Operasyon Kod Adı Koltuk

Hazır bu savaşı kazanmışken ikinci bir zafer için hemen harekete geçerek, “Tamam sizin istediğiniz olsun, bu yıl da Türkiye’ye gidelim, fakat uçakla değil arabayla” bu masum önerime tepki olarak, sadece eşimin insanın içine korku salan b

yazı resim

Oturma odasının köşesinde duran hanımın dedesinden kalma koltuğu odanın ortasına çekmeye çalıştım, fakat adi koltuk “15 günlüğüne geliyorum” diye gelen ama 3 ay sonra bile bir yere gitmeye niyeti olmayan kaynanalar gibi kılını bile oynatmadı. Siz bakmayın ona benim koltuk dediğime, çünkü bu koltuk takliti yapan eşya; b..ktan renkli üç metre kumaş kaplı, nerden baksan 150 kilo ağırlığında gereksiz bir kütle. Allah’tan benim büyük oğlan yardımıma yetişti de zor bela koltuğu salonun ortasına çekebildik.

Geleneksel olarak her yıl olduğu üzere ben yine aile reisi (parayı veren safoş) olarak “Bu yıl tatilde ailecek nereye gidelim?” isimli tartışmayı daha etkili olması için koltuğun üstüne çıkarak açılış konuşmamamı okumaya başladım ki çocukların “Ya!! yine mi aynı şeyler? Her yıl aynı şey yahu!” diye söylenmeye başlamalarını duymamazlıktan geldim. Ve aslanlar gibi 8 sayfalık kısa konuşmamı sonuna kadar okudum.

Bu kısa konuşmadan sonra ev ahalisinin “ha uyudu ha uyuyacaklar” kıvamına gelmeleri üzerine, uyanık kalmalarını sağlamak için hadi şimdi sıra sizin tatil önerilerinizde sıra dedim...

Haa, unutmadan bu arada bizim aile bireylerini size kısaca tanıtayım:Büyük oğlan Deniz (12), küçüğü Tobias Can (10), ailenin en küçüğü kızım Larissa (4) ve eşim Kerstin....

İlk olarak eşim, kızgın bir ifadeyle geçen sene Hotel Gelidonya (Kemer / Antalya) faciasını unutmadığını ve "bu yıl nereye gidersek gidelim, ama Kemer’e gitmeyelim!" diye kesin görüşünü ortaya koydu. (Gelidonya faciası yakında burada)

Tobias Can’ın “Baba Bali adalarına gidelim” önerisini kibar bir dil kullanarak ailenin tatil bütçesini hatırlatarak geri püskürttüm.

* * *

Deniz’in “Mollarca’ya gidelim” önerisine karşılık benim bu yaşıma kadar, kırmızı şortun üstüne hawaii desenli gömlek giyip ayağımda beyaz çorap ve sandaletle dolaşmadığımı, eğer 70 yaşından sonra bunarsam (!) ya da bu genç (!) yaşımda alkolik olmaya niyetlerimsem (!) belki o zaman gidebileceğimizi belirtmem karşısında, o, söylediklerimden bir şey anlamamış gibi boş, boş bakarken bir yanda da kafasını evet anlamında diye ağır ağır salladı...

* * *

Larissa ailecek hep beraber “Teletubbies” (çocuklar için bir program) yaşadığı ülkeye gidelim önerisine karşılık; bu mevsimde Teletubbieslerin ülkesinin çok soğuk olduğunu, ayrıca oraya gitmek için gerekli vize işlemlerinin uzun bir zaman aldığını ve kendisinin ağbeyi Deniz’in yaşına geldiğinde bu olayı tekrar konuşalım önerime karşılık, Larissa anlattıklarıma dudak bükerek, çok bilmiş bir edayla; Teletubbies birer hayal ürünü olduğunu ve onların bir ülkesi olmadığını gibi, onların kuzey İngiltere’de Yorkshire isimli bir kasabada bir televizyon sütüdyosunda yaşadıklarını, ama aslında onların herbirinin kostümlü oyuncu olduklarını, isteyen kişilerin belli bir ücret karşılığında çekimleri izleyebileceklerini belirtti.

İlk önce bunun kötü bir şaka olduğunu zannettim, fakat sonra bunun bir şaka olmadığını, 4 yaşındaki kızımın bu kadar çok şeyi bilmesini ve bir çırpıda nasıl anlatabildiği konusunda beynimi son kapasiteyle çalıştırmama rağmen, mantıklı bir cevap bulamadım. Aslında çocukların kendi aralarında kıs kıs gülmelerinden kıllandım, ama yine bu konunun üstünde fazla durmadım. Çünkü daha nereye ve nasıl tatile gideceğimize karar vermemiştik.

* * *

Aile fertlerinin diğer önerilerine karşı (toplam 219 tane) pahalı, uzak, vize alamam (aile de Türk pasaportlu bir ben varım), bu mevsimde oralarda fırtına var, gibi kendimce haklı ve mantıklı bahanelerle, kahramanca savaştım.

Laf aramızda olayların gidişinden gayet memnundum. Çünkü benim en başından beri niyetim tatilimizi yine her yıl olduğu gibi Antalya civarlarında geçirmekti, fakat demokratlığa b.k sürdürmemek için, her yıl tatilden önce böyle bir tartışma seansı düzenlemek zorundayım.

Amma bu yıl farklı olan şey “Tamam Türkiye’ye gidelim” önerisini sanki onların önerisiymiş gibi ortaya gelmesini sağlamak zorundayım. Çünkü geçen yıl hepsi bir ağızdan gelecek sene bizim istediğimiz yere gideceğiz diye sert bir muhtıra vermişlerdi.

* * *

Nihayet tartışmanın 4. saatinde aile fertlerinine “ Tamam bu yıl da Türkiye’ye gidelim” fakat gelecek yıl kesinlikle bizim istediğimiz yere gideceğiz diye sert bir muhtıra vererek pes ettiler.

Ehh artık istediğim olmuştu artık...

Hazır bu savaşı kazanmışken ikinci bir zafer için hemen harekete geçerek, “Tamam sizin istediğiniz olsun, bu yıl da Türkiye’ye gidelim, fakat uçakla değil arabayla” bu masum önerime tepki olarak, sadece eşimin insanın içine korku salan bakış fırlatmasıyla geldi (evli olanlar bu bakışı bilir) ama çocuklar bu önerime bayıldılar. Ehh, ben de bu fırsattan istifade "hadi o zaman oylama yapalım" diyerek, demokrat baba tipini iyice pekiştirdim. (Bu demokrasi güzel şey canım.)

* * *

Ver elini İtalya...

Ya kolumu geri versene İtalya

... Sabah karşı saat dört’de yola çıkmak için ailecek uyandık sırayla duşumuzu yaptık, allandık pullandık ve ben hariç herkes arabamıza yerleşti. Çünkü Kerstin’in arabayı şöyle on metre kadar sürmesini bekleyip, arkadan bir kova su dökerek hepimize “iyi yolculuklar” diledikten sonra direksiyona yine ben geçtim, sonra ver elini İtalya yolları deyip, Böblingen’den (Stuttgart yakınlarında) yola çıktık.

Bir oturuşta üç göç yasası, 1-2 milyon göçmen hakkı yiyebilen, halk arasında bilinen adıyla “Korkunç Etemund Şatober”’in krallığını yaptığı Bayern sınırlarına girince içimi bir korku kapladı, ama çocuklar tedirgin olmasınlar diye pek belli etmemeye çalıştım. Sıkıntılı bir kaç saat sonrasında nihayet kazasız belasız Münih’i arkamızda bırakarak kısa bir zaman sonra sanki Almancayı anlaşılmaması için özel bir çaba sarf ederek konuşan Avusturya’ya vardık. Sınırda bulunan polis amcalar, benim tipimi beğendiklerinden olsa gerek elleşmediler.

Sonrası yol boyunca birkaç trafik kuyruğunu, üç defa lastik patlaması (lastikçiye çuvalla para verdik), Tobias Can’ın her 50 km. de bir “baba çişim geldi”, eşimin "fazla hızlı sürme", çocukların hep beraber “Açııııktıııık” bağırışlarını saymazsak gayet güzel bir yolculuk geçirdik.

Brindisi’ye (Dünyanın öbür ucuna) kavuşmamıza 100 km. kala çocukların "açızzz" bağırışlarına dayanamayarak bir yol lokantasında durdum, hemen bahçede bir masa ilişerek garson vatandaşın gelmesini bekledik. Yaklaşık 10 dakika sonra sanki adamın anasına avradına küfretmişim gibi asık suratla menüleri önümüze “alın da yiyin lan” şeklinde bıraktı (attı). Aslında çocuklar bu kadar aç olmasalar, bu suratsıza haddini bildirirdim (siz, garson nerden baksan benden 40-50 cm. uzun (boyum 1.67) diye ilişmediğim yalanına, inanmayın). Neyse efendim ilk önce biz efendice yemeklerimizi yedik sonra üstüne hesab niyetine “Nah böyle kol gibi kazık” yedik!

Son yüz km.yi de garsonun anasına avradına söverek bitirdim. Nihayet Brindisi. Sonrası, malum gümrük işlemleri vapura biniş ve ver elini Çeşme / İzmir...

Seneye çocuklarınnm istediği yere gideceğim...

Kendinize iyi bakın. Mısmıl (akıllı uslu) olun!

Başa Dön