar kendine çekip silahları bütünleştirdi."
“Bu nasıl olur o kadar ok atılmasına rağmen… Böyle nasıl durdurabilirler. “
“Hayııııır!” diye bağırdı Aizallane gördüklerinden sonra. İki büyücü ve o, küreye bakamaz oldular. Kara zırhlılar elflerin cesetlerini dışı soyulmuş üç kararmış ağaca fırlatmıştı.
Tekrar gözyaşlarının arasından küreye baktığında Aizallane daha da şaşkınlığa büründü. Diğer ikisi de gördüklerine inanamaz bir şekilde nesneye bakıyorlardı. Elf cesetleri farklı bir biçimde üç karanın ardından gidiyordu. Derilerinde garip çizimler vardı. Nitekim on tane cesetten birindeki çizimlerin kancalaşmış kısmı alev alırken…
“Yeter! Ejderha’ ya diğerinden çok daha büyük bir tehlikenin topraklarında olduğunu söylemeliyiz!
“Bizi izliyorlar farkındasınız değil mi?” dedi kara zırhlılardan elinde kılıcı olan.
“Bu dünyadakilerin gücü sinek bile değil bizim için. Onları boş verin kolye çoktan harekete geçmiş bile.”

1.BÖLÜM

BATI TOPRAKLARI/ CHRUBERGİNE ŞEHRİ

Chrubergine şehri; Batı’nın en dikkat çeken noktalarından birisiydi hatta kimilerine göre en önemlisiydi. Burada demircilik çok ilerlemiş, bunun yanında değerli taş işçiliği de gelişme bakımından olmasa da dünya ile kıyaslandığında bir çok yere göre daha iyiydi. Cypraqual’ da, dağınık şekilde birbirinden bağımsız kendi çaplarında mücadele eden şövalye grupları bulunurken onların kullandıkları kılıçların, kalkanların, ok uçlarının temin edildiği yerlerin en başında geliyordu. Dünyanın diğer yerlerindeki nüfuzlu adamların kızları, hanımları burada üretilen bileziklerin, gerdanlıkların, künyelerin, küpelerin, kolyelerin ve yüzüklerin en önemli alıcılarıydı. Bu şehirde, işçilik çok hünerliydi ve onlar dünyanın neresinde olursa olsun adamlarını, hizmetkarlarını göndererek –ejderhaların ve yardakçılarının tehlike arz etmesine rağmen- yollar korkuyla yüklü olsa da zor şartlarda mücevherleri satın alıyorlardı. Söylentilere göre Cypraqual’ ın diğer sakinleriyle ilgilenmeyen Batı ve Doğu Krallığı olarak ikiye ayrılmış elflerin Doğusunun Kralı Wairacas’ ın asi, söz dinlemez ve macera düşkünü; koyu kızıl saçlı, gök mavisi gözlü, güzeller güzeli kızı Ashlarante, babasından habersizce hizmetkarlarını buraya göndererek bir kolye satın almıştı. Batı ile Doğu arasında casusluk yapan Waclonne adındaki elfe göre, Prenses’ in bizzat kendisi bütün tehlikeleri göze alarak gitmişti. Demircilik ve taş işçiliği, Batı’nın sahibi olarak kendini gören Siyah Ejderha’nın şehri kuşatma altına almasıyla büyük oranda sekteye uğramıştı…
Kentin sokakları dünyadaki en güçlü üç ejderha kendi aralarında anlaşmaya varıp ve kalanların ne düşündüğünü umursamayıp seçtikleri bölgelerde hakimiyet kurmak adına buraları adamları, hizmetkarları… vasıtası ile ele geçirme teşebbüsünde bulunmadan önce canlılıkla doluydu. Çoğunluğu insanlardan oluşan bu yerleşim yerinde cüceler ve elfler de bulunuyordu ancak içlerinden bazıları bu liman şehrini dünyanın kuzey kıyılarına gitmek adına kullanıyordu. Ne her cüce birbirine benziyordu ne de elf. Cücelerden kimileri dağların altında bulunmaktan memnunken bazıları da insanlarla ortak yaşamayı seviyordu. Büyük oranda elfler kendilerini dünyadan izole edip beraber yaşarken çok az bir kesimi ise farklı diyarlarda olmaktan ya da oralarda kalmaktan pişman değildi. Sokaklardaki doluluk oranı, batı topraklarını diğer ikisiyle yaptığı anlaşmadan dolayı kendine mal eden Siyah Ejderha Tiscveria’ nın hizmetkarlarını burayı işgal etme babında ikinci adamı vasıtası ile yönlendirmesiyle çok azalmıştı. Bu bölgedeki şehirler anlaşmanın bir diğer üyesi Kırmızı Ejderha Dacassyre’ nin hükmü altındaki doğu tarafındaki etrafı duvarlarla çevrilmiş yerler gibi değildi ancak Siyah’ın müdahalesi dedikodularının yayılmasıyla Chrubergine duvarlarla kendini çok kısa zamanda yeterli sağlamlıkta olmasa da sınırlamıştı. Şimdi o yüksek surların ötesinde ejderhanın adamları bulunuyor ve şehri kuşatma altında tutuyorlardı.
Bölgenin içindeki ruhsal hava mutsuzluk, endişe ve korku yüklüyken soğuğun da verdiği his bunların yandaşıydı adeta. Kış, kendini gösterme adına adım adım batıya yaklaşıyordu. Kuru soğuk diye tabir edilen ayazın bu gün hüküm sürdüğü şehirde yedi kişilik ve üç kişilik atlı grubu kentin doğusundaki harabelerden bağlı olduğu kasabaya doğru ilerliyordu. Üstlerinde kalın zırhlarla yürüyen yedi kişilik atlı takımından ikisi muhabbet ediyordu. Biraz, yaşadıkları mücadeleden dolayı kıyafetlerinde aşınma, yıpranma ve bazılarında yırtılma dış görünüşlerinde bir süreliğine kiracı olmuşken öte yandan üzerlerinde de yorgunluk ev sahipliğine soyunuyordu.
“Bu kuş konmaz kervan geçmez yıkıntılarda ki orada huzursuz ruhların cirit attığı söylenirken aptal yaratıkların ne işi vardı?” dedi bir tanesi
“Orklar ve beş para etmez paralı askerler, sanki bir kaç tane kiandorda mı vardı tam seçemedim. Neden oradalardı bilmiyorum ama tahminimce bizi kuşatan pisliklerden ayrı olarak gezenlerdi bunlar. Birileri mi onları yönlendirdi ya da şehre giriş için en zayıf nokta olarak harabeleri mi işaret etti anlamadım. Neyse ki sızıntıyı kapattık.”
“Haklı olabilirsin kiandorlar konusunda. Düşüncesiz orkları kim yönlendirecek başka, tabii ki insanlardan biraz daha uzun ve de çoğunlukla çirkin ama bizim kadar akıllı olmayan yine de ona sahip olan… Evet şu yanımızda giden üç uzun saçlı gözü pek savaşçılar sayesinde. Gerçekten ikisi de müthiş kılıç kullanabiliyorken diğeri, yüzü iri olan ise çok işlevsel atışlar yapabiliyor okla.”
“Aynen sana katılıyorum Orminiel. Özellikle şu gri-mavi karışımı gözlü olanı. Cüssesini mütemadiyen orklarla savaşırken çok yerinde kullandı. İnanamadım doğrusu yani bende mücadele ederken, ondaki kılıç kullanma ve stratejik anlamda karar verip ona göre hareketlerini yönlendirerek yaratıkların kafalarını uçuruşuna hayran kaldım gerçekten—“
“Ya diğerine ne demeli yeşil gözlü olanı var ya. Saçları diğer ikisine göre daha açık ve biraz daha uzun ve de dalgalı olan yine de fiziksel anlamda diğer ikisinden geride olmasına rağmen çevik hareketlerin eşliğinde, tam en suratsızlarından biri beni yere düşürüp baltasıyla kafamı uçuracağında hızlıca kılıcıyla ona dur diyerek silahını indirip beni bitirecek koluna öyle bir atiklikle onu sapladı ki… İşe yaramazı sakatladıktan sonra ne de güzel biçmişti.” dedi bir üçüncüsü bahsettiği savaşçıya şükran dolu ifadelerle bakarak.
“Tabii en uygun yerleri seçip arkadan zamanında ve isabetli atışlar yaparak karşılaşma esnasında düşmanın tabiri caizse soluğunu kesecek nitelikle ölümcül yaralanmalara sebep olacak şekilde yayını kullanan diğer savaşçıya da minnet duymalıyız. Eminim ki onlar olmasaydı yedimiz de sağ salim o yıkıntılardan çıkamazdık.”
“Peki bu üç cesur insanın orkların burada olduğundan nasıl haberi olmuş?”
“Gri mavi gözlü diğerinden daha iri olanın yeşil gözlü ile arasındaki geçen konuşmadan duyduğum kadarıyla bu bölgedeki komutan onları bilgilendirmiş. Ona da harabelerde kız kardeşi hasta olduğu için ona faydası olan ve sıkıntısını geçici olarak ta olsa iyileştiren bir otu aradığını söyleyen yıkıntıların bulunduğu köyün sakinlerinden biri bu yağmacı gruptan olan orkları görmüş. Hemen komutanın adamlarından olan kuzenine haber vermiş. ”
“Eh aradıkları belayı onlara buldurmuş olduk, söylentilere göre şu kuşatma zamanında tamamıyla şehrin savunmasına oldukça yardımları dokunan bu üç kahraman savaşçı sayesinde.”
“Sence ne konuşuyorlar bu deneyimsiz asker bozuntuları Marjuarane.” dedi bahsedilenlerden yeşil gözlü olanı.
“Bizi konuşuyorlar. Boşver onları, orkları ve diğer beceriksizleri hallettik. Buradaki sızıntıyı da kapatmış olduk.” dedi Marjuarane cevaben. Kalın siyah deriden yapılmış kıyafetinin iki yakasını ayazdan korumak adına yanaklarına yapıştırırken.
“Bir an önce donmadan buradan defolup gidelim. Diğerleri olan biteni bu kasabanın sorumlusuna anlatır. Atlar da iyice üşüdü zaten. Biraz daha gidersek bacakları buz olacak—“
“Gelin! Kasabamızda biraz konaklayın. Hem yoruldunuz hem de acıkmışsınızdır. Masraflar bizden. Gerçekten şu tehlikeli zamanda buraları—“
“Uzatma asker! “ dedi yedi kişinin başı olan. Elleriyle üç savaşçıyı kasabadaki hana davet ederek o tarafa yöneldi.
“Hadi Marjuarane ve Nimali. Biraz dinlensek nasıl olur.” dedi sırtında yayı olan.
“Peki Soriol, söylediğin gibi olsun ama bu handa görmek istediğini bulacağını pek sanmıyorum. Burası küçük bir yer,” hınzırca gülümseyerek Nimali
“Çok komiksin dostum.Aç ve yorgunum şu an gözümde bile değil barmen kızlar,”
“Hadi ama Soriol. Sanki seni tanımıyoruz,” diye göz kırptı diğerine Marjuarane
“He he… Sizi ikna etmek zorunda değilim. Benimle uğraşmaktan komutanın el işaretini görmüyorsunuz. Atlarınızdan inin ve sıcakla kavuşun diyor adeta.
Hanın kapısından girip diğerlerinin yanına giderken Nimali, etrafa göz gezdirdi ve Soriola üzgünce dönerek ‘ Bu barmen erkekmiş,” dedi.
O ise arkadaşının omuzuna hafif bir yumruk atmakla yetindi. Onların binaya girmesiyle (üç uzun saçlı, fiziksel görünüşleri birbirine yakın iri yapılı, silahlar taşıyan…) handakilerin dedikodu kazanı, öncelikle yapının kapısının yakınında oturan ağzındaki yaradan dolayı yamuk gibi görünen, savaşçıların orklara karşı yaptıkları şeklinde başlayıp tekrarında bir diğer alt dudağı şişik ve içkiden pelteleşmiş dilinde mola verip masadaki en son kişinin dopdolu ağzından konuştukça etrafa saçtıklarının eşliğinde, onları alt etmeleri… şeklinde o tarafta son bulurken yolcu diğer masalara da atlıyordu.


Osman Altınbaş hakkındaki bilgilerin basılmasını istiyorum.
Eğer basılmamasını istiyorsanız tıklayın.

  Osman Altınbaş kimdir?

 


Bu yazıyı basmak istiyorum.

İzEdebiyat'da yayınlanmakta olan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Tüm yazılardan birinci dereceden sayfa düzenleyicileri sorumludur. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.

Yazarların izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin —kısa alıntı ve tanıtımlar dışında— herhangi bir biçimde basılmaması/yayınlanmaması önemle rica olunur.

© 2000-2002, İzlenim.com - Tüm hakları saklıdır.