"Sabahın bu saatinde uyanık olmak, ya çok zekisin ya da uykusuzluğun dibine vurmuş bir yazar." — Dorothy Parker"

Dedemin maşrapası

Selanik'ten göç eden bir ailenin iki katlı kerpiç evdeki yaşamını anlatan bu metin, köşe başındaki eski bir evin fiziksel özelliklerini ve bölünmüş aile düzenini tasvir ediyor. Baltacı Mahmut Yolu ve Duatepe Sokağı'nın kesişimindeki bu ev, mübadele sonrası yerleşen dede ve amca ailelerinin ayrı girişli ama ortak avlulu yaşam alanlarını, sonradan bölünmüş mahremiyetlerini ve günlük hayatın izlerini nostaljik bir dille resmediyor.

yazı resim

Baltacı Mahmut Yolu ile Duatepe Sokağı’nın kesiştiği köşedeki eski, iki katlı, kerpiç bir evde yaşarlardı dedemlerle amcamlar. Mubadele sırasında Selanik’ten önce Tokat’a, sonra kasabaya birlikte gelmişler, bu eve birlikte yerleşmişlerdi.
Üst katı kullanmazlardı, burası gereksiz eşyaların konulduğu, erzakların sakladığı bir depo gibiydi.
Evin alt katında 6 küçük penceresi olan bitişik iki oda vardı. Bu pencerelerden dördü Baltacı Mahmut Yolu’na, amcamların payına düşen ikinci odanın diğer iki penceresi de Duatepe Sokağı’na bakardı.
Giriş kapıları ayrı sokaklardaydı. İki kapı da içerideki büyük avluya açılırdı.
Ortaya sonradan çekilmiş duvar, dedemlerle amcamların evlerini ve avlularını ayırırdı. Ahırları, mutfakları, tuvaletleri ayrıydı.
Dedemlerin yaşadığı bölümde, hem yatak odası, hem oturma odası hem de misafir odası olarak kullanılan ve her zaman tertemiz görünen odanın dışında begonyalar, sardunyalar, güller, sarmaşıklar, yaseminler ve rengarenk akşam sefalarının cennet bahçesine çevirdiği avlunun tam karşısında kerpiç tuğlalardan yapılmış, iç ve dış duvarları saman karıştırılmış killi çamurla sıvanmış, dışarısı sarı içi beyaz badanalanmış geniş mutfak, banyo ve tuvalet, amcamların evinin tam arkasına gelen bölümde ise ineğin, atların ve tavukların yaşadığı ahır vardı.
Eskimiş, verniği solmuş, tokmağına başparmağınızla bastığınızda açabildiğiniz, ahşap, genişçe bir kapıdan girilirdi mutfağa. Kış mevsimi hariç (Çünkü kuzine yanardı içeride) mutfak kapısı hep açık dururdu.
Duvarları çok kalındı mutfağın. Avluya, toprağa gömülü zeytinyağı ve pekmez küplerinin gömülü olduğu alana bakan iki pencerenin iç kısımları oldukça derindi. Çevresi oya işlenmiş ve ortalarından iki kıyıya tutturulmuş perdelerin süslendiği pencere içlerinde anneannemin ispirtolu gaz ocağı, birkaç tencere, tava ve ahşap baharat kapları ve mutlaka, mis kokulu çiçek açmış birkaç saksı dururdu.
Sol taraftaki duvarda kalaylı tabakların, Bulgar porselenlerinin, bardakların sıralandığı birkaç ahşap raf, yanında yemeklerin ve bazı erzakların konulduğu tel dolap, sağ tarafta ise üzerinde saman doldurulmuş minderler ve yastıkların yer aldığı, yine üzerleri oya işlenmiş örtülerle süslenmiş bir sedir vardı. Altı boştu, buraya küçük bakliyat torbalarını sıralardı anneannem. Yazdan kalma birkaç kavun, bir sepet ayva ve nar mutlaka misafirler için burada saklanırdı.
Anneannem ve küçük teyzem Florina’dan mübadele sırasında getirdikleri değerli tabak ve çatal-kaşık-bıçak takımlarını özel misafirler için evin ayrı bir köşesinde saklarlardı. Çeşme ve lavabo yoktu mutfakta. Eller ve bulaşıklar avluda, altında genişçe bir yalak olan çeşmede yıkanırdı.
Zemine serilmiş hasırların üzerine, çizgili kilimlerin serildiği mutfağın sol köşesinde, kalın duvarın içine yerleştirilmiş, yemeklerin sacayağı üzerinde odun ateşinde pişirilebildiği, ocağın yanında, arkasında pamukla doldurulmuş yastıklar sıralı bir yer minderi vardı. Yer minderi ile tel dolap arasında duvara dayalı yer sofrası dururdu.
Kahvaltılar baş köşesinde dedemin oturduğu bir yer minderinin çevresinde, üzerine peştamal serilmiş yer sofrasında yapılır, öğle ve akşam yemekleri de hep aynı saatlerde bu yer minderinin çevresinde yenirdi. Ocak ile yer minderinin arasında dedemin her sabah fokurdattığı nargilesi ile, dışı lacivert içi beyaz sırla kaplı, saplı, üzeri her zaman peşkirle örtülü ve içi her zaman su dolu maşrapası dururdu. Bu maşrapa ile dedemin çorbasını içtiği çelik kaşığın- muhtemel Florina’dan getirmişti- dokunulmazlığı vardı.
Her öğle yemeğinin ardından dedem, ocağın dibindeki o yer minderine uzanır bir-iki saat uyurdu. Kış mevsimiyle eğer üzerine lacivert paltosunu örter öyle kestirirdi. Maşrapa ve içinde mevsimine göre üzüm, şeftali, kiraz, incir ya da mandalina olan küçük meyve çanağı da maşrapanın yanına konurdu.
Dedemin maşrapası belki de çinko olduğu için yazın suyu soğuk tutardı, mutfakta içi su dolu testiler de vardı ama maşrapanın yeri ayrıydı. Birkaç kez gizlice yudumladığım için biliyorum, su içine birkaç parça buz atılmış gibi soğuktu.
Buzdolabının henüz büyük kentlerde birkaç zengin ailenin mutfağında yerini aldığı o yıllardaki tencerelerdeki yemekler ve diğer yiyecekler tel dolaplarda bozulmasın diye koza pazarındaki bazı dükkanlarda buz satılırdı. Büyük buz kalıbından müşterinin istediği büyüklükte parçalar kesilir, eve götürülene kadar erimesin diye bir çuval parçasına sarılır öyle verilirdi. Kovayla gelip buz alanlar da olurdu.

Ağustos sıcağının ovayı kavurduğu bir öğle sonrası bağın önünde bir fayton durdu. Birkaç ay önce nişanlanan ablamın müstakbel eşi, eniştemdi gelen. 20-25 yaşlarındaydı o yıllarda. Kasabadan ziyarete gelmişti.
Süperpoze (Üst üste yerleştirilmiş iki namlulu) av tüfeği ile fişekliği de yanındaydı. Eniştem genç yaşına karşın kasabada attığını vuran usta bir avcı olarak bilinirdi. Manisa’da trap yarışmalarında hep derece aldığını anlatmıştı ablam.
Tüfek kucağında namlusu havadaydı. Güneş vurdukça çelik namluya oluşan ışık patlamaları göz kamaştırıyordu.
Dedemin de tüfeği vardı ama eskiydi çok.
Bu pırıl pırıl tüfeğe hayranlıkla bakıyorduk hepimiz.
Biz tüfeğe çekinerek dokundukça eniştem, “Beğendiniz mi, yeni aldım. Tam istediğim gibi bir tüfek” diyordu gururla.
Kahveler çaylar içildi, anneannemin ikindi kahvaltısı için öğlenden hazırladığı pişileri de afiyetle indirdik midelerimize.
Amcaoğlum, annem, teyzem, ablam, büyük teyzemin kızı şimdi hem merakla, hem de heyecanla gösteriyi bekliyorduk.
Dedem, sabah kahvaltıdan sonra gittiği kasabadan dönmemişti henüz.
Asmaların arasındaki küçücük bir patikadan bağın iç kısımlarına yürüdük birlikte.
Bizim bağ ile komşunun bağını ayıran üzüm sergisinin yanında kavaklar sıralıydı. Asmaların bitiminde şeftali ağaçları, incir ve ayva ağaçlarıyla, domates, biber, patlıcan yetiştirdiğimiz bahçe vardı.
Eniştem kavaklar ve meyve ağaçlarının dallarında vuracak kuş aradı (Henüz o bilinçte olmadığım için avcılardan henüz nefret etmiyordum), ama iyi ki bulamadı.
Amcaoğlum kendi bağ evlerinden bir eski saksı buldu getirdi, koyduk bir kütüğün üzerine. “Pat” sesi ile saksı paramparça oldu.
“Ateş etmek isteyen var mı” diye sordu eniştem. Tüfek boyum kadardı, hiç sesimi çıkarmadım. Amcaoğlum da öyle…
Bir cam kavanoz bulduk, tek el ateş etti eniştem, kavanozdan bir iz bile kalmadı.
“Havada uçanı kaçırmam” diyordu eniştem.
Hedefi tam isabetle nasıl vurabildiğini görebilmek için “Şimdi havaya bir şey fırlatsak vurur musun” diye sordu amcaoğlum.
“Hele sen bir şey bul gel de, ne bulursan bul.”
Bağ damına doğru koşturdu amcaoğlu, çevresini dolaştı, arandı, içeriye girdi sonra.
Gizlice bir iş yapmış olmanın mahcubiyeti ve bunu kimseye belli etmeden yapmış olmanın kurnaz yüz ifadesi içinde elinde dedemin 50 yıllık su maşrapasıyla çıkageldi.
Annem, “Babam çok kızar görürse” dedi.
“Anneanne uyuyor, kimse farketmedi aldığımı, söylemezsek olur biter” dedi amcaoğlum.
Çok önemli bir suçun ortağıydık artık ama birazdan tanık olacağımız gösteri o maşrapadan çok daha önemliydi.
Bir yandan, “Eniştem belki vuramaz, götürür yerine koyarız”, bir yandan “Aman sen de vurursa nasıl olsa yenisini alırız, kaç paralık maşrapa” diye küçük aklımla kendimi ikna etmeye çalışıyordum.
En uzun boylumuz teyzemin kızıydı. Sapından tuttu maşrapayı, bütün gücüyle yukarıya doğru fırlattı. Beş-on saniyelik ama bize saatlerce sürmüş gibi gelen bir andı.
Maşrapa hızla yükseldi, dikkatle takip ediyorduk.
Eniştem doğrulttu tüfeği; “Pat-Pat”. İki fişeği de kullanmıştı. Ama biz yukarıya doğru uçarken gördüğümüz maşrapayı aşağıya inerken göremedik, maşrapa ortada yoktu.
Bağın her yanına dağıldık, anneannem de tüfeği gürültüsünden uyanmış, damın kapısından neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.
Yakıcı ağustos sıcağında, güneş enselerimizi yakarken, her asmanın altına, her ağacın dibine, her hendeğe bakıyorduk ama ne maşrapanın kendisini ya da parçalandıysa hiç olmazsa bir parçasını arıyor, bulamıyorduk.
Korktuk da biraz…
Anneannemi ikna ederdik ama dedeme ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Anneannem dedemi ikna edebilir miydi acaba?
Kan ter içinde bulabilmek için çabaladık ama maşrapa yoktu ve bulma umudumuz da yoktu artık.
Eniştem hedefi tam isabetle vurduğu için mutluydu, “Vurunca böyle vuracaksın, bakın yok oldu, bu tüfek bir harika” diyordu.
Dedemin ne kadar kızabileceğini az çok tahmin edebiliyorduk.
Sofrada yemek yerken bile tek kelime konuşmamıza izin vermeyen, sert mizaçlı dedem nasıl bağıracaktı kim bilir?
Fayton geldi, eniştemi uğurladık, kasabaya döndü.
Amcaoğlum, “Beni merak ederler” dedi, kendi damlarına kaçıp gitti.
Eniştemin üzerine de atamazdık.
Ablam, annem, teyzem, teyzemin kızı ve ben öylece kalakaldık.
Annem, “Ben karışmam, o maşrapaya dokunmayın diye uyardım” dedi.
Dedem henüz dönmemişti kasabadan.
Ben küçük beynimle, “Kaçarsam nereye kaçarım, Meryem halımın evine mi sığınsam” diye kendimce dedemin hiddetinden kurtulmanın yollarını arıyordum.
Maşrapayı amcaoğlum alıp getirmişti ama kaçıp gitmişti. Bazen karşı damdan sesleniyordu: Buldunuz mu?
Gün batımına doğru bağa döndü dedem. 70 yaşlarındaydı ama çok dinçti, birkaç kilometre uzaklıktaki kasabaya yayan gitmiş, yayan gelmişti.
Yer minderine uzandı, yarım saat kadar uyudu. Bir ara anneanneme seslendi:
“Nazile, su versen bana. Maşrapaya baktım, yok yıkadın mı?
Bir yandan kıymalı taze fasulye pişirdiği işporta ocağını pompalarken, “Minderin kıyısında üzeri peşkir örtülü öylece duruyordu, hiç dokunmadım, niye yok ki” dedi anneannem şaşkınlıkla.
Öyle güzel kokuyordu ki taze fasulye, muhtemel o mis koku bağ komşularının bahçelerine kadar yayılmıştı.
Dedem doğruldu yerinden, damın sağına soluna baktı, örtüleri kaldırdı, dolapları karıştırdı, dışarı çıktı, öğle uykularını uyuduğu söğüt ağacındaki kerevete tırmandı, orayı yokladı, maşrapa hiçbir yerde yoktu.
“Nazile sen bilmiyorsan, kim bilecek maşrapanın nerede olduğunu, nereye gitti maşrapa” diye sordu kızgınlıkla.
Dedem sert mizaçlıydı, bu özelliğinde belki de 11 yıl Balkanlar’da, Trablusgarp’ta, Kafkasya’da savaşmış olmanın etkisi vardı. İki kardeşini savaşta kaybetmişti. Gazilik madalyası vardı. Az konuşur, kısa sorular sorup kısa cevaplar ister, sık sık uzaklara dalıp düşünür, bazen bir uzun hava tuttururdu. Türkü bittiğinde iki gözünde iki damla yaş görürdük zaman zaman. Nedenini bilemezdik. Duygularını, sevgisini, sevincini, acısını, sıkıntısını, keyifli ya da keyifsiz anlarını pek belli etmezdi.
Bu yüzden hepimiz çekinirdik kendisinden.
Anneannem bize baktı, gözleriyle sordu, cevap veremedik hiçbirimiz.
Çünkü suç ortaklarıydık.
Söğüt ağacının en kalın dalında ipe çekilmeyi bekliyorduk.
Dedem kendi kendine söyleniyordu:
“Akıl alacak gibi değil, nereye kayboldu anlamadım. Baba yadigarıydı, çok kıymetliydi benim için. Sen ona 50 yıl gözün gibi bak. Kayboluversin ortadan. Yarın kasabadan daha iyisini alırım ama bende çok hatırası vardı o maşrapanın.”
Dedem, “Maşrapa” dedikçe hep korkuyla irkildik, biraz içimiz de sızladı ama olan olmuştu artık. Biz ovadan ayrılıp İzmir’e dönünceye kadar hiçbirimiz maşrapadan söz etmedik, edemezdik de zaten.
İzmir’de okullar açıldıktan bir hafta sonraydı, teyzemden anneme bir mektup geldi.
“Babam hala maşrapayı soruyor. Kasaba pazarından yenisini aldık koyduk yanı başına ama suyu artık bardakla içiyor. Bir gün gerçeği söyleyeceğim ama hala çok korkuyorum” diyordu teyzem.
Ertesi yaz yine gittik bağa, eniştem de geldi ama bu kez tüfeğini getirmemişti.
Çünkü dedemin de bir tüfeği olduğunu sonradan söylemiştik.

MUHACİR TÜRKÇESİ:
Maşrapa: Bardak biçiminde kulplu büyükçe çanak
Peşkir: Küçük yüz havlusu. İlk olarak peşkir kelimesine Anadolu Selçuklu dönemi kaynaklarında rastlanır. Kelime Türkçeden Yunanca, Bulgarca, Sırpça ve Rumca’ya da geçmiştir. Balkan ülkelerinin bir bölümünde hala havlu anlamında kullanılmaktadır.
Peştemal: Sofra bezi

Yorumlar

Başa Dön