Haremden Boğaz Manzarası

...zaman ilerledikçe narin ellerini süsleyen parlak pembe tırnakları ve inci tanelerini andıran dişleri, kıskançlık duygularıyla beslenen içinde zaptedemediği bir canavarın kimliğine bürünüyor.

yazı resim

Uzun bir koridorun sonunda boğaza bakan küçük bir oda, yirmili yaşlarının ortasında genç bir kadın, gecenin karanlığı içerisinde arada bir bulutların arasından süzülüp gelen ay ışığının, hatlarını hayal meyal ortaya çıkardığında, donanma gemisi olduğu ancak anlaşılan bir karaltıya gözleri takılı, saatlerdir dışarı bakıyor. Yazın bile kolay kolay ısınmayan tavanı yüksek odanın duvarlarına asılı Ekim gecesinin iç titreten soğuk ayazına rağmen, halen saatler önce gördüğü kabusun etkisinde, ter içinde yatağında oturuyor. Narin ince bedenini örten atlas gecelik her an kayıp yere düşecekmiş gibi duruyor üzerinde. Bir kedininki kadar pırıltılı gözbebeklerinde ağırlaşan kocaman damlalar, yanağında akşamdan kalmış izi sürüyor.

Işıkları çoktan söndürülmüş odalarda hüküm süren sessizlik, içindeki sessizliği büyütüyor. Tenine sığmayan acının sıcak dalgaları yüreğini kasıp kavuruyor. Çok değil daha bir gece öncesine kadar güçlü kollarıyla kendisini sarıp sarmalayan erkeğin, aralarına yeni katılan on beşlik Rus güzeli ile birlikte gördüğü bu kabusun er geç gerçekleşeceğini, kendisinden önce Perinaz hanımefendiye olanlardan dolayı gayet iyi biliyor.

Parıltılı taşlara boğulan kadın efendiliğinin yerine, bir erkeğin ilk ve son eşi olabilmeyi, kimseyle onu paylaşmak zorunda kalmamayı, sıkıcı odaları çocuksu neşeleriyle güzelleştiren içleri umut dolu tazecikleri kendisine rakip görmemeyi nasıl da tercih edeceğini düşünüyor. Oysa zaman ilerledikçe narin ellerini süsleyen parlak pembe tırnakları ve inci tanelerini andıran dişleri, kıskançlık duygularıyla beslenen içinde zaptedemediği bir canavarın kimliğine bürünüyor. Odalardan dışarı taşan güzelliklerin ve neşenin tıpkı bir zamanlar Perinaz’a olduğu gibi kendi sonunu hazırladığını görüyor.

Tüm heybetine rağmen dalgaların üzerinde bir beşik gibi sallanan savaş gemisi, Boğaza demir attığı o günden beri mutsuz Gülbeyaz. O böyle bir gemiyle yıllar önce, kimsesiz küçük bir kız olarak İstanbul’a geldiğini unutacak kadar İstanbullu. Ne annesini ne de babasını hatırlıyor. Ailesi olarak kabul ettiği bu büyük hanede geçmişinden kalan tek şey ona Çerkez dedikleri. Uçsuz bucaksız hayallerini sınırlayamayacak kadar güçsüz kalın taş duvarlarla çevrili yüksek tavanlı küçük odalarda yeni bir dilde konuşmayı, kuran okuyup, namaz kılmayı, ut çalıp, şarkı söylemeyi, gergefle nakış işlemeyi ve kadınlığın tüm püf noktalarını yine kendisi gibi Çerkez olan bir hanımefendinin yanında yetişerek öğreniyor Çerkez kızı.

Esaretten hanedanlığın zirvesine ulaşmışlığın ayakları yerden kesen sarhoşluğunu yaşamadan, öncesinde hep ordaymış ve oradan sonsuzluğa kavuşacakmış gibi kendinden son derece emin bir asaletin güvenliğindeki hoşgörüsünün umutsuzca azaldığını hissediyor. Yakarışlarının Tanrıyı bezdirdiğini düşündüğünden çoktan terk ettiği dualara yeniden başlamanın göz boyacılığı umutlarını kırıyor.

Boğazın koyu karanlık sularına gömülen yıldırımın ateş kolları, art arda çakan gürültülü şimşekler, savaş gemisinden atılan bombalar gibi gök yüzünün perdesini al aşağı ediyor. Yeni bir alemin göksel şöleni perdenin arkasında yer alıyor. Çerkez kızı kanatlanarak o gece onların yanına çıkıyor. Dudaklarında kalan zehrin son tozları ise gökyüzünden Hareme dökülüyor.

Başa Dön