Krizantem, Üç Oda, Gökyüzü Vesaire

Cam kırıklarıyla doluydu her yer... Tiz bir çığlık ile cam kırılma sesi, müthiş bir ikili sayılabilirlerdi yerine göre. Kaygı dolu bir çift göz, olan bitene kılıf uydurmaya çalışıyordu. Şok kısa sürmeliydi. Öyle de oldu. Çıplak ayağını tüylü paspasa değdirmeden, temizlik teçhizatlarının olduğu dolabı açtı ve faraş ile süpürgeyi aldı. Peştamala sardığı yarı çıplak vücudundan sızan su damlalarına aldırmaksızın eğildi ve banyo yüzeyine dağılmış cam kırıklarını itinayla süpürmeye başladı. Bir yandan da kanayan parmağını kâğıt mendille sarmıştı... Titreyen kolları ve dudaklarının yanında bir de, gözyaşları bu seremoniye eşlik etmeye başlamıştı.

yazı resim

Her zamanki gibi başlamıştı gün. Sabah olunca perdeler açılırdı. İnsanlar yüzünü yıkar, kahvaltı sofasında birbiriyle fazlasıyla ilgili olduklarını belli edercesine, bir diyalog içine girer, kızarmış ekmeklerine yağ sürüp, üzerine bal gezdirirlerdi. Evin erkeği gazeteyi alır, haberleri tüm ciddiyetiyle okurdu. Sanki bir katkısı olacakmış gibi, ülkedeki olaylara yorumlar üretir, henüz masadan kalkmadan, dünyanın tepesinde kurulu bir taht'a çıkmış edasıyla, fikirlerini çoğaltıp dururdu zihninde. Ah bu erkeklerin hâkimiyet kurma dürtüleri. İnsanlar neden kendilerini mutlu etmeyen haberleri okurdu ki zaten? Çoğu safsataydı oysa. Gazetelere aktarılan korkunç sermayeyle, şöyle; baktıkça dikkat çekici, ışıldaklı, pırıldaklı şeyler alınırdı oysa... Muhtemelen evin ergen kızından çıkıyordu bu akıldânesi düşünceler. Fıkırdayan çaydanlıktan çıkan buhar kaplamıştı odayı, yoksa ekmek kızartma makinesi mi bozulmuştu? Flu oldu her yer. Göz gözü görmüyordu. Kim ne söylüyordu, kimin ağzından nasıl cümleler dökülüyordu, belli belirsizdi. Ve birden horozibikli saat, tüm gürültüsüyle ötmeye başladı. Bu ses, bu ötüş! Aman Allah'ım! Ü ü rüü üüü, değildi. Adi, bayağı bir "zıırrrrrr" sesiydi. "Duydunuz zilin sesini yarışma başladı" diyen bir adam, siyah-beyaz bir televizyonun içinde el sallayıp, yerini kocaman bir Lcd ekrana terk edeli çok olmuştu. Domatesin kilosu haber ekranlarında boy gösteriyor "zaten kasım ayında yenmez ki domates, turp yenmeli daha çok" diyen alternatif tıp uzmanları, parıldayan dişleriyle tebessüm ederek halkı aydınlatıyorlardı. Halk aydınlandıkça, aydınlanıyordu...

Bir dakika yahu, bu hikâye böyle başlamıyordu. Evet, şimdi hatırladım. Bir şangırtı kopsun mesela!

Cam kırıklarıyla doluydu her yer... Tiz bir çığlık ile cam kırılma sesi, müthiş bir ikili sayılabilirlerdi yerine göre. Kaygı dolu bir çift göz, olan bitene kılıf uydurmaya çalışıyordu. Şok kısa sürmeliydi. Öyle de oldu.

Çıplak ayağını tüylü paspasa değdirmeden, temizlik teçhizatlarının olduğu dolabı açtı ve faraş ile süpürgeyi aldı. Peştamala sardığı yarı çıplak vücudundan sızan su damlalarına aldırmaksızın eğildi ve banyo yüzeyine dağılmış cam kırıklarını itinayla süpürmeye başladı. Bir yandan da kanayan parmağını kâğıt mendille sarmıştı... Titreyen kolları ve dudaklarının yanında bir de, gözyaşları bu seremoniye eşlik etmeye başlamıştı. Nasıl olduysa olmuş, banyodan çıktığında buğulanmış aynayı eliyle silerken, duvara sıkıca monte edildiğini düşündüğü oldukça büyük ve pahalı ayna, birden bire yerinden kıpırdayıp, büyük bir hışımla lavaboya, ardından da yere düşmeyi becerebilmişti. Bir an aynanın yerinden kımıldadığı o an'a dönebilmeyi o kadar çok istedi ki... Ama nafile bir istekti bu. Tüm morali alt üst olmuştu. Kim bilir evin hanımı geldiğinde kendisine ne söyleyecekti? Onlara ne cevap verecekti? Oldukça titiz bir hanımın evinde, yaklaşık 10 yaşından beridir ikamet eden kimsesiz bir kızdan başkası değildi, aynadaki duru yüzüne bakarken ani bir şaşkınlığa boğulan kişi... Yerdeki kırık ayna parçalarına yüzü aksederken, bir yandan da sessizce damlayan gözyaşları, ıslak saçına karışıyordu.

Hayattan göçerken de böyle olacaktı, cansız bedenlerimiz kuşkusuz. Bir parça beze sarılacak, nemli vücudumuz. Ölmüş anasını musallada görmesine rağmen, bu ayrıntıyı fark etmedi genç kız

Küçük odasına doğru giderek, üşüyen vücudunu teskin edecek gerekli kıyafetlerini giyindi. Daha 17'sindeydi. Hayatı anlamlandırmaya çabaladığı bir zaman diliminde, kendine ait olmayan bir evin içinde, bin bir düşüncelerin gölgesinde bir sığıntı gibi yaşamaya çabalıyordu. Aslında kimse ona "sığıntısın" demiyordu. Bunu hissettirecek bir şey de yapmıyorlardı. Evin içerisinde, kendine öğütlenen işleri yaptığı takdirde, işittiği taltif cümleleri kendisini mutlu kılmaya yetmiyordu artık! Ama ne var ki, gidecek başka bir yeri, sığınacak bir limanı yoktu. Küçük yaşta ailesini kaybettiği talihsiz bir kazanın ardından, kimsesiz kaldığından dolayı, yaşadığı kasabanın ileri gelenleri tarafından büyük şehirdeki hemşerilerinin yanına, ev işlerinde yardımcı olması için gönderilmişti. Şükür ki, her şeyiyle ilgilenen bir güngörmüş aileydiler. Ama hakiki bir ailenin ikamesi değildi asla. O mutlu çağlarında, iki göz odalı evlerindeki, anne kokusunu nasıl da özlemişti Saçlarını örerdi annesi. Her banyodan sonra itina ile örerdi iki belik yaparak. O günlerin anısına dalıp, yüzeyde biriken buğuyu sildiği bir sırada, hayali de paramparça olmuştu ayna ile beraber.

Ve evin hanımı geldiğinde izah etti, duru gözlerinden bin kere hicran damlası düşüren... Olan olmuş artık, diye hışımla teftiş edildi, aynanın mezarı olan satıhlar. "iyice temizlenmiş mi" merakıyla, asabi bir sual ile evin içinde, ivedilikli kelimeler uçuştu bir bir... Kızın gözleri halıdaki desene ilişti... Hanım hızlı hızlı konuşurken, kız halıya binip, masallardaki gibi göğe doğru uçmak istiyordu. Kim bilir nasıldı halıyla uçmak? Halı da, halıydı mübarek! geçen sene ecnebi memleketlerden getirilmişti, ipek olmalıydı yüzeyi. Evin hanımı nasihat bombardımanına tutarken kızı, bizim kız çoktan hayal âlemine doğru yolculuğa çıkmıştı bile... Herkes uyuyunca gecenin kör vaktinde açıp penceresini, uçan halıyla, masalların çocuksuluğuna sığınacaktı. O an içinden tarifsiz bir gülme geldi-gelmek üzereydi. Üstelik o muhteşem aynanın kırılmasından müsebbip, öğüt merasiminde hazır oldayken, evin hanımının yüzüne bakıp, tüm gücüyle kahkaha atmamak için kendini zor tutuyordu. Kendi kendine içinden diyordu ki; "aynayı kırdığın yetmedi, bir de evin halısını uçan halı diye kaçır gökyüzüne de, gör gününü hayal cadısı... Sabah kalktığında halısını da bulamasın yerin de, o zaman görürüz artık seni..." içinden tiyatrolar çevirerek söylene dursun bizim kız... Evin hanımını menopoz ateşi basmıştı çoktan. Eline aldığı bir bardak soğuk suyu içerken, daha dikkatli olması gerektiğini bir kez daha hatırlattı, saçları annesinin kokusunu kaybetmiş kıza.

"Saçları annesinin kokusunu kaybetmiş kız..." paragrafı burada kestik.

Eline bir elma aldı, anlatıcı... Isırdı ve tabağa koydu. Ovuşturdu başını, bu günlerde boynu epeyce ağrıyordu. Parmaklarını kenetleyerek ileriye doğru gerdi elini... Ve müziğin sesini açtı. Geriye doğru yaslandığı sandalyesine, gözünü kapatarak kurgusunu tamamlamaya çalıştı.

"Uyuz martılar... "

"Hepsi uyuz bu martıların be! Şunlara bak, sanki mal bulmuş mağribi gibi, çığlık atarak birbirilerini gagalayacaklar, bir parça simit için" dedi. "şuna bak, ülen daha demincek yedin sen oğlum! Yanındakine atıyom ben açgözlü şey" dedi, tüm sesiyle. Oysa bilmiyordu ki, doğada hayvanlar birbirleriyle sürekli bir rekabet halindeler. Büyük balık küçük balığa, "pardon" demiyordu onu midesinde öğütürken, gökyüzündeki martıların en hızlısı da simit kapma yarışında bulabilirlerdi pekâlâ birbirlerini. Hem bu cümleyi sarf eden genç adam, henüz, çalıştığı lokantada ustasının sözünü yavaş yerine getiriyor gerekçesiyle işten çıkarılmıştı... Bir kaç sene evvelsi, ayakkabısının ökçesine basarak bakkala koşan bir tıfıl oğlandı. Biraz inatçı fazlasıyla başına buyruktu... Buyruktu ama en acil tarafından bir işe ihtiyacı vardı.

Yazıcı, gülümsedi. Demek ki neymiş, "uyuz martılar" demekle olmuyormuş bu işler ağa? Fark etseydi genç adam, o martının elini çabuk tutmazsa aç kalacağını, belki kendisi de ustasının yanında sebat etmeyi öğrenen bir zihniyette olurdu. Cebindeki bozukluklarla simit alırken, ustasının kendisine haksızlık ettiğini, cep telefonuyla memleketteki anasına haber veriyordu. Can sıkıntısından martılara yem ettiği o simidin serüvenini düşünseydi, üzerinden dökülen susamların bir tanesini, zahmetlice yuvasına taşıyan bir karıncanın varlığını hissetseydi. Usta, deseydi. İstanbul'a geleli kaç mevsim oldu? Beni bu kurt kapanında bırakma... Senden öğreneyim müsaade ediver de, işin lâyıkıyla yapmayı, deseydi. Cebindeki üç beş kuruşa bakıp da, nara atmasaydı. Hazıra dağ dayanır mı oğul? Demişti anası oysa.

Genç adam, ayrıldığı lokantanın iki sokak berisindeki bir lokantaya iş için müracaat etti. Dükkân sahibi bugün başla işe dedi. Sanayi tipi tencereler içinde, yağlı bulaşıklara doğru adım attı sonra...

Hikâye devam ederken, yazıcı boyun ağrısına, "hişşşt sessizlik..." dedi.

Müziğin sesini azalttı. Sakince geliyordu, tı nı tı nı tını tı nıı nııı...

Martılar uyuz olmadığı gibi, üstelik bir de sevimliydiler. Bir karınca susam tanesini yuvasının en korunaklı mahzenine gizlemişti. Kırılan aynanın yerine yenisi takılmıştı. Eskimiş vida yuvası, aynanın bir daha düşmemesi için sağlamlaştırılmıştı. Genç kız mutfakta akşam gelecek konuklar için tatlı hazırlıyor, evin hanımı gardırobun önünde filozof edasıyla ne giyeceğini düşünüyordu. Bir kelebek camdan dışarıya çıkmak için pencereye defalarca çarparken, bir yolcu otobüsünde, evine varmak için istiflenmiş insanlar oturacak bir koltuk bulanlara imrenerek bakıyordu. Bir adam pazardan pırasa almış eve giderken, yoldan geçen araba cadde de biriken suyu yanlışlıkla yayaların üzerine sıçratıyor, okkalı bir lafı hak ediyordu.

Hayat, dedi yazıcı... Bir ömrün içinden geçen soluk alıp-vermeleri anlamlı kılabilmek için, gözlerinizi bir kuytuda kapatıp, bir parça düşünebilmektir dedi. Ve o anda kapatılan gözlerin ardında tahayyül edilenler, kalbe nakış gibi işlenmek üzere dimağdan gönle yol bulup aktı...

Bedia Belkıs BALCILAR

Başa Dön