Umay beni baştan çıkaracak kadar güzeldi. Her güzellikte bir tuzak olduğu gibi Umay'ın güzelliğinde de bir bıçak ışıltısı, bir tabanca zerafeti aradım. Umay hem bir bıçak kadar keskin bir güzelliğe hem de bir tabanca kadar zerafete sahipti. Güzelliğin ve baştan çıkarmanın bedeli belki de hapsedilmek ve öldürülmekti. Fakat her cazibenin yok edilmesi gerekmediği gibi, her cazibenin yok edici olmadığı da apaçık ortadaydı. Maktulün değil, katilin profilini çıkarmak esastı ama katili yakalamak gibi bir görev tanımınız yoksa bu gerekli değildi. Oysa ben katilimi bulmak amacındaydım. Umay heyecan verici bir aşkın en güzel kanıtı olarak cinayet öykümde altı çizilmiş bir cümle olarak gözükmekteydi ve ben artık bu cinayetin sayfalarını tek tek aralamak istiyordum. Bu sebepten ötürü bugün buluşacağımız saati iple çekiyordum. Saat henüz on sularıydı. Üsküdar sahilinde vapurun kalkmasını beklerken en az benim kadar aç martıları da besledim. Nasıl gökyüzü martı kalabalığıyla doluysa, yer de o kadar insan kalabalığıyla doluydu. Canlı bir tablo gibiydi bu çığlık çığlığa sıkışmışlık. Bir de bu çığlığı vapurun kalkarken çıkardığı ses iyice boğuyordu. Oysa ortada ne bir iki el ne de sıkılacak bir gırtlak vardı. Fakat insan ve martılar gırtlak gırtlağa kıta değiştirmekteydi. Üsküdar'dan Beşiktaş'a direkt giden vapurda oturmuş denizin ruhumu okşayan serinliğinde, soğuk kanlı kalmaya çalışarak karşı kıyıya vardım. Rıhtıma indikten sonra, sola yönelerek epeyce bir yürüdüm. Sonra sağa dönerek Beşiktaş Kültür Merkezi'nin olduğu sokağa ulaştım. Saate baktığımda on buçuk civarıydı. Umay'ın gelmesine daha çok zaman vardı. Çörekçiye gidip, bir köşede oturdum ve Umay'ı beklemeye başladım. Garson önce bir gölge, sonra bir siluet, ardından da kocaman bir dudak gibi karşımda belirdi. Hani bazı insanlar vardır ya, hayat boyu onları yanınızda hissedersiniz, ardından karşınızda olduğunu görürdünüz; işte öyle bir psikoloji uyandırdı bana sabahın öğleni gösterdiği saatlerde garson. Dudaklarından çıkan siyahlar giydirilmiş günaydın kelimesiyle sanki içimi kararttı ve bana bir şey içer misiniz diye sordu. Biraz kekemeledikten sonra bir tane çörek istedim. Daha çöreğin tadına bakmamıştım; ama dişlerim bir köpekbalığının dişleri kadar keskinleşmişti, neredeyse tüm denizi parçalayacak kadar. Çörek masama getirildiğinde, henüz sımsıcaktı. Kokusu ve buğusu yüreğimi gevşetti. Gerginliğim her lokmada azaldı. Üstüne de bir çay isteyip içtiğimde iyice rahatladım. Yan masalarda oturanların ayakları, kötülüğe bir yol ararcasına yerlerinde duramıyorlardı. Partnerlerinin ya orasına ya burasına dokunarak rahat durmuyorlardı. Canım sıkılarak, masadaki gazetelere baktım. Türkiye haberine bir göz gezdirdiğimde içimde daralma oldu. Haberlerde Türkiye'nin ne kadar ilerlediğinden söz ediliyordu. Belki de köşe yazarlardı haklıydı. Türkiye ilerliyordu; ama dolmuş edasıyla ilerliyordu. Türk insanı da Ferdi Tayfur olmuş arabesk şarkılar söylüyordu. Türkiye'nin din anlayışını yansıtan haberler de dikkatimi çekti. Tüm dini haberlerden Yasin suresinin sesleri yükseliyordu. Ölü toprağı atılmış Türkiye topraklarında, insanlar yaşam dolu ayetler peşinde koşuyordu oysa. İnsanların duyguları ve düşünceleri bu şekilde öldürülüyordu sonra da insanlardan inanç adına canlılık bekleniyordu. Türkiye'de anlayış noksanlığı varken, tüm köşe yazarları yine cümlelerinin sonlarını noktalarla doldurmaya devam ediyordu. Türkiye eksik bir cümle kalmaya devam ediyordu böylece. Zaman bir limon ağacı gibi gözlerimde limonlar büyüterek geçmişti. Gözlerim bir limon sıkacağı gibiydi ve bakışlarımı Umay’ın ellerine bırakmak isteğindeydi. Umay uzaktan bir deniz feneri gibi göründüğünde bütün gerginliğim gitti ve tüm yelkenlerimi indirdim. Yanıma yaklaştığında gözlerimde tuzlu su birikintisi oluştu. Duygusal dalgalanmaların ardından geniş bir kumsala vuran dalga gibi kendimi Umay adasının sahiline vurdum. Umay’la sıcak bir sohbet yaşayacağımın işaretleriydi bunlar. Yanıma iyice yaklaşınca masamın o an bir piyano olmasını istedim. Onu Beethoven’ın konçertosuyla karşılamayı içimden geçirdim. Ama ne hikmetse varlığını yanımda iyice hissedince yok olup gitmiş bir beste gibi kendimi hissettim. Elim ayağım birbirine dolanarak, ayağa kalktım. Bir gülümsemeyle Umay’ı karşıladım.
_Hoş geldin Umay.
_Hoş bulduk Erhan.
_Buyurmaz mıydınız?
_Teşekkür ederim. Umarım bekletmedim.
_İstanbul sürekli sorunlar doğuran bir kadındır. Dokuz ay beklemedim sonuçta. Erken geldiniz. Ben de teşekkür ederim.
Umay karşımda oturdu. Masamızda yeni içtiğim çayın boş fincanı ve sigara izmaritleriyle dolu kül tablası vardı. Garsonu çağırarak yeni çaylar istedik. Masamızı temizleyen garson, siparişlerimizi getirmek için gittiğinde söze hangi anahtar sözcükle başlamam gerektiğini düşündüm. Tüm enerjimi söz haznemin kapılarını kırarak tükettim. Söz cambazlığı yapmak istemiyordum. Dudaklarımı serbest bırakarak konuşmaya başladım.
_Umay Hanım, söze nasıl başlayacağım bilemiyorum. Bugün seninle buluşmam, güneş tutulması etkisi yarattı bende. O yüzden beni mazur görün lütfen. Bir kadın dünyanın en güzel resmiyken, o kadınla resim üzerine konuşacak olmam heyecanlandırdı beni.
_Erhan Bey, bugün renkli bir gün geçireceğimi umuyorum. Biraz konuşur, ardından gezeriz. Daha sonra da evime gideriz. Sana resim çalışmalarımı göstermek istiyorum. Hayat bir bakış değil mi ki? Tablolarıma bakarak, hayatım hakkında ve ruhumun ince çizgileri hakkında yorumunu alırım. Kadın en güzel resim ise, güzel yorumlar beklerim senden.
_Şimdiden resimlerini merak ediyorum. Umarım resimlerin de benden de bir iz vardır. Bundan gurur duyarım.
_Elimden geldiğince seni renk dünyama kattım. Nedense sen ya kırmızı bir çizgi oldun resimlerimde ya da kadehten dökülen kırmızı bir şarap oldun. Seni içmek isteyen bir insan, ölümcül bir sarhoşluk çağrıştırdı bende.
_Neden böyle bir çağrışım yarattım sende, bilemem. Belki de sır küpü olarak görülmem etkili onda bunda.
_Bir sanatçı dert küpü olmadan, şarap renginde eserler koyamaz masasına belki de.
_Belki de sen haklısın.
Çaylarımızın son yudumlarıyla beraber, sohbetimizin de sonuna gelmiştik. Masadan kalkıp yürümemiz ve kendimizi dışarı atmamız bir oldu. Umay el hareketiyle hadi bu taraftan dercesine beni evinin istikametine doğru yönlendirdi. Yol kıyısı boyunca konuşmalarımız, trafiğin yoğun
akışına karışarak devam etti. Birden Umay sanki yorulmuş da durmuşçasına nefes alıp vererek işte burası benim evimin bulunduğu apartman dedi. Ağzımdan o an hım güzelmiş ifadesi çıkıverdi. Umay serenat yaparcasına eğilerek beni apartmanın giriş kapısına sürükledi. Eve ben arkada, Umay önde merdivenleri bir sarmaşık gibi dolanarak çıktık. Umay evinin kapısını açtığında, antrede güzel bir tabloyla karşılaştım. Tabloda gül ve lale bir cehennemde yanarken, kelebekler kanatlarıyla ateşi körüklüyorlardı. Salona geçtiğimizde duvarların renklerin karışımından oluşan bir boyayla, baştan aşağı boyanmış olduğunu gördüm. Renkli bir ortamı tercih etmesi Umay'ın keşfedilmemiş kişiliğinden izler taşıyordu. Salonda dikkatimi çeken Umay'ın ne ailesine ne de bir dostuna ait hiçbir fotoğrafa rastlamadım. Sadece renkli duvarlara asılmış tabloları, koltuk takımı, köşeye bir kedi gibi sıkışmış yemek masası bir de döşemeyi örten fare desenli kilimi vardı. Acaba bende mi bir anormallik geziniyordu yoksa Umay'ın evindeki bu tasarım bu şekilde mi planlanmıştı? diye kendimden şüphe ettim. Umay'ın bana seslenmesiyle kendime geldim.
Aydınlık6
Umay beni baştan çıkaracak kadar güzeldi. Her güzellikte bir tuzak olduğu gibi Umay'ın güzelliğinde de bir bıçak ışıltısı, bir tabanca zerafeti aradım. Umay hem bir bıçak kadar keskin bir güzelliğe hem de bir tabanca kadar zerafete sahipti. Güzelliğin ve baştan çıkarmanın bedeli belki de hapsedilmek ve öldürülmekti. Fakat her cazibenin yok edilmesi gerekmediği gibi, her cazibenin yok edici olmadığı da apaçık ortadaydı.