Küçük tezgahımla oturuyordum yine sokaklarda. Her zamanki mallarım vardı önümde; düşüncelerim, hayallerim, nefretim, sevincim ve de hepsinin sindiği yüreğim.
Kesattı o gün işler. Bırakın alanı ilgilenen bile yoktu sattıklarımla. Kimsenin beni fark etmediğini düşünmeye başlamıştım. Sanki gözden kaybolmuştum, yaşamın tozlu yaprakları arasında. İşitmiyordu kulaklar sesimi, görmüyordu gözler beni... Derken onu gördüm. Tüm zarafetiyle bu dünyadan olmadığını ilan ediyor gibiydi. Alev alevdi gözleri, kıvılcımlar saçıyordu etrafına. Kimse duramıyordu karşısında bir saniyeden fazla, ama o bir saniye bile yetiyordu karşısındakini büyülemesine. Olduğu yerde boynu bükük, ağzı açık kalakalıyordu ona bakanlar. O ise devam ediyordu geçtiği yollarda çiçekler açtırmaya.
Birden elindeki sarı kutuyu fark ettim. Neydi acaba? Asaletinin bir parçası mıydı yoksa? Yok, olamazdı. Sığmazdı asaletinin en ufak parçası bile o kutuya. Peki neydi o zaman?
Kutunun içindekinin ne olduğu düşüncesinin ona gösterilmesi gereken saygıya gölge düşürmesine izi verdiğim için kızdım kendime o an.
Kendime kızarken ben, o ise tezgahıma yönelmişti. Bakmaya çekiniyordum ışıldayan gözlerine, parıldayan dudaklarına. ‘’Yüceltmen gerekene bakmazsan çok şey kaybedersin’’ diye fısıldadı sanki bir ses kulağıma. Yavaşça kaldırdım başımı ve bakmaya çalıştım ona. Onun güzelliğini tam olarak görememenin yine kendi gözlerimin suçu olduğunu düşünüyordum kafamı kaldırırken. Bakmamla, gözlerime inanamamam hemen hemen aynı zamanda oldu. Delici gözleri ruhumun en derin dehlizlerine kadar beni izliyordu sanki. Kaçırmaya çalıştıysam da gözlerimi, başaramadım. Ve bu sırada istemsiz olarak çalıştığını hissettim ağzımın: ‘’Ego tanquam centrum circuli, cui simili modo habent circumferentie partes; tu autem non sic.’’ O ise gülümsüyordu bana. Ansızın ayağı kaydı, fırladı elinden kutusu. Kutu takla atarken havada, türlü türlü bıçaklar dökülmeye başladı içinden. Hepsi bir bir düştüler yere ama çarpış sesleri gelmemişti hiç. İster istemez tezgahıma kaydı gözlerim. Düşüncelerim; sağlamdı. Hayallerime bir şey olmamıştı. Nefretimle sevincim de yerinde duruyordu. Tüm bıçaklara nereye gitmişti peki? Donup kaldım o an, hepsi acıyla çırpınan yüreğimin üzerindeydi. Derken bir el uzandı yüreğime, bıçakları çıkarmaya başladı ardı sıra. Her bıçağı çıkarışında sarsıldığımı hissediyordum. Sarsılışım öylesine şiddetlendi ki hakim olmadım göz yaşlarıma. Son bıçağı da çıkarınca tüm asaleti ve güler yüzüyle uzaklaştı benden. Yoluna devam ederken Rüzgarın Kızı, yine çalışmaktaydı ağzım kendi halince: ‘’Beatrice’ e de selam söyle Rüzgarın Kızı’’
Bir süre sonra, hala bakmaktayken yüreğime, şunlar fısıldandı sanki kulağıma:
Her kim ki hakketmez esenliği
Asla ummasın onunla birlikteliği.
Beatrice' e Selam Söyle
Küçük tezgahımla oturuyordum yine sokaklarda. Her zamanki mallarım vardı önümde; düşüncelerim, hayallerim, nefretim, sevincim ve de hepsinin sindiği yüreğim.