Bir zamanlar çocuktuk. Ellerimizde düşlerimizden yapılma bir demet, gözlerimizde hayallerin sıcak imgesi. Gidip gidip gelen umutlar üzerine kurulmuş hayat. Çocukluğun en güzel saflığıyla süslü ilk zaman aşkları. Yerinden fırlayıp sevgilinin içine karışacağından korktuğumuz kalbimiz ve titrek ellerimize eşlik eden titrek sesimiz. Hiç bir zaman gerçekleşmeyeceğini sandığımız özgürlükten kurulma gelecek hayatımız. Bir parçasını bile israf edemeyeceğimiz pasta dilimlerinden kurulma bedenlerimiz içinde ki hayatımız.
Varlıkla yokluk içinde, kabullerle redler arasında, inançla inançsızlık yumağında gidip gelen bir türlü rayına oturmayan düşünceler zinciri girdabıyla yoğrulan beynimiz.
Bedenin ruhu taşımasının zorluğunu ilk keşfimizde isyanların, dingin ruhumuzda egemenliğini ilan etmesi. Çocuk diye tanınırken, hayatın büyümüş yerine koyduğu varlığımız.
Bir zamanlar çocuktuk derken gözlerimizin içli kayışı ardından beliren bilgin gülüşüyle geçmişi yargılamamak. Zamanın her neresinde olursak olalım çocukluğumuzu koynumuzda en mahrem ve en gerçek en ulaşılmaz yerinde saklayarak zamanı yenmek.
Bir zamanlar çocuktuk. Bir vardık bir yoktuk. Susarken açtık açken susuz. Gizliliğin ve korkunun ve tüm uç imgelerin hayranıydık. Ve kapıları zorladık. Merak ettik. Gizli sandığı açıpta içindekini görünce büyüdüğümüzü anladık. Gariptik, çünkü çocuktuk. Saflığımızın kaynağını merakımız besliyordu. Beslendikçe büyüdük.
Bir zamanlar çocuktuk ve işte büyüdük. Ya da öyle sandık. Şimdi çocukluğumuzu sandığa koyduk ve bilgece sustuk.
Bir Zamanlar Çocuktuk
Raslantısal bir mucizeyle başlayan hiçte gereksiz olmayan koca bir mutluluktu gözlerimdeki gerçeklik. Büyük kahverengi gözlerdeki yabancı olmayan o bakış ıslak mıydı yoksa gerçekliğin verdiği ağırlıkla hafif buğulanmış mıydı? Aynada gördüğüm zavallı bir kızın garip bir bulmacasıydı sadece cevap. Uzak diyarlara gidipte geriye dönülemeyen yolculukların başlangıcındaki garip karın ağrısı gibi. Tutulmuş bacaklarımın üzerindeki bedenim, bacaklarımdan daha bir tutuk daha bir ağırdı.