Ayakları, başıboş kalınca yürümeyi seçti. Kahvaltı yapmamıştı ama bu duyduğu açlık değildi. Midesi değil, eli ayağıydı boşalan. Beyni de iş çıkışı saati trafiği gibi, binlerce şeyi bir arada tahayyüle kalkıp, sıkışıp, adamakıllı durmuş, bir yere varamaz olmuştu.
Bu sabahı düşünmek istedi, sabahlarını...
Bu sabah da herkesten önce uyanıp çayı demlemiş, mutfak çekmecelerinin tıkırtılarıyla F.'yi uyandırmıştı. Mehmet Efendinin muntazaman bıraktığı günlük gazetesinin ilk sayfasını çevirirken -okunmuş gazeteye elini dahi süremezdi, belki de bunun sayesinde alışmıştı hep en erken kalkmaya- F. de mutfaktaydı. Sebzelikten altı portakal çıkardı, e çocuklar da çay içecek değillerdi herhalde. İçinde bir damlacık su kalmadığından emin olduğu yarım portakalı atarken F:
"Kolyemi gördün mü?" diye sormuştu. Ne hoş bir günaydın.
"Hangisi?" Sana da günaydın.
"Hani canım var ya, annemin aldığı, şu inci olan. Kaç kolyem var allah aşkına?"
"Salon sehpasındaydı dün." Sabah sohbetlerimiz de doyumsuz, nazar değmesin. Konuşacak söz mü kalmadı, sözlere itimadımız mı yoksa sadece susuşarak da mı anlaşıyoruz.
Düşünebilseydi bunları düşünürdü belki ama düşünmek de neydi? iki kelime yan yana, iki cümle üst üste, iki sahne art arda gelemiyordu. ben? peki... zaman? evim? çocuklar? f? ben? neden ben? telefon? hayır. annem? karım? yatağım. daha çok şey vardı. ne vardı? deniz? güneş? kar? yağmur? tekne? evim? kahvaltı? pazar? çocuklar? veli toplantısı.. çocuklar büyüyecek. giden? kalan? giden? nereye? sonra? sondan sonra? bitecek mi? bu kadar mıydı? cadde? yol. kırmızı ışık. yeşil ışık. sarı ışık? dinlenmek? ne yaptım? unutulacak mı? kaldırım. yokuş. yol. uzun yol. uzun ince yol. uzun? dur. durak? servis? çocuklar gelir. f? ben? biz? yıllar? çok mu geçti ki?
Kapıyı aşağıda Mehmet Efendi yukarıda F. açtı. Öpüştüler. F'ye baktı. Hala çok güzeldi. Onu ilk öptüğü geceki gibi atmıyordu kalbi belki ama ilk öptüğü günkünden daha güzel sevmişti her geçen gün. gerçekten, sevmiş miydi? her gün? gün? ay? mevsim? yıl?
Mutfak masasına oturdu, yayılmadı, sandalyenin üçte birini belki dolduruyordu.
"Sen bir çay koy" dedi, "ben biraz şaşkınım, sonra sen de otur"
İki ince belliye dumanı tüten iki bardak çay döküp hemen oturdu F. kocasının yanına.
"Aldıkları parça, hani şu geçen ayki. sonucu, kötü, kötü huylu çıkmış... kaç yıl daha görürüm, dedim, tedaviyle ortalama bir buçuk, tedavisiz bir bir buçuk, dediler..."
Gözleri kızaramadan, dolamadan aktı yaşları F.'nin. Eli kolyesine gitti, tutup koparıverdi. gök gürültüsüz yağmur gibi, damla damla aktı sanki gözleri.
Çocuklar eve geldiğinde, mutfak masasında buz gibi iki çay, yerde paramparça bir kolye, dışarıda yağmur vardı.
Kendimi bir kez de böyle öldürdüm.