Ömer Faruk bey,
Merhaba,
Adıma gayet incelikli bir üslupla imzalayarak gönderdiğiniz Mağaranın Kamburu başlıklı romanınızı, elime aldıktan sonra, hiç bırakmaksızın bir çırpıda okudum. Okuduktan sonra da, kitabınıza ilişkin bir yorumlamada bulunmanın vicdan borcu olduğunu düşündüm. Ancak, bu yorumlama, günümüzün edebiyat arenasında pıtrak gibi yaygınlaşan güya tanıtım yazılarında karşılaştığımız, bezdirici kertede yüzeysel / gelgeç / şıpınişi değinmelerin ötesine geçsin istedim. Dolayısıyla, romanınızı bir kez daha, ilk okuyuşumdan daha bir alıcı gözle, romanınızın omuriliğini oluşturan, konusunun taşıyıcılığını üstlenen başlıca iki karakterle bütünleşerek, onlarla bir çeşit duygudaşlık (empati) yaşayarak okudum.
MAĞARANIN KAMBURU İÇİN BİR YORUM DENEMESİ
Yazı eylemi (yazmak) bağlamında, ben, edebiyat alanının esasta iki türüyle ilgiliyim. Bunlardan biri şiir, öteki ise eleştirel öğeler (de) taşıyan deneme. .. Bu iki etkinliğin çevriminde, kimileyin uzun aralıklarla da olsa, birçok kültür-sanat-edebiyat dergisinde yazılarım / şiirlerim yayımlandı, yayımlanıyor. Burada madem ki eleştirel bir yorum için söz aldım, şiirle ilgili serencamıma değinmeyeceğim.
Eleştirel denemelerimin konu- nesneleri, çoğunca şiirler, öyküler, denemeler, bazen de güncel ağırlıklı toplumsal süreçler oldu. Demem o ki: Şimdiye değin, bir roman üzerine yorum, değerlendirme, eleştirel yazı kaleme almış değilim. İlk kez sizin romanınız, bana o kapıyı da aralayacak. Benim yüzümü ağartacak, sizinse edebiyat emeklerinizin hakkını teslim edebilecek bir yazı çıkarabilecek miyim, bilmiyorum. Çıkaramayacaksam, engin hoşgörünüze sığınacağım.
Edebiyat uğraşısında, benden kat be kat deneyimli olduğunuzu bilerek; elimin erdiği, dilimin döndüğü, gönlümün elverdiği ölçüde, izlenimlerime geçiyorum şimdi.
Bir edebiyat eserinin birincil (olmazsa olamaz) gerecinin dil olduğunu vurgulayarak, ilkin romanınızın dil-üslup boyutuna değinmeliyim. Çok beylik bir deyiştir gerçi, tekrarlamadan geçemeyeceğim: Şiir olsun, öykü olsun, deneme olsun, roman olsun; tüm edebiyat eserleri neyi anlattıkları ölçüde, nasıl anlattıklarıyla da değer kazanırlar, yücelirler, yetkinleşirler. İdeoloji boyutunu öne çıkaran, bu nedenle de edebiyatın estetik katmanını art alana iten sağlı-sollu yazar(cık)lar, hepimiz farkındayız, meselenin yalnızca ya da büyük oranda ne anlattığıyla ilgilidirler. Öyle olunca da, yazılan eser, bir edebiyat metni olmaktan çıkarak, çokçası bir bildiri metnine indirgenmekte; sorgulamasız bir din adamının vaazına, en az onun kadar bağnaz bir kaba-toplumcunun sloganlar manzumesine veya kerameti kendinden menkul bir milliyetçinin vasattan da vasat hamasetvâri yazıklanmalarına dönüşmektedir. Önümüzde, adından öte hiçbir şeyi edebiyat olmayan bir posa duruyordur artık. Diğer yanda ise, gene yalnızca ve büyük oranda, eserin nasıl anlattığını abartan, ne anlattığını ise kesinkes umursamayan bir başka küme vardır ki; onlar da biçimciliğin şehvetengiz sularında kulaç atmaktan bitap düşmüşler, deyiş yerindeyse, edebiyatı sadece ve sadece iğdiş ve iğfal etmişlerdir. Ben bunların birinci takımına edebiyat cazgırları, ikinci takımına ise edebiyat cambazları diyeceğim izninizle. Öyle ya, hiçbir güzelduyusallık (estetik beğeni) kaygısı taşımaksızın, yığınla dural / dogmatik lâf öbeğini bağıra-çağıra dalgalandıranlarla cazgırlar; öte yandan, onların zıddıymış gibi görünseler de, gerçekte simbiyotik kardeşleri sayılması gereken, bireysel-toplumsal acılar karşısında üç maymun kuralını oynayan, poetika fukarası biçimperestlerle cambazlar arasında ne fark var Allah aşkına? Berikiler ne denli popülist (halk dalkavuğu) ise, ötekiler o denli elitist (seçkinci) değiller mi? Ve berikiler ne denli didaktik ise, ötekiler o denli apolitik değil mi? Kaldı ki, olanca karşıt görünmelerine karşın, her iki tavır da aynı edebiyat-dışı , aynı insan(lık)-dışı mutfaktan beslenmez, aynı kağşamış kapılara çıkmaz mı? Bunlardan, içeriği (sosyal-ekonomik-kültürel yansımaları) kutsayarak, biçimi (estetik bünyeyi) yadsıyanlar, hepimizi ruhsuz / duygusuz birer homo-ekonomikus olarak görmek isterlerken; aksini savunanlarsa, bizi bireyciliğin bunalımlı ve kaypak sapaklarında, nemelâzımcılığın hoyrat sokaklarında berhava etmek eğilimindeler. Özünde iyi niyetli olsalar bile, somut dünyada varacakları menziller oraları, ne yazık ki!
Böylesine ayrıntılı bir girizgâha neden mi ihtiyaç hissettim? Şundan: Sizin romanınızda, o iki olumsuzluklar katmanına da karşı çıkan bir doku, bir atmosfer, bir zemin var da ondan. Sizin romanınızda, insanın en temel sorunsallarından birine (evrensel iyi-kötü gerilimine) bağlanan bir kurgu var ki, tek başına bu kurgu bile romanınızın imgelem ufuklarını genişletiyor, o ufukları insani değerlerden sorumlu herkesin ufukları hâline getiriyor. Edebi eyleminizin etik yönüdür bu. Bunu yaparken, Türkçeyi kullanmanızdaki ustalık, romanınızın yelkenlerini estetik rüzgârlarla dolduruyor. Özcesi: etikle estetik kompozisyonundaki bütünsellik, birinin ötekine feda edilmemesi; popülizme de, elitizme de esaslı darbeler vurduğunuzun nişanesi oluyor.
Kötü kalpli adamla yaşlı bilge arasındaki bütün diyaloglarda, öyle sade, öyle pür-saf bir anlatım egemen ki, gıpta etmemek imkânsız. Yaşlı bilge, dünyaya bakış açısını asla dayatmıyor, kötü kalpli kişiye. Dayatmadığı gibi, kendi öğretisini süsleyip-püslemiyor da; yalınlığın, saydamlığın, naifliğin en doğurgan, en etkileyici doğallığıyla söylüyor söyleyeceğini. Dervişle feylesof sentezi bir kişilik, yaşlı bilge. Derviş yanını halk bilgeliğinden, filozofik yanını da nesnel dünya hakikatinden devşirmiş sanki. Bu iki manyetizmanın birbirini dışlayarak değil de, birbirini içererek katmanlaşması; yaşlı bilgeye hem irfani, hem de kültürel bir kimlik kazandırmıştır ki; hikmetle bilginin, has yazarlığa yaraşır biçimde kaynaştırılması diye, ben buna derim işte.
Dil ve yazım yanlışlarına rastladığım da oldu. Onlara dokunacağım, yeri gelince. Nedir, o aksaklıklar, romanın organik bütünlüğüne, toplumundan sorumlu tutumuna halel getirmiyor gene de.
Bizde, her nedense, felsefe, üniversitelerin felsefe mezunlarının azımsanmayacak bir ekseriyetinin bile, çokluk kaçındığı bir düşünselentelektüel alandır. Zahmetli, dallı-budaklı, binbir uçurumlu bir uğraşıdır, öylelerinin gözünde. Bundan olacak, felsefenin edebiyata yansıması da, kısır, kıraç, pek ender rastladığımız mutlu zamanlardandır. Şairlerimizden felsefe sularında çimlenenlerinin sayısı bir elin beş parmağını geçmez. (Değerli şiir kuramcısı Yücel Kayıran, felsefi şiir diye paralayadursun kendini, kimin umrunda?) Birkaç öykücümüzde (Bilge Karasu, Mustafa Kutlu, Sadık Yalsızuçanlar, Sevim Burak geliyor aklıma) felsefenin hatırı sayılır bir yeri var gerçi. Birkaç denemecimizde de (Felsefe kökenli Nermi Uygur başta olmak üzere, Ahmet İnam ve Rasim Özdenöreni sayalım) o damar var. Romancılarda var mı, yok mu, bir şey diyemeyeceğim doğrusu. Sizin bu romanınızda var ama. Felsefenin, edebi değerlerden soyutlanmadan, edebiyat uzamından kopartılmadan, metnin dokusuna başarıyla sindirilmiş bir felsefe kurgusundan söz edebiliriz rahatlıkla. Romanın dinamosunda, enerji-güç kaynağında bulunan, yukarıda değindiğim evrensellikle ıralı iyi-kötü diyalektiği; felsefe oylumlarının en derinlerinden biri olan ontolojiye (var-oluş felsefesine) yaslanarak kotarılmış ki; bu, edebiyatımızda pek göremediğimiz, özgün bir atılımdır. Gerçi, romanın kumaşını, hiç değilse bana göre, yer yer zedeleyen anlatımlar yok değil, var; var da, bunlar romanı temel doğrultusundan saptıramıyor gene de. Sözgelişi, 55. Sayfadaki, Astrolojiye olumlu atıflarda bulunulmasını ve ölümsüzlük iksirinden dem vurulduğu bölümleri, böyle değerlendiriyorum.
Toparlarsam: Romanınızı sınırsız sevdim. Roman eleştirmeni olsaydım, sınırsız sevdim gibi dümdüz bazı lâflar edeceğime, bu sevgimi yetesiye dışlaştırabilecek cümleler kurmaya çalışırdım. Roman kültürümün enezliğinden ötürü, beni bağışlayın lütfen!
Ah bir de aşağıdaki aksaklıklar olmasaymış:
birden bire değil, birdenbire olmalıydı. Sayılardan değil, bir ânilikten söz ediliyor.
hatta değil, hattâ diye yazılmalı. Çizgisel bir şeyden de, bir yoldan da söz edilmiyor burada.
Banka müdiresi bir bayan vardı. (s. 114) demişsiniz. Müdire sözcüğü, banka müdürünün bayan (ben, kadın demekten yanayım) bayan olduğunu zaten belli ettiğinden; o cümlenin, ya Banka müdiresi biri vardı veya Banka müdürü bir kadın vardı. şeklinde kurulması, daha doğru olurdu. Günümüzde mesleklere cinsiyet vurgusu gereksiz olduğundan, ikinci cümle daha gerçekçidir hem.
Tekrardan denmez, tekrar sözcüğünün ne eksiği , ne günahı var desem, bana kızmazsınız değil mi?
Neden bir insanın hayatını kaybetmesini isteyeyim? cümlesi de doğru değil, çeviri kokuyor. Bizim Doğu-İslâm kültürü ikliminde, hayat kaybedilmez; ölürüz, yahut vefat ederiz biz, hayatımızı, para, eşya vs. kaybedercesine kaybetmeyiz!
Romana, sonlara doğru katılan üçüncü karakter, kötü kalpli adama teşekkür edince, karşılığında önemli değil dedirtilmiş kötü kalpliye. Bu da çeviri yoluyla dilimize yerleşmiş bir aksaklık. Teşekküre karşılık, bir şey değil veya rica ederim demek, daha Türkçe söyleyişlerdir.
Üç tane çocuk denmez. İnsanlar, tane hesabına vurulmaz. Hattâ, bitkiler neyse de, hayvanlar bile, tane ile sayılmamalı; çokçası cansızlar için geçerli olmalı o sözcük. Üç tane bardak, iki tane tabak vs. gibi. Çocuklar için, meselâ üç çocuk demek yeterli.
Çekler protesto olmaz, protesto edilirler.
Mutluyum, kocamı çok seviyorum; hislerim yanıltmıyorsa, o da beni. (s. 109). Burada da beni sözcüğü seviyorum yüklemine bağlanmış ki, olmaz! O hâlde, cümleye, beniden sonra, seviyor sözcüğünü de eklemek gerek.
Ben, dilde özleştirmeci ve tasfiyeci hiç değilim; ama, ayrıntı gibi, lirik ve prıl pırıl bir Türkçe sözcük varken; detay gibi bizim ruhumuza değ(e)meyen bir sözcüğü kullanmaktan yana da değilim.
Baharımı karanlık yapanlarla alay ediyorum, (s.111) denmiş. Şu yapmak sözcüğü, her tarafı işgal etti. Sandalye yapılır, iş yapılır; ama konuşma yapılmaz işte, konuşulur. Karanlık da yapılmaz, edilir. Baharımı karanlık edenlerle denemez miydi?
Gelişi güzel olmaz, gelişigüzel yazılmalı. Güzel gelişli biri değil konumuz, bir dağınıklık.
Iztırap olmaz; ya ızdırap, ya ıstırap.
iyilikdi-kötülükdü değil; iyilikti-kötülüktü diye yazılır, söylenir.
Evet anlamında tabii denmez, onun karşılığı tabidir; ama biz de galat-ı meşhur olmuş bu: hemen herkes, evetin eşdeğeri olarak, basıyor tabiiyi. Tabii, doğalın eşanlamlısı oysa. Bir de tâbi var, birine, bir şeye bağımlı olmak demek. Bırakın ikisini, üçünü birbirine karıştıranlar oluyor.
Vaz geçmek yazılmaz, vazgeçmektir doğrusu.
Son olarak da, kitabınızın arka kapağındaki kısacık tanıtımdaki şu cümleye takıldım: Eserde kötü, zafer kazanmış gibi algılansa da, bunun sadece bir görünüşten ibaret olduğu, iyinin her şeye rağmen önemli bir insanlık ideali olması gerektiği kanıtlanmaya çalışılmıştır.
Öyle sanıyor, öyle biliyorum: (Hangi türden olursa olsun) bir edebiyat veriminin, bir yazar / şair çabasının; diyelim bazı pozitif ve ideal bilim önermelerinin, yargı tutanaklarındaki saptamaların, gazeteci belgelerinin içerdiği savların kesinliklerine rağbet etmesi beklenmediği gibi, onlarla arasına kalın duvarlar çekmesi umulmalıdır. Bilim insanları, yargı mensupları, gazeteci erbabı; öngörüsünü kanıtladığı kadarıyla başarılı sayılması gerekirken; yazar / şair ise, aynı öngörüsünü, gösterebildiği / işaretleyebildiği / sezdirebildiği oranda başarılıdır. Demem o ki: Kanıtlamak değildir, yazarın (şairin, sanat insanının) amacı. Kanıtlamaya kalkıştığında, çok daha tekinsiz bir yola seğirterek, bizim duyarlığımızı, başka türlüsü düşünelemeyecek, başka seçeneği bulunmayan bir tek yolcu militanlıkla kuşatmış olur ki, bu da yazarların / şairlerin değil, siyasal veya dinsel fanatiklerin karakteristik bir özelliğidir. Edebiyat emekçisi ise, bin çiçek açsın, bin fikir, bin duygu yeşersin diyebilen bir bahçevan bahtiyarlığıyla dolup taşar, olsa olsa.
Bunları dedim diye, ukalâlık ettiğimi sanmamanızı dilerim. Edebiyatın hatırına ve hatırasına hürmetimin gereğidir, tüm dediklerim ve yazdıklarım.
Değerli romanınızı göndererek, beni heyecanlandırdınız, sevindirdiniz. Tekrar teşekkür ederim.
Selâm ve sevgilerimle.
Bünyamin Durali