Aydınlık8

Gözlerimi iyice açıp baktığımda ise tahtalardan bembeyaz kurtçukların çıktığını gördüm. O kadar çoktular ki ahşapla beraber beni de yiyip bitirmelerinden korktum. Yığılıp kaldığım kanepeden aniden doğrularak balkona çıktım. Dışarısı alabildiğine siyahtı. Sanki her yer ölülerin konulduğu siyah torbaların içindeydi. Yaşamanın bu kadar koyu olduğu bir anın içinde, ölümün boğucu elleriyle yaşama açılan fermuarlarım kapatılıyordu. Hayır dedim bir an. Yaşamak istiyordum. Beni kopkoyu bir torbanın içine sokmak isteyen ölümün ellerini iterek, kendimi fermuardan dışarı attım. Bir anda kendimi anadan üryan bir vaziyette sokakta buldum. Sokaklar ve tüm Üsküdar sessizdi. Benimse kaskatı kesilen bedenim Üsküdar'ın içinde bir heykel gibiydi. Evim ve apartmanım bir katrana katışmışçasına zifiri karanlığın içinde kaybolmuştu. Şimdi ben ne yapacaktım? Yaşadıklarım bir rüya mıydı yoksa hayal miydi bilmiyordum. Bildiğim tek şey Üsküdar'ın kara çarşafa bürünmüş kadın halinin gecesinde çırılçıplaktım. Evime gidemezdim. Evim katran karası gecenin kuytuluğundaydı. Ben ise apaçık ortada kalmıştım. Korkudan yüreğim ağzıma gelecekti. Bu durumdan kurtulmalıydım. Yarın galeriye gitmem gerekiyordu. Cumartesi son gündü. Daha sonraki güne kalsa tablolarım galeride bir gün sahipsiz kalacaktı. Başlarına ne gelebileceğini ise hayal bile edemiyordum. Bir tablom çalınsa sergi günü geçeceği için sigortadan para bile alamayabilirdim. İçine girdiğim bu karanlıktan kurtulmak için önümü göremesem bile yürümeye başladım. Neden her yer karanlığa gömülmüştü anlayamıyordum. Neredeydi sokak lambaları, araba ve neon ışıkları, ayrıca evlerin pencerelerinden dışarı yansıyan avize ışıkları? diye kendime sorular soruyordum. Yere yığıldım. Bir dağın yamacında biten mor menekşeler, düşerken başımı vurduğum taşların alnımda ve yanağımda bıraktığı izlerde bitti sanki. Her yerim mosmor olmuştu. Deli bir insan gibi ikiye katlanarak düştüğüm yerde yatıyordum. Ölmek istemiyordum. Yaşamak istiyordum betona çakılmaya ramak kalan bir insanın pişmanlığı gibi. Gözlerim yarı kapalı haldeyken bir ışık gördüm ve sesler işittim. Birkaç kişi baş ucumda durup konuşuyorlardı. Kesinlikle hırsız olamazlardı, üzerim çıplaktı. Bayılmışım...
Karakolda uyandım. Üzerime çarşaf sermişlerdi. Bir polis yanıma gelerek gülümsedi:
_Günaydın. Kendini nasıl hissediyorsun.
_Günaydın. İyiyim. Gece başıma neler bilemiyorum. Galiba beni bulup buraya getirdiniz. Teşekkür ederim.
_Çok geçmiş olsun. Seni bulduğumuzda baygın ve çıplaktınız. Galiba bir travma yaşadınız. Neyse şimdi iyi görünüyorsunuz.
_Evet şimdilik iyiyim.
_Yakındaki pazardan bunları size aldık. Önce bu kıyafetleri giyinin. Sonra kahvaltı için komiserin odasına buyurun.
_Tamam
Bana alınan kıyafetleri giydim. İnce yapılı bir insan olduğum için genelde kıyafetler üzerime uyardı. Giydiklerim de üzerime oturmuştu. Kalkıp komiserin odasına gittim. Beni gülümseyerek karşıladı. Komiser orta yaşlarda şakakları yeni yeni ağarmaya başlamış biriydi. Devlet terbiyesi almış ender memurlardan biri gibi ayağa kalktı. Karşımda tığ gibi zarif, aynı zamanda bakımlı bir devlet memuru görmek beni mutlu etti. Demek ki; "Türkiye insanıyla medeni milletler seviyesine doğru ilerliyordu. Eskiden Türk insanı yamaç aşağı paldır kültür inen domuza benzerdi. Türkiye'de domuz yenmezdi; ama her yer de domuz kokardı." diye düşündüm bir an. Komiserin çay mı kahve mi istersin demesiyle kendime geldim.
_Çay lütfen.
_Tamam.
Yanındakiler kibarca hareket ederek çay getirdiler. Sonra da yanındakilerle birlikte kahvaltı yaptık.
_Bu arada benim adım Erhan.
_Memnun oldum. Benim de adım Yiğit.
_Ben de memnun oldum.
_Size birkaç soru soracağım. Bu sadece bir görev. Lütfen bana yardımcı olunuz Erhan Bey...
_Tamam Yiğit Bey.
Yiğit Bey ifademi alarak yanındaki polislere tutanak tutturdu. Ardından bir sorunum olursa her zaman bekleriz diyerek beni uğurladı. Günün aydınlığı gözlerimi kamaştırırken Üsküdar Karakolu'ndan evime doğru yol aldım. Evimin bulunduğu muhite geldiğimde kendimi yorgun hissettim. Bacaklarıma biraz daha yüklenerek apartmana ulaştım. Girişteki posta kutusuna baktım. Ne arayanım ne de soranım vardı. Posta kutum bomboştu. Evime çıktığımda ilk işim üzerimdekileri değiştirmek oldu. Saat on sularıydı. Çok da geç kalmış sayılmazdım. Hemen saçımı başımı toparladım ve kapıyı kilitleyerek evden çıktım. Yine aynı sokağa ve yine aynı kaldırımlara boynumu eğerek baktım. Bastığım o yerlere bir daha basamamayı çok diledim; ama yürümeye devam ettim. Birçok sokağını, caddesini bildiğim bu şehirden uzaklaşmayı istedim çok kez. Terk etmeyi çok istediğim ama hep bir şeylerin terk etmemi engellediği bu şehir karşıma Umay'ı ve Nahit'i çıkarmıştı bu sefer. Yeni bir sayfa açıyordum, gitmeyi çok isteyip de bir türlü bırakamadığım bu şehirde. İskeleye bu duygularla geldim. Gişeden bir bilet alarak vapura bindim. İstanbul eski ve yeni İstanbul'du yine. Eskisi gibi çığlık atıyordu martılar. Yine eskisi gibi yarıyordu denizin yüzünü vapurlar. Apartman kayalığından farksızdı eskisi gibi İstanbul. Sokaklar kayaların arasından süzülen asfalt karası yılanlardı yine. Ve yine eskisi gibi İstanbullular çok önemli insanlarmış gibi sağa ve sola koşuşturuyorlardı. Sanki onlar olmazsa hayat duracaktı. Yeni olan dışarıdan gördüğün gibi olmamasıydı İstanbul'un. Yeni orospular, yeni yalancılar, yeni satıcılar İstanbul’un gözlerinde yeni bakışlardı. İstanbul yeni makyaj yapmış bir kokonaydı ve taze, genç hayatların peşindeydi yine. İstanbul kaçmak isteyip de ayaklarıma zamk gibi yapışan bir şehirdi. İstanbul ayakkabılarımı sürekli eskiten bir şehirdi. Ne zaman aklıma İstanbul gelse içimden bir vapur geçerdi. Canım öyle yanardı ki martı gibi çığlık atardım. Ne garip şeyler düşündürmüştü bana yine İstanbul. Vapurun düdüğüyle iskeleye yaklaştığımızı anladım. Hemen kalkıp insan sürüsüyle beraber vapurun kıçına doğru yürüdüm. Vapurun kapağı açılır açılmaz fosseptik çukurundan dökülen lağımlar gibi iskeleye döküldük. Galeriye gelmem epeyce zamanımı almıştı. Beni galerinin kapısında Nahit karşıladı. Bugün de çok gelen var dedi. Sergiyi saat on dörde doğru Umay'ın konuşmasıyla kapatırız dedi. Şimdi içeri git misafirlerle ilgilen diyerek beni sergi salonuna doğru itti. İçeri girdiğimde Umay misafirlerle ilgileniyordu. Beni görünce telaşla yanıma geldi.
_Nerede kaldın Erhan, seni çok merak ettim.
_Yok endişelenme. Senden ayrıldıktan sonra ateşim çıktı galiba. Biraz rahatsızlandım. O yüzden geç kalktım ve geç kaldım.
_Geçmiş olsun. Çok üzüldüm.
_Yok yok iyiyim dedim. Sen benim için misafirlerle ilgilenmeye devam et.
_Tamam Erhan.
Saat on dörde kadar misafirlerle tek tek ilgilendik. Bir ara Nahit yanıma gelerek resimlerimin Eminönü'ndeki ekmek arası balık yemeği gibi satıldığını söyledi. Ayrıca satılan tabloların saat on dörtten sonra teslim edileceğini bildirdi. Saatlerin kapanış vaktini gösterdiği anlarda Umay kürsüye çıkarak şu konuşmayı yaptı: "Çağdaş resim akımını takip eden sanatçı abartıdan uzaklaşıp sadeleşmeye giden bir yol izleyerek kendine özgü bir tarz oluşturdu. Erhan, iç dünyasını, dışavurumcu bir yaklaşım ile tuvaline yansıttı! Eserlerinde güzellik, yaşama sevinci, cesaret, bireysellik, yalnızlık, anne sevgisi ve direniş gibi temalara yer verdi. İlginiz için teşekkür ederim. Hepinize yeni sergilerde buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın diyorum. "
Umay konuşmasını bitirir bitirmez yanıma geldi. Nahit ise satılan tabloları paketlemekle meşguldü. Günün çıplak aydınlığında, Umay'ın gözlerine bakmak zordu. Olayların normal akışında hiçbir şey artık Umay'ın ilgisini çekmiyordu. Şaşkınlık boğazıma yapıştı. Bütün kelimeler boğazıma zamkla yapıştırılmıştı sanki. Sonraki birkaç gün Umay'la hiç görüşmedim. Karşıma çıkan tüm insanlar, yaşamın iğrenç ışığında görünüyordu. Koyu renkli bir kandı bana insanlar ve ıpıslak, yapış yapışlardı. Her yerim morluk ve çizik içindeydi sanki. Durumum hiç iyi görünmüyordu. Sergiden sonra evime iyice kapanmıştım. Günler boyunca ya gözlerimi kırpmadan yattım ya da gözlerimi hiç açmadan yerimden kalkmadım. Bütün bu çırpınışlarım, fırtınalı bir denize benziyordu ve ruhsal dalgalarım, içten içe köpürmelerimi, düşünce sahilime vuruyordu: Dünyada büyük insan olmak yetmezdi; küçük insanlara karşı da dayanıklı olmak gerekirdi. Büyük bir kasaydım, kuruşlarla dolu. Ruhumu satmamak için dünyanın insan pazarında, kendimi küçük hesapların odağında bulmak istemiyordum; ama ruhuma insanların küçük hesapları, bozuk para gibi doluyordu. Kendimi korumak istersen küçük insanlardan, onların beş kuruşluk kişilikleri, metal parçacıklar halinde içimde yer buluyordu. Umay, bir gül kadar güzeldi; ama en güzel çiçeklerin da güneşe ihtiyacı vardı. Umay, suç ve pisliğin aydınlığında yıkanıyordu. Bir ahşap kapıydı aynı zamanda Umay. Bana yüreğini açmasını beklerken, sadece tahtalarındaki çivileri bana gösteriyordu. Umay ile düşüncelerim, karanlığın içinde parlayan ışık hüzmeleri gibiydi. Umay'ı her aklıma getirişimde, nedensiz iç kararmaların yanında, umut ışıkları da yaşıyordum. Sergiden sonra kazandığım parayla evime yeni eşyalar almış, ekstradan da bir araba almıştım. Buna rağmen epeyce de param artmıştı. Her şey yolundaydı. Umay da benimle birlikte alışveriş yapmış, bana çok yardım etmişti. Alışverişten sonra Umay'ı hiç aramamış, eve kapanmıştım. Aslında ona çok ihtiyacım vardı. Hislerim bana Umay'ın kendisini aramamı beklediğini söylüyordu. Onu aramamak için Umay'ın kötü bir insan olduğu konusunda kurgular oluşturuyordum beynimde. Onu arasam, belki de arkadaşlığımız ilerleyecekti ve bir sevgili olacaktık. Elimle sayılara dokunup telefon numarasını tuşlayamıyordum. Bir leoparın yavrusu olan bir maymunu öldürdükten sonra, maymun yavrusunu görünce ne yapacağını şaşırması gibiydim. Dünyayı yiyip bitiren bir insandım ve hayatın bana gösterdiği Umay'a gözlerimi kapamak istiyordum. Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyordum; Umay'a seni seviyorum dememek için ve bir daha onu aramamak için parmaklarımı ayak altımda eziyordum. Bir şair için, bir ressam için el demek, sanat demekti, şiir demekti. Bütün estetik duyarlılıklarımı çiğnemek için ellerimi ayal altıma seriyordum. Gök gürlese bari diyordum, bir sağnak patlasa da beni temizlese yeryüzünden, İstanbul'un kuytu köşelerinden, sokaklambarının dibinden diye diliyordum. Bu dünyaya geldiğime hiç kimse inanmamalıydı. Resimlerin egosu şişirilmiş bir adamın dahice çalışmaları olarak tanınsaydı. Bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik ve sadece can çekişlerimin sesi duyulsa diye iç geçiriyordum. Oysa ne kadar sakindi sokaklar, kent ve bütün yeryüzü. Yeryüzü bir bıçak kadar beni acıtıyordu. İpince bir su gibi sızıyordum gecenin tenhalığına. Umay'ı düşündükçe gece boyu bir kabusa dönüşüyordum. Kendimi çok zararlı buluyordum. Rüyalara, uykulara, yastıklara ve yorganlara zarar veren bir simsiyah bir böcektim sanki. Umay'ın büyük kanatlara ihtiyacı vardı; benim karınca kanatlarıma değil... Sessizce çekip gidiyordum şimdi, sessiz ve kimliksiz bir şekide odama. Odam evimin tüm bölümleri kadar dar ve dağınıktı. Ölüm canımı çalmak istercesine, evimin her yerinde benimle dolaşmaktaydı. Peki ölüm neydi ve insanlara ölümü anlatmak istesem nasıl anlatırdım diye düşündüm. Herhalde; insan yaşardı ve sonra eksikleriyle ve içine sindiremedikleriyle beraber ölürdü. Ölüm öyle bir yazardı ki, bir aile romanıyla başlardı, evi yakıp kül eder de geride sadece evin kedisini bırakırdı. Siz hiç Ayşe ve Ali ile başlayıp sonra evin kedisi minnoşla biten bir roman duydunuz mu? Ölümü iyi okuyun o zaman derdim insanlara. Ben ölseydim geride terliklerim mi kalırdı? Hem ben Pamuk Prenses değildim ki, giderken arkamda ayakkabımın tekini ya da terliklerimi bırakayım. Umay'ın arkamdan koşmasını istemezdim. Bir acıyı birine miras bırakmak hoşum gitmezdi. Evimde karmaşık duygular içinde bazen ölümü düşünerek bazen aşkı düşünerek zamanım geçiyordu. Kimseyi aramıyordum. Umay aradığında da çeşitli mazeretler uydurup duruyordum. Sonra düşündüm ve içimdem şunlar geçti: Kaynayan suyumu değiştiriyor zaman. Yaşarken, ölmek ve yıkanmak bu olsa gerek. Gözler, susuz yaz. Eller, bir kör beyin. Çukurumu kazmakta herkes. Daha ben ölmedim ki, bu ne telaş. İnsanlar, çarpık yapılar gibi. Yüzlerde beton gibi ifadeler. Niyetiniz ne söyleyin bana? Gülümsemeler yarım... Mutluluğa tam ermemiş dudaklar... Tüm edalar ve cefalar, örneği alınmış bir eşarp gibi... Herkes aynı örtünün altında saklanmakta. Dünya boş terliklerle, gömleklerle, eteklerle, pantolonlarla dolu. Peki insanlar nerede? Dünya patiska perdeleri bir ev. Perdeleri çekmekte korkak yüzler. Dünya aydınlık, içinde yaşayanlar karanlıkta. Böylece kimse kimseyi tanıyamamakta. Kimse karanlığından dışarıya çıkmamakta. Karanlık, saklamakta uygunsuz hareketleri. Bir düş görüyordum, gözlerimin çakıl taşı siyahlığında . Derenin zayıf ve kuru suratına bakıyordum. Dere, bir yılan gibi kaya diplerine sığamadığı için taşların üzerinden süzülüyordu. Yapraklar, derenin üzerinde pul gibi duruyordu. Dere önce ayaklarıma sarılıyordu soğuk teniyle. Ardından taştan dişlerini tabanlarıma saplıyordu. Derenin tenindeki ıslaklık soğuk bir düş yaşatıyordu bana. Tüm kurbağalar derenin teninde viyaklıyordu. Ben dereyi yılana benzetiyordum. Dere bana sulu şaka yapıp, akıp duruyordu. Sonra bir barajda toplanıyordu. Kendine bent vuran insanlara kızgınlığından olsa gerek, şehre zehrini akıtıyordu. Tüm musluklardan derenin zehri akıyordu. Kadınlar ve erkekler içlerine dolan suyla, bir balon gibi şişiyordu. İnsanlar havası alınmış, içi suyla dolu balonlar gibi dolaşıyordu. İnsanlar yılanların zehrini damarlarında, kurbağaların şişkinliğini bedenlerinde yaşıyordu. İnsanlar şişkin bedenleriyle ve içlerindeki zehirle hem yılana hem de kurbağaya benziyordu. İnsanlar hem mağduru hem de gaddarı oynuyordu. Hem yılan olmak hem de kurbağa gibi viyaklamak bir bataklığa, bir dereye benzeyen insanın tabiatında yer alıyordu. Tabiata konulan bir kurt kapanına da benziyordu insanlar. Yakaladığını bağırtıyor, yakalamadığına bir metal soğukluğuyla bakıyordu. İnsan aynı zamanda hem kurda hem köpeğe hem de çakala benziyordu. Bir topluluk halindeyken kurt gibi uluyordu, sağa sola saldırıyordu. Yalnızken insan it gibi korkuyordu. En çok da çakallık yaparken mutlu oluyordu insanlar. Derenin zayıf ve kuru suratına bakıyordum. Derenin sularına bakıp, sular seller gibi ağlıyordum. akıp giden ömrümde, insanlık nerede diye soruyordum. Ben düş ile kabus arasında yaşıyordum. Düşlerimde hep Umay oluyordu. Kabusumda Umaysızlık, boynumdan aşağı soğuk bir ter olarak akıyordu. Umaysızlık düşüncesi boynuma terden bir ip gibi dolanıyordu. Ben bir cellattım kendime. Umaya'a ne yaşatabilirdim. Uzun süre bunu sordum kendime. Kocaman bir soru işareti olarak kalakaldım boşluğun karanlık sayfalarında. Hiçbir aydınlık cevap veremedi soruma. Evimin odalarında bir sağa bir sola dolandım. Çözemedim kendimi bu yumaktan. Baktım ki olmayacak. Yalnızlık kazağı ördüm kendime o yumaktan.
Neden mi yalnızdım. Şöyle düşünüyordum: Bir evi temizlemek istiyorsan, bir odasını temizlemekle yetinmemelisin. Meğer Türkiye'de ne çok kir varmış. Bu kirler yıllarca karanlığı çoğalttı. Buralar temizlenmelidir. Aydınlık parlaklıktır. Parlaklık temizlikle ortaya çıkar. Bu kirler temizlenmedikçe Türkiye parlak olmayacaktır. Türkiye'nin başı yavşak doludur. Baş temizlenmedikçe bitten kurtulunamaz. Türkiye'de kafalar sağır diyemem. Türkiye'de kafalar sığır, ve sığdır. Bu yüzden bit bitmez. Bu düşüncelerle gezinip dururken, ardı ardına yeni düşünceler ayaklarıma dolandı:
Sadece iki üç kişi değil bunlar. Bir sürü bahane, bir sürü zerzevat düşünce bunlar. Gittikçe çoğalan cop, biber gazı, sopa, dayak, yumruk, taş, molotof kokteyli şiddet kelimesiyle tekleştiriliyor. Bir yığın taşın izdüşümüdür dağlar. Kim bu taşları kepçe ağzıyla döker? Kim sürekli birilerine taş atar? İnsanlar yığın, sürü... Bir yığın bir sürü sıkıntı bundandır. Kimse hesabını bilmemektedir. Bilenen tek şey hesabı bir başkasına ödetmektir. Karşında muhatap yoktur. Karşına aldığın kişi, bir gök gürültüsünden ibarettir. Başımızda dolaşan kuşlar, mutlaka bir odundan, bir kalastan havalanmıştır. Kök saldıkça şiddet, kök salan ağaçların kargaları başımıza kakalayacaktır. İnsan, bir fırtınanın rüzgarıdır. Şiddetli yağmurlar haline gelmesinde dünyamızı yakıp yıkmak isteyenlerin parmağı vardır. İnsan, eldir, koldur, bacaktır. Ne yapacağını tespit etmek zordur. Bir değildir; ikidir, üçtür insan. Anasından, babasından gördüğü şiddet mama gibi kanına karışmıştır. Zil çalar, kapı çalar, zamanla insan çalmayı öğrenir. Ne koparırsa kardır. Allah'ın belası şeytan, kanatlarını insana takmıştır. Uçtukça insan, serçeler ne yapacağını şaşırmaktadır. Toplum bidon kafalı bir delikanlıdır. Toplum, kafasını gazla doldurur. Ver gazı astır papazı. Tüm incelikler batmak içindir. Tüm kabalıklar ezmek içindir. Toplum kabalıkla, incelik arasında gidip gelmektedir. İnsanların davranışları boş çuvala benzer. Kim girerse çuvala, o gider mezara.
İnsan bir değirmendir. Bir un yapar başı döner; sanır ki çok büyük iş yapmıştır. İnsan izbe bir yoldur. Kendine güvenmeyenin sonu mutlaka karanlıktır. Aydınlığa ulaşmak isteyen kişi, ışığını kendinden alsın. Bir başkasının mumuyla gidenin, daha çok borçlansın diye dünyası karartılır. Aydınlığa inananın, ışığı başındadır.
İnsan bir kurt sürüsüdür. Postu iyi olanın, dostu çoktur. Kötüler büyük olur, gökyüzüne uzanan ağaçlara benzerler ve bu ağaçların şebekleri çok olur. İyiler güneş ışığının ulaşamadığı yerlerdeki ağaçlara benzerler. Gölgededirler ve aydınlığa ulaşmak için büyümek zorundadırlar ve asla kötülerle boy ölçüşemezler. İyilerin yapması gereken şey, kötülerin gölgesinde kalsalar bile aydınlığa ulaşmaya çalışmalıdırlar. Aydınlığa ulaştıkça kötüleri zekada, bilgide geçeceklerdir. Önemli olan bir ağaçtan çok odun mu çıkmasıdır çok meyve mi? Kötülük odun çıkarır, yakar; iyilik meyve çıkarır, tat verir. Ve Türkiyede ahlak sıfır. Ahlak aramanın bir anlamı yok zaten bu ülkede. Peki etik değer aramalı mıyız? Tabi ki evet. Gel gör ki etik değerlerimiz de yok olmak üzere. Onu da kaybedersek, bu ülkede hiçbir şey aramanın bir anlamı kalmayacaktır. İşte o vakit karanlığa gireceğiz. Aydınlık etik değerlerdedir. Aydınlık bir başkasına sorumluluk duymaktır. Bir başkasına sorumluluk duymayanın duyarlılığı olmaz. İşte bu yüzden vurdumduymazız. İşte bu yüzden etik sorumluluğumuz olmadığı için karanlıktayız.
Dağınık bir odadayım. Yastıklar bir tarafta, yorgan bir tarafta. Perdeler yarım açık. Su içtiğim bardak devrik. Kalemim kayıp, kağıtlar buruşuk. Öteberi alacak param yok. Eskimiş bir roman kitabının, silik cümleleriyim. allahım ben ne rezil birisiyim.
Gözlerim çukurlarında ezik. Bakışlarım buruk. Ayaklarım bacaklarıma yapışık. Ellerim kol koridorundan kaçan iki hırsız gibi. Avuçlarımı açsam parmaklarım dışarı kaçacak. Ah bu sahipsiz beden ne yapacak?Şöminenin içinde yanan odunlar gibiyim. Yalvarmalarım ateşe, ağlamalarım közlere. Bu yangının sahibi benim, ateşi ise yakan ben değilim.
Korkularım gece karanlığında bir ayaz. Teselliler ise poyraz. kader eser, tutuşur içimde yangınlar. Her yaram gayzer. İçimden kaynayan sular, boğazımdan çıkar.
Dağınık bir odadayım. kağıtlar ve kalemler ortada. Alıp elime çömez şairliğimi, mısralara yazdım derdimi:

gidip gurabanın en tenha yerinde çeşme aradım
eceline susamışım dedim ey çeşme su ver bana
yaşamak tadına doyulmaz su manzarası olsa da
bu yürek hasret dudağıma su serpecek yağmura

Oturduğum sandalye saksı gibi. Kollarım çökmüş çiçek yaprakları gibi. Köklerime kadar topraktayım. Köklerimi topraktan çekmek istemekteyim. Ne olur Allah'ım ben yürümek istemekteyim. Bana bir yol göster? kime dönsem kapkara karga. Benimse bedenimde bir mısır tanesi kalmamış. Azrail bile verecek bir tanem yok. Ne olur Allah'ım yaşat beni.
Yağmurun sesiyle ıslanırım ben. Yeter ki pencerelerimi açacak güç ver bana. Yeter ki ellerim kollarımdan kaçmasın. Yeter ki bileklerim umudu kesmesin senden.




osman demircan hakkındaki bilgilerin basılmasını istiyorum.
Eğer basılmamasını istiyorsanız tıklayın.

  osman demircan kimdir?
Yüreğimin ve beynimin tavanında buluyorum, tozlu mısraları. Aklım bir çatı katı. Gözlerim yıldızlarla dolduğunda, bakışlarımın ışıltısı vurur satırlara. İşte o zaman, şiirler bir Samanyolu olur. Mehtaplı gecelerimi vururum gözyaşlarımla biriktirdiğim göllere. Her mısra bir dal gibi düşer, şiir denizlerine. Kızıl bir duyguya boğulurum o an. Akarım ellerinize.

Etkilendiği Yazarlar:
Herkes

 


Bu yazıyı basmak istiyorum.

İzEdebiyat'da yayınlanmakta olan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Tüm yazılardan birinci dereceden sayfa düzenleyicileri sorumludur. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.

Yazarların izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin —kısa alıntı ve tanıtımlar dışında— herhangi bir biçimde basılmaması/yayınlanmaması önemle rica olunur.

© 2000-2002, İzlenim.com - Tüm hakları saklıdır.