Birdenbire bastıran zorlu bir rüzgar gibi, boran gibi, fırtına gibi, sessiz yıldırımlarla gelir... İlkin parıltılar... Ardından ışıklar.. Hareler bildik kıyılara çarpar, öncesiz kıyılara yankılanır, sonrasızlığa sürüklenir...
Derken, yine anların eklem noktalarından ses, ezgi, anı ve görümler düşer. Yine alacalı ebrular kıpırdanır, halkalar iç içe yayılır. Derken yeniden parıltılar, yeniden sessiz yıldırımlar, bir de bakarsın ki, düşlem titreşimleri kayan yıldızlar gibi art arda patlar...
Nereden gelir nereye gider bilemezsin, anlayamazsın. O yıldızlı tınılar sürükler, savurur, fırlatıp atar gönlünü
özlemlerin, gölgelerin, ve umutların sonsuz sahillerine.
Kazadan kurtulan yolcu gibi, bilinmeyen kıyılara varırsın. Çakımlar canını yakar, büyük çınlamalar, uğultular oluşur ruhunda. Beynin ve yüreğin yırtılacak gibi olur.. Çakımlarla yıkanır, arınırsın. Artık vardır, tek, Sen ve O: Ego değil, İd’ sindir.
Evreni açılmış görürsün. Tanrı sana bakar. Evrensel Tanrı... Kozmik eli senin üzerindedir. Bunu hissedersin. Bilirsin. Tek o bakar sana . Seni gördüğünü, seni izlediğini sezersin.
Çünkü, tek o okur şiirlerini. Saklı yüreğinin en gizli acılarını, en kutsal özlemlerini o bilir. Sen öyle değerlisindir ki bilemezsin. Ama o şiirlerini ezbere bilir. Saçlarına dokunur, seni kucaklar, kollarında tutar, rahat ve huzurlu uykularda emzirir seni. O hep bebek halinle seni sever. Ve seni hep öyle görür. O’nu sevmesen bile, bil ki, daha dünyalar kurulmadan çok önce, o hep seni sevmişti. O’na inanmasan bile, o sana inanır.
Sonra, o boran -boydan boya kırmızı halılarla kaplı, kalın perdeli, görkemli konser salonunun kapıları kapanmışcasına- birdenbire biten bir senfoni gibi diner.
Büyük sessizlik olur. Büyük yalnızlık olur. Beethoven gibi alkış seslerini işitemezsin. Bir melek elinden tutar ve yüzünü yeryüzüne döndürür. “Çok uzak yüzyılda bin yıl süren gün” tamamlanır.
Hiçbir şey görmez, hiçbir şey duymazsın. Esrik yüreğin sendeler. Yumak yumak birbirine geçmiş, kenetlenmiş, düşünceler, düşler, hülyalar, o fırtınadan geriye kalan tınılar, uğultular bakarsın kağıda dökülmüştür: işte o şiirdir.
***
Freud’un kişilik kuramında, “id” özgün kişiliğin en birincil temeli, tensel ve tinsel içtepilerin havuzudur. İçtepiler derhal tatmin olmayı, ödüllendirilmeyi beklerler. Ama bu hemen gerçekleşemez.
Çevremizden gelen istemler ile id’in istemleri dengelendiği an “ego” oluşur. İd tüm kişilik için elzem olan erki, gücü sağlar. Bilinçaltının da altındadır. En diptedir. En gizlidedir.
Kişilik id, ego ve üst egodan oluşur; üst ego da anababa ve toplum tarafından verilen değer ve davranışların bileşkesinden oluşur.
İd iki şekilde ödüllendirilmek ister: tensel yansılar ve tinsel tepkiler ile. Tinsel tepkiler arzu-giderici imgeler oluşturarak tensel yansıları ortadan kaldırmaya çalışır. Bu özlem-giderici imgeler halüsinasyonlar, görümler veya fanteziler şeklinde oluşabilir. İşte belki de şiirin insanın ruhsal aysbergi altında kalan en içrek parçası, ya da, şiiri şiir yapan ögeler bu gizemli karanlık havuzdan doğar. O halde, şiir belki de id'in en büyük ödülüdür.
İşte bu nedenle olsa gerek şair aynada kendini gördüğü gibi şiirini dışarıdan, dıştan göremez. Çünkü o şiirin içindedir, şiir de onun içinden çıkmıştır. Onun için en zor şey şiiri yorumlamaktır. Çünkü şiir binbir başlı Lerna Hydrası gibidir. Asla tümden çözümlenemez, bilinemez, yok olmaz ve ölmez.