"Mezeler de bozuldu giderek, içkilerin eski tadı kalmadı. İyi ki bira var; at sidiği gibi köpürse de bira biradır. Birden iğrentiyle buruşturdu yüzünü. Kapkara terli bir atın yere dek sarkan erkeklik organıyla işediğini görüyor. Meyhanenin bildik kokusunu, tavada cızırdayan una bulanmış midyelerden, yağlı kağıtlara sarılı kokoreçlerden gelen kokuları bir anda bastırıyor sidik kokusu. Genelev sokağında sırtını kalabalığa dönüp bir evin duvarına işeyen üç adamın görüntüsü çakıyor belleğinde. BURAYA İŞEYEN EŞEKTİR yazılı duvarın önüne dizili üç eşeğin birbiriyle şakalaştıklarını duyuyor. "Amma da birikmiş ha!" diyor en sağdaki"duvarın sıvasını aldı götürdü"....Pantolonunun düğmelerini kapatırken iki eliyle önünü sıvazlıyor, "Ne kadar sallarsan salla, dona düşer son damla!" Ötekiler de aynı hareketi yapıyorlar. "Şimdi bizimkine birer posta atabiliriz" diyor kasketlisi, sokağın ortasına dek akan sidiğe basmamak için şişman gövdesinden beklenmedik bir çeviklikle karşı yana sıçrıyor..............................................................................
evet bir kararı gerçekleştirmek üzere yokuş aşağı inerek, falcı kadınlara, ayakçı meyhaneleriyle plakçı dükkanlarına, vitrinlerdeki sarı, yeşil, pas rengi, iğrenç mezelere bakmadan, kusmuk yığını bir dünyanın damarlarında aktığını, yüreğiyle duyarak Kuyu Sokağına varacak. Oradan da genelev sokağına".
(Nedim Gürsel/Kadınlar Kitabı)
..............................
Sahil yolundan gelen otobüsten inip, Beşiktaş iskelesine yürürken, hızla geçtim "hızla kirlenen bir dünyadan" Yılmaz Erdoğan gibi.
Park yollarını tamir ediyorlardı işçiler; olur olmaz her yeri pazara dönüştürdüğümüzden, yolda yürümek bile risk almak demekti; ama tehlikenin büyüğünün eli kulağındaymış da.....
Ansızın orta yaşlı, orta halli bir kadın, önüm sıra yürümekte olan bir kıza dellendi:
- Şuradan yürüsen olmaz mı, ....pu! .ıçını sallamayı biliyorsun, yol versene...sizin yüzünüzden zaten......
Lasteks pantalonun sıkıca sardığı kalçaları, yürürken hem çocuksu hem de şuh bir kıvraklıkla oynayan kız, elini "Deli misin?" anlamına gelen bir işaretle bileğinden doğru çevirip, hırslı kadına sözsüz karşılık verdi ve pişkin pişkin yürüyüp gitti.
O "anlık hakaret sahnesinde" ben de tesadüfen üçüncü kişiyi oynuyordum gözlemci kimliğimle; pek doğru olmasa da, bir genellemeye giderek şunları geçirdim içimdem:
kerhaneleri bütün dünyanın
aşk gangrenlerinin yıkık çarşılarıdır...
Böyle diyor Yılmaz Odabaşı, "İdris"de. Cinsellik pazarında kadının alıcı bekleyen ve aynı zamanda kendi kendini satan mal durumuna sokulması ve aşkı kirleten unsur olarak görülmesi yalnızca çağımıza özgü değil. Kerhaneler salt kadınlarla o bilinen kimliklerine bürünmeseler de, onlar "gangren olan hastalıklı parça", kesip atılması gereken. Çarşıları yıkan da canlandıran da "onlar" olarak gösterilirken, çoğunlukla tek taraflı suçlamalara hedef oluyorlar.
Nedim Gürsel, genelev sokağını kusmuk yığını bir dünyaya yerleştirirken, öyküsündeki tecrübesiz genç kahramanı,
" elinde sigarası, bir tuhaf düşe, çevresinde devinen bu anlaşılmaz, karmaşık dünyanın ötesinde bir dinginliğe dalmış; kışlık giysilerin, çorap, ceket, pantolon, kazak ve yağmurlukların kristal avizelerle yatak odası takımlarının, ayakkabı ve cilalı koltukların, gümüş şamdanlarla altın bileziklerin önünden geçerek, her şeyin satılık olduğu, allanıp pullanarak pazara sürüldüğü vitrinlerin yanısıra ilerliyor".
Beşiktaş pazarındaki öfkeli kadın belki de kendi oğlunu , kocasını öyle dar pantalonlu "hafif"(?) görünümlü kadınların şerrinden korumaya çalışıyordu; vücudun böylesine serbestçe teşhir edilmesine itiraz ederek. Ben de derin alimler gibi düşüncelerle hem yürüdüm hem seyrettim "tahrik edici" kızı. Orta yaşlı kadını isyan ettiren görünümüne karşın, kim bilebilirdi onun, Odabaşı'nın "Mesih Şiirdir" de tariflediği gibi,
bir kadın
koynumda
aşktan sevinç devşiren
biri olmadığını: sevgilisiyle masum, içten bir aşkı paylaşmak üzere buluşmaya gitmediğini. Gerçek ve görünüm arasındaki çelişkilere kafa yora yora, ben de "hızla kirlenen bir dünyadan hızla geçtim", vapurla, gittikçe çöplüğe dönüşen Boğaz'da; ama karşı kıtaya ayak bastığımda, unutuverdim her şeyi; mutlu bile oldum bir tankere çarpmadık diye; hüzn-ü komik değil mi?
Rıfat Ilgaz'la yürüyormuşum ev yolunda; dönüp dönüp yüzüme bakıyorlar, kime laf atıyor bu "okumuş görünümlü kız" diye. Ilgaz Dağlarına canım, ağzımda ılgıt ılgıt Rıfat; Mihrimah Camiinden doğru ezan sesi geliyor, yarabbi şükür, tutunacak bir Sen kaldıysan orada ki nedir kınetik enerji midir kıne....
AYDIN MISIN
Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun
Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol
RI
"Aydının rolü diğerlerine ne yapmaları gerektiğini söylemek değildir. Hem sonra ne hakkı vardır bunu yapmaya? Aydının işi, diğerlerinin siyasal iradesini şekillendirmek de değildir; onun işi kendi alanında ince ince analizler yapmak; insanların akli alışkanlıklarını,düşüncelerini sarsmak, rahatsız etmek; aşina ve yerleşik kuralları ve kurumları tekrar tekrar sorgulamaktır",
diyor Michel Foucault. Ondan alıntı yapan birinden alıntılADIM, ADIM ADIM, eve varmışım, a hiç anlamADIM:
Ayten Suvak
Ay tenim
Yıldız derim gül tenim
Solmaz tendeki benler
Ben hani o Ayten'im
Bu kez
Natüralist Edebiyat
A.S.