# ÜZGÜN İBLİS
BİRİNCİ BÖLÜM
-1-
Yorgunluktan her yanı sızlaya sızlaya basamakları tırmanırken yatağı gözünde tütüyordu. Ne yemek çekiyordu canı, ne içmek, ne de sıcak bir banyo. ‘Bir ağrı kesici ve deliksiz uyku; işte ihtiyacım olan iki şey...’ diye düşünürken saatlerdir kaynayan midesi birden ağzına geliverdi. Öyle bir geğirdi ki, “estağfurullah” çekerken acaba bir duyan oldu mu diye etrafına bakındı, bir süre durup ses dinledi. Neyse ki apartmanda çıt çıkmıyordu. Hoş, bu pek hayra alâmet değildi ya, şimdi bunu düşünecek durumda değildi. Öğleyin yemek zorunda kaldığı o cıldır cıldır yağlı yemeği yapan aşçının eline de, ayağına da, tenceresine de, tavasına da, ateşine de, ocağına da sövüp sayarak merdiveni ağır ağır tırmanmaya devam etti. Midesini bastırmak için koyu bir kahve içmeyi düşündü, düşündüğü an vazgeçti; uyumak istiyordu, gözleri tavanda yatmak değil. ‘Aslında banyo yapsam iyi olur; yorgunluğumu alır, rahatlar, gevşerim’ diye düşündü. ‘Ah’ dedi imrenerek sonra da, ‘küveti şöyle köpük köpük doldurup içine dalacaksın, ondan sonra efendime söyleyeyim, alacaksın eline buzlu viskini de.... Gözlerini kapatıp kendini bırakacaksın köpüklerin koynuna, bulutlarda gezindiğini düşleyeceksin. Yanında da ekstradan bir afet-i devran olursa, değme keyfine; yeme de yanında yat. Ama nerede bizde o şans! Kim kaybetmiş de sen bulacaksın oğlum ekstrayı mekstrayı! A tabii bir de küvetli, konforlu evi; hele bu maaşla! Hadi küveti bulduk diyelim, hem de gömmesinden. Köpürttük girdik içine; o zaman da evdekilerin hepsinin işeyecekleri tutar, sırayla dizilirler kapıya... Oğlan girer, prostatlı gibi kırk saatte bitiremez işini. Hanım girer, sorunun birini bitirmeden ötekini sorar; işemek bahane. O çıkar, kız kapıda sızlanır da sızlanır, ‘hadi baba, altıma yapacağım; çabuk çık!’ diye. Boş ver oğlum, hastayım de, gir yatağa, çek yorganı da tepene kadar; sen sağ, ben selâmet.’
Tam zile basacakken bir gariplik hissetti; her günkünden farklı bir şeyler vardı sanki. Durup içeriyi dinledi. Ne çocukların bağrışmaları, ne de televizyonun bangır bangır sesi duyulmuyordu bu akşam.
‘Ulan, yoksa dalgınlıkla başka kapıya mı geldim?’ dedi kendi kendine. Yoo, üç numaralı dairenin önündeydi işte. Paspas da her zamanki kenarı sökük paspastı. E, öyleyse? Bir daha dinledi içeriyi; adamın birinin “ben seni unutmak için sevmedim” dediğini duydu derinden gelen bir sesle, “gülmen ayrılık demekmiş, bilmedim.”
Zile tüm avucuyla abandı.
Kapının çalmasıyla yerinden zıplayan kadının kalbi sanki gırtlağında attı; aşağı indirmek istercesine peşpeşe yutkundu. Ardından derin bir nefes aldı, radyonun sesini kıstıktan sonra yeni terliklerinin iğne topuklarını tıkırdatarak kapıya yöneldi. Yürürken, kadınca bir dürtüyle, portmantonun aynasından kendine bir gözatmadan da edemedi; heyecandan yüzüne hücum eden kan, görümcesinin düğününden beri ilk kez sürdüğü allığı bile soluk gösteriyordu. Zilin ikinci çalışıyla, bütün gün ayna karşısında provasını yaptığı, becerebildiği en seksi gülücüğü dudaklarına yapıştırıp kapıyı açtı.
“Hoşgeldin Lokman’ım.”
Lokman, neresinden geldiğini çözemediği titreşimlerle söylediği ‘Lokman’ım’la bir anda kimyasını alt üst eden kadını görünce neye uğradığını şaşırdı. Öyle bir afalladı ki, bir süre tek kelime edemeden, yuvalarından fırlamış gözlerle kadına bakakaldı. Bakakaldı ya, hangi bir yerine bakacağını da şaşırmıştı. Karşısında duran bu arzu dolu, açık saçık, vamp kadın da kimdi?
Lerzan’ı andırmıyor değildi, ama bir kere Lerzan’ın saçları cart kızıl değil kendi halinde bir kahverengiydi. ‘Hem benim karım hayatta böyle şeyler giymez, içi muflonlu kadife terliğinden başka terliği de ayağına geçirmez’ diye düşündü alelacele. Hem bu ne biçim elbiseydi böyle; bir karış!
‘Yok yav! Bu kadın nerede, benim hatun nerede?’ dedi içinden, biraz da hayıflanarak. Her gün saç baş bir yanda, çocukları şikayet ederek kapıyı açan, sonra da arkasını dönüp doğru mutfağa dalan kadın, bu kadın mıydı? Bu kadın, kendi karısı mıydı?
“E, hadi aşkıııım. Gelseneee.”
Bir anda ayaklarının yerden kesildiğini hissetti. Kendini içeri girmiş, kapalı kapıya yaslanmış buldu. Karısı şimdi de eğilmiş ayakkabı bağlarını çözüyordu, ama ne çözmek! Göğüsleri dışarı fırlamıştı ve yüzünü kedi gibi bacaklarına sürtüp duruyordu. Lokman, bu arada şaşkınlığını üstünden atmaya, neler döndüğünü anlamaya çalışıyordu. ‘E, yeter artık. Vaziyete el koymanın zamanı geldi.’ diye düşündü. Bu alışılmadık davranışların ardındaki bilinmezlik sinirini bozmaya başlamıştı. Dikleniverdi.
“Kalk, kalk! Kalk!”
“Aman be bitaneeem! Bırak da ayakkabılarını çıkartayım.”
“Yav, kalk dedim, kadın! Sanki her gün çıkartırmışsın gibi! Ne bu hal! Neler oluyor? Çocuklar nerede?”
Kocasının giderek sertleşen ses tonundan ürken Lerzan, salona doğru seğirtirken ‘vazgeçme, sakın vazgeçme’ diyordu kendi kendine. Yine de cevap verirken sesinin titremesine engel olamadı.
“Çocukları anneme bıraktım.”
“Annene mi? Neden?”
Bu sırada salona girmiş ve özenle kurulduğu açık seçik belli olan sofrayı görmüştü. Masada, tencerenin her zamanki yerini şimdi çiçekler almıştı. Gazeteden kesip biriktirdikleri kuponlarla edindikleri cam tabakların yerine, Lerzan’ın çeyiziyle getirdiği porselen takımın kenarları ince yaldız şeritli tabakları konmuştu. Pazar bardaklarının yerinde de yıllardır camlı büfeden çıkmayan kesme kadehler duruyordu ve masa enva-ı çeşit mezelerle donatılmıştı.
”Dur bakalım Lerzan Hanım. Bilirsin, oldubittileri sevmem.”
“Ama bu sürpriiiz.”
“Ben anlamam sürpriz, mürpriz! Gel, otur şuraya ve tepem hepten atmadan ne olup bittiğini anlat” dedi karısını kanepeye doğru çekerken.
“Ne olabilir ki, hayatım?” diye yanıtladı Lerzan kırgın bir sesle. “Hiç işte... Başbaşa kalalım istemiştim.”
“İyi de, düğün değil, bayram değil; n’oluyoruz? Neden bu gün?”
‘Kalıbımı basarım ki, bunun altından bir çapanoğlu çıkacak’ diye düşündü bu arada.
“Bayram değil ama düğün. Bu gün evlenme yıldönümümüz Lokman ve sen yine unuttun! Zaten ne zaman hatırladın ki?”
“Ne?... Ama.... ama....”
Utançla kekelemeye başlayan Lokman, bir anda tere bulandı. İçinden kendine sövüp saymaya başlamıştı bile. ‘Tü, Allah belâmı versin benim! Hırt herif! Kalas! Sen adam olmayacaksın Lokman, yontulamayacaksın! Sen var ya, sen, bu dünyaya insan gelip hayvan gidenlerin ta en başındasın! Yuh sana, yuh!... Yav, n’apıcam ben şimdi?’
“Hadi hadi, üzülme. Biliyorum, çok yoğunsun, unutuverdin işte. Gücenmedim, tamam mı?”
Ama Lokman kendine çok kızmıştı bir kere. Önemli bir günü unuttuğundan çok, kendini Lerzan’ın karşısında suçlu, ezik bir duruma düşürdüğü için sinirleniyordu. Hani, mümkün olsa, hırsını alıncaya kadar kendi kendine sıkı bir mariz atacak, anırtıncaya kadar dövecekti. Tepeden tırnağa suçluydu ve acilen karısının gönlünü alması gerekiyordu.
Kucağına çekti, hiç acele etmeden, ağır ağır öpmeye başladı. Lerzan, mutlulukla karşılık verdi kocasına. Her şey yoluna girmeye başlamış gibiydi de, Lokman, aşk oyunlarına kendini veremiyordu bir türlü. Önce, burnunun direğini kıran taze saç boyası kokusundan sandı ama öyle bir şey değildi sanki. Düşünmemeye çalışarak karısını öpmeyi sürdürmeye çalıştı. Olmuyordu, olmuyordu, olmuyordu! İçini kemiren, kafasını kurcalayan bir şeyler, cevaplarını kesinlikle alması gereken sorular vardı.
“İyi de, bu ilk yıldönümümüz değil ki.. Sen hiç böyle antirizorkalı işler yapmamıştın daha önce”yi sıkıştırıverdi iki öpücük arasına.
Lerzan, derin bir iç çekişle kocasının kollarından sıyrılıp ağır adımlarla masaya doğru yürürken hayal kırıklığının verdiği isyanı bastırmaya, sinirlerine hakim olmaya çalışıyordu. Masadaki mumları yakarken “Bak, harika bir sofra hazırladım sana. Hadi gel hayatım” dedi, içinden ya sabır çekerek. Işığı söndürdü, sandalyenin yanında durup beklemeye başladı; uzun zamandır bu akşamı beklediği gibi.
“E, hadi ama.... Amma da nazlandın. Gelsene.”
Masaya geçip oturdular. Lokman, kadehlere şarap koyarken bir yandan da düşünüyordu; ‘bak, gördün mü; cevap bile vermedi. Aklısıra laf karıştırıp unutturacak. Ben de yedim!’
Kadehi karısına uzattı.
“Şerefe.”
“Şerefe canım. Nice yıllara.”
Lokman, gülsün mü, ağlasın mı bilemiyordu. Evliliğinin cicim aylarında bile böyle görmemişti karısını. Bir de üstüne üstlük şarap içiyordu. Hele bu, hiç olacak şey değildi. Ne olmuştu bu kadına böyle?
“Eeee?” dedi tabağına meze alırken, “bu yılın özelliği ne ki, böyle bu hallere girdin?”
“Ne varmış halimde?”
“Daha ne olsun! Pavyon karıl...”
Lerzan’ın gırtlağına koca bir yumruk gelip oturdu.
“Ne!”
“Yani yılbaşı vitrinine dönmüşsün; hani onlar gibi parıl parıl, renk renk.”
Lerzan, şu pavyon karısı muhabbetini uzatmamasının, evliliğinin geleceği açısından hayırlı olacağını düşündü.
“Ne güzel işte, değil mi?”
“Değil, hiç de güzel değil! Karım mısın, manitam mı belli değil!”
Lerzan, donakaldı. Kulaklarına inanamıyordu. Kocasının hakaretlerine mi yoksa durduk yerde beliriveren aldatıldığı şüphesine mi, kocasının ağzından kaçırdığı manita gerçeğine mi, hangisine önce kızıp çıldıracağını bilemedi.
Oysa bu geceyi ne çok beklemişti; ta aylar öncesinden planlarını yapmaya başlamıştı. Yıprana yıprana pırlım pırtık olan evliliğini kurtarmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Öyle düşünmüştü. Ama kocasının kabalığı yüzünden onu da elinden kaçırmak üzereydi. Çok kırgın, çok kızgın, çok aşağılanmış hissediyordu kendini. Son bir gayretle, “bak Lokman” dedi, “manitan nasıl giyiniyor, onunla nasıl konuşuyorsun bilmiyorum ama ben senin karınım. Lütfen benimle konuşurken kelimelerini daha dikkatli seç. Ayrıca eğer beni aldatıyorsan....” Sesi titreyince sustu. Kendini koca bir enkazın altında kalmış gibi hissediyordu. Gözleri doldu, doldu ve gözyaşları yanaklarından sel gibi inmeye başladı.
“Benim sevgilim filan yok!” diye terslendi Lokman. “Ne demeye aldatayım seni? Saçmalama!”
Aslında o da çok üzülmüştü öyle konuştuğuna. Gereksiz ve yersiz bir çıkıştı onunkisi. Daha yumuşak da söyleyebilirdi söyleyeceğini ama Lerzan’ın da böyle zırıl zırıl zırlayacağını hiç mi hiç tahmin etmemişti doğrusu. Tamam, çok söylenir, dırdırlanır dururdu ya hiç de ağlak bir kadın değildi, Allah için.
“Neydi peki demin söylediğin laflar?” diye sızlandı Lerzan burnunu çekerek.
“Yaaa, laf işte! Ben senin üstüne gül koklar mıyım, kız!”
Lerzan’ın içindeki boynu bükük umut filizleri yine canlanır gibi olmaya başlamıştı fakat sakinleşmesine yardımcı olmuyordu tabii; en azından şimdilik.
“İstersen kokla! Vallahi kopartırım o burnunu!” dedi kırık kırık gülerek. “Çok incittin beni Lokman. Ben sabahtan beri sana güzel görünmek için uğraşayım, sen gel, bana hakaretler yağdır. Bravo!”
‘Ama ben de haklıyım canım! Çok yadırgadım, n’apayım yani!’ diye düşündü Lokman. Yine de yediği herzeyi bir an önce temizlemesi gerekiyordu. Seksin her zaman işe yaradığını çok iyi bilirdi. O, zor durumların kurtarıcısıydı. Bir de birazcık sevgi, azıcık şefkat, bir tutam sevimlilik, bolca da poh poh kattı mıydı, barışma, yüzde yüz garantili olurdu.
“Ya tamam karıcığım, vallahi pek güzel olmuşsun. Ayrıca bütün bunları benim için yapman, nasıl diyeyim, beni müthiş gururlandırdı, inan ki. Çok teşekkür ederim. Amaaa”
Yavaş yavaş gevşemeye başlayan Lerzan, amayı duyar duymaz yine kaskatı kesildi. Bu adamın amasız, fakatsız bir cümlesi olmayacak mıydı?
“Ama?”
“Hani şu fırfırlı, dantelli şey var ya, çorap tutturduğunuz şey; cartdiyen mi ne karın ağrısıysa işte! Ondan giydiysen hemen git, çıkart! Her şeye eyvallah ya, ona tahammül edemem.”
Tuttuğu soluğunu içini boşaltırcasına verdi Lerzan; “yok artık; o kadar da değil! Sen de bi hoşsun ha, Lokman.” dedi, kocasının manitasının jartiyer giydiğinden emin olmanın acısı midesini delip, kalbinden geçerek beynine doğru yol alırken.
“Hımmm. İyi, iyi. Hadi, şerefe.”
Şarabını bir dikişte bitirip yenisini koydu hiç konuşmadan. Gözü tabağında, mezelerden atıştırıp duruyordu. Daha bir dakika önce karısının gönlünü almak için yaptığı planı da, ağrıyan başını da, mide bulantısını da çoktan unutmuş gibiydi. Yine kendisine odaklanmıştı, için için bir şeyleri alıp alıp veriyordu; bu çok belliydi.
Kafası tabağa girmiş, kıtlıktan çıkmış gibi yemek yiyen kocasına bakınca, bir gerilip bir gevşeyen sinirleri yüzünden perişan olan Lerzan, dizlerinin titremeye, bacaklarının karıncalanmaya başladığını hissetti. Bu ne duygusuz, bu ne duyarsız, bu ne saygısız adamdı böyle! Avazı çıktığı kadar bağırmak istedi, ciyak ciyak bağırmak. Peşpeşe yutkunarak çığlıklarını bastırmaya çalıştı.
“Lokman.”
“Hı?”
“Bakar mısın lütfen? Karşında oturuyorum.”
Lokman çatalını bıraktı, peçeteyle ağzını silerken karısına baktı. ‘Sormalıyım’ diye düşündü, ‘sormalıyım yoksa kafayı yicem.’
“Nereden buldun?”
“Neyi nereden buldum?”
“Parayı.”
“Ne parası?”
“Ne parası olacak! Bütün bu abuk sabuk şeylere döktüğün para!”
Lerzan, boğulur gibi oldu.
“Of Lokman, of! İçine ettin güzelim gecenin! Nereden bulacağım, ne zamandır mutfak parasından arttırıyordum.”
“Ne! Yani çocukların boğazından kesip bu çula çaputa mı verdin paracıklarımızı?”
Lerzan, daha fazla dayanamayarak masadan fırladı. “Eh be! Yeter artık, yeter! Senin yanında sabırtaşı bile unufak olur! Ama sana niye kızıyorum ki? Bütün kabahat bende! Bu kaz kafada! Bunca yıllık malını bilmiyor musun, a salak! Senin kocan kim, yıldönümünden, yaşgününden, sürprizden, iyilikten, jestten anlamak kim! Nankör, nankör, nankör!”
“Ne? Ne dedin sen, ne dedin? Bir daha söyle bakayım!”
Lokman, öfkeyle masadan kalkıp üstüne yürüyünce Lerzan geri geri gitmeye başladı. Bir yandan da bas bas bağırıyordu. Çıldırmıştı.
“Evet! Nankörsün, nankörsün, nanköööör!”
Elbisesini parçalarcasına çıkartıp kocasının üstüne fırlattı. “Al! Al sana tam bir aylık şekerle pirinç!”
Terliğini ayağından kaptığı gibi Lokman’ın kafasına nişanladı. “Al, bak! Bu da beş kilo kıyma! Al, zıkkımlan!”
Lokman son anda başını eğdi. Tepesinden teğet geçen terlik duvardaki tabloya çarpıp yere düştü.
Lerzan’ın gözleri yerinden pörtlemiş, boyun damarları parmak parmak fırlamış, yüzü göğsü pençe pençe kızarmıştı. Zangır zangır titriyordu. Tam kilodunu çıkartıp büyük kalıp beyaz peynir olarak kocasının yüzüne vurmaya hazırlanıyordu ki, Lokman kollarına yapıştı.
“Dur! Dur be kadın! Dur be! Delirdin mi!”
“Evet! Delirdim ya! Delirdim! Bir itirazın mı var!”
Lokman, şok üstüne şok yaşıyordu. Bu akşam karısı, karısı değil de, ilk kez birlikte olduğu, hiç tanımadığı bir hatundu sanki. ‘Deli, deliyi görünce çomağını saklarmış. Oğlum, çomak saklama sırası ilk defa bu akşam sende.’ diye düşünürken karısının iteklemelerinden, orasına burasına savurduğu tekmelerden korunmaya çalışıyordu. Lerzan, ilk defa kendini aşmıştı. Lokman alttan almaya karar verdi.
“Var ya güzelim, itirazım var elbette... Neden gerek duyuyorsun böyle şeylere, bilmem ki? Ben seni tanıdığım, alıştığım halinle seviyorum. Kim sokuyor aklına bu abidik gubidik şeyleri?”
“Ne yani? Senin aklın ermez mi demek istiyorsun?”
“Yok hayatım, ermesine erer de, yapmazsın. Yapmadın da... Öyle değil mi?”
“Öyle mi?”
“Sus artık, gevezem benim, sus..”
Sadece iç çamaşırıyla kalan karısına daha bir sıkı sarıldı. Artık konuşmak istemiyordu.
Lokman’ın bu şüpheciliği ve ağzına geldiği gibi dangur dungur konuşmaları, dakika başı değişen psikolojisi ve davranışları Lerzan’ın canını oldum olası çok sıkıyor, kadıncağızı tepe sersemi ediyordu. İlk zamanlar belki değişir diye ummuştu ama uzun zamandır bu umudunun üstüne bir sünger çekmiş, kocasını olduğu gibi kabul etmesi gerektiğini, ya bu deveyi güdeceğini ya da bu diyardan gideceğini kabul etmişti. Son birkaç aydır ciddi şekilde gitmeyi düşünüyordu. İki çocuğunun varlığı ancak bu zamana kadar idare ettirebilmişti ama artık sabrı kalmamıştı. Son ümidi bu geceydi. Bu gecenin de içine edilmişti işte.
Hâlâ zangır zangır titreyen Lerzan, ‘ha gayret’ diyerek kendine moral vermeye çalıştı, ‘ha gayret Lerzan. Bu son. Şimdi kendini bırak. Gevşe, gevşe, gevşe.’
Kocasının dudakları göğüslerine indiğinde inledi. Lokman, karısını usulca yere yatırdı, elini kiloduna attı. Lerzan’ın eli ona uzandı ve...
Ve lânet olasıca telefon tam da o anda çalmaya başladı.
“Boşver, bırak çalsın.”
Ama bir türlü susmak bilmiyordu ki meret!
“Ya annemse?” diye mırıldandı Lerzan dudaklarını Lokman’ın ağzından kurtararak, “Allah korusun, ya çocuklara...”
Lokman, bir yerine çivi batırılmış gibi fırlayıp telefona atıldı.
“Alo?... Alo!... Ha, sen miydin?..... Ne! Yine mi? Allah belâsını versin! Çabuk adresi ver.”
Telefonu kapatıp adres yazdığı kağıdı cebine attı. Koltuğun üstüne fırlattığı ceketini kapıp kapıya doğru yürürken ne Lerzan aklındaydı artık, ne aşk, ne de meşk.
Lerzan yerde don sütyen kalakalmıştı. Kocasının kendisini bu halde bırakıvermesi, hatta yok sayması zaten lâçka olan sinirlerini büsbütün beter etmişti. Kendini tutmaya çalışmasına rağmen gözlerinden inen yaşlara engel olamıyordu.
“Lokman?”
Ayakkabısının bağcıklarını bağlamakta olan Lokman, karısının sesini duyunca bir an şaşırdı. Yine kafa gitmişti. Öyle ya, az önce yerlerde sevişmiyorlar mıydı... “Hay içine ettiğimin şansı!” diye söylendi.
“Gitmek zorundayım, biliyorsun.”
“Biliyorum.”
“Beni bekleme, yat sen.”
Cevap alamayınca yineledi.
“Duydun mu? Yat dedim, beni bekleme. Hadi eyvallah.”
Tam kapıdan çıkıyordu ki....
“Boşanmak istiyorum.”
Lokman, kapı ağzında donakaldı.
“Ne!”
“Boşanmak istiyorum.”
“Zırvalama allasen! Senin sinirlerin bozulmuş. Ilık bir duş al, iyi gelir.”
Uzaktan öpücük gönderip kapıdan çıkarken, son baskın sözü kendisinin söylemesi gerektiğini düşünerek devam etti;
“Ha, bu arada, sana bu dahiyane fikirleri veren o zat-ı muhteremin kim olduğunu anlamadığımı da sanma sakın. Yasakladığım halde hâlâ o şırfıntıyla görüşüyorsun, değil mi!” Ve cevap beklemeden kapıyı çekip gitti.
Lokman’ın ayak sesleri azalırken Lerzan’ın hıçkırıkları çoğalıyordu.
- 2 -
Çekim stüdyosundan çıkan Erguvan, odasına geçerken “çok acil koyu bir kahveye ihtiyacım var Mine” dedi canından bezmiş bir halde.
“Tabii Erguvan Hanım, hemen gönderirim ama... şey.... biliyorsunuz, bekleme odası tıklım tıklım dolu.”
“Bekleyiversinler bir zahmet. Ben de insanım canım! Sabahtan beri ayaktayım, öldüm yorgunluktan.”
“Doğru, haklısınız. Ahmet Bey’e haber vereyim mi?”
“Hayır, gerek yok.”
“Nasıl isterseniz.”
“Şu hale bak” diye söylenmesini sürdürdü Erguvan, “gecenin körü oldu, hâlâ çalışıyoruz. Millet de amma meraklıymış, ha!”
“Ne yapsınlar? Herkes işsiz, güçsüz; bir umut işte.”
“Hah! Cayır cayır film çekiliyor da!... Sen benim kahvemi gönder. Arayan filan olursa da sakın telefon bağlama. Kimseyle laflayacak halim, mecalim yok.”
“Olur Erguvan Hanım” dedi Mine. ‘Sanki bizim çok var’ diye içinden geçirirken Erguvan’ın arkasından ters ters baktı. ‘Ne oluyor buna? Bir sinir, bir stres, bir havalar! O çalışıyor da biz sanki çiftetelli oynuyoruz burada! Gıcık! Hanımın evi üç durak ötede, biz daha ta karşılara geçeceğiz; düşünen yok! Bencil bunların hepsi, bencil!’
Erguvan, odasına girip ışığı bile açmadan kendini koltuğa bıraktı. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Ayaklarını çalışma masasına uzattı, kafasını arkaya yaslayıp gözlerini kapattı. Burnundan derin derin aldığı nefesi ağzından vererek rahatlamaya çalışırken, bir gün önce patronuyla aralarında geçen tartışma geldi aklına, yine gerildi.
“Zam mı? Zam mı istiyorsun? Sen şaşırdın galiba Erguvan! Şuna bak, bu krizde hâlâ bir işi olduğuna şükredeceğine, hanımefendi kalkmış bir de zam istiyor!”
“N’apayım? Durup dururken istemiyoruz herhalde! Her şeye zam geldi, geliyor, gelecek de! Yetiştiremiyorum. Kaç aydır kredi kartımı ödeyemedim. Evin telefonu ha kesildi, ha kesilecek. N’apayım yani, sokaklara mı çıkayım!”
“Saçmalama! Herkes aynı durumda. Hatta daha berbat halde. Haline şükret ve işinin başına dön.”
“Hayır, dönmüyorum! Bu zam benim hakkım Ahmet Bey. Köle gibi çalıştırıyorsunuz. Saat onlara, on birlere kadar şu ayakların üstündeyim. Günde yüzlerce kare fotoğraf çekiyorum. Bu da demek oluyor ki, kriz size pek ballı geldi. Neden ben de bir parmak çalamıyorum? Zam istiyorum Ahmet Bey! Zam, zam, zam!.. Yoksa istifa ederim!”
“Hadi canııım! Gerçekten mi? Bana bak Erguvan, eğer seni buraya getiren Nil olmasaydı çoktan kendini kapının önünde bulmuştun, anladın mı! Böyle edepsizlik edeceğine ekstra masraflarını kısmayı denesen daha doğru bir davranışta bulunmuş olursun. Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?”
“Pek güzel anlattınız Ahmet Bey! Özel hayatım sizi zerre kadar ilgilendirmez! O kadar uzun boylu değil! Haddinizi bilin! İstifa ediyorum! O kadar!”
“Yok ya.. Olur... Burası da dingonun ahırıydı zaten! Bana bak, istifa etsen de yerine birini buluncaya ve o biri buranın düzenini kavrayıncaya kadar çalışmak zorundasın, anlaşıldı mı? Tamam, istifanı kabul ediyorum ama hiçbir yere gitmiyorsun. Şuna bak ya, biz burada gazetelere boy boy ilanlar çıkmışız, millet kapılara yığılmış, hanım basıp gidecek! Çok akıllısın; aklınca beni zor durumda bırakacaksın, ben de istediğin parayı hemen vereceğim, her dediğini kabul edeceğim, ha? Güleyim bari! Hadi hadi, şimdi çık odamdan ve beni daha fazla sinirlendirmeden doğru işinin başına dön!”
‘Aslında adam doğru söylüyor’ diye düşündü Erguvan, kapalı gözlerinin ardındaki tatsız görüntüleri uzaklaştırmaya çalışırken. ‘Millet işsizlikten kırılıyor. Ama o da fırsattan istifade it gibi çalıştırıyor insanları. Ayıp yahu! Eskiden olsa biraz zor tutardı beni burada bu saatlere kadar. Oooof! Ne kadar gerginim.... Sanki bilumum eksi elektrik yüklü akımlar bedenime saldırıyor, oramda buramda ikide bir şimşekler çakıyor. Bak, şimdi de oldu!.... Ne oluyor be? O da ne!’
Erguvan, çok yakınında duyduğu çıtırtıyla bütün bedeninin kasıldığını hissetti. Birden gözlerini açtı. Aynı anda ayaklarını masadan indirmiş, çantasının sapını sımsıkı kavrayarak kendince gardını almıştı.
Kapının önünde bir karaltı hareket etti.
Erguvan, çantasından daha ağır ve sert bir şeyler arandı.
Gölge, bir adım attı;
Erguvan, bir çığlık.
“İyi misiniz?”
Sesi tanıyınca Erguvan’ın eli ayağı boşalıverdi.
“Ne zamandan beri kapıya vurmadan odalara dalar oldun!”
“Vurdum ama siz duymadınız Erguvan Hanım.”
“Bir daha vursan elin mi aşınırdı!”
“Yooo, tabii ki hayır.... Oda karanlıktı da.... Yakayım mı?”
“Hayır. Kahveyi bırakabilirsin.”
“Şey... Patron bekleyenleri gönderdi; yarın geleceklermiş.”
“Yarın mı? Yarına bir sürü insanın randevusu var. Hey Allah’ım, yine karışacak her şey!”
“Ama bir kişi kaldı.”
“Kaldı mı? Niye? Onun ayrıcalığı neymiş ki?”
“Adamın sadece bu akşamı boşmuş. Başka zaman gelemezmiş.”
“Bak seeen! O kadar yoğunmuş da, ne işi varmış burada beyzadenin? Allah Allaaah! Ne cinsler var yahu! Piyasadan mı?”
“Sanmam. İlk defa görüyorum.”
“E, iyi. Beklesin o zaman. Bir daha da böyle sinsi sinsi girme odama!”
Hüseyin, içinden gamatayı basarak odadan çıktı.
Erguvan, yalnız kalınca ayaklarını tekrar masaya dayadı, bir sigara yakıp kahvesinden kocaman bir yudum aldı. Yavaş yavaş toparlanır gibi oluyordu ya, başının ağrısı geçecek gibi değildi. Çantasını karıştırarak Aspirin aranırken cep telefonunun ekranından yayılan ışığı gördü; Okan’dan mesaj gelmişti: “Her zamanki yerdeyiz. İşin bitince gel.”
“Emredersin” diye söylendi Erguvan ilacını içerken. “Ne haldesin diye soran yok! Beyefendi bütün gün takımını taklavatını yayıp otursun, akşamları barlarda sürtsün, biz burada köpek gibi çalışalım! Ooooh, ne alâ memleket! Bıktım hayatımdan be, bıktım! Bunların hesabını sormazsam, hepsinin acısını fitil fitil burnundan getirmezsem bana da Erguvan demesinler Okan asalağı! Ama şimdi elimin altında hazır biri varken onunla antremana başlayabilirim pekala. Sıkı dur pek yoğun, kasıntı jön bozuntusu potansiyelli geri zekalı herif! Geliyorum!”
- 3 -
Makarna, şeker, deterjan kolilerinin arasında yerde yatan adamın başından kalkarken dizlerinin titrediğini hissetti Osman. Yıllardır cinayet masasında görevliydi; ne cesetler görmüştü, ne katiller yakalamıştı ama bu sefer işleri zordu. ‘Amirim de nerede kaldı?’ diye düşündü dükkanın deposundan satış kısmına geçerken. Dışarı çıkıp bir sigara yaktı. Gazete ve televizyon muhabirleri doluşmuşlardı bile; polis kordonunu yarıp içeri girmeye çalışıyorlardı. “Ne zaman haber aldınız da ne zaman geldiniz be birader!” diye söylendi Osman. “Birazdan vatandaş da doluşur, işte o zaman şenlik tamamlanır. Dalarlar içeri, bütün ipuçlarının içine ederler. Sonra da ‘katiller neden yakalanmıyorlar? Bu da mı faili meçhul olacak?’ diye hesap sormalara kalkarlar.”
Bu sırada muhabirler arasında bir kaynaşma oldu. Hepsi aynı yere toplanmış, itişip kakışıyorlardı. “Anlaşılan amirim geldi.” dedi Osman sevinerek. Sigarasını yere atıp söndürdü ve karşılamaya hazırlandı.
Lokman, muhabirlere “Tamam arkadaşlar; siz de gördünüz, şimdi geldim. Ne söyleyebilirim ki? Biraz sabırlı olun.” dedikten sonra Osman’ın yanına geldi. Hayli gergindi. “Ulan, nedir şu medyacılardan çektiğimiz! Her yerde anında bitiveriyorlar!” diye söylendi.
“Haklısınız efendim.”
“Eeee?”
“Berbat!”
“Allah kahretsin! Kim?”
“57 yaşında, erkek. Rize’li.”
“Erkek mi! Adı?”
“Fikri Şereflioğlu.”
“Çok mu kötü?”
“En az diğerleri kadar.”
“Of! Of! Bu kaç?”
“On dört, amirim.”
Lokman, bu yanıta çok şaşırdı. “14 mü? O kadar mı? Başka bir şey yok mu?”
“Olmaz olur mu amirim, c de var, d de.”
“Oğlum, doğru dürüst söylesene şunu!”
“Afedersiniz efendim. C eksi d eşittir on dört, amirim.”
“c eksi d mi?”
“Aynen amirim.”
“Allah kahretsin! Hadi, içeri girelim.”
Depoya girdiklerinde adli tabip, son kontrolünü yapmış, notlarını alıyordu.
“Eeee?” diye sordu Lokman.
“Boğulmuş efendim.”
“Nasıl?”
“Arkadan saldırılmış, amirim.”
“Neyle?”
“Telle amirim. Çok sert ve ince bir telle. Jilet kadar keskin. Boyun kesilmiş.”
“Tel bulundu mu?”
“Hayır. ”
“Hımm.... Ne zaman olmuş?”
“Yedi saat kadar önce.”
Lokman, bir süre sıkıntı içinde düşündükten sonra, “dilim varmıyor ama.... Hı?” diye sorunca polisler gülüştüler.
“Ne var gülecek! İşinize bakın siz!” diye hırsla bağırdı Lokman.
İşlerine dönen polisler, Lokman’a belli etmemeye çalışarak kıs kıs gülüyorlardı hâlâ.
“Bunlar da sadist olup çıktılar ha! Bu kadar işin içinde bir de sizin psikolojinizle mi uğraşacağız!” diye bağırdı Lokman. Bu arada Osman da gülmemek için dudaklarını ısırıp duruyordu. Lokman’ın büsbütün tepesi attı.
“N’oluyorsun lan! Hepiniz birden kafayı mı yediniz!”
“Amirim, dili...”
“Eee? Ne olmuş diline?”
Doktor, tüm ciddiyetiyle cevapladı; “Makadındaydı, efendim.”
“Ne!”
“Makadına sokmuş, efendim.”
Ortalığı bastırılmaya çalışılan kahkaha parçacıkları doldurdu. Lokman’ın bakışlarından patlamak üzere olduğunu anlayan Osman, “sinirden, efendim. İnanın sinirden. Artık dayanamıyoruz.” dedi, “sinirlerimiz boşaldı da.”
“Beyler, benimkiler boşalınca, ki bilen bilir, fren de tutmaz. Yemin ediyorum, hepinizi trafiğe postalattırırım! Anlaşıldı mı!” Deponun dükkana açılan kapısına doğru parmağını sallayarak bağırmasını sürdürdü; “şu kapıdan ağlamaklı çıkmayan istifasını versin! Ve de şu aptal sırıtkanlığınızla ilgili şurada burada en ufak bir haber çıkarsa, yakarım ulan hepinizi!”
Polisler, başları önlerinde görevlerini yapmaya devam ettiler, tabii birbirleriyle gözgöze gelmemeye çalışarak.
‘Ne gün be, ne gün! Evde sinirleri laçka zırlayan bir kadın, işte sinirleri boşalmış, ağlanacak şeye gülen elemanlar! Herkes kafayı yemiş be! Bir anormalliktir gidiyor. Herkes manyaklaştı, anasını satayım yav! Dolunay mı vardır, nedir?’ diye düşündü Lokman.
“Bugün ayın kaçı?”
“On dördü, efendim.” diye yanıtladı Osman.
“On dördü mü? Ciddi misin?”
“Bu konuda hiç şaka yapmam, efendim.”
“Zevzeklik etme de, tarihler karşılaştırılacak diye not al.”
Osman, defterine not düşerken birden durup gözleri ışıldayarak Lokman’a baktı. “Evet ya amirim, evet ya! On dört ve ayın on dördü! Sizinle çalışmaktan gurur duyuyorum, amirim.”
“İyi. O zaman adam gibi çalış. Fotoğraflar çekildi mi?”
Az ötede mekânın fotoğraflarını çekmekte olan görevli memur yanlarına geldi.
“Evet, amirim.”
“Her yerini?”
“Evet, amirim.”
“Her açıdan?”
“Evet, amirim.”
“Boynunu?”
“Evet, amirim.”
Lokman, diğerlerine dönerek bağırdı; “Gülenin suratını dağıtırım!” Fotoğrafçıya döndü; “Dilini?”
“Evet, amirim.”
“Bulunduğu yerde?”
“Evet, amirim.”
“Tamam oğlum, teşekkür ederim. Sıkı çalışın ha, en ufak bir detay dahi kaçmamalı! İpucu olacak her şeyi toplayın. Atlamak yok! Atlamak yok!”
“Emredersiniz, amirim.”
“Ölüm ve otopsi raporunu acilen istiyorum doktorcuğum.”
“Tabii efendim.”
Lokman, dönüp yerde yatan adama baktı. Yaşını başını almış, orta boylu, tıknaz, sarışın ve hafif kel, temiz yüzlü bir adamcağızdı maktul. Açık kalan ağzı pıhtılaşmış kan kuyusu gibiydi. Katil, dilini kesmiş ve ....
“Ulan, şu manyağı bir elime geçireyim de bak, o dilini...... Eşşoğlueşşek! O dilini var ya, o dilini..... Osman!”
“Buyurun, amirim.”
“Anlat.”
“İki saat kadar önce ihbar gelmiş, komiserim.”
“Kimden?”
“Mahalleliden. Daha doğrusu mahalleli adına kahveci Rıza adında bir zat aramış.”
“Cesedi mi bulmuş?”
“Yo, hayır. Merak etmişler, endişelenmişler.”
“Allah Allah! Biz de gelmişiz, ha?”
“Şey, sanırım memur arkadaşlardan birinin tanışıymış arayan zat. Neyse, öğleden beri kapalıymış dükkan. Gelen dönmüş, gelen dönmüş. Esnaf da kendi işinde gücünde; önce pek üstünde durmamışlar. Herhalde ya hastalandı ya da önemli bir işi çıktı diye düşünmüşler. Adamın hayatı eviyle dükkanında geçtiğinden, mahalleden bile pek çıkmadığından merak etmişler haliyle. Evine gitmişler, kapı duvar.”
“Dur bir dakika, dur, dur! Bu dükkanın başka kapısı yok, değil mi?”
“Evet efendim, yok.”
“Yani mal da, müşteri de, her şey de, herkes de şu gördüğümüz tek kapıdan girip çıkıyor.”
“Öyle, efendim.”
“Öğleden sonra gelen müşteriler içeri giremiyorlar. Neden? Çünkü kapı kilitli! Kim kilitlemiş olabilir? Tabii ki katil!”
“Eğer salak değilse, işini görmeden önce kapıyı kilitlemiştir, amirim.”
“Salak olmadığı kesin. E peki, adamcağıza ‘şu anahtarları veriver de kapıyı kilitleyeyim. Birazdan seni öldüreceğim de’ demedi herhalde. Çalıştır bakalım kafayı Osman, nasıl olmuş olabilir?”
“Eeee... Şey, amirim.... Tanıdığı biriydi herhalde.”
“İyi de bu, kapıyı önceden nasıl kilitlediğini açıklamıyor. İçeri girdikten sonra adamı bir şekilde depoya götürmüş olması lazım. Orada..... neydi adı?”
“Kimin?”
“Katilin değil herhalde! Maktulün.”
“Fikri... Fikri Şereflioğlu.”
“Depoda Fikri Bey’in bir şeylerle meşgul olmasını sağlamış ve bu arada da kendisi zaten yerini bildiği anahtarları alıp kapıyı kilitlemiş olmalı. Yani tanıdık ve dükkanın ivilini civilini bilen birisi.”
“Büyük bir ihtimalle, amirim.”
“Aklında küçük de olsa başka bir ihtimal daha mı var?”
“Maktulün depoda öldürüldüğü kesin. Bir arbede yaşanmadığı ortada, amirim. Katil arkadan teli adamın boğazına geçiriverdi diyelim, e hadi, adam da hiç debelenmeden kuzu kuzu depoya gitti diyelim, hiç mi bir Allah’ın kulu görmedi? Bu arada hiç mi müşteri gelmedi? Hem dükkanın cephesi boydan boya cam, illa ki bir gören olurdu.”
“Evet. Ön tarafta öldürseydi zaten sürüklemek zorunda kalacaktı fakat öyle bir iz görülmüyor.”
“Haklısınız, amirim. Hiç iz yok. Gelen tanıdık, kesin. Depoya geçmeleri biraz garip ama nedense maktule garip gelmemiş. Amirim, belki de ikisi gizli işler çeviriyorlardı. Katil devamlı buraya geliyordu ve kapıyı kilitleyip depoya geçiyor, orada plan filan yapıyorlardı. Olamaz mı?”
“Olabilir tabii, olabilir. Fikri Bey’in sabıkasına bakın. Ha, bir de dükkana mal getirenlerin listesini çıkartın; irsaliyelere, faturalara bakın.”
“Emredersiniz, amirim.”
“Tecavüz var mı?”
“Hı?”
“Tecavüz, oğlum, tecavüz. Cinsel ilişki.”
“Ha... hayır efendim.”
“Doktora söyle, bir daha kontrol etsin.”
“Peki, amirim.”
“Çocuklara da söyle, çevreyi de araştırsınlar.”
“Ne gibi, amirim?”
“Anahtar gibi Osman, cinayet aleti tel gibi, dili kesen bıçak gibi! Belki atmıştır bir yere.”
“Evet efendim, parmak izi, delil.”
“Bravo! Hey Allah’ım! Ne ekip ama! Mahalleliyle de konuşulsun, özellikle gelip de geri dönenlerle; belki bir şey görmüşlerdir. Ya, anlayamıyorum.”
“Neyi efendim?”
“Gündüz vakti burunlarının dibinde cinayetlerin en vahşisi işleniyor, katil elini kolunu sallaya sallaya dışarı çıkıyor ve bir yabancı, komşu dükkanın kapısını kilitliyor da bunca insan, bunca esnaf nasıl oluyor da görmüyor? Kör mü bunlar? Peki, bu adamın kimi kimsesi yok muymuş?”
“Karısı altı ay önce ölmüş.”
“Nasıl?”
“Kansermiş zaten. Hastaneden çıkamamış zavallı. Bir kızı varmış, Almanya’da yaşıyormuş.”
“Yani, Fikri Bey yalnızmış.”
“Evet.”
“Ev için arama emri çıkartılsın.”
“Emredersiniz.”
“İfadeler?”
“Arkadaşlar alıyorlar, amirim.”
“İyi. Ben merkeze gidiyorum. Burada işim kalmadı. Ha, bu arada, fikir jimnastiği iyiydi de bir şeyi unuttun Osman; karşımızdaki seri katil. Fikri Bey’le ne gibi bir ahbaplığı olabilir? Düşüne dur. Hadi eyvallah.”
Medyacılar, Lokman’ın dışarı çıktığını görür görmez çevresini sarıp bir ağızdan soru yağmuruna tuttular.
“İçeride neler oldu efendim?”
“Bir açıklama yapacak mısınız?”
“Katil kim, amirim?”
“Maktul kim?”
“İpuçları? İpuçları?”
“Tecavüz mü?”
“Hırsızlık?”
“Esrar, eroin?
“Mafya hesaplaşması?”
Lokman durdu, çok önemli bir açıklama yapacakmış gibi gözlerini kısarak tek tek yüzlerine baktı, baktı. Herkes sustu, cinayet masası şefinin ağzının içine bakıyorlardı. Lokman ellerini arkasında kavuşturdu, derin bir nefes aldı ve “açıklama yok.” diyerek yürüdü gitti. Herkes arkasından bağırışıp duruyor, tek kelime de olsa bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlardı.
Lokman, otomobile binerken kendisini geçirmekte olan Osman’a dönüp, “içeri sinek bile girmeyecek. Çalışmalar bitince de dükkanı kapatıp güvenliğini sağlayın.” diye emretti. Sonra arkasında yığılmış olan semt sakinlerine ve medya ordusuna bakarak “anlaşıldı mı?” diyerek son ikazını yaptı.
“Emredersiniz amirim” dedi Osman.
Otomobil uzaklaşırken Osman da kalabalığı dağıtmaya çalışıyordu.
* * *
“On dört eşittir c eksi d.”
Lokman bu cümleyi yol boyunca söylemiş durmuştu. Şimdi ofisinde dolanıp dururken de peş peşe tekrarlıyordu.
“Bu cani matematik profesörü değil belki ama hesaba kitaba meraklı olduğu kesin.” diye söylendi kendi kendine. “İşi gücü bırakıp bu manyağın işlemlerini mi çözeceğiz şimdi! La havlee! La havle!....
Düşünelim bakalım; Fikri Şereflioğlu olayı, işlem ve yöntem olarak bundan önceki üç cinayetle bire bir aynı. Hepsinde dil kesiliyor ve bedenin herhangi bir yerine konuluyor. Sonra göğüs yakılarak birtakım rakamlar yazılıyor. Dört cinayeti de işleyen aynı manyak, onu biliyoruz. Bu herifi.... ya da kadını.... ya da... işte cinsi neyse o cibiliyetsizi acilen yakalamak şart. Sokaklarda kana susamış bir sapık dolaşıyor ve...”
Kapının vurulmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı.
“Gir.”
İçeri giren Osman’ın elinde iki demli çay vardı. Birini Lokman’ın masasına, diğerini sehpaya bıraktı.
“Sağol Osman.”
“Afiyet olsun amirim.”
“Adamları bıraktınız mı?”
“Yazılı ifadelerini okuyorlar. İmzalayıp giderler birazdan.”
“Gitmesinler. İfadeleriyle beraber getirin buraya.”
Osman dışarı çıkınca Lokman, çayını yudumlayarak sesli düşünmesini sürdürdü.
“Nerede kalmıştım? Ha! Dört cinayet; dördü de telle boğularak öldürüldü, dördünün de dilleri kesildi, dördünün de göğüslerine aynı yöntemle yani etleri yakılarak rakamlar, harfler yazıldı. Hepsinin yanıkları aynı şeyle yapılmış; kızgın metalle, ucu çok sivri olmayan bir metal. Şiş filan gibi.... Hımmm... Tecavüz yok, hırsızlık yok, başka darp izi yok... Hiçbir ipucu yok, parmak izi yok, ayak izi yok. Maktullerin tırnaklarında, üstlerinde saç yok, deri parçacığı yok, lif yok, sperm yok, tükürük yok, ter yok, kıl yok, tüy yok. Hiçbir şey yok! Ulan, ne boktan iş be! Kafanda kepek de mi yok, pezevenk!”
Kapı vuruldu ve Osman üç kişiyle birlikte içeri girdi. “Arkadaşları getirdim amirim. Bunlar da ifadeleri.”
Lokman kağıtları aldı. Gelenlere koltukları göstererek “oturun arkadaşlar” dedi. Adamlar tereddütle birbirlerine baktılar.
“Oturun, oturun.” diye yineledi Lokman. Sonra Osman’a dönerek, “söyle de arkadaşlara çay getirsinler.” dedi. Osman tekrar odaya girinceye kadar da hiç konuşmadan ifadeleri okudu. Bu arada çaylar da gelmişti.
“Teşekkür ederiz” dedi bir tanesi.
“Afiyet olsun. Senin adın ne?”
“Apo... Yani Abdullah.”
Lokman, onun ifade tutanağını bulup en üste koydu.
“Anlat bakalım Apo kardeş, rahmetliyi nasıl bilirdin?”
- 4 -
Gecenin onbirbuçuğu olmasına rağmen İstiklal Caddesi, neredeyse gündüz olduğu kadar kalabalıktı. İş yoğunluğunu üzerinden atan Beyoğlu’nun, eğlence dünyasını kucakladığı saatlerdi bunlar.
İnsanların arasında Taksim’e doğru yürüyen Erguvan, “bayılıyorum buraya!” dedi işlerini bitirmenin verdiği rahatlıkla, “ne arasan var; kültür, sanat, eğlence, eğitim, iş, aş, aşk, alışveriş, sevinç, gözyaşı, kavuşma, ayrılık, zengin, fakir, tok, aç, patron, işçi, işsiz, zengin bebeleri, sokak çocukları, sarhoş, ayık, naif, maganda, doğru, yanlış, iyi, kötü... Daha ne diyeyim? Yerlisiyle, yabancısıyla her türlü insan, her çeşit aktivite.”
“Doğru diyorsunuz” diye yanıtladı Mine, bir an önce Taksim’e varıp Erguvan’dan kurtulmayı iple çekerek. Fakat ondan önce olanı biteni mutlaka öğrenmesi gerekiyordu, mutlaka!
“Bugün hepimiz çok yorulduk” diye sözü değiştirdi, “ama en çok da siz. Buna rağmen şu en son kalan beyle bayağı ilgilendiniz. Tanıdığınız mıydı?” Oh, nihayet sormuştu işte.
Erguvan, koca bir kahkaha patlattı. “Yoo, adamı tanıdığım filan yok canım! Nereden çıkarttın? Birazcık eğlendim sadece.”
Mine, Erguvan’ın yanıtına, yanıttan çok ses tonuna ve vurgulamalarına öyle şaşırmıştı ki olduğu yerde kazık kesildi. “Eğlendiniz mi? Siz mi? Nasıl yani?”
Erguvan, “hadi yürüüü” diyerek kolundan çekiştirdi Mine’yi. Mine, ısrarla sormaya devam ediyordu, “Nasıl ama? Nasıl? Nasıl?”
“Nene lazım? Eğlendim işte.”
Mine, meraktan çatlamak üzereydi. Stüdyoda neler döndüğünü yakında filan değil, hemen şimdi öğrenmeliydi. Bu arada Taksim’e gelmişlerdi.
“Ay, kokuları duyunca acıktığımı hissettim. Şurada birer dürüm döner yiyelim mi? Benden.” dedi Erguvan’ı kandırabilme ümidiyle.
“Sağol ama bir an önce eve gitmek istiyorum. Yatakta televizyon seyredip kafa boşaltırken ıvır zıvır atıştırmayı düşünüyorum. E, o zamana kadar Okan da gelir herhalde.” diye yanıtladı Erguvan, soğuk soğuk. Yine aralarına duvarı örüvermişti.
Mine aldırmamaya çalışarak, “a bakın, Okan Bey de yokmuş evde. Hadi Erguvan Hanım, beş dakikada yeriz.” diyerek ısrar etti. Şimdi Mine Erguvan’ı çekiştiriyordu büfelere doğru. Erguvan, bir silkinişle kolunu kurtardı, sinirli bir tavırla “buralarda zaman geçirecek olsam bara giderdim. Ne işim var seninle büfe taburelerinin tepesinde!” diyerek koşar adımlarla Sıraselviler Caddesi’ne doğru yürüdü.
Mine, kalakalmıştı. O kadar bozulmuş, o kadar ağırına gitmişti ki, gözleri dolu dolu oldu. “Oh olsun sana Mine! Ne çatlak olduğunu bilmiyor musun bunun? Bir de yemek ısmarlayacaktın! Zıkkımın pekini yesin!” diye hırsla söylendi. Dolmuş durağına yürürken Erguvan’ın bir taksiyi durdurup bindiğini gördü. “Allah kahretsin! Öğrenemedim işte neler olduğunu! Eğlenmişmiş.... Nasıl bir eğlence bu? Stüdyoda nasıl eğlenilir ki?.. Yooo! Olamaz! Aklıma gelen olamaz! Mümkün değil!.... Yoksa olur mu? Yarın Ahmet Bey’e söyleyeceğim. Söylemeliyim. Bu gammazlık değil ki... İş yerinin namusu söz konusu. Biz de genç bir kadın olarak çalışıyoruz orada. Ne malum yarın, bir gün o herifin gelip bana da.... Ay, Allah korusun!... Sen yarın görürsün Erguvan cadısı! Yarın görürsün!”
Adımlarını hızlandıran Mine, kararlı bir şekilde kalabalığın arasına karıştı.
***
Okan, kapıya bakmaktan eğlenemez olmuştu. Erguvan’ın ne huysuz, ne kaprisli olduğunu ondan daha iyi kimse bilemezdi; kan kusturuyordu, canından bezdiriyordu. ‘Şu kriz geçinceye kadar’ diye düşündü dişlerini sıkarak. ‘Şu kriz geçinceye kadar dayanmak zorundayım. Doğru dürüst bir iş bulunca vınlarım; sırtımda yumurta küfesi yok ya! Üf be, üf! Nerede kaldı bu yaaa!’
Huzursuzdu. Aramadığına göre Erguvan Hanım teşrif buyuracak ve milletin içinde yine hır gür çıkartacaktı garanti. Hele geç saatlere kadar çalıştığında büsbütün agresifleşir, yenilir yutulur tarafı kalmazdı. ‘Sabır taşı olsa, onun yanında çatır çatır çatlar!’ diye düşündü, hâlâ kendinin nasıl olup da dağılmadığına hayret ederek. Sıkıntıyla yerinden kalktı.
“Ne o? Gidiyor musun” diye sordu Melih. “Erguvan gelir de seni burada bulamazsa sıçtın oğlum.”
“Bir arayayım da hele” dedi Okan dışarı çıkarken.
Bu ilişki yüzünden rezil olmuştu herkese. Daha bu sabah Sevgi, “jigolo musun oğlum sen!” demişti yüzüne. “Kişiliksiz herif! Resmen satıyorsun kendini!”
“Ne satması be! Seviyorum ben onu!”
“Ha ha ha! Sen onu benim külahıma anlat. Hıh! Seviyormuş! Hadi, söyle bakalım o zaman, madem seviyorsun, neden evlenmiyorsunuz?”
“Teklif etmedim de ondan.”
“Gördün mü bak!”
“Neyi gördüm mü? Ne diyorsun sen be! İş yok, güç yok; neyle evleneceğiz ki, teklif edeyim?”
“Zaten kurulu bir düzeniniz var ya; dayalı döşeli eviniz var, aç açık değilsin, harçlığın cebinde, ne kira düşünüyorsun, ne fatura. Erguvan sağolsun. Ne için para lazım daha? Değişen bir şey olmayacak ki!”
“Bedavaya evlenilmiyor, kızım! Bir ton para lazım.”
“Oooo! Afedersiniz! Beş yıldızlı otelde yapacağınız düğünde sanatçıların ayaklarının altında ezdireceğiniz dolarlarınız eksik değil mi? Haklısın canım, tabii bu şartlarda evlenilmez. Sosyete ne der sonra?”
“Eee! Kes artık! Haddini aşıyorsun küçük hanım! Kardeşim olmasaydın çoktan telefon yüzüne kapanmıştı, bilesin!”
“Sen de şunu bil sevgili ağabeyciğim, kanıma dokunuyor! Kanıma dokunuyor! Anlıyor musun! Ya evlen, ya da çek git o evden!”
“Emredersin! Sevgi, birbirimizi daha fazla kırmadan kapatalım istersen. Hadi, öptüm.”
Sevgi’nin yanıtını beklemeden kapatıvermişti telefonu. Sonra akşama kadar oturup sevgi mi, tutku mu, zorunluluk mu, paçayı kaptırmak mı, artık neyse o olan, o hâle gelen ilişkisini, ne yapacağını hindi gibi düşünüp durmuştu. Arkadaşları arayıp da bara çağırmasalardı daha çok düşünecek, büyük bir ihtimalle de kafayı yiyecekti. “İyi ki çıkmışım evden” dedi kendi kendine, Erguvan’ı ararken.
Üçüncü çalışta açıldı telefon.
“Ne var?”
“Alo? Canım, nerelerdesin?”
“Cehennemin dibinde!”
“Ya güzelim, neden böyle konuşuyorsun? Mesaj çektim ya sana. Yoksa almadın mı?”
“Alsam n’olacak, almasam n’olacak, ha? Sen bütün gün kebap yaparken benim kıçımdan ter damlıyor! Barlarda marlarda keyif yapacak hâlim yok benim, tamam mı!”
“Tamam canım, tamam. Şimdi neredesin?”
“Arabada.”
“Arabada mı? Kimin?”
“Kimin mi? Kimin mi! Bekle..”
Erguvan’ın sesi biraz uzaklaşmıştı ama konuşulanları duyabiliyordu Okan.
“Afedersiniz, ism-i âlinizi alabilir miyim?”
“Buyur? Bana mı dedin abla?”
“Evet. Adınız ne?”
“N’apıcan abla adımı sanımı? Nüfusuna mı geçiricen?”
Okan, dehşet içinde Erguvan’la şoförün konuşmasını dinliyordu. ‘Bu kadının kesinlikle psikolojik tedaviye ihtiyacı var’ diye düşündü, daha çok kendisi için endişelenerek. Bu arada Erguvan, “duydun mu?” diye bağırdı kulağının içine. “Hasan Bey’in arabasındaymışım.”
Okan cevap veremeden şoförün sesi girdi araya.
“Dalga mı geçiyorsun be abla? Araba sahibi olmak kim, ben kim? Altı üstü gariban bir şoförüm şunun şurasında. Aslında ablacım, şu anda Mustafa abimin arabasında bulunmaktasın. Arabalarından birinde demek daha doğru olur ya... Zira, sekiz taksisi...”
“Tamam kardeşim, tamam, anladık!” diyerek şoförü tersleyen Erguvan, telefonu kapatıverdi.
Okan, telefona bakakalmıştı. Tekrar aradı ve açılır açılmaz “birazdan ben de gelirim hayatım” dedi bir acele.
“İster gel, ister gelme; umurum harici!”
Telefon, yine Okan’ın yüzüne kapanmıştı.
seni görüyorum
ruhumun
kırık ayna parçalarında
dilin demese de
haykıran “git” var
vazgeçmiş bakışlarında
o kadar kolay mı
yaşamak
senden uzakta
yapma bana bunu
ne olur
bunu bana yapma
- 5 -
Lokman, koltuktan kalkarken “başınız sağolsun, arkadaşlar” dedi. “Gerekirse sizi yine çağırırız. Ha, olağandışı bir şey dikkatinizi çekerse veya bir şey hatırlarsanız bizi arayın.”
“Başüstüne komiserim” dediler üçü bir ağızdan. Başları önde odadan çıktılar.
“Evde arama yapıldı mı?” diye sordu Lokman, kapanan kapıdan gözlerini ayırmadan.
“Arkadaşlar oradalar amirim.”
“Dükkanda bir şey buldunuz mu? Alacak-borç muhabbeti var mıymış, bakalım. Çek defteri filan. Anladın mı?”
“Anladım.”
“Hoş, varsa da, adamın o yüzden öldürülmediğini biliyoruz ya... Yine de biz araştırmamızı yapalım. Her ihtimali düşünmemiz gerek.”
“Adamın o yüzden öldürülmediğini nereden biliyoruz ki, amirim? Mesela, ben bilmiyorum.”
“Osman, bazen hatta son zamanlarda sıklıkla beni delirtiyorsun! Oğlum, biraz düşünmeyi denesen diyorum. A benim salak yardımcım, daha önceki cinayetlerle bu aynı değil mi?”
Osman, kulaklarına kadar kızarmıştı. Başı önünde “evet, amirim” diye mırıldandı. “Aynı.”
Lokman, uzunca bir süre hiç konuşmadan, gözleri boşluğa takılmış kalmış halde oturdu durdu. Bu arada Osman, gözucuyla amirini izliyordu. ‘Şu katile fena takıldı aklı’ diye düşündü. ‘Haklı da.’
Neden sonra telefona uzanan Lokman, tuşlara basıp bekledi. Zaman geçtikçe yüzü değişiyor, rengi sararıyordu. Ahizeyi çarparak yerine koydu, aceleyle ceketini giyip tek kelime etmeden dışarı fırladı.
Osman, ne olduğunu anlamamış, sormaya da cesaret edememişti. Amirinin arkasından endişeyle baktı.
***
Koşar adımlarla merdiveni çıkarken Lokman’ın yüreği ağzında atıyordu. O kadar endişeli, o kadar heyecanlıydı ki, elleri titriyor, anahtarı bir türlü kilide sokamıyordu. Okkalı bir küfür savurdu. Tepeden tırnağa tere bulanmıştı. Sol eliyle diğer elini sıkı sıkı kavrayıp titremesini engellemeye çalıştı; işe yaramıştı. İçeri girip doğru salona gitti, ışığı yaktı.
Her şey bıraktığı gibiydi. Sofra toplanmamıştı. Her yer darmadağınıktı. Telaşla yatak odasına koştu; yatak bozulmamıştı. Sokak lambasının ışığıyla loşlaşan odada en ufak bir hayat belirtisi bile yoktu. Çocukların odasına, banyoya, mutfağa, her yere baktı; yoktu işte, yoktu! Lerzan, gitmişti! Terk etmişti onu, terkedilmişti!
Deliye döndü. Çılgın gibi kapıya atıldı, sonra vazgeçip telefona sarıldı. Burnundan soluyarak tuşlara basarken bir an durdu ve ani bir kararla telefonu kapattı. Üzüntü, sinir, şaşkınlık, hırs, kızgınlık sarmıştı ruhunu, beyni durmuştu. Olduğu yerde dizlerinin üstüne çöktü, yere kapandı. Garip sesler çıkartarak ileri geri sallanıyor, sesiyle birlikte sallantı da giderek şiddetini arttırıyordu.
Uzunca bir süre sonra durdu, sesi duyulmaz oldu. Yavaş hareketlerle yerden kalktı, sendeleyerek yatak odasına gitti, kendini yatağa bıraktı. Gözlerini tavana dikti, kıpırtısız yattı. Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey hissetmiyordu; robot gibiydi. Sonra yavaş yavaş Lerzan’ın yüzü belirdi tavanda. Bakışlarından hayal kırıklığı, sitem akıyordu. ‘İstemezdim ama...’ diyordu sanki, ‘istemezdim ama...’
Lokman’ın gözleri yanmaya başladı, damla damla yaşlar indi sonra. Elleri yumruk yumruktu, dudakları sımsıkı, çenesi kasılmış, dişleri kenetli. Pişmanlığı büyüdü, büyüdü, sığamadı içine. Deli gibi debelendi, yatağa, yastığa, yorgana yumruk yumruk akıttı kendine kızgınlığını. Bir şey kalbinden fırlayıp gırtlağına oturdu. Tıkandı Lokman, nefes alamadı. Ağzını açtı; biraz daha, biraz daha açtı. Böğürürcesine kocaman bir ‘Lerzan’ fırladı gırtlağından. “Lerzan, Lerzan, Lerzaaaan!”
Doğrulup oturdu, cebinde sigara arandı, bulamadı. Komodinin çekmecesine baktı; orada da bırak paketi, tek sigara bile yoktu. Tütün kırığı bile bulamayacağını bilmesine rağmen ‘belli mi olur’ diye düşünerek Lerzan’ın yattığı taraftaki komodinin çekmecesine uzandı ve çığlığı bastı; “LERZAN!”
Duvarla yatak arasındaki o bir komodinlik yerde, daracık zeminde yatıyordu karısı. Çırılçıplaktı. Karnının üstündeki boş şarap şişesi her şeyi açıklıyordu.
Lokman, sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. Şişeyi alıp bir kenara fırlattı. Karısını koltuk altlarından tutup yatağa çekti, güzelce yatırdı. Lerzan’ın yüzünü, gözünü öpüyor, şimdi de sevinçten ağlıyordu. “Allah, sevindireceği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş” dedi ve demesiyle de sanki Lerzan duymuş gibi “özür dilerim karıcığım, özür dilerim. Vallahi öyle demek istememiştim” diyerek dil dökmeye başladı. Ama Lerzan’da hiç hareket yoktu. Endişelendi Lokman. “Lerzan? Lerzan! Lerzaaan!”
Az önce karısını bulduğu dar yere attı kendini. Panik içinde arandı; komodinin, yatağın, tuvalet masasının altına, üstüne baktı. Salona koştu, sonra mutfağa; korktuğu başına gelmemiş, aradığını bulamamıştı. İntihar şüphesini beyninden attı.
Yatak odasına gelip karısını kucakladığı gibi banyoya taşıdı.
“Mmmm.”
“Lerzan?”
“Mmmm.”
“Bak, yanındayım canım. Gördün mü, geldim hemencecik yanına.”
“Mmmm.”
“Hadi, kus canım, çekinme.”
Parmağını karısının gırtlağına kadar soktu.
“Hadi bir tanem, hadi güzelim, hadi kus.”
Bol öğürtülü ve böğürtülü boşalım faslından sonra buz gibi suyla yaptığı duş az da olsa kendine getirmişti Lerzan’ı. Yorganın altına girmiş, ısınmaya çalışırken elinde iki fincan kahveyle Lokman odaya girdi.
“Vaaay, acemi ayyaş! N’aber?”
“Berbat!” diye yanıtladı Lerzan yüzünü buruşturarak. “Midem korkunç.”
“Oh olsun sana!”
“Lokmaaaan!”
“Hı? Ben ne dedim? Afiyet olsun karıcığım. Olmadığını bilsem de, madem sen öyle istiyorsun, afiyet olsun.”
“Ay, başım çatlıyor” diye sızlandı Lerzan.
“Kahveni içince bir şeyciğin kalmaz.” Yorganı açıp göbeğinden öptü karısını. “Hemen iyileşmeye bak. Kutlama şenlikleri daha yeni başlıyor. Havaifişeklere bayılacaksın!”
“Lokmaaaaan...”
- 6 -
Dosyaları inceleyen Çiğdem, “inanamıyorum” diye söylendi. “Topu topu yarım güncük izin aldım; bir geldim ki, vukuat vukuat üstüne. Şu dosyalara bak.”
“Tabii Çiçiciğim” diye Osman dalgasını geçti, “sen görev başındayken potansiyel suçlular hiçbir halt karıştıramıyorlar ki korkudan! Sen izin alınca, fırsat bu fırsat deyip tüm enerjilerini ve becerilerini kullanıp suç işleyiverdiler işte.”
“Ha, ha, ha! Çok komik!... Eeee, mutlu çift yataktan çıkamadılar mı hâlâ?”
“Hii! Duymamış olayım!”
“Ama duydun! Neredeler ha? Bunlar resmen buldumcuk oldular yahu!”
“Kıskanıyorsun.”
“Hadi be sen de! Nelerini kıskanacakmışım! Hıh!”
O sırada Kadriye, şen şakrak ofise girdi. “Günaydın Çiçiciğim.”
“ Oooo, günaydın Kaka.”
“Kaka mı? Ne biçim bir hitap bu! Kaka da nereden çıktı!”
“Ben Çiğdem’in Çiçi’si olunca oluyor da, sen Kadriye’nin Kaka’sı olunca niye olmuyor? Niye bozuluyorsun şekerim? Söyle bakalım, Bobo uyanamadı mı daha?”
“Uyandı canım, merak etme. Amirimin odasında. Hem sana ne?” Osman’a dönerek sözüne devam etti; “bizi bekliyorlar.” Arşiv dolabından üç dosya ayırdı, masasına koydu. Çiğdem’in masasındaki dosyaları karıştırdı, aralarından aradığı dosyayı çıkartıp diğer üç dosyayla birlikte koltuğunun altına sıkıştırdı. “Hadi, gidelim..” Ama odada birlikte gideceği kimse kalmamıştı. Lokman’ın odasına doğru koridorda yürürken ‘yoksa bu kızın kocamda gözü mü var?’ diye düşündü. ‘Bora’yla evlendim evleneli düşman oldu; neredeyse öldürecek beni! Deli mi ne!’
Lokman, masasına abanmış, karşısında oturanların gözlerine, ta bebeklerinin içine tek tek ve biraz da dik dik uzun bir süre baktıktan sonra doğrulup odanın içinde turlamaya başladı. Diğerleri iyice tedirgin olmuşlar, nereye bakacaklarını, nasıl oturacaklarını, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Çünkü Lokman’ın bu hâlini çok iyi bilirlerdi. En iyisi en masum ve mazlum pozu takınıp taş kesilmekti.
Lokman’ın dakikalardır odada dolaşan ayak sesleri birden kesilip de “sen!” diyen koca sesi kulaklarında patlayınca hepsi yerlerinde zıpladılar. İlk gördükleri, Çiğdem’in suratına doğru uzatılmış kocaman bir işaret parmağıydı. Çiğdem, kıpkırmızı olmuş, parmağın ucuna şehla şehla bakıyordu. Osman dürtünce, dumurdan kurtulup kendine geldi de hemen ayağa fırladı.
“Sen!” dedi Lokman, “sen!”
Çiğdem, alı al, moru mor olmuştu. Yutkundu.
“E...evet efendim?”
“Sen ne düşünüyorsun?” diye sordu Lokman, yine azarlarcasına.
“Ne.... ne hakkında, efendim?” diye kekeledi Çiğdem.
“Sapla saman hakkında.! Ne hakkında olacak kızım; cinayetler hakkında tabii.”
“Şey... Ben, biliyorsunuz, izin....”
“Ne? Ne oldu? Elektrikler mi kesildi? Dersini çalışamadın mı? Vah vah... Ya sabır... Ya sabır... Neyse, hazır ayaktayken şu beyaz tahtanın başına geç bakalım” dedi Lokman. “Şu sapığı bir an önce yakalamalıyız arkadaşlar. Derhal yakalamalı ve o dilini koparıp.... Tövbe tövbe... Haydi, başlayalım. Eski dosyaları didikleyeceğiz yeni baştan. Yaz bakalım.
Birinci cinayet. İki nokta üst üste. Çağrı Ünlüer. Yirmi beş yaşında, bekar. Kızım, aralarına çizik çizsene. Devam ediyoruz. İstanbul doğumlu. Kadıköy’de, bir özel hastanede hemşire. Ceset, Beşiktaş’ta, bir özel arabanın bagajında bulundu. Tarih, 16 Ocak, sabah. Adli tabip raporuna göre cinayet 15 Ocak günü işlenmiş. Akşam on bir, on iki sularında. Buraya kadar anlaşıldı mı? Cesedin bulunduğu arabanın sahibi çevresinde iyi tanınan ve sevilen bir şahıs. Otomobil yedek parçası satıyor. Hâli vakti yerinde yani. O sabah dükkanına gitmek üzere evinden çıkıyor. Giderken annesine uğrayacak ve kadının bozulan televizyonunu alıp tamirciye bırakacak. Annesi yalnız yaşıyor.”
Lokman son sürat anlatmaya devam ederken dayanamayan Çiğdem, can havliyle amirinin sözünü kesti.
“Ay, bir dakika amirim, yetiştiremiyorum. Annesinin televizyonuna ne olmuştu?”
“Hı? Ne? Hepsini kelime kelime yazıyor musun yoksa?”
“Ama efendim, siz yaz dediniz, ben de yazmaya çalışıyorum işte.”
“Çiğdemciğim, sadece adını, yaşını, cinayet tarihini filan yazacaktın. Neyse, otur yerine.”
Çiğdem, süklüm püklüm yerine otururken gözucuyla Kadriye’nin yandan çarklı gülerek baktığını görünce öyle hırslandı ki, kadının üstüne atlayıp bir yandan her bir yanını ısırırken bir yandan da kel bırakıncaya kadar saçlarını yolum yolum yolmak istedi, ama şimdilik kendi saçını kulağının arkasına atmakla yetinmesi gerektiğinin bilincindeydi; öyle de yaptı.
Lokman, kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
“Ne diyordum? Ha, kadın yalnız yaşıyormuş. Oğlu, televizyon tamirden gelinceye kadar anası sıkılmasın diye kendi evindeki ikinci televizyonu götürmek istemiş. Ama otomobilinin bagajını açıp da bir cesetle burun buruna gelince neye uğradığını şaşırmış zavallı. Neyse, hemen memur arkadaşlara haber vermiş. Sonrası malum.... Biliyorsunuz, sorgulamalar, delil aramalar netice vermedi maalesef. Kadının ailesi, iş arkadaşları, aşk meşk ilişkileri, kıl, tüy, hepsi boş... Hırsızlık yok, tecavüz yok. Onlar yok ama iki mesaj var. Birincisi, kadının dili kesilmiş ve sol avucuna konmuş. Neden? Bilmiyoruz, ama bir şey anlatmaya çalıştığı kesin. İkincisi ne? İkincisi, göğsündeki rakamlar; x – e = 8. Asıl mesaj bu. Yani katil ipucu olabilecek en ufak bir iz bırakmamış ama çözmemiz gereken iki tane şifreli mesaj bırakmış. Buraya kadar anlaşıldı mı arkadaşlar? Katilin, ileri safhada psikolojik rahatsızlığı olduğu gün gibi ortada. Dört cinayetin dördü de neredeyse tıpatıp aynı.”
“Dört mü?”
“Dört ya. Sen izin yaptın ama sapığımız fazla mesaideydi; kaçırdın.” diye yanıtladı Osman Çiğdem’i.
Bir gün önceki görüntüleri hatırlayan Lokman, “isabet” diye mırıldandı, “isabet.”
“İkinci cinayete gelince; bunda da maktul kadın. Itır Parlar. Yirmi iki yaşında. Doğum yeri Mersin ancak sekiz yıldır ailesiyle İstanbul’da yaşıyormuş. Olaydan iki hafta önce üniversite son sınıfta okuyan komşu oğluyla sözlenmiş. Kıskançlık mı? Hayır. Sözlüsü her akşam iş çıkışı alırmış Itır’ı ama o akşam alamamış çünkü bir gün önce babasıyla birlikte Konya’ya gitmiş bir iş için. İspatlandı. Itır, Unkapanı’nda tesettürlüler için giysiler satan bir mağazanın satış bölümünde çalışıyormuş. Tabii o da tesettürlü. Olay günü akşam yedide işten çıkıyor ve en son otobüs durağında görülüyor. Otobüse bindiğini gören yok. Belki bindi, belki de binmedi. Akşam eve gelmeyince aile perişan oluyor. Tanıdık, tanımadık herkese soruyorlar. Baba, sabaha kadar bütün hastaneleri dolaşıyor, bulamıyor. Gün ağarırken, bir ümitle, belki gelmiştir diye eve dönüyor. Birkaç saat sonra kapıları çalınıyor ve acı haberi alıyorlar. Itır’ın cesedini Topkapı’da, surların arkasında buluyor bir vatandaş. Cinayet tarihi 5 Mart. Bildiğiniz gibi dili kesilmiş ve başörtüsüyle yüzünün arasına sıkıştırılmış. Göğsünde rakamlar var; c – 20 = e. Yine aynı şekilde yazılmış; yakılarak. Yine hırsızlık yok, yine tecavüz yok ve Allah kahretsin ki yine en ufacık bir iz, bir ipucu yok! Eşşoğlueşşek!....”
Lokman, alnında biriken terleri koluna silerken bir yandan da sakinleşmeye çalışıyordu. Derin bir nefes alıp anlatmaya devam etti.
“ Berivan’a gelince..... Berivan, hayatının baharında genç bir kız. On sekiz yaşında. Mimar Sinan Üniversitesi’nde okuyor, tiyatro bölümünde. Ailesi, Bahçeşehir’de oturuyor. Kızları üniversiteyi kazanınca Harbiye’deki evlerindeki kiracıyı çıkartıp evi dayayıp döşüyor, Berivan’a veriyorlar. Bahçeşehir uzak, kızlarının yollarda helak olmasını istemiyorlar. Tatillerde kâh baba evinde kalıyor Berivan, kâh kendi evinde. 15 Nisan sabah erkenden kalkıyor ve iki gün önce gelip hasret giderdiği baba evinden ayrılıyor. Hatta annesi sitem ediyor “seni görüp göreceğimiz bu kadarcık mıydı kızım” diye. Berivan, “Pelin’in yaşgünü. Akşam Ortaköy’de buluşacağız.”diye yanıtlıyor. Bir dahaki sefere daha çok kalacağına söz vererek oradan ayrılıyor. Akşam da Ortaköy’de arkadaşlarıyla buluşuyor. Oradaki barlardan birine gidip geç saatlere kadar yiyip içip dans ediyor, yaşgününü kutluyorlar. Buraya kadar her şey yolunda.
Şimdi burada biraz duralım, arkadaşlar. Fotoğrafları dağıt, Osman. Dikkatli bakın ha! Baktığınız, albümünüzdeki anı fotoğrafları değil, deminden beri anlattığım üç cinayetin kurbanlarının resmi.”
Osman, fotoğrafları dağıtıp yerine oturdu. Lokman, bir süre bekledikten sonra “tamam mı arkadaşlar?” dedi. “Devam ediyorum.... Gençler, gece iki gibi yani 16 Nisan’ın ilk saatlerinde bardan çıkıyorlar. Hepsinin kafa kıyak. O gece ilk kez gördüğü Berivan’ı pek beğenen bir delikanlı, çıkışta onu göremeyince diğerlerine soruyor. Onlar da bilmiyorlar nerede olduğunu. Kızlardan biri, kadınlar tuvaletine bakıyor, Berivan orada da yok. O genç, hani kızı pek beğenen, masadan kalkmadan tahminen on beş, yirmi dakika kadar önce Berivan’ın biraz hava almak için dışarı çıkmak istediğini, kendisinin birlikte çıkmayı teklif ettiğini ama Berivan tarafından fena halde terslendiğini söyledi ifade verirken. Yani arkadaşları içerideyken Berivan dışarı çıkmış. Bir daha da gören olmamış. Herhalde evine gitti diye düşünmüşler ve sonra da hep birlikte gönül rahatlığıyla işkembeciye çorba içmeye gitmişler. Kızcağızın cesedine gelince.....”
“Ay, vallahi bayılacağım, amirim. Artık yeter, n’olur.”
“Kız, sen nasıl polissin! Hem de cinayet masasında.”
“Ama amirim, fotoğraflar çok korkunç. Ne olur biraz ara verelim. İki gözüm önüme aksın ki, kalbim sıkışıyor.”
“Tamam, tamam. İşimiz var seninle, ha! Hiç sırası değildi ya, on beş dakika ihtiyaç ve kahve molası, arkadaşlar.”
Bora, Kadriye, Osman ve Çiğdem teneffüs zili duymuş ilkokul öğrencileri gibi kendilerini odadan dışarı attılar.
- 7 -
Ahmet, sinirden kudurmuş halde bir pencereden ötekine gidiyor, ikide bir de odasından çıkıp Mine’ye soran gözlerle bakıyordu. Her seferinde başını iki yana sallamak oluyordu sekreterin cevabı.
Yoktu kadın işte. Sabahtan beri bin defa aramıştı Mine. Cep telefonu çalıyor ama açılmıyordu. Ev telefonu da öyle.
Günün yoğun çekim randevularına dünden sarkanlar da eklenmiş, ajansta adım atacak yer kalmamıştı. Millet iyice bunalmış, homurdanmaya başlamıştı bile. Kızlar makyajlarının, saçlarının, giysilerinin bozulacağından yakınıyorlar, delikanlılarsa ‘sabredip sussak mı yoksa sıkı bir kavga mı çıkarsak’ arasında gidip geliyorlardı. Mine ve diğer ajans çalışanları gençleri yatıştırmaya çalışırlarken Erguvan’a tüm iyi dileklerini gönüllerinin en derin yerinden sağanak gibi gönderiyorlardı.
Ahmet saatine baktı, on bire geliyordu. ‘On dakika daha beklerim. Geldi, geldi. Gelmezse Suat’ı çağırırım, o çeker fotoğrafları. Erguvan Hanım da kumda oynasın da, nazik kıçına çöp batmasın’ diye söylendi içinden.
O sırada Mine, kapıyı vurmadan daldı odaya.
“Ahmet Bey, şimdi Okan Bey aradı” dedi heyecan içinde.
“O da kim?”
“A a! Bilmiyor musunuz? Erguvan Hanım’ın sevgilisi.”
“Ben nereden bileyim canım Erguvan’ın uçkur trafiğini! Kahyası mıyım!” diye çıkıştı Ahmet. Oysa adı gibi biliyordu, hatta daha fazlasını da.
“Erguvan Hanım’ı aradı.”
“Allah Allah! Beni arayacak değil ya, tabii onu arayacak, Mine!”
Mine, bir türlü söyleyemiyordu ki diyeceğini.
“Öyle değil Ahmet Bey. Erguvan Hanım’ı o da cepten ve evden aramış erken saatlerde, bulamamış. Biraz bekleyip işinden arayayım demiş. ‘Yok, hiç gelmedi’ deyince acayip panikledi adam.”
“Hadi ya.... Bir şey olmasın kıza?”
“Ay, Allah korusun.”
“Birlikte yaşamıyor mu bunlar?”
“O kadarını bilmiyorum ama dün gece biz işten çıktığımızda Okan Bey, arkadaşlarıyla bardaydı. Erguvan Hanım, çok yorgun olduğu için doğru eve gitti. Yani bana eve gideceğini söyledi. Okan Bey de bar çıkışı Erguvan Hanım’ın evine gidecekti.”
“Yaaa.... E, sormadın mı adama gitmiş mi, gitmemiş mi?”
“A a! Nasıl sorarım Ahmet Bey? Benim ne üstüme vazife?”
“Doğru dedin. Hadi biz kendi işimize bakalım. Suat’ı ara hemen. Çabuk gelsin.”
“Peki efendim.”
Ahmet, Mine’nin arkasından seslendi; “sallanmasın; sallandırırım vallahi! Böyle dediğimi de söylemeyi unutma sakın.”
- 8 -
Kahvesini kocaman bir yudumla bitiren Lokman, “sohbetiniz bittiyse kaldığımız yerden devam edelim, arkadaşlar” dedi. “Berivan’ın cansız vücudu, oturduğu apartmanın bodrumunda, daha önce kalorifer dairesi olarak kullanılan yerde bulundu.
Altı numarada oturan Hüseyin Bey’e karısı, o gün Emine Hanım’ın geleceğini - ki Emine Hanım, onlara yıllardır temizliğe gelen bayan- kadının yakında kızını evlendireceğini, aşağıya koydukları eski ama çalışır vaziyetteki buzdolabını ona vereceğini, kadına söz verdiğini, hadi bir zahmet, işe gitmeden apartman bakıcısı Şakir Efendi’yle iki ucundan tutuverip apartman girişine çıkarıvermelerini söylüyor. Hüseyin Bey’in önce tepesi atıyor, ‘kendileri alsınlar, bana ne’ filan diyecek oluyor ya, bakıyor ki dolabı yukarı çıkartmadan işe gidemeyecek, bitişik apartmana geçip orada yaşamakta olan Şakir Efendi’yi buluyor ve bodruma iniyorlar. İnerlerken Şakir Efendi, ‘daha dün sabah temizledimdi oraları’ diye homur homur homurdanıyor. Kalorifer dairesine geldiklerinde bir bakıyorlar ki, kapının kilidi kırılmış. Kilit dediği de entiripüften bir şey; çocuk bile icabına bakabilir yani. Neyse, Şakir ‘ben içeri girmem’ diyor, ‘ya anarşist, terörist filan varsa!’
Hüseyin Bey, ses dinliyor, kapıyı aralıyor, elini usulca içeri sokup kapının hemen yanıbaşındaki elektrik düğmesine basıyor. Kalorifer dairesi bir anda ışıl ışıl aydınlanıyor fakat bizimkilerin bir şey gördüğü yok. Neden? Çünkü kapı tam açık değil, azıcık aralık. Tamam mı? ‘Hazır mısın?’ diye soruyor Şakir’e. Şakir, merdiven altında bulduğu kocaman bir sopayı iki eliyle kavramış, beti benzi atmış bir halde kafasını sallıyor. ‘Ben kapıya tekme atar atmaz sen içeri dalıp sopayı sağa sola savuracaksın. Tamam mı?’ diye fısıldıyor Hüseyin Bey. ‘I-ıh’ diyor Şakir. ‘Yok beyim, tamam değil. Ben atayım bir tepik, sen dal içeri. A ha buyur, bu da sopa.’
Neyse, uzun lafın kısası, sonunda kazan dairesine giriyorlar. Bakıyorlar ki, kimseler yok. Bir köşede yığılı duran eşyaların olduğu tarafa doğru ilerlerken Şakir, eski kazanın kapağının açık olduğunu fark ediyor ama kilidi kırıp içeri giren belki de kazanın içine saklanmıştır diye içine bakamıyor. Korkudan altına edecek neredeyse. Ses çıkarmamak için el kol hareketleriyle Hüseyin Bey’in dikkatini çekmeyi başarıp kazanın kapağını işaret ediyor. İkisi, kapağın iki yanına siniyorlar. Derken bir cesaretle sopayı kazanın içine sokuveriyor Hüseyin Bey, sallıyor, vuruyor; resmen cenk ediyor adam ama kuru gürültüden başka ne ses çıkıyor ne seda; kimsecikler yok kazanda. ‘Kaçtı’ diyor burnundan soluyarak, ‘kaçırdık pezevengi!’ Sopayı çekip çıkartıyor ve o an ikisi de bayılacak gibi oluyorlar. Sopanın ucu kan içinde. Adamcağız bu olaydan sonra psikolojik tedavi görmeye başladı.
Gelelim diline. Dil yine kesilmiş ve.... ve... kızcağızın.... vajinasına sokulmuş..... Yemin ediyorum ki, en büyük yemini ediyorum ki, anam avradım olsun.... anam avradım olsun ki bu.... bu.... bu onun bunun çocuğunu yakalayıp.... aaaaah!”
Lokman’ın masaya indirdiği yumrukla hepsi yerlerinden zıpladılar. Zaten gerim gerim gerilen sinirleri amirlerinin bu ani çıkışına hazırlıklı değildi.
“Bu sefer”dedi Lokman boğulur gibi, “bu sefer göğsünü değil de karnını yakarak mesaj bırakmış; x – d + 2 = 4. Ve yine küçücük bir ipucu, delil, iz yok.”
Pencereye gidip camı açtı, derin derin soluklanırken, ‘şimdi kalabalıklar içinde bir yerlerde yeni kurbanını arıyor’ diye düşündü Lokman, ‘belki de kurbanıyla omuz omuza bir otobüste, ya da minibüste diz dize...’
Osman’ın öksürüğüyle düşüncelerinden sıyrılıp masasına döndü.
“Biliyorsunuz” diye söze girdi, “bu üç cinayette en ufak bir ilerleme kaydedemedik maalesef. Vatandaş tedirgin ve öfkeli. Öfkeleri katile olduğu kadar bize de yönelik arkadaşlar. Çünkü korkuyorlar ve korkmakta da çok haklılar. Medya da yangına körükle gidince ne oluyor? Kabak bizim başımıza patlıyor. Bu günkü gazeteleri gördünüz mü?”
“Benim hiç vaktim olmadı amirim, okuyamadım” diye atladı Çiğdem.
“Okuman gerekmiyordu zaten. Bir gazete bayiinin önünden geçerken herhangi bir gazeteye gözün şöyle bir ilişseydi bile dördüncü cinayetten haberdar olur, az önce öyle apışıp kalmazdın” dedi Lokman. “Hepsinde sekiz sütuna manşet haber.”
“Ama amirim, dördüncü cinayet pek çok şeyi değiştirdi. Şimdi sil baştan mı yapacağız?” diye sordu Bora.
“Haklısın. Çoğunu değilse de bazı saptamalarımızı unutmamız gerekecek. Şimdi başa dönelim ve üç olayın ortak noktalarına bakalım:
Bir, üç kurban da dişi.
İki, üç kurban da genç; yirmi beş, yirmi iki ve on sekiz yaşlarındalar.
Üç, üçü de aynı şekilde yani telle boğularak öldürüldüler.
Dört, üçünün de dilleri kesildi ve vücutlarının muhtelif yerlerine konuldu.
Beş, ikisinin göğsüne, birinin karnına etleri yakılarak bazı rakamlar, harfler, denklemler yazıldı. Bu konuya tekrar döneceğiz.
Altı, görünürde cinayetlerin belirli bir nedeni yok.
Yedi, kurbanlar canlıyken işkenceye maruz kalmadılar. Katil, kurbanını anında öldürüyor, sonra yapacağını yapıyor. Cinayetler silsilesi bu aşamadayken uzman raporlarının ve elimizdekilerin ışığında katil hakkında ne düşündük arkadaşlar? Evet, Bora?”
“Bu şahıs kesinlikle hasta, amirim.”
“Zaten hemen hemen bütün katiller psikolojik bir çıkmazdadırlar. Nedeni ne olursa olsun, aklı başında biri, adam öldürebilir mi? Hayır. Tabii nefsi müdafaa hariç. Evet. Başka?”
Çiğdem, “büyük bir yüzdeyle, erkek.” diye atıldı.
“Öyle mi? Ne bildin?”
“Efendim, yapılan araştırmalara ve istatistik sonuçlarına göre şiddet içeren psikolojik bozukluklar yani ağır vakalar erkeklerde kadınlara oranla daha sıklıkla görülüyormuş.”
“Fakat bu genelleme istisnaları içermiyor. Yani bizim olayımız bir istisna olabilir” diyerek lafa girdi Kadriye.
Çiğdem bir hışımla ona döndü; “ne yani? Manyağımız kadın mı demek istiyorsun?”
“Olabilir.”
“İnanmıyorum! Bunu söyleyen bir erkek olsaydı anlardım ama sen, hele yeni evli bir kadın olarak sen, nasıl böyle konuşabilirsin?”
“Ne alâkası var yeni evli olmasıyla!” diyerek çıkıştı Bora. “Saçma sapan konuşma!”
“Hiç de bile saçma sapan konuşmuyorum bir kere” diyerek ayağa fırladı Çiğdem. “Amirim, lütfen açıklamama izin verin.”
“Ya, of! Boşa zaman kaybı, amirim” diye sızlandı Osman. “Konudan uzaklaşıyoruz.”
“Ne uzaklaşması! Tam göbeğine düşeceksiniz şimdi” diye heyecanla yanıtladı Çiğdem. “Amirim, anlatabilir miyim?”
“Kısa ve öz.”
“Emredersiniz. Bir kere, kurbanların üçü de kadın. Bir kadın başka bir kadına neden böyle bir şey yapsın? Yapmaz da, yapamaz da. Kadın ruhunda yok böyle bir şey.”
“Hadi yaa...” Osman, eğlenmeye başlamıştı.
“Diyelim ki, dediğin doğru ama normal bir kadın için doğru. Bizimkinin anormal olduğunu unuttun galiba, Çiğdem” diyerek uyardı Lokman.
“Hayır efendim, hayır, unutmadım. Benim anlatmak istediğim şu; kadın psikolojisinde şiddete yer yoktur. Ya da erkeğe oranla çok daha azdır şeklinde de ifade edebiliriz. Hadi kadın öldürdü diyelim, neden dilini kessin? Hadi kesti diyelim, hiç şeyine koyar mı? Bunu bir kadın yapar mı? Asla! Asla ve kat’a! Gözümle görsem inanmam. Biz kadınlar, o konuda çok hassasızdır amirim.”
Çiğdem’in olaya yaklaşımı Lokman’ın hoşuna gitmişti. “Devam et” dedi daha çok bu irdelemelerin sonunun nereye varacağını merak ederek.
“Yani psikolojik açıdan baktığımızda, katilin kadın olması binde bir ihtimal bile değil. Gelelim fiziksele.... Katilin kadın olduğunu varsayıyoruz. Ne kadar iri yapılı olursa olsun arkadan yanaşıp teli boynuna geçiremez.”
“Geçirir” diye itiraz etti Kadriye.
“Geçiremez! Hem bağırmasın diye bir eliyle ağzını kapatacak hem teli geçirip çekecek ha? Bu arada kurbanın kurtulmak için debelendiğini unutma. Katil ne kadar seri davranırsa davransın, ne kadar güçlü olursa olsun, çok kısa bir süre de olsa kurban kendini kurtarmak isteyecek, bağırmaya çalışacak, debelenecektir. Bu arada teli boynuna geçirip nasıl sıksın bir kadın? Mümkün değil.”
Kadriye, inatla “mümkün!” diye bağırdı.
“Yaaa... Gel o zaman. Hadi gel de deneyelim bakalım.”
Çiğdem’in bu meydan okumasına şaşıran arkadaşları hayretler içinde birbirlerine baktılar. Çiğdem, kantarın topuzunun ayarını iyice kaçırmış, kıskançlığını işine de bulaştırmıştı. Merak içinde Lokman’ın ne diyeceğini beklediler. Lokman, Kadriye’ye gelmesini işaret ederken meydanı sidik yarışına girmiş iki elemanına bırakmak için kenara çekildi.
“Şimdi” dedi Çiğdem, “ben katil olacağım, sen kurban. Çünkü ben senden daha uzun boyluyum. Hadi, yürümeye başla.”
Kadriye, kırıta kırıta, dalga geçercesine odayı adımlamaya başladı. Çiğdem, onun arkasından eşyaların arkasına gizlenerek geliyor ama odada üç tur atılmasına rağmen Kadriye’nin üstüne atlamıyordu.
“E, hadi be!” diyerek isyan etti Kadriye. “Sütçü beygirine döndüm.” Arkasına baktığında Çiğdem’i göremeyince şaşırdı, “nereye gitti bu?”
“Sen yürümeye devam et.” dedi Lokman. “Sanırım gafil avlamak istiyor. Sen de daha fazla uzatma Çiğdem! İşimiz gücümüz var.”
Kadriye, ‘ya sabır’ çekerek yürümeye devam ederken, dördüncü turun ortalarında, Çiğdem dosya dolabının arkasından çıkıp sessizce yaklaştı ve elindeki, tel yerine kullandığı ayakkabı bağcığını Kadriye’nin boynuna doladı. Sağ eline doladığı bağcığa asılırken diğer eliyle de Kadriye’nin ağzını kapatmaya çalışıyordu. Bu sırada garip ve komik bir şey oldu; saldırıya uğrayandan değil, saldırandan korkunç bir çığlık duyuldu. Çiğdem, çığlıklar atarak eline geçen otuz iki dişten kurtulmaya çalışırken Kadriye, sağ kolunu birden arkaya savurdu; dirseği Çiğdem’in midesine gömüldü. Genç kadın acı içinde yere düştü.
Her şey o kadar ani ve hızlı olmuştu ki Lokman da, Osman’la Bora da bir şey yapamamışlar, faltaşı gibi açılmış gözleriyle kızlara bakakalmışlardı. Çiğdem, yattığı yerden Kadriye’ye çok sert bir tekme atıp dengesini bozdu. Bozar bozmaz da iki ayağını onun bacaklarına kenetleyerek kendine doğru çekti. Kadriye, havada uçarken erkekler, o tarafa doğru hamle yaptılar. Aynı anda kapı büyük bir gürültüyle açıldı ve içeri dört polis memuru daldı.
Donan karede görüntü aynen şuydu; Kadriye, Çiğdem’in üstüne düşmek üzereyken yatay bir şekilde havada asılı kalmıştı. İkisi de Dünya yüzündeki tüm nefretleri toplamış, yarı yarıya paylaşarak gözlerine yerleştirmişler ve o gözleri birbirine dikmişlerdi. Burunlarından soluyorlardı. Lokman, Osman ve Bora, üçü de ayakta öne doğru eğilmiş, ellerini kızlara doğru uzatmışlar ama başları kapıya doğru dönmüş, içeri paldır güldür giren polislere şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Aynı ifadeye bir de tereddütü ve endişeyi ekleyin; işte o ifade de polis memurlarının yüzündeydi.
Polisler, ani bir frenle durup ne yapacaklarını bilemeden Lokman’a bakakaldılar.
“Amirim?” dedi bir tanesi.
“Ne var?” diye ters ters sordu Lokman. Kızdığından değil, gülmesini bastırmak için böyle aksileniyordu. “Dingonun ahırı mı ulan burası! Ne dalıyorsunuz içeri öküz gibi! Dışarı! Dışarı!”
“Ama amirim, çığlık duyduk?”
“Duyduysanız duydunuz! Burası neresi oğlum! Bu oda kimin odası!”
Memurlar mosmor olmuşlardı. Şakaklarından terler iniyordu.
“Canlandırma yapıyorduk. Yani çalışıyorduk. Bilmem, anlatabildim mi? Şimdi, yüksek müsaadelerinizle devam etmek istiyoruz sevgili çaylaklarım.”
“O ne demek, amirim? Müsaade sizin” diye mırıldandı memurun biri. Kafası neredeyse apışarasını da aşıp döşemeden alt kata geçecekti.
“Emredersiniz amirim, ama.... biz, sanmıştık ki.... bir olay...” dedi öteki, arkadaşına göre daha bir güvenli sesle.
“Benim odamda vukuat ha? Bu ne aymazlıktır bre densizler! Dışarı dedim! Dışarı!”
Dört polis memuru, adeta kaçarcasına odadan çıkıp kapıyı kapatır kapatmaz üç erkek de makaraları koyverdiler. Bu sırada kızlar, yerden kalkmışlar, üstlerini başlarını silkeliyorlardı.
“Eveeeet” dedi Lokman, “bu kadar tiyatro yeter. Yerlerinize oturun da işimize devam edelim.”
Hepsi amirlerinin dediğini yaptılar; Çiğdem hariç. O, poposuyla sandalye arasında iki, üç santim kala oturmaktan vazgeçip yeniden dikilerek “biraz önceki mizansende de görüldüğü gibi amirim, bu işi bir kadının becermesi fiziksel olarak da mümkün değil. Hele kurbanlar bu bayan gibilerse..”
“Sanırım tüm kadınlar, benimle aynı tepkiyi verirler, komiserim” diyerek savunmaya geçti Kadriye. “Böyle bir durumda kadın milletinin ilk kullandığı silah tırnaklarıdır, ama üç olayda da katilin arkadan saldırdığını biliyoruz. Aslında böyle bir durumda katilin elini tırnaklıyabiliriz fakat daha etkili bir silahımız olduğu için bunu yedekte tutmayı tercih ederiz. Bu durumda tırnakları şimdilik gözardı etmemiz gerekiyor. İkinci silahımız çanta veya ayakkabı topuğudur ki, onları kullanabilmek için de yüz yüze olmamız gerekiyor. Nasıl arkamızdaki kişinin kafasına patlatabiliriz ki? Yapılamaz değil elbette ancak olayımızda zaman ve zemin uygun bulunmamakta. Öyle değil mi? Geriye kullanabileceğimiz tek silahımız olarak ne kalıyor; dişler. Hemencecik hart diye ısırıveririz ve kolay kolay da bırakmayız.”
Bora, “ama sen dirsek de attın” dedi.
“Atacağım tabii. Ben polisim aptal, unuttun mu?”
“E, işte” dedi Osman, “onlar polis olmadıkları için senin verdiğin tepkileri verememişler ki, katil işini görmüş. Zavallıcıklar, o şaşkınla neye uğradıklarını şaşırmışlardır zaten. Kendilerine gelip de tepki verebilecek, koruyabilecek duruma gelemeden ölmüşler. Bir de şu var arkadaşlar, şey yani amirim, kurbanlar ufak tefek, minyon yapıya sahipler. Bu durumda boylu poslu, iri kıyım bir bayan da bu cinayetleri rahatlıkla işleyebilir diye düşünüyorum açıkçası.”
“İri yarı bir kadın.... ve erkek gibi güçlü... Ne dersiniz? Olabilir mi?” diye ortaya sordu Lokman.
Çiğdem çığlığı bastı; “travesti! Evet! Bunalım takılan bir travesti!”
“Kadın, erkek veya üçüncü cins; ne olursa olsun, boyunun 1.75le 1.80 arası olduğunu telin boynu kesiş eğrisinden ve açısından biliyoruz. Ve de katilin çok kuvvetli olduğunu.”
“Deli kuvveti işte” diye söylendi Osman.
“Uzmanlar katilin 25 ilâ 35 yaşlarında olduğunu söylüyorlar. Hadi, biz de beşer yaş esnetelim; yirmiyle kırk arası diyelim. Neden yirmiyle kırk yaş arası? Daha genç ya da daha yaşlı birinin yiyebileceği herze değil de ondan. Daha genç olanın böyle cinayetleri kurup planlayabilecek tecrübesi de, bilgisi de olamaz. Daha yaşlısının da gücü yetmez. Tabii genelleme yapıyorum. İstisnaları daha sonra düşünürüz. Anlaşıldı mı arkadaşlar?
Gelelim dil meselesine.... Düşünün bakalım, bir insan başkasının dilini neden keser? Hele ki bir ölünün...”
“Dil kolleksiyoncusudur, amirim” diyerek, önemli bir buluşta bulunmuş gibi atıldı Çiğdem.
“Kestiği dilleri oraya buraya sokuşturmayıp yanında götürseydi dediğin doğru olabilirdi. Başka?”
“Karısının dırdırından bezmiş bir kocadır belki, amirim. Böylesi çooook... Bir dakikada elli kişi sayabilirim.”
“Olabilir tabii Osman, ama her dırdırdan bezen kocanın böyle cinayetler zinciri kurduğunu bir düşünsene; memlekette kadın kalmazdı oğlum! Hem niye elin kadınlarını öldürsün? Kendisininkinin icabına bakar; sen mevta, ben selâmet der, kurtulur.”
“Doğru diyorsunuz efendim, ama bu adam tırlatmış.”
“Ne yani? Bobo Kaka’nın çenesinden illallah dese, kalkıp milletin karısının kızının canına kıyıp da dillerini mi kesmeli yani? Saçmalama Os! Kadın dırdırı cinayet nedeni olamaz! Hele ki böylesinin!”
“Pekala da olur Çiçiciğim. Liste başı da büyük bir ihtimalle sen olursun. Sor bakalım Bobo’ya, ne diyecek?” Kadriye, kocaman bir kahkaha attıktan sonra toparlandı; “özür dilerim efendim. Afedersiniz.”
“Eeee, iyice cıvıdınız ha!” diye terslendi Lokman, “kazık kadar insanlarsınız, koskoca Emniyet Teşkilatı’nın birer mensubusunuz ama hâlâ çocuk gibi itiş tepiş içindesiniz! Hepinizi ciddiyete davet ediyorum. Bu arada, bundan böyle herkes herkese isminin tümüyle hitap edecek. Bu bir emirdir. Konu kapanmıştır.
Şimdi işimize bakalım. Kişilik analistlerine göre katil, ya işkence görmüş ve işkence sırasında diliyle çok uğraşılmış, ya da dilsiz. Yani cinayetin iki nedeni olabilir; kompleks veya kin.”
“İşkenceci kadın mıymış, amirim?”
“Belki...... Üvey anne olma ihtimali çok fazla. Tabii işkence varsayımı doğruysa. Bir de kurbanların etleri yakılarak yazılan birtakım rakamlar, harfler, parantezler filan var. Tahtaya yazalım bakalım.
Çağrı Ünlüer x – e = 8
Itır Parlarc – 20 = e
Berivan Yorgunx – d + 2 = 4
Fikri Şereflioğluc – d = 14
“A, bu erkek!” diye atıldı Çiğdem.
“Evet. Dördüncü kurban bir erkek. Üstelik yaşlı; 57 yaşında. Bu da kocaman bir soru işareti tabii. Şimdi, şu soruya cevap bulmaya çalışalım; katil bunları neden yazıyor? Amacı ne?”
“Ne olacak komiserim, tabii ki kafamızı karıştırmak” dedi Çiğdem.
“Mı acaba? Sırf kafamızı karıştırmak için neden bu kadar zahmete girsin ki? Başka bir nedeni olmalı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama ne?” diye fikir yürüttü Bora.
“Ya da bir şekilde kendini rahatlatıyor böylece” dedi Kadriye.
“Nasıl yani?”
“Bilmiyorum amirim, ama bu rakamların, harflerin, artıların, eksilerin belli ki bir önemi var kendisi için. Ve de anlamı. Bora’nın da dediği gibi, yoksa ne diye uğraşsın bu kadar?”
“Belki de matematiği çok seviyordur?”
“Çiğdem!”
“Özür dilerim, efendim.”
“Evet, hepsinin bir anlamı olmalı fakat şifre uzmanları henüz çözebilmiş değiller. Ayrıca, etlerin ne ile yakıldığı konusu da netlik kazanmadı henüz. Kızgın metal olması yüksek ihtimal ancak olaylarla bütünleştirip bakınca bunun biraz zor olduğunu görebiliriz.
Şimdi de cesetlerin nerelerde bulunduklarına bakalım, arkadaşlar. Çağrı Ünlüer’in cesedi özel bir otomobilin bagajında bulundu. Oraya buraya bulaşmış kan izleri yoktu. Otomobilin sahibinin parmak izinden başka iz de. Cesedi bagaja yatırıp ortalık yerde resim yapar gibi uzun uzun yakma işlemine giriştiğini düşünmüyorsunuz herhalde?” Ses çıkmayınca sözüne kaldığı yerden devam etti. “İkinci cinayette ceset Topkapı Surları’nda bulundu. Orada kan vardı ama metali kızdırmak için gerekli olan elektrik yoktu. Oysa kızcağızın eti yanıktı.”
“Amirim, elektrik olması şart mı?”
“Değil mi? Ne ile kızdıracak metali? Demirci ocağı mı oğlum orası? Ateş yakıldığını gösteren en ufak bir bulgu yok ki! Hem unutmayalım arkadaşlar, bu cani zeki biri. Yakar mı hiç ateş mateş? Ha, şunu diyebilirsiniz bana; teknik ilerledi, her gün yeni bir şey çıkıyor. Vardır öyle bir alet edevat, onunla yapmıştır. Araştırın o zaman. Devam edelim. Üçüncü cinayette Berivan’ı oturduğu apartmanın bodrumunda, eski kalorifer kazanının içinde buldular. Kazanın içi kanlıydı ama dışında ve yerlerde kan yoktu fakat orada elektrik vardı. Fikri Bey’in olayındaysa kan da, elektrik de bol miktarda mevcuttu. Evet?”
“Benim kafam karıştı” dedi Çiğdem. “Hiçbir şey düşünemez oldum artık.”
“Küçücük, minicik bir ipucu bile yok elimizde. Hiç iz bırakmamış. Bu kadar teferruatlı cinayet ameliyesinde, hem de birkaç olay olmasına rağmen ufacık bir iz bırakmaması ne kadar zeki, kurnaz, becerikli, planlı programlı iş gören biriyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor” dedi Osman.
“Tek kişinin işi olduğundan emin miyiz? Bir yardımcısı olamaz mı?”
“Böyle bir sapıklığa kim yardımcı olur Kadriye?” dedi Bora. “Hem nasıl teklif edebilir? Çok riskli. Hadi etti diyelim, karşısındaki adamın çıkarı ne olacak? Bir şey çalıp çırpmıyor ki. Belli ki sadece manevi haz duymak için işlenen cinayetler bunlar. Kesinlikte tek başına yaptı hepsini.”
“Evet. Zaten ikinci, üçüncü şahıslar olsaydı, yüzde bin, arkada bir iz bırakırlardı.” diyerek memurunu onayladı Lokman. “Ne oldu Osman? Fikri Bey’in evinde arama yapıldı mı?”
“Evet amirim. Dün gece gidildi fakat ne yazık ki işe yarar bir şey bulunamadı.”
“Tahmin etmiştim. Hadi arkadaşlar, şimdi gidin ve çalışın bakalım. Saat dörtte toplanıyoruz, ona göre. Dalga geçmeyin. Bu katili acilen yakalamamız lâzım! Şart! Şart!”
Kapı kapanır kapanmaz telefona sarıldı. “Alo? Nasılsın canım?....... Ben de seni karıcığım, ben de seni. Çocukları aldın mı?... Annen mi getirdi? A, iyi olmuş. Biz de mi? Selam söyle..... Hı?.. Nasıl olayım yavrum; uğraşıyoruz işte.... Gelicem bir tanem, gelicem. Dua et de bir aksilik çıkmasın.... Ben de öptüm sevgilim. Görüşürüz.”
Ahizeyi yerine bırakıp koltuğunda iyice kaykıldı. Bir sigara yaktı, dumanını tavana doğru savururken gülümsüyordu.
peki
gidiyorum
bırakıp
çocukluğumu ardımda
istemezsen
at onu da
fırlat
iblislere aş olsun
doyursunlar
aç ruhlarını
benden ne kaldıysa
parçalaya
parçalaya
- 9 -
Sabahtan beri kafa kafaya vermiş, yeni bir dizi film projesi üstünde çalışıyorlardı. Televizyon kanalıyla prensipte anlaşmışlardı fakat henüz imzalar atılmamıştı. ‘Üç bölüm pilot çekin, görelim’ demişlerdi. Okeylendiği takdirde imzalar atılacak ve dizi yeni yayın döneminde halkla buluşabilecekti.
“Buna da şükür” dedi Sibel, “bu zamanda iş yapabilmek bile büyük şans doğrusu.”
Koray, sigarasını sömürdükten sonra “iyi, hoş da, para meselesi ne olacak bilmem. Benim kasa tın tın” diye homurdandı.
“Aman Koray Bey, siz de böyle söylerseniz biz ölelim daha iyi. Koskoca Koray Film’de de, Koray Bey’in şahsında da para yoksa yani.....” dedi Sibel inanmaz bir edayla. “Fazla değil, şöyle bir, iki silkinseniz kaç film bütçesini çıkartırsınız siz.”
“Vallahi yok, Sibel. Olsa ne diye hindi gibi kara kara düşüneyim? Çaresiz, diğerleri gibi ben de pilot çekimlerde herkesi bedavaya çalıştıracağım artık. Başka türlü kalkamam altından. Cepteki de prodüksiyona yeterse ne âlâ.”
“Başrol oyuncularını beleşe oynatamazsın abi” dedi Hakan.
“Öyle bir oynatırım ki!”
“İyi de, nasıl?” diye sordu Sibel Koray’ın tavrına sinirlenerek.
“Şimdiye kadar kaç film yönettin? Dört mü, beş mi?”
“Beş” diyerek yanıt verdi Sibel.
“Peki, ben kaç filme imzamı attım, biliyor musun? Ben bilmiyorum. O kadar çok ki, sayısını unuttum” dedi Sibel’i aşağılarcasına.
“Yani, haddinizi biliniz Sibel Hanım” dedi Hakan sinir içinde sırıtarak. Önündeki not defterinin üst sayfasının ucundan yırtıp kağıdı dişleriyle minik minik kopartmaya başladı. Zaten sabahtan beri gerilmişti, üstüne bir de Koray’ın ukalalıkları hiç çekilmiyordu. Sibel, masanın altından bacağına vurunca kağıdı usulca kaleminin yanına bıraktı.
“Piyasa bombok! Milletin açlıktan nefesi kokuyor be! Bu zamanda iş bulacaklar da oynamayacaklar ha! Ha, ha, haa! Gülerim! Hem de kıçımla!”
“O zaman baba isimler olmayacak, abi. İlk kez başrol oynayacak birileri bulunacak. Manken munken.”
“Oğlum, koskoca Koray Noyan açacak telefonu, oynayacaksın diyecek! Oynayacak! O kadar! Balıklama atlarlar be! Ne diyorsun sen! Ben onları hallederim. Dert etme sen onları, aslanım. Şimdi öbürlerine bakalım biz. Şu ikinci, üçüncü derece roller için çağırdıklarımızla konuşalım hele bir.”
Sekretere seslendi; “Hülya!”
“Koray Bey, kimse gelmeden konuşalım. Biz ne olacağız?” diye sordu Sibel.
“Ne demek biz ne olacağız? Sen dizinin genel yönetmenisin, Hakan da görüntü yönetmeni. Anlaştık ya! Kaç gündür mekân geziyoruz, ekip kuruyoruz ya Sibel!”
“Evet ama bir türlü sadede gelemiyoruz Koray Bey. Aç karnına sanat yapılmıyor.”
Koray, kollarını iki yana açarak hayretler içinde Sibel’e baktı. “Kim dedi sana sanat yap diye? Kim dedi, güzelim? Hey Allah’ım! Sinema filmi mi çekiyoruz? Fırt fırt fırt atacağız bölümleri işte, Sibelciğim.”
“İyi de, abi..” diye söze girdi Hakan, “ne alacağımızı bilelim.”
Gevrek gevrek gülerek “bütçede ne yazıyorsa onu alacaksınız tabii ki Hakancığım” dedi Koray, “tabii okeylenirse.”
“Pilotlar?” diye sordu Sibel.
“Alacaksın kızım paranı. Ben kimin hakkını yemişim bu güne kadar? Hı? Kimin?”
“Tabii okeylenirse” dedi Hakan. Eli yine kağıt parçasına gitmişti.
“Okeylenmezse de boşa kürek çekmiş olacağız, öyle mi? Ben yokum.” dedi Sibel çantasına uzanırken.
“Ben de” diyerek Sibel’e arka çıkan Hakan, gitmek üzere ayağa kalktı.
“Durun ya, durun bir. Tamam, tamam. Oturun hele bir. Yaparız bir şeyler. Yahu, amma da sıkboğaz ediyorsunuz insanı be kardeşim!.. Ha şöyle, oturun. Birer çay söyleyelim. Kızııım! Nerde kaldı bu kız da? Sağır mı, ne! Hülya! Hülyaa!”
Koray odadan çıkarken Hakan, Sibel’e bakıp muzaffer bir edayla sırıttı; “bunlara böyle yapacaksın abi.”
“İyi diyorsun da, o bir şeyler ne? Kaç para? Hem pilot bölümler elinde patlar da anlaşma manlaşma olmazsa paramızı vereceği ne malûm? Benim hiç ümidim yok Hakan. Yine avucumuzu yalayacağız gibi geliyor bana.”
“Takma kafanı be kızım! Biliyorsun, bizim işte bağlamalar genellikle barlarda yapılır. Bir, iki takılırız abimizle, iki tek atarken hallederiz olayı. Bu kadar basit.”
“Ben bara mara gelmem” diye terslendi Sibel.
“O-hooo! Bara gitme, içki içme, eğlenme, eğleşme, ne işin var kızım senin bu âlemde! Valla, yine iyi iş çıkartmışsın şimdiye kadar.”
Bu sırada Koray’ın sesini duydular; “aman efendim, aman efendim, kimler gelmiş, kimler? Fıstık! N’aber? Gel bir öpeyim. Hadi gene iyisin, harika bir rol ayarladım sana. Anan güneş doğarken mi doğurmuş seni, ne?”
Fıstığın kıkırdama sesinin üstüne başka bir fıstığın sesi düştü; “yalnız Derya’ya mı Koray abi? Bize yok mu, bize?”
“Kız, olmaz mı hiç, olmaz mı! Dur, dur, dur! Kalk bakayım ayağa hele bir. Dön, dön.... Oooo popoyu büyütmüşsün bakıyorum? Pazarcı küfesine dönmüş, kız! Olmaz böyle, olmaz! Derhal eriyecek, derhal! Hülya! Kızım, neredesin! Bir saattir bağırıyorum!”
“Lavabodayım, Koray Bey.”
“Lavaboda mı? Hıı... İyi.. Başka arkadaşlar da gelecekler. Sırayla gönderirsin içeri. Duydun mu?”
“Evet Koray Bey! Duydum!”
“Gel Deryacığım, seni odaya atayım.”
Derya’yla Koray kahkahalar atarak içeri girdiler. Girmeleriyle de Derya’nın çığlık çığlığa Hakan’a koşması bir oldu.
“Hakoş! Ay, vallahi sensin, Hakoş! Canıııım! Aşkım!”
Boynuna atılıp uzunca bir süre bırakmayan Derya, Hakan’ın yanağına öpücükler konduruyor, tam ayrılacağı sırada vazgeçip tekrar tekrar öpüyor, öpüyordu. Sonunda Hakan, istemeden olduğu pek belirgin bir şekilde kızı kendisinden uzaklaştırdı. İkisi de kıpkırmızı olmuşlardı.
“Eh, birbirinize hiç de yabancı olmadığınız belli.” dedi Koray hafiften bozuk çalarak, “sakinleştiysen, seni yönetmenimiz Sibel Hanım’la tanıştırayım.”
- 10 -
Okan, bir süre sokaklarda dolaştı durdu. Ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu. Bir gece önce Erguvan, “ister gel, ister gelme; umurumda değil” deyip telefonu yüzüne kapatınca Okan’ın kafası iyice bozulmuş, yüzü allak bullak olmuş halde arkadaşlarının yanına dönmüştü. Melih, ne olduğunu sorunca önce “yok bir şey” diyerek atlatmaya çalışmış, ama peşpeşe devirdiği tekilalardan sonra olanı biteni hatta tüm duygu ve düşüncelerini bir bir dökmüştü. Hem de gözyaşları içinde.
Aylardır o kadar gerilmişti ki, yaşadığı bu boşalım aslında iyi gelmişti ancak bunca zamandır içinde tuttuklarını bir çırpıda şakır şakır döktüğü için de çok kızıyordu kendine. Arkadaşları “salaksın oğlum sen” diyorlardı. “Kendine hiç mi saygın yok? Bırak şu kadını. Hâlâ ne diye berabersin, anlamıyoruz.”
Masadan kalkarken Erguvan’a gitmemeye karar vermişti. Kardeşinde kalacaktı bu gece ama Melih “hayır” dedi, “kızcağızı gece vakti tedirgin etme. Bu gece bende kal. Ayrıca istediğin kadar da kalabilirsin tabii. No problem arkadaşım, no problem.” Sonra Ali’yle Metin’i de alıp hep beraber Melih’in evine gitmişler, sabahın ilk ışıklarına kadar oturup konuşmuş, dertleşmişlerdi. Saat yedi buçuk gibi Okan dayanamamış, arkadaşlarına duyurmamaya çalışarak Erguvan’ı ev telefonundan aramış, üçüncü çalıştan sonra ahizeyi yerine bırakmıştı. ‘Belki banyodadır’ diye düşünüp on dakika kadar oyalandıktan sonra tekrar aramıştı ve yine Erguvan’ın sesini duyamamıştı. Bu sefer cep telefonundan ulaşmaya çalışmış, uzun uzun çaldırmasına rağmen açan olmamıştı. ‘Tabii ya, numaramı gördü, inadından açmıyor’ diye düşünerek mesaj çekmişti; “konuşmamız gerek, beni ararsan sevinirim.” Ne arayan olmuştu, ne de soran. Kendini sokağa atıp boş boş dolanıp durmuş, sonunda dayanamayıp saat on buçuk gibi işyerine telefon açmıştı. Sekreter kız Erguvan’ın işe gelmediğini söyleyince aklına ilk gelen Erguvan’ın hastalanıp ateşler içinde yattığı olmuştu. Ama hasta olsa işyerine haber vermez miydi? Belki de onca iş varken işe gitmeyerek patronunu zor durumda bırakmak istiyordu. Tabii bu arada, hatta asıl olarak kendisinin ne kadar önemli ve gerekli bir eleman olduğunu hatırlatmaktı amacı. Tam da Erguvan’dan beklenir bir davranış biçimiydi. Yapardı. Kendisine de az mı böyle gıcıklıklar yapmış, az mı çektirmişti! Kendini merak ettirmeye, deli gibi aratmaya, insanları üzmeye bayılır, bundan garip bir şekilde haz duyardı. Başarmıştı işte. Yine yapmıştı yapacağını.
Okan, adımlarını hızlandırdı.
Eve geldiğinde kapıyı açmadan önce içeriyi dinledi, ses seda yoktu. Anahtarı vardı ya, ne olur ne olmaz diyerek zile bastı. Bir daha, bir daha bastı zilin butonuna; açan olmadı. Anahtarıyla kapıyı açıp eve girerken ‘isabet’ diye düşündü. ‘Evde olsaydı acayip kavga çıkardı garanti. Pılımı pırtımı toplar, anahtarı da masaya bırakır, basar giderim. Bundan sonra da ben açmam telefonu. Arasın dursun. Tek başına kalsın da görsün bakalım! Bulsun kendine bir Okan daha. Tabii benim kadar salağını bulabilirse!”
Doğruca yatak odasına gidip gardırobun üstünden valizini indirdi, yatağın üstüne koydu. Ayakucunda Erguvan’ın bir gün önce giydiği giysiler atılıydı. ‘Gece evde kalmamış’ diye düşündü Okan, ‘gelip üstünü değiştirip çıkmış anlaşılan. Nereye gitti acaba? Doğru dürüst bir arkadaşı da yok ki kadının! Herkesi kırıyor, herkesi küstürüyor kendine. A, tabii ya; ben gece eve gelince onu evde bulamayayım, meraktan gebereyim diye yaptı bunu. Kendisi kimbilir hangi barda, hangi herifle kırıştırırken benim çektiğim azabı düşünerek zevkten orgazm olmuştur! Orospu! Canın cehenneme Erguvan! Ne halin varsa gör! Artık ben yokum! Okan yok artık! Yok!’
O sinirle bir yandan söylenirken bir yandan da gardropta ve şifonyerde neyi var neyi yoksa tek tek çıkartıp fırlattı yatağa. Sonra salona geçerek kendini bir koltuğa atıp sigara yaktı. CDlerin içinden birkaç tanesini ayırıp sehpanın üstüne koydu. Kalkıp mutfağa geçti. Tezgâhta duran tabağı görünce şaşırdı. “Allah, Allah! Yemeği hiç dışarıda bırakmazdı. Hem de barbunyayı. En sevdiği yemek. Silip süpürmesi lâzımdı” dedi kendi kendine. Ocağın üstünde de küçük teflon tavada bol soğanlı et sote duruyordu. “Ne oldu da böyle apar topar çıktı acaba?” diye düşündü. Yoksa ailesinden biri mi hastalanmıştı? Onun da gözü bir şey görmemiş, evi öylece olduğu gibi bırakıp alelacele yola çıkmıştı haliyle. ‘Büyük bir ihtimalle Eskişehir’e gitti. Ailesinin telefon numarasını soyadından bulabilirim belki’ diye düşündü. Cep telefonunu açmadığı için ulaşabilmesi için tek yol buydu.
Karnının gurultusuyla açlığını farketti. Akşam yemeğinden beri ağzına lokma girmediğini hatırladı. Kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra sotenin altını yaktı. Barbunyayla ekmeği mutfak masasına koydu. Isınan yemeği de masaya alırken “aman, boşver şimdi tabağı mabağı; içinden yerim. Bir de bulaşık çıkmasın” dedi. Bir çatal sote alıp ağzına attı. “Etler pişmemiş, sert. Demek ki daha tam pişmeden ocağı kapatıp çıkmak zorunda kalmış. Yani, durum acilmiş.”
Üç, dört lokma daha aldı ama daha fazla yiyemedi. Sotenin kalanını bırakıp barbunyaya daldı. Bunun tadı, tuzu yerindeydi; ilik gibi pişmişti. Çalakaşık mideye indirirken ‘acaba numarayı bulup annesini arasam mı?’ diye düşünüyordu. ‘Ama ya gitmediyse?... İnsanları panikletmenin âlemi yok şimdi durduk yerde. Boşver, aramayacağım.’
Boş tabağı lavaboya bırakıp ekmeği kaldırdıktan sonra salondan, ayırdığı CDleri alıp yatak odasına geçti. Eşyalarını valize doldurdu, unuttuğu bir şey var mı diye etrafa gözgezdirdi.
Erguvan’ın dün giydiği ayakkabıları yatağın ayakucunda, yerdeydi; çantası da. ‘Ben geleyim de toplayayım diye inadına mı böyle dağınık bıraktı evi acaba?’ diye düşündü. “Okan’ı artık zor bulursun, kızım! Az ye de kendine başka bir hizmetçi tut, şirret karı!” diye hırsla söylenirken diş fırçasını, bornozunu ve annesinin elceğiziyle örüp gönderdiği banyo lifini almak üzere banyoya geçti.
“Anacığım, ben nereye, o lif oraya. Bırakır mıyım hiç?”
- 11 -
Saat dörtte Osman, Çiğdem, Kadriye ve Bora toplantıya geldiklerinde Lokman’ın odasını boş buldular. Az sonra içeri girdiğinde Lokman’ın yüzü mora yakın kırmızıya dönmüş, çenesi uzamıştı ve gözlerinden ateş fışkırıyordu. Masasına gelirken sanki yürümüyor, her adımda yere kızgınlığının, isyanının bir kısmını silkeliyordu. Diğerleri merak ve endişeyle amirlerine baktılar.
Lokman kravatını gevşetti, yutkundu, ağzını açtı, diyeceğini diyemedi, büsbütün hırslandı ve yakası açılmadık bir küfür savurarak masaya öyle bir tekme attı ki, Çiğdem boş bulunup sanki tekmeyi kendi yemiş gibi ciyakladı.
Osman çekinerek “amirim?” dedi usulca.
“Yok bir şey, yok. Sadece Emniyet Müdürü’nden yüklüce bir miktar fırça yedim. Beni yerin dibine batırdı.”
“Ama neden, amirim?” diye sordu Kadriye yumuşacık bir sesle.
“Şu Allah’ın belâsı manyağı yakalayamadık diye. On beş gün süre verdi, arkadaşlar. Bu on beş gün içinde o orospu çocuğunu enseleyemezsek iş bizden alınıyor.”
“Ama olamaz!” diye isyan etti Bora. “En ufacık bir delil mi var ki!”
“Gel de anlat! Neyse arkadaşlar, durum bu. Gece, gündüz çalışacağız. İtin şeyine girmiş de olsa bulup çıkaracağız gavatı. Şimdi, moralimizin daha fazla bozulmasına izin vermeden işimize bakalım. Evet, ne yaptınız? Var mı bir şey? Sizi dinliyorum.”
“Evet efendim” diyerek söze girdi Bora. “Maktullerin mesleklerine baktığımızda hepsinin kalabalık ve halka açık yerlerde çalıştıklarını görüyoruz. Birinci cinayetin kurbanı olan Çağrı, hemşire. Her ne kadar çalıştığı hastane özelse de neticede hastane; yani halka açık, herkesin gidebileceği bir yer.
İkinci kurban Itır Parlar. İMÇ gibi büyük bir satış kompleksindeki mağazalardan birinde tezgâhtar. E, oraya da Türkiye’nin dört bir yanından insanlar yoğunlukla gelip gidiyorlar. Berivan, üniversitede öğrenci; orası da öyle. Dördüncü olaya gelince, her ne kadar Şifa Market, bildiğimiz market kapasitesinde olmasa da, bakkal irisi bir alış veriş yeri. Bakkala da herkes girer çıkar.”
“Peki, bütün bunlardan ne çıkıyor?”
“Şu çıkıyor amirim; katil kurbanlarını önceden belirliyor. Bunu neye göre yapıyor bilmiyorum, ama kalabalık yerlerdekileri tercih ettiği kesin.”
“İyi de, niye?” diye soran Çiğdem’i bezgin bir tavırla yanıtladı Bora; “tabii ki dikkati çekmeden izleyebilmek için.”
“Yani diyorsun ki, anlık cinnet cinayetleri değil bunlar. Önceden planlanmış, programlanmış.” dedi Kadriye.
“Aynen öyle.”
“Zaten öyle olmasa bir ipucu bırakmaması mümkün olamazdı” dedi Osman. “Diyelim ki arama taramadan korkmadan günün yirmi dört saati telle, dili kestiği bıçakla tam teçhizat dolaşıyor; onlarla yatıyor, onlarla kalkıyor. Peki, neyle yakıyor? Adamın... ya da neyse işte, onun bu iş için bir teşkilatı olmalı. Onu da hep yanında taşımıyor ya...
Biliyoruz ki, eldiven takıyor. Hadi, o da hep cebinde diyelim. Kanları nasıl yok ediyor? Yanında deterjan da taşımıyor herhalde. Suyu nereden bulacak? Seyyar musluk mu bu? Musluk? Evet! Evet! Amirim! Buldum! İdrarıyla yıkıyor, idrarıyla!”
“Müthişsin oğlum. Seninle gurur duyuyorum” diye yanıtladı Lokman gayet ciddi. “Elbette, neden olmasın? Üzerinde çalış. Peki, yanıklar?”
“Evet amirim, yanıklar? O rakamlar ne? Neden varlar? Ve niye bu kişiler? Bağlantı ne?”
“Yine başa mı dönüyoruz, arkadaşlar? Tamam, cani kurbanlarını kalabalık ya da rahatça, dikkat çekmeden girebileceği yerlerden seçiyor. Bu bir. Başka?” diye sordu Lokman Osman’a bakarak.
“Cinayet tarihlerine takvimden bakıyordum amirim; hepsinin pazartesi gününe denk geldiğini gördüm.”
“Pazartesi sendromu, ha?” dedi gülerek Çiğdem.
“Hayır canım” diye yanıtladı Osman, “pazartesi cinayetleri. Bu da katilin çalıştığını ve pazartesi günleri izin kullandığını gösterir.”
“Ay, saçmalama” diyerek itiraz etti Kadriye. “Ne alaka? Cinayetlerin aynı güne denk gelmesi hiç de bile bir şeyi göstermez. Belki de sadece tesadüftür.”
“Bu kadar rastlantı sana garip gelmiyor mu? Ben yine de iddiamın arkasındayım. Düşündüm amirim, pazartesi günleri hangi iş dalındakiler izin yapar diye düşündüm. Devlet memuru olmadığı kesin. Özel sektör, elinden gelse bir saat bile boş bırakmaz, değil ki haftanın ilk iş günü bıraksın. Kimler kalıyor geriye? Tabii ki Pazar günü çalışanlar. Onlar kimler olabilir diye sordum kendime, amirim. Aklıma ilk gelen eğlence sektöründe çalışanlar oldu, efendim.”
“Olabilir” diyerek onayladı Lokman. “Vardiyalı çalışan biri de olabilir, keyfe keder çalışan da. Patron da olabilir, işsizin, aylağın teki de; şu aşamada bir şey söylemek zor. Yalnız şu net ki arkadaşlar, katil pazartesi sempatizanı.”
“Ya da düşmanı” dedi Kadriye.
“Tabii, o da olabilir pekâlâ. Ama arkadaşlar, şu konuştuklarımızın bize bir arpa boyu bile yol aldırmadığının farkındasınızdır umarım.”
Lokman’ın dört gözde elemanı da iç çektiler.
“Evet. Gelelim...”
Ancak sözünü tamamlayamadı Lokman. Çalan telefonu açtı.
“Evet?..... Ne! Ne diyorsun? Yoo, olamaz! Mümkün değil! Zamanlama uymuyor be kardeşim! Tamam tamam, hemen gidiyoruz. Sağol.”
Lokman’ın beti benzi atmıştı. “Toparlanın çocuklar, gidiyoruz.”
Dördü bir ağızdan sordular; “nereye?”
“Beşinciye.”
Koro, şaşkınlık içinde sordu yine, “beşinciye mi?”
“Ama olamaz ki amirim, bugün Salı” diye hayal kırıklığı içinde itiraz etti Osman.
“Evet” diye destekledi Bora, “hem daha dün Fikri Şereflioğlu’nu öldürmedi mi bu?”
“Hadi hadi, sızlanmayı bırakın! Yapmış yapacağını işte yine! Sanırım bu seferki aceleye geldi. Dua edin de bir ipucu bırakmış olsun. Hadi, çabuk, çabuk!”
o
tuttu ellerimden
avuçlarımdaki tırnak izlerini
o
öptü
o
sildi gözyaşlarımı
saçlarımı okşayan da
sevgiyle bakan da
o
oldu
o
itelediğin
o
tekmelediğin
o
sevmediğin
nefret ettiğin
o
tuttu ellerimden
sen
varken
- 12 -
Lerzan, ellerini kurulayarak mutfaktan çıkıp salona geçti.
“Anne, bir çay daha koyayım mı?”
“Yok yavrum, istemem. Biliyorsun, fazlası çarpıntı yapıyor.”
“Peki, sen bilirsin. Televizyonu açsana; birazdan bizim dizi başlayacak.”
“A, iyi ki hatırlattın.”
Şerife Hanım televizyonu açarken Lerzan boş çay bardaklarını mutfağa bırakıp bitişik komşunun kapısını çaldı.
“Merhaba Lerzan, gelsene.” diyerek içeriye davet etti kadın.
“Sağol, gelmeyeyim şekerim. Biliyorsun, annem bende. Hem ocakta yemek var. Sen benim haylazları gönderiver, akşam oldu.”
“Olduysa oldu be Lerzan. Sanki pek uzaktayız. Bırak, ne güzel oynuyorlar çocuklar. Benimki de hayatından pek memnun, seninkiler de.”
“Eh, sen de memnunsan mesele yok. Yemek vakti gönder ama ha.”
“Tamam, tamam. Gönderirim.”
Doğrusu Lerzan diziyi rahat rahat izleyeceği için bu işe pek sevinmişti. Annesinin yanına kurulup oturdu. Haberler bitse de dizi başlasa diye sabırsızlanıyordu. Haber spikeri tam “ana haber bülteninde buluşmak üzere” derken sözünü yarım keserek sustu ve kulaklıktan gelen sesi dinledi. Bu sırada ekranda ‘son dakika’ yazısı yanıp sönmeye başlamıştı.
Şerife Hanım “amaaan!” dedi, “yine ne facia haberi verecekler kimbilir! Vallahi kalbim kaldırmıyor artık. Bir gün küt diye gideceğim bunların yüzünden!”
“Anne, bir dakika sus” dedi Lerzan merakla.
“Sayın izleyiciler, aylardır kamuoyunu tedirgin eden kesik dil cinayetlerine maalesef bir yenisinin eklendiğini haber almış bulunuyoruz. Dün, haber bültenlerimizde de belirttiğimiz gibi dördüncü cinayetin kurbanı, Fikri Şereflioğlu adlı bir bakkal vatandaşımızdı. Beşinci maktulün, genç bir kadın olduğu ve cinayet masası yetkililerinin olay mahallinde araştırma yaptıkları bildiriliyor. Olayla ilgili gelişmeleri ana haber bültenimizde izleyebilirsiniz.”
“Hiii! Yazık! Yazık! Yazık! Böylelerini ibret-i alem için Taksim Meydanı’nda sallandıracaksın. Bak o zaman, değil adam öldürmek, kimse kimseye öte git bile diyemez. Bunlara böylesi lâzım.”
“Olur mu anne, kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz!”
“Bunun yüzyılı mı olur ayol! Katil, her zaman katildir.”
“Ben cezalardan sözediyordum. Oooof! Bak, gördün mü olanları; başladı yine yalnız geceler. Lokman’ı bekle ki gelsin.”
“Doğru diyorsun kızım, ama şimdi bir şey diyeceğim, yine kızacaksın bana.”
“Lütfen anne, yine başlama.”
“Ama bak, haksız mıymışım? Sana bin kere ‘polis karısı cefa fıçısı’ dedim ben ama dinleyen kim! Otur, çek şimdi böyle.”
“Tamam anne, tamam. Bak dizi başlıyor, hadi seyredelim.”
Şerife Hanım kendini iyice diziye kaptırmıştı ya Lerzan’ın aklı fikri Lokman’daydı. ‘Ne biçim meslek seçmiş; ne gecesi belli, ne gündüzü’ diye içi yana yana düşündü. ‘Her an kelle koltukta.’ Bütün bunlara karşılık ellerine geçen parayla ancak işte şu Hacı Amca’nın kondudan çıkma, apartman özentisi evinde oturabiliyorlardı, kirayla. Memleketten gelen erzak da olmasa yarı aç, yarı tok ancak yaşayabileceklerdi, Allah korusun.
Evlendiklerinden beri, hele hele çocuklardan sonra sinemaya, tiyatroya hasret kalmışlardı. Onlardan çoktan geçmişti Lerzan zaten fakat birbirlerine hasret kalıyorlardı, ona dayanamıyordu.
Dün gece geliverdi aklına; nasıl da ‘boşanalım’ demişti? Nasıl da üstünü başını yırtıp edip de Lokman’ın suratına atmıştı? Şimdi düşününce yaptıklarına, kendine inanamıyordu. O hort zort kocasının şaşkın, alttan alır hali gözünün önüne gelince kendini tutamayıp güldü.
“A a! Deli misin kız! Ne var bunda gülecek? Herkes salya sümük giderken sen kıkırdıyorsun! Ay, uzatıver şuradan bir Selpak, dayanamayacağım” dedi Şerife Hanım gözünü ekrandan alamayarak.
Lerzan kağıt mendili annesine uzatırken telefon çaldı.
“Bana bak” diye çıkıştı Şerife Hanım, “yer yerinden oynasa kısmam televizyonun sesini, haberin olsun!”
“Ay, tamam anne! Sana kıs diyen mi oldu!” Tek kulağını kapatarak açtı telefonu.
“Alo? A, merhaba canım... Yok, daha gelmedi, merak etme. Rahat rahat konuşabilirsin.... Ne? Ay, inanmıyorum! Sahi mi söylüyorsun? Ah Deryacığım, nasıl sevindim bilemezsin. E, anlat, nasıl oldu? Hı? Uzun olsun, anlat sen.... Ne zaman görüşürüz kimbilir be Derya. O zamana kadar çatlarım meraktan. Hem benim de sana anlatacaklarım var. Hı? A, telefonda olmaz! Mümkün değil! Hayatta anlatamam valla! Bak, ne diyeceğim, sen beni yarım saat, kırk beş dakika falan sonra arasana. Tamam güzelim, görüşürüz.”
Telefonu kapatıp gülümseyerek yerine geçerken Şerife Hanım kızına ters ters baktı.
“Lokman duymasın, vallahi ikinizin de bacaklarını ayırır!”
“O gürültüde nasıl duydun da nasıl anladın kiminle konuştuğumu?”
“Nasıl duymam? Ciyak ciyak bağırıyordun. Dizi başladı, diziii. Sen de maşallah yemedin içmedin, güzelim dizinin içine ettin! Bravo!”
“Tamam anacığım, tamam; söz, bitinceye kadar gıkımı bile çıkartmayacağım.”
“İyi edersin..... de, reklam arasında ocağı kapatmayı unutma yoksa yemek yanacak.”
Lerzan, yemek lafını duyar duymaz bir çığlık koyverdi. Yalınayak mutfağa koşarken “ay, nasıl da unuttum!” diye bağırıp duruyordu.
- 13 -
Banyodan çıkarken “gördünüz mü, amirim?” diye heyecanla sordu Osman, “yanık denklem yoktu cesette.”
“Vardı.”
“Hayır yoktu, başkomiserim. Ne göğsünde, ne karnında, ne de bacaklarında.... Baktım, yoktu.”
“Sırtındaydı.”
“Sırtında mı? Nasıl gördünüz? Ceset sırtüstü yatıyordu küvetin içinde?”
“Görmedim ama eminim Osman. O rakamları, harfleri yazmaması mümkün değil. Önünde yoksa arkasında; sırtında, poposunda ya da bacaklarında. Büyük bir ihtimalle de sırtında. Neyse, birazdan öğreniriz; adli doktor çalışmasını bitirsin de. Başka bir şey dikkatini çekmedi mi?”
Osman, soran bakışlarla sesini çıkarmadan bakınca Lokman sözüne devam etti.
“Kadının dili kesilmiş, değil mi?”
“Evet?”
“Peki, nerede?”
“Nerede mi? Yok mu? Tıkıştırmıştır yine zavallının bir taraflarına, Allah’ın belâsı!”
“Hayır, hiçbir yerine tıkıştırmamış. Doktorun dediğine göre kesik dil cesette de, küvette de yok. Ya bu evde bir yerlerde, ya da aldı götürdü.”
“Hiç yapmadığı şey.”
“Doğru, hiç yapmadığı şey. Diğer cinayetlerine çok benziyor ama yine de küçük farklılıklar var bunda.”
O sırada yanlarına Bora yaklaştı.
“Amirim, kurbanın sevgilisi olduğunu söyleyen genç salonda. 155i arayan da oymuş. Sorgulayacak mısınız?”
“Burada mı? Hayır. Götürün, merkezde alırız ifadesini.”
“Emredersiniz.”
“Sıkı çalışın. En küçük bir detay bizi katile götürebilir. Atlamak yok!”
O sırada Çiğdem, eliyle ağzını kapatmış halde, acele adımlarla banyoya koştu ama daha içeri girmeden, banyo kapısındayken içeride bir cesedin olduğunu anımsayıp birden gerisin geriye döndü. Ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Mutfağa yöneldi, vazgeçip öğürerek kendini sokak kapısından dışarı attı. Diğerleri şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı.
“Nesi var bunun?” diye sordu Lokman.
Osman, “şimdi öğreniriz” diyerek Çiğdem’in peşinden dışarı çıktı. Etrafa bakındı ama arkadaşı görünürlerde yoktu. Binanın arka tarafından bir ses duyar gibi oldu. Sıklıkla duyulması pek olağan olmayan bu sesi, öğürtü senfonisini takip ederek aradığını buldu. Çiğdem, iki büklüm olmuştu, perişan bir haldeydi.
“Ne oldu böyle sana Çiçiciğim?” diye şefkatle sordu Osman, arkadaşının saçlarını yüzünden kaldırırken. “Gel canım, gel de şurada yüzünü gözünü yıkayalım.”
Çiğdem’i kaldırdı, bahçe musluğunda yüzünü bir güzel yıkadı, saçlarını ıslattı. Sonra da cebinden mendilini çıkartıp, “aman da aman. Uflar mı olmuş bu cici kız?” diyerek usul usul kuruladı. “İyi misin şimdi?”
“Hı, hı. Sağol.”
“E, ne oldu sana böyle birden? Kız, yoksa?.... Hı?”
“Ne?”
“Bak, eğer öyle bir şey varsa bana söyleyebilirsin. Arkadaşın ser verir, sır vermez.”
“Ay, ne diyorsun be Osman? Ne seri, sırı? Bilmece gibi konuşma, anlamıyorum.”
Osman, Çiğdem’in kulağına eğildi; “Ya, diyorum ki.... şey misin?
“Ne mi?”
“Hamile?”
Çiğdem, gözlerini kocaman kocaman açarak hayretler içinde Osman’a baktı.
“Yuh Osman! Yuh! Salak!”
“Bana salak diyene de bak!”
“Hem de aile boyu salaksın oğlum sen!”
“Değil misin yani? Hı? Bebiş yok mu, bebiş?”
“Ne bebişi be, ne bebişi! Yok bebiş, memiş! Tövbe, tövbee!”
“E, ne oldu peki durup dururken; öyk öyk öğürmeler filan?”
“Durup dururken mi? Durup dururken mi!”
“Hadi be kızım, ne oldu, söylesene!”
“Pekala, sen kaşındın. Miden sağlam mı?”
Osman, ukala ukala güldü. “Biz senin gibi çaylak değiliz kızım. Hadi, öt bakalım.”
“Görürsün birazdan. Kayıp dil nerede?”
“Ne bileyim nerede? Nerede? Ne! Buldun mu yoksa?”
“Buldum ya, buldum; bulmaz olaydım! Lanet olsun! Ay, midem..”
“İnsanı çatlatmasana be!”
“Bak, önce emin olamadım. Yok dedim yaaa, yok, mümkün değil. Ben yanılıyorum dedim, tamam mı. Kadriye’ye gösterdim olabilir mi diye. Allah kahretsin ya! O da benimle aynı fikirde.”
“E iyi ya işte! İlk defa bir konuda anlaşmışsınız. Ne dövünüp duruyorsun ki?”
“Anlaşamaz olaydık! Keşke yanılıyor olsaydık, Osman!”
“Adamı fıtık edersin, ha! Nerede kızım şu dil, söylesene!”
“Bir kısmı mutfakta.”
“Bir kısmı mı? Kısımlanmış mı? Nasıl yani? Peki, öbür kısmı nerede?”
“Sevgilisinin midesinde!”
“Ne! Ne diyorsun sen! Yani adam....? Olamaz! Olamaz!”
Osman, altüst olmuştu. Eli farkında olmadan ağzına gitti. Şoka girmiş gibi dondu kaldı. Bir süre heykel gibi durduktan sonra birden deli gibi koşmaya başladı. Lokman’ın yanına geldiğinde nefes nefeseydi. Kusmamak için kendini zor tutuyordu. Lokman ve diğerleri kireç kuyusuna düşmüş gibiydiler. Tüm kanları çekilmiş, ceset gibi olmuşlardı.
“Öğrendiniz mi, amirim?”
Lokman, başını salladı.” Sevgilisi bilmeyecek. Bu, bir emirdir.”
“Ama belki de katil odur?”
“Hepsinin mi? Olamaz.”
Kadriye, alçak sesle “şöyle de düşünebiliriz, amirim” diyerek bir tez ileri sürdü. “Şu içeridekinin, yine içeridekiyle yani sevgilisiyle problemleri vardı. Belki adam ayrılmak istiyordu da kadın bırakmıyordu ya da belki adamın bir açığını yakalamıştı; adam bir suç işlemişti de kadın bunu öğrenmişti. Adam ayrılmak, gitmek istedikçe kadın, polise ihbar etmekle tehdit ediyordu.”
“Yazdın yine” diye terslendi Bora.
“Allah Allaaah! Bir dinle!”
“Bırakın şimdi karıkoca didişmesini! Sen devam et, kızım.” dedi Lokman.
“Tüm medya, her gün şu sapıktan ve cinayetlerden söz ediyor, amirim. İçerideki de bu haberlerden ilham aldı diyorum ben. Dil sapığı katilin yöntemini kullanarak öldürdü sevgilisini. Böylece hem kadından, hem de bizden kurtulacaktı. Cinayeti aynı öteki gibi işlediği için de ondan şüphelenilmeyecek, ötekinin yeni cinayeti olarak düşünülecekti.”
“Vay be!” dedi Osman, “olur mu, olur vallahi.”
“Yalnız” diye devam etti Kadriye, “arkadaş ne yazık ki dersini iyi çalışmamış.”
“Neden?” diye merakla sordu Lokman.
“Rakamlar, harfler?”
“Var, var!” diye atıldı Osman.
“Biliyorum, ama yeri farklı.”
Lokman’ın birden tepesi atıverdi; “nereden biliyorsun?” diye gürledi, “nasıl bilebilirsin!”
“Baktım, amirim.”
“Baktın mı? Baktın mı! Nasıl bakarsın!”
“Ama doktorun işi bitmişti sayın amirim. Parmak izi uzmanlarının da.”
“Hey Allah’ım!”
Bora araya girdi. “Olan olmuş artık, amirim. Bari anlatsın.”
Lokman, ters ters Kadriye’ye baktıktan sonra mutfağa gitti. Oradaki memurlara “aldınız mı?” diye sordu.
“Evet amirim.”
“Her şeyi toplayın; çatal, bıçak, kap kacak, soğan sepeti, tuzluk muzluk. Anlaşıldı mı?”
“Başüstüne, amirim.”
“Osman!”
Osman koşarak mutfağa, Lokman’ın yanına geldi; “emredin.”
“Ne yazmış?”
“Bir dakika amirim, yazmıştım.” Osman, cebinden not defterini çıkarttı, sayfaları tek tek çevirdi ve derin bir nefes aldıktan sonra “ iks eksi a, artı bir eşittir on iki, amirim.”
“ A ha, bak buraya yazıyorum Osman, onu hele bir elime geçireyim, öyle bir çarpıp çarpıp böleceğim, öyle bir toplayıp toplayıp çıkartacağım, sonra da demir parmaklıklara giden yolla öyle bir eşitleyeceğim ki, bu dosyayı bir daha açılmamak üzere öyle bir kapatacağım ki; değil o, değil siz, değil cümle âlem, ben bile şaşacağım! Eşşoğlueşşek!”
Hırsından morarmış halde bir çırpıda bağırıp çağıran Lokman, nefes nefese kalmıştı. Bir süre soluğunun düzelmesini bekledi. Biraz sakinleşir gibi olana dek lugatındaki diğer özlü sözleri sıraladı durdu. Kimseden çıt çıkmıyordu.
“Ben merkeze gidiyorum. Gerekenleri yap.”
Osman, peş peşe yutkunduktan sonra ancak “emredersiniz amirim” diyebildi.
“Şu sevgiliyi merkeze getirin.”
“Peki efendim.”
“Beyoğlu Emniyeti’yle irtibata geçin. Kızın iş yerinde çalışanların ifadeleri alınsın. Biriniz orada olsun.”
“Emredersiniz.”
“Ailesini bulup haber verin.”
“Emredersiniz.”
“İkinci bir emre kadar bütün izinler kalkmıştır.”
“Emr.... Hı?.. Ih... Emredersiniz amirim.”
Lokman dışarı çıkar çıkmaz evi aradı.
“Alo?”
“Canım, nasılsın?”
“İyiyim. Televizyonda söylediler, Lokman.”
“Söylerler tabii. Burası silme medyacı. Şimdi ben de onlardan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. Birtanem, görüyorsun değil mi tersliği?”
“Evet yaaaa... Bu gece gelebilecek misin canım?”
“Neredeee... Ne zaman gelebilirim, bilmiyorum. Merak etme, e mi?”
“Tamam canım, etmem.”
“Anneni gönderme Lerzan, bizde kalsın.”
“Ay, huyunu bilirsin; evim de evim diye tutturur durur ama elimden geleni yaparım. Hem ‘Lokman öyle istiyor’ dedim mi akan sular durur, bilirsin. Merak etme sen canım.”
“Çocuklar iyi mi?”
“Hepimiz iyiyiz. Aklın evde kalmasın.”
“İyi. Hadi, görüşürüz.”
“Görüşürüz. Kendine dikkat et kocacığım. Öptüm.”
Lokman, telefonu kapatırken derin derin iç çekti ve medya ordusuna doğru yürümeye başladı. Kaçış yoktu.
- 14 -
Çiğdem, basamakları çıkarken “şimdi artiz fabrikasına mı gidiyoruz yani?” diye sordu gülerek.
“Buralarda elini sallasan artiste, sinemacıya çarpar” diye yanıtladı meslektaşı. “Ama kaçı sanatçıdır dersen, onu bilemem.”
“Yani şimdi içeride ünlülerden birini görebilecek miyim?” diye sevindirik sevindirik sordu Çiğdem.
Bir başka meslektaşı ajansın zilini çalarken “sanmam” dedi biraz da küçümseyerek, “buradakiler, artist olmak isteyenler.”
Mine, “ya, yeter be, yeter! Kimse gelmesin artık!” diye içinden avaz avaz isyan ederek masasındaki butona bastı, kapı açıldı. Kapıdan kimin gireceğine dair en ufak bir merakı olmadığından kafasını kaldırıp da bakmadı bile. Zaten işi başından aşkındı.
“Küçükhanım?”
Küçükhanım mı! Bu ne küstahlıktı böyle! Bu münasebetsiz de kimdi! Mine, bir hışımla başını kaldırdı ama o kadar, devamını getiremedi. Karşısında üç polis duruyordu. Bir anda hiç beklemediği bir şeyle karşılaşmanın şaşkınlığını yaşıyordu. Nutku tutulmuştu, trak gelmişti, dumurlardaydı. Zaten polisten korkar, onları aklı erdiğinden beri hiç ama hiç sevmezdi. Polis demek ya belâ demekti, ya felâket.
Mine’nin yüzünün allak bullak olduğunu gören Çiğdem, meslektaşının önüne geçip kızın karşısında dikildi.
“Merhaba. Ben, cinayet masasından memur Çiğdem.”
Cinayet lafını duyan Mine, az öncekinden bin beter olmuştu. Zangır zangır titreyen elini Çiğdemin kendisine uzanan eline uzattı.
“Patronunuz burada mı?”
Mine, başını salladı.
“Kaç kişi çalışıyor burada?”
“Dört.”
“Bu kadar işe dört kişi, ha?”
“Bazen geçici elemanlar geliyor.”
“Patronunuzun odası hangisi?” diye sordu bir memur. Mine, gözüyle kapalı kapılardan birini işaret etti. Memur oraya yöneldi.
“Peki, şu kapının ardında ne var?” diye sordu öteki polis memuru.
“Çekim stüdyosu.”
“Hım” dedi memur. Kapıya doğru giderken “ama şu anda çekim var” diye itiraz eden Mine’yi “olabilir” diye tersleyerek susturdu ve kapıyı açıp resmen içeri daldı.
Çiğdem, hiçbir ünlüyü görememenin hayal kırıklığıyla, orada sırasını bekleyen her yaştan insan topluluğuna baktı.
Çoğu yakışıklı delikanlılar ve güzel, havalı kızlardı. Onlar starlığa oynuyorlardı, diğerlerinin en büyük ideali ve hayaliyse iyi birer karakter oyuncusu olmaktı. Ne umutlarla sabahın köründe gelmiş, ki bir kısmı dünden beri beklemedeydiler, sıranın kendilerine gelmesini kıvranarak beklerken paldır güldür içeri dalan şu üç aynasız yoksa bütün umutlarını tuzla buz mu edecekti?
Çiğdem, onlarca çift gözün kendisine kötü kötü bakmasına bir mana veremedi. “Niye ki?” diye sordu kendi kendine, cevabını bulamadı.
“Adınız neydi?”
“Mine.”
Mine, hâlâ titriyordu. Zaten yorgunluktan geberiyordu, bir de üstüne polis gerginliği binince sinirleri emir memir, telkin melkin dinlemez olmuştu.
“Neden bu kadar heyecanlandınız? Korktunuz mu yoksa?”
“Neden buradasınız?”
“Soruları ben sorarım Mine Hanım.” Bu laf çok hoşuna gidiyordu Çiğdem’in. Yineledi, “soruları ben sorarım. Bütün çalışanlar şu anda buradalar mı?”
“Evet... Yo, hayır.”
“Evet mi, hayır mı?”
“Hayır. Fotoğrafları çeken arkadaşımız bugün gelmedi.”
“Ama içeride çekim yapılıyor dediniz?”
“Yapılıyor. Erguvan Hanım gelmeyince bugünlük yerine Suat arkadaşımız geçti; o çalışıyor.”
“Demek bugünlük?”
“Öyle olmalı. Ahmet Bey’le ne konuştuklarını bilemem.”
O sırada stüdyonun kapısı açıldı ve yüzü düşmüş bir oyuncu adayıyla Suat çıktılar. Polis memuru arkalarından onları takip ederken Suat, ‘Uzun Ömer’ adımlarıyla bekleme salonunu geçti ve Ahmet’in kapısını vurmadan açtı. “Bu ne demek oluyor, Ahmet?”
“Bilsem!” diyen gergin sesi duyuldu Ahmet’in. “Ticari itibarımla oynuyorsunuz memur bey. Şirketimin saygınlığı zedeleniyor. İnsanlar neler düşünecekler, kimbilir!”
“Endişelenmeyin” dedi memur, “zaten televizyon izleyen herkes ne olup bittiğini öğrendi bile.”
“Ne? Televizyon mu? Allah kahretsin! Neler oluyor?”
“Erguvan Terim’i tanıyor musunuz?”
“Evet?”
“O zaman...... başınız sağolsun.”
Herkes bir süre boş boş baktı kaldı. Haber tam anlamıyla şok etkisi yaratmıştı. Sonra yavaş yavaş olayı kavramaya başladılar.
Mine, ellerini kulaklarına bastırmış ileri geri sallanıyor, avaz avaz ağlıyordu.
Suat, kapının pervazına attığı her tekmede ‘olamaz!’ diyerek isyan ediyordu. Boyun damarları parmak parmak dışarı fırlamıştı.
Ahmet, heykel gibi donmuş kalmıştı; tepki sıfırdı.
Çiğdem, bekleyenlere dönerek “durum gördüğünüz gibi arkadaşlar” dedi, “başka bir gün kaldığınız yerden devam edersiniz artık. Güle güle.”
Bekleyenler birbirlerine baktılar. Bir delikanlı çekinerek Ahmet’in odasına gitti.
“Ahmet Bey?”
“Gidin kardeşim” dedi Ahmet, “gidin; ben tek tek telefon edip çağıracağım sizi.”
İnsanlar, ayaklarını adeta sürüyerek, ağır ağır orayı terkettiler.
Çiğdem, “dördüncü eleman nerede?” diye sorunca bir memur dairenin arka tarafına geçti. Az sonra, gözlerini oğuşturarak uyanmaya çalışan Hüseyin’le birlikte diğerlerine katılmışlardı.
giderken
iki yavru köpek gibi
sarıldık birbirimize
titreyerek
ten tene
senden ıradıkça
sığındım sinesine
kan aktı gözlerimden
sessizce
madem
böyle istedin
bundan böyle
ne ben sende
ne sen bende
elveda
herşeyine
- 15 -
Lokman, merkeze vardığında odasına çıkmadan doğruca şifre uzmanlarının çalıştığı bölüme gitti. İçeri girer girmez “x eksi a artı bir eşittir on iki , beyler!” dedi terslenerek. “Siz çözene kadar adam sonsuz işaretine geçecek! Çözün be kardeşim şunu, çözün be!” dedi ve kapıyı vurarak ofisten çıktı.
Bu sapık işin iyice bokunu çıkarmıştı. Şimdiye kadar dilleri bulduğu boşluğa sokuyordu ya, sote yapmak da nereden çıkmıştı? Böyle bir şeyi değil yapmak, aklından geçirmek bile düpedüz çılgınlıktı!
Odasına girdi, ceketini çıkartıp kravatını gevşetti. Önüne bir kâğıt çekti ve başladı yazmaya.
“Çağrı Ünlüerx – e =81. cinayet
Itır Parlarc - 20 = e2. cinayet
Berivan Yorgunx – d + 2 = 43. cinayet
Fikri Şereflioğluc – d = 144. cinayet
Erguvan Terimx – a + 1 = 125. cinayet
Allah altıncısından korusun. Amin.
Şimdi rakamlara bir bakalım, bakalım. Yaz oğlum Lokman. 8 – 20 – 4 – 2 – 14 – 12 ve de 1. Hep çift sayılar. Bir tek şu 1 işi bozuyor. Dur bakayım, hangisindeydi o? Buldum, beşinci cinayette. Neymiş? x – a + 1 = 12. Haaa! O zaman ne oluyor? On iki çift sayı olduğuna göre..... hımmm..... x ya da a, tek sayılı bir rakamdır demek oluyor. Hı? Oluyor mu? Oluyor be! Vallahi de oluyor, billahi de oluyor! Ay, acayip heyecanlandım yav! Çözüyor muyum, ne? İnşallah, inşallah! Sırf şu şifre uzmanlarını bozum etmek için, n’olur, n’olur, n’ooolur çözebileyim! N’olur Allah’ım! Dur bakayım; aynı zamanda x – a = 11 de oluyor.
Oğlum Lokman, çalıştır saksıyı! Bu işi çözsen çözsen sen çözersin aslanım, sen! İyice havaya girdim, ha! Hadi, bu gazla devam edelim.
Ne diyordum? Şimdi a’lı, x’li başka bir tanesini yazalım. A a! A’lı yok başka.x’li ne varmış? Üçüncü cinayet.
x – d + 2 = 4 Yani x – d = 2
Eğer x tek sayıysa d de tek sayı demektir. Neden? Çünkü çıkan çift sayı. Dur bakalım;
x – d = 2 , c – d = 14 ise, c – x = 12 olur. E, ne oldu yani şimdi? Aman be! Kafam büsbütün karıştı! Ne bunlar yav! Bu harfler, bu rakamlar ne yav! Ulan Allah’ın belası manyak! Ulan ruh hastası cani! Ulan aklı ermez ama mabadıyla matematik profesörlüğüne kalkan şeyini şey ettiğimin şeyi şey! Ulan seni bir elime geçireyim de bak! Ulan seni bir elime geçireyim de....”
Kapının vurulmasıyla üzerine yazıp çizdiği kağıda atılıp çekmecesine tıkması bir oldu. Terini silerken seslendi; “gel.”
İçeri giren Osman, “her şey tamam, amirim” dedi. “Emrettiğiniz gibi...” Durdu, dikkatle Lokman’a baktı.
“Amirim, iyi misiniz? Bir şey mi oldu?”
“Yooo, yok bir şey” dedi Lokman. “Sen ne diyordun? Devam et.”
“Çiğdem son maktulün mesai arkadaşlarının ifadesini alıyormuş.”
“İyi.”
“Arkadaşlar delilleri inceliyorlar, amirim.”
“Güzel.”
“Adli tabip raporu birazdan gelir, amirim.”
“Dosya hazır değil yani.”
“Değil, amirim.”
“Bizim raporlar yazıldı mı?”
“Yazılıyor. Kızın sevgilisini aşağıya çektik, amirim. Sorgulama için sizi bekliyoruz.”
“Eh, gidelim o zaman.”
Lokman, masasından kalkarken az önce çekmeceye attığı kâğıdı yanına alıp almamakta tereddüt etti ama sonra vazgeçti. Osman’la odadan çıktılar. Aşağıya inerlerken yol boyunca, “çözeceğim, çözeceğim” diye içinden tekrarladı durdu Lokman. Hırs yapmıştı. “Çözmeyen ne olsun!”.
Koca salon hıncahınc doluydu. Tüm medya bu muazzam günde, bu muhteşem törene yüce Türk halkını da ortak edebilmek için ful kadro oradaydı. Canlı yayın az önce başlamış ve Sayın İçişleri Bakanı, Emniyet Kuvvetleri’nin bu nadide elemanını öve öve göklere çıkarmıştı. Evet, Cinayet Masası’ndan Komiser Lokman Mansuroğlu, üstün zekasıyla şifreleri çözmüş, müthiş sabrı ve dirayetiyle bulguları analiz ederek adım adım ilerlemiş ve inanılmaz organizasyonuyla da seri katili bir böcek gibi sıkıştırıp ezmişti. Evet! Emniyet’in medar-ı iftiharı, çok sayın Komiser Lokman Mansuroğlu, her şeyi ortaya çıkarmıştı ve işte şimdi İçişleri Bakanı’nın uzattığı ödülü alırken, şifre uzmanları olacak o şahıslar, ağızları bir karış açılmış halde hayretler içinde ona bakıyorlardı.
Ne güzel bir görüntü, ne muhteşem bir duyguydu bu ya Rabbim! Heyecanlandı, soluğu hızlandı, tere bulandı.
Onun hiç konuşmadığını farkeden Osman, dönüp amirine baktı. Lokman, soluk soluğaydı, yüzü pancar gibiydi ve şakaklarından ter iniyordu.
“Amirim? Amirim, ne oldu? Kendinizi iyi hissetmiyorsanız.....”
“O da nereden çıktı?” diyerek Osman’ın sözünü kesti Lokman. “Turp gibiyim maşallah, turp! Sen de son zamanlarda amma vesveseli oldun ha! Benim hanımı geçtin yav! Asıl senin neyin var?”
“Yok amirim, yok bir şeyim. Neyim olacak?”
“İyi. O zaman aslanlar gibi iki Türk Polisi olarak, sevgilisinin dilini afiyetle yiyen genci azıcık kusturalım bakalım.”
Sorgu odasında bekletilen Okan acıdan, düşünceden, üzüntüden perperişan haldeydi. Ağlamaktan gözleri şişmiş, yumruk yumruk olmuştu. Sanki o bodyguard cüsseli adam gitmişti de yerine bir çul çaput yığını bırakılmıştı. Çökmüş, öylece bekliyordu.
Kapı açıldı ve içeri Lokman’la Osman girdiler. Okan’ın yüreğini bir el sıkar gibi oldu.
“E, delikanlı” dedi Lokman, “nasılız bakalım?”
“Nasıl olabilirim?” diyerek soruyu soruyla yanıtlayan Okan’ın sesi zor çıkıyordu.
“İfade verebilecek misin?”
Okan, başını salladı. Lokman, sandalyeyi çekip Okan’ın karşısına oturdu.
“Osman, alıcıyı çalıştır. Sonra da hepimize kahve getiriver bir zahmet. İhtiyacımız olacak.”
Osman, teybin tuşuna bastıktan sonra dışarı çıktı.
Lokman, “15 Mayıs, Salı. Saat 20:50. Kesik dil cinayetlerinin beşinci kurbanı Erguvan Terim’in erkek arkadaşı Okan Tutum’un ifadesini almaya başlıyorum. Ben, Komiser Lokman Mansuroğlu. Bu sorgulama sırasında yardımcım memur Osman Kaya da hazır bulunmaktadır.” dedi alıcıya doğru. “Evet Okan, seni dinliyorum.”
Okan’dan bir süre ses çıkmayınca Lokman “evet?” dedi, “konuşmayacak mısın?”
“Şey, komiserim, nereden başlayacağımı bilemedim. Tanışmamızdan mı yoksa onu.... onu... o halde.. buluşumdan mı?”
“İlişkinizle başlayalım. Elimizdeki kayıtlara göre Erguvan Hanım 31 yaşındaymış. Senin yaşın 24. Buradan gir konuya.”
“Ne farkeder ki? Evet, benden yedi yaş büyüktü ama bu, birbirimizi sevmemize engel olamazdı, olmadı da.”
“İşsizmişsin, öyle mi?”
“Ne yazık ki, öyle. Bu zamanda pek yadırganacak bir durum değil.”
“Ne zamandır işsizsin?”
“Beş aydır. Bir yazılım şirketinde çalışıyordum. Kriz, bizim işleri de fena halde baltaladı. Patron da özür dileyerek bize kapıyı gösterdi. Önceleri çok iş aradım ama siz de biliyorsunuz, piyasa berbat; tabii bulamadım. Sonra da vazgeçtim çünkü umudum hiç mi hiç kalmamıştı. Üç ay kadar önce de Erguvan’la tanıştım.”
“Yani tanıştığınızda iki aydır işsizdin.”
“Evet.”
“Nerede tanıştınız? Nasıl?”
Bu sırada gelen Osman, iki kahve bardağını masaya bıraktı. Kendisininkini alıp kenara çekildi ve dinlemeye koyuldu.
Lokman, bardaklardan birini Okan’ın önüne doğru itti. Sigarasını cebinden çıkartıp bir tane yaktı. Sigara paketiyle çakmağı masanın üstüne bıraktı. Saatlerdir nikotinsiz kalan Okan, pakete odaklanmıştı.
“Yak bir tane” dedi Lokman.
Önce inanmaz gözlerle karşısındaki adama baktı Okan. Sonra “sağolun” diyerek adeta atladı pakete. Elleri titreyerek sigarasını yakarken Lokman onu inceliyordu.
Üzülüyordu bu genç için. Sevdiği, sevmese bile üç aydır birlikte olduğu kadını o halde görmek korkunç yıkımlar yaratırdı insanın ruhunda. Psikolojisini bozardı. Kadriye’nin varsayımı geldi aklına; binde bir ihtimal bile olamazdı Lokman’a göre. Bora’nın dediği gibi, yazmıştı Kadriye, iyi de yazmıştı fakat gerçek bu değildi.
“Nerede ve nasıl?” diyerek sorusunu yineledi Lokman.
“Müzisyen arkadaşlardan biri yeni açılacak bir barda çalmaya başlayacaktı. Açılışa davet etti, ben de gittim. Orada tanıştık.”
Gözleri doldu, sesi titredi. Bir nefes daha sigara, bir yudum daha kahveden sonra anlatmaya devam etti.
“Sonraki gün telefonlaştık, akşam buluştuk. Bir hafta kadar böyle sürdü. Bir gece, evine bırakırken içeri davet etti.... Ertesi gün, yanına taşınabileceğimi söyledi... Taşındım.”
“Yani o günden beri Erguvan bakıyordu sana.”
Okan, irkilerek Lokman’a baktı.
“Cevap?”
“Eeee... Bir anlamda, evet. Beraber yaşamaya başladıktan bir süre sonra Erguvan, artık çalışmaya başlamam gerektiğini söyledi. Ben de istiyordum. Evde oturup Erguvan’ın gelişini beklemek, beklerken ev işleriyle uğraşmak, onun bıraktığı parayla alışveriş yapmak, cebime koyduğu harçlıkla dışarı çıkmak ağırıma gidiyordu tabii. Tekrar iş aramaya başladım. Erguvan da bakınıyordu benim için ama bulamadık. İkimiz de kaderimize razı olduk sonunda çünkü elimizden gelen bir şey yoktu. Neticede, bu krizi biz çıkarmamıştık.”
Sustu, sustu ve uzunca bir süre de konuşmadı. Lokman, onu inceliyordu. Anlattıklarını yaşıyor gibiydi delikanlı. Gergindi, çok gergin. Akını ağ gibi saran kılcal damarlar, gözünün yuvasından fırlayıp masanın üstüne düşmesini engelliyordu sanki. Saçı başı karışmıştı, perişandı. İnce yüzünü büsbütün uzun gösteren sakallı çenesini omzuna sürterek kaşıdı. Sonra sürekli çıtlattığı kemikli, uzun parmaklarına diktiği bakışlarını Lokman’a yöneltti.
“Bir sakıncası yoksa...... rica etsem....” dedi karşısındakini kızdırmaktan korkarak, “ bir kahve daha..”
Sözünü tamamlayamadı. Osman, iki adımda tepesine dikilivermişti.
“Burası kahve mi, lan! Nargile de getirtelim istersen! Hergeleye bak sen! Yüz verdik kediye... “ Amirinin bakışıyla sustu. Daha önce durduğu yere gidip aynı pozisyonu aldı.
Lokman’ın içi acımıştı bu gence, ama Osman’ın bu çıkışından sonra kahve getirtmek de olmazdı şimdi. Üstelik kendi kahvesi de bitmişti. ‘Biraz zaman geçsin bari’ diye düşündü. ‘Şimdi olmaz.’
“E, sonra?”
Küçük bir çocuk gibi kesik kesik iç çekti Okan. “Sonra..... sonra gerginlikler, tartışmalar, kavgalar..... Erguvan, giderek aksileşmeye başlamıştı. Eve geldiğinde yemeği hazır, sofrayı kurulu istiyordu. Ev tertemiz, derli toplu olmalıydı. Çamaşır, ütü ve diğer işler işte, hepsi tam, eksiksiz yapılmalıydı. Biri yapılmamış olsa ya da istediği gibi olmamışsa bas bas bağırıyor, ağzına geleni peşpeşe sıralıyordu.”
Anlatılanları dinlerken gözünde canlandıran Lokman, Okan’a acımaktan anında vazgeçmişti. Şimdi suratına sıkı bir yumruk çakmamak için kendini zor tutuyordu. ‘Kişiliksiz pezevenk!’ diye söylendi içinden hırsla.’Gurursuz! Satılık it! Jigolo! Bu salak jigololuğu bile becerememiş be! Boğaz tokluğuna.....! Tövbe tövbe! Karının kölesi olmuş bu be! Yuh! Kalıbına yuh! Gençliğine yuh! Köle Okanura!’
“Sanki kölesi olmuştum” diye devam etti Okan.
Lokman endişeyle irkildi; yoksa yüksek sesle mi düşünmüştü?
“Ben de artık dayanamaz olmuştum. Sabrım tükenmişti. Son zamanlarda hep gitmek istedim ama bırakmıyordu. Kavga ederken kovuyor, ben gitmeye kalkınca da yakama paçama yapışıp bırakmıyordu.”
“Sonra da sevişiyordunuz, problemler halloluveriyordu, ha?”
Okan, gözlerini sımsıkı yumup bir şeyler mırıldandı.
“Ne? Anlaşılmadı. Yüksek sesle konuş.”
“Sadece o istediği zamanlar.”
Lokman sinir içinde masadan kalktı, alıcının tuşuna basıp kapattı. Elleri ceplerinde, küçücük sorgu odasında kocaman adımlarla volta atarak düşünmeye başladı. ‘Tamam, Allah rahmet eylesin, kadın eşek sudan gelinceye kadar dövülecek kadınmış da, dövmek başka, öldürmek başka şey be kardeşim. Bu salağın katil olmadığı besbelli. Şirret, dengesiz bir kadının esiri olacak, onca aşağılanmaya boyun eğecek kadar sünepe, korkak herifin teki; cinayet işlemesi mümkün değil. Fakat öte yandan her ne kadar gerçek bu değil diyorsam da Kadriye’nin teorisini de unutmamak gerek. Bu herif çok iyi oyuncu olabilir ve gerçek sapığa öykünerek, kalan onur kırıntısını kurtarmak için sevgilisini öldürmüş olabilir. Nasıl olsa suç, seri katile yükleneceği için de şimdi karşıma geçip rahat rahat rol kesiyor olabilir. Ama kızın dilini sote yapıp yedi be kardeşim! Nasıl yapar be kardeşim! Hem de bu sümsük! Yok yav, bu değil bir insanı, süne zararlısını bile öldüremez. Hem şahitlerim var diyor. Şahitler düzmece de olabilir. Of! Sıkıldım!
Lerzan ne yapıyor acaba şimdi? Ulan işe bak be! Tam arayı ısıtmışken gene gündüz mesaileriyle gece nöbetleri kuyruk kuyruğa! Sıçarım ben bu şansın içine be! Ah Lerzan! Kuştüyüm benim.... Cırcır böceğim.... Puf böreğim...’
Lokman’ın eli kahve bardağına uzandı.
“Amirim?”
“Ne?”
“Kahve?”
“Kahve.”
Osman kapıdaki görevliye üç kahve getirmesini söylerken Lokman sandalyesini çekip oturdu. Çakmağı aldı, evirip çevirmeye, parmaklarının arasında döndürmeye başladı. Üçü de tek kelime etmeden Lokman’ın elinde devinip duran çakmağa bakıyorlar, üçü de akıllarından başka başka şeyler geçiriyorlardı.
‘Neler oluyor bu adama?’ diye soruyordu Osman kendi kendine. ‘Granit Lokman’a ne oldu? Tamam, aslında göründüğü kadar sert mizacı olmadığını bilirim ya, bu kadar da değil. Bu yufka yüreklilik de neyin nesi? Hani neredeyse şu erkek müsveddesini evlat edinecek! Duygusallık gırtlakta!... Bu değişim neden? Yoksa... yoksa Allah korusun.... hasta da.... gizliyor mu? Hasta? Ölümcül? Dağlara taşlara Allah’ım, dağlara taşlara! Tabii ya, ondan bu kaya gibi adam son zamanlarda pamuk baba oldu çıktı! Başka neden olacak! Ah benim canım amirim. Kıyamam sana. Ay, gözlerim doldu. Arkamı döneyim de görmesin başkomiserim. Ah, ah! Baksana, durduk yerde şakır şakır ter döküyor adam. Hızlı hızlı nefes almalar filan.... Kesin, çok önemli bir sağlık sorunu var amirimin, kesin! Yenge biliyor mu acaba?’
Okan’ın derdiyse bir an önce buradan kurtulmak, özgürlüğüne kavuşmaktı. Sonra da ne edip edecek, Belçika’ya, kuzeninin yanına kapağı atacaktı. ‘Şimdiye kadar durduğum kabahat’ diye düşündü. ‘Salaklığıma doymayayım. Ne var bu memlekette! O kadar oku, et, yıllarca üniversitede dirsek çürüt, kafa yor; sonra Allah’ın andavallıları, iki kelimeyi bir araya getiremeyen cahil sürüsü gelsin başına patron kesilsin, bir de seni beğenmeyip aşağılamalara kalksın. Bu mudur yani? Şu halime bak! Şu başıma gelenlere bak! Ne işim var benim burada? Nezaretdeyim! Sorgulamadayım! Ah Erguvan, ah! Canlından ayrı çektim, ölün ayrı çektiriyor!’ Birden içi cız etti. ‘Seni sevmiştim’ dedi için için, ‘biliyorsun, çok sevmiştim.’ Gözleri dolu dolu oldu.
Lokman ise Okan’ın aklanmasından başka bir şey istemiyordu o sırada. Zaten çözümü yeterince karışık ve zor olan bulmacaya yeni kareler, yeni sorular, yeni karalamacalar eklenmemeliydi.
Kapının vurulup açılmasıyla üçü de düşüncelerinden sıyrılıp içeri girene baktılar; kahveleri gelmişti. Sigaralar yakıldı, kahveler karıştırıldı ve Lokman, alıcının tuşuna bastı.
“Şimdi olay gününe dönelim” dedi. “Anlat bakalım, seni dinliyoruz.”
Sigaranın dumanını üflerken, “son birkaç gündür Erguvanların işleri çok yoğunlaşmıştı” diye anlatmaya başladı Okan. “Patronu, on gün kadar önce çalışanlardan bir kısmına yol vermişti. Dolayısıyla işlerin çoğu Erguvan’ın üstüne kalmıştı.”
“Nereden biliyorsun? Gider miydin iş yerine?”
“Yo, hayır, gitmezdim ama Erguvan hem işten geç çıkmaya başlamıştı hem de eve çok yorgun geliyordu. Öyle yorgun geliyordu ki, bana bulaşacak hâli bile olmuyordu. Gelir gelmez yemek yiyor, bir sigara içip yatıyordu. Bir gün önce, yani olaydan bir gün önce zam istemiş. Patronu kabul etmeyince tartışmışlar. Erguvan, istifa etmiş ama patron, ‘yerine gelecek kişi işleri kavrayıncaya kadar adım bile atamazsın’ demiş. O akşam çok gergindi.”
“Yani ertesi gün, yani olay günü, yani dün işe gitti, öyle mi?”
“Evet, gitti. Aynı günün akşamı arkadaşlar telefon ettiler. Her zaman gittiğimiz yere gideceklermiş. Beni de çağırdılar.”
“Neresi orası?”
“Ferdane..... Beyoğlu, Mis Sokak’ta.... Param yoktu. Daha doğrusu, evin parasından arttırdığım üç-beş kuruş vardı. Öyle, hesap ödeyecek kadar filan değil yani. Arkadaşlar, ‘olsun, sen gel’ dediler. Aslında onlara yük olmak istemiyordum fakat öyle bunalmıştım ki!... Evi topladıktan sonra çıkıp bara gittim. Gider gitmez de Erguvan’a mesaj çektim, işi bitince o da gelsin diye.”
“Aradı mı?”
“Hayır.”
“Mesaj?”
“Hayır. Ben aradım.”
“Saat?”
“Tam bilemiyorum. Galiba onbiri geçiyordu.”
“Kaç?”
“Efendim?”
“Onbiri kaç geçiyordu? Yani tam olarak saat kaçtı?”
“Hatırlamıyorum. Sanırım onbirle onbirbuçuk arasıydı.”
“Devam et.”
“Aradım. Yine cinleri tepesindeydi; bağırdı, çağırdı.”
“İşde miydi?”
“Hayır. Taksideydi. Eve gidiyormuş.”
“Demek taksideydi. Eve hep taksiyle mi dönerdi?”
“Genellikle.... Geç çıkıyordu işden.”
“Sen gidip almıyor muydun?”
“Birkaç kez teklif ettim. Bu parasızlıkta haftanın üç, dört günü taksiye binmenin israf olduğunu söyledim ama söylediğime de söyleyeceğime de bin pişman etti beni. Ben kim oluyormuşum da...... İşte, öyle..... Bir sürü hakaret.... Benim gidip işden almamı da istemiyordu çünkü saat kaçta çıkacağı belli olmuyordu. O süre zarfında işyerinde ayağının altında dolaşmamı ya da bekçi köpeği gibi kapıda beklememi istemediğini söyledi.”
“Duraktan mı binerdi taksiye?”
“Bilmiyorum. En ufak bir fikrim yok.”
“Hep Taksim’den mi gelirdi? İş yeri Taksim’e yakın.”
“Erkence çıktığı zamanlar alışveriş yapardı ya da vitrin bakardı. O zamanlar Galatasaray’dan da geldiği olurdu.”
“Anlaşıldı. Peki Okan, iyi düşün bakalım, telefonda başka bir şey söyledi mi?”
Okan’ın, Erguvan’la şoför arasında geçen o abuk sabuk konuşmayı anlatmaya hiç niyeti yoktu. Fincanın dibinde kalan soğumuş son yudum kahveyi de içtikten sonra “hayır” dedi, “hatırlamıyorum.”
O sırada kapı vuruldu ve içeri elinde bir dosyayla Çiğdem girdi.
“Geldim amirim.”
“Tamam mı?”
“Evet amirim.”
“İyi. Masama bırak. Bir yere ayrılmayın, toplanacağız.”
“Emredersiniz.”
“Gidebilirsin. Osman, sen de.”
“Emredersiniz amirim.”
Çiğdem ile Osman’ın odadan çıkıp kapıyı kapatmalarını bekleyen Lokman, “bak oğlum,” dedi, “bu telefon görüşmesi senin için de, bizim için de çok önemli. Bizim için önemli çünkü her cümle, her kelime, her hece, kulağına gelen her ses ipucu olabilir. Özellikle taksi ve şoförüyle ilgili olanlar.... Senin için iki açıdan önemli; bir, sevgilinin sesini son kez duyduğun görüşme, onunla son konuşman. İki, aklanmanı sağlayabilecek bir şeyler çıkabilir. Anladın mı?”
“Aklanmam mı! Ama efendim...” diyerek suçsuzluğunu anlatmaya başlamak isteyen Okan’ı susturan Lokman, “Şimdi tek kelime istemiyorum. Seninle tekrar konuşacağımız zamana kadar çok iyi düşün. Her şeyi saniye saniye düşün; hatırlaman, verilen bu zamanı çok iyi değerlendirmen gerekiyor. Son şans.”
“Ama?.. Ama?...”
Okan’a cevap vermek bir yana yüzüne bile bakmayan Lokman, alıcının tuşuna basarken zanlıyı nezarete götürmek üzere görevliyi içeri çağırdı. Kendisi de artık yukarı çıkıp Erguvan’ın mesai arkadaşlarının ifadelerini okuyabilirdi.
- 16 -
Oturduğu yerde ter ter tepiniyordu Şerife Hanım; “seyirciye sorma be kızım, seyirciye sorma! Kafadan atıyor onlar! Vazgeç, kullanma jokerini!”
“Bilemiyorum” dedi yarışmacı bayan, “sanki doğru yanıt c şıkkıymış gibi geliyor ama... bilmem ki.... seyircilere sorsam... acaba?...”
“Bak, gördün mü, sen de güvenemiyorsun onlara! Lerzan! Lerzaaan!”
Salona giren Lerzan, “ay, bağırmasana anne! Çocuklar uyanacak!” diye çıkıştı.
“Bağıran kim? Asıl o oyuncu kadın gelince onun ciyaklamalarına uyanırlar benim güzel torunlarım.”
“Of anne! Ne var, neden çağırdın beni?”
“C mi, c mi?” diye sorarken bir yandan da televizyonu işaret ediyordu Şerife Hanım.
“Ne bileyim ben canım c mi, b mi, ne?”
O sırada “son kararınız mı?” diye sordu sunucu.
“Son kararım.”
Ve c şıkkı renklendi.
Şerife Hanım, yarışmacı koltuğunda oturan sanki kendisiymiş gibi heyecan içindeydi. Farkında olmadan elini kalbinin üstüne bastırmış, televizyonun içine girecek gibi öne eğilmiş, o sinir bozucu gürültünün bitmesini ve yeşili görmeyi bekliyordu. Tam o sırada reklamlar yayına girince dayanamayıp elinde didikleyip durduğu mendili ekrana doğru fırlattı.
“Hay boyu posu devrilesiceler! Gene mi reklam!”
Lerzan, yerden mendili alıp annesine uzatırken “iyi ki elinde başka bir şey yoktu” dedi hayli bozuk bir sesle. Şerife Hanım, cevabı yapıştıracaktı ya o sırada çalan zille Lerzan, kapıyı açmak üzere salondan çıktı. Arkasından seslenerek laf yetiştirmenin de hiç alemi yoktu doğrusu. “Üf! Azıcık daha geç gelseydi olmazdı sanki! Şimdi onun anlattıklarını da, yarışmayı da doğru dürüst takip edemeyeceğim. Amaaaan!”
Derya ile Lerzan sarmaş dolaş salona girdiler. Derya, “ay, teyzeciğim de buradaymış” diye bağırarak Şerife Hanım’ın üstüne atılıverince kadıncağız az daha tıkanıp gidecekti. Alkol, parfüm, sigara ve ter kokuları birbirlerine karışmış, Derya’yı üstündeki elbiseden daha çok sarmıştı. Soluk alabildiğinde “hoş geldin” dedi Şerife Hanım ve başka da bir şey demeden gözünü televizyona dikti. Reklamlar süresince de damadının ne kadar haklı olduğunu, Lokman’a yakalanmadan şu Derya kâbusundan kurtulurlarsa ilk iş olarak pencereleri ardına kadar açıp evi bir güzel havalandırması, sonra da kızının kafasını kırması gerektiğini düşündü.
Bu arada Lerzan’la Derya kikirdeşiyorlar, birağızdan konuşuyor, birbirlerini kesinlikle dinlemiyorlardı.
Reklamlar bitti ve Şerife Hanım ultimatomu çekti; “tek tek ve alçak sesle konuşun! Çocuklar uyanacaklar!” Ama hemen arkasından öyle bir bağırdı ki değil torunları, yedi mahallenin tüm uyuyanları garanti uyanmıştı. C şıkkı yeşermiş ve yarışmacı kız otuziki milyar Lira kazanmıştı. Heyecan içinde yeni soruyu beklerken oto alarmı çalmaya başladı, yani yarışma bitti.
“E, anlat bakalım” diyerek Derya’ya döndü Şerife Hanım, “oyunculuktan zengin oldun mu bari?”
“Ah, nerede o günler? Ne zengin olabildim, ne de zengin koca bulabildim teyzeciğim. Ama bugün bir anlaşma yaptım. Büyük bir ihtimalle çok uzun sürecek bir dizide oynayacağım. Rolüm de fena değil, ama Ah Lerzan, hepsinden önemlisi...” Sözünün gerisini getirmeden sustu, Lerzan’a manalı manalı baktı. Lerzan, arkadaşının özel ve güzel şeyler anlatacağını anlamıştı. Yine aşk meşk durumları vardı besbelli. Zira Derya’nın gözleri elmas gibi parıl parıl parıldıyordu.
Lerzan, “anneciğim,” dedi yumuşacık, “bizim yüzümüzden uykusuz kalma. Hadi, yat istersen.”
“A a! Ne diye yatacakmışım?” diye diklendi Şerife Hanım, “Daha bunamadım kızım! Uykumun gelip gelmediğini anlayabiliyorum Allah’ıma bin şükür. Yatmak istediğim zaman yatarım!” Sonra Derya’ya döndü; “e, lâfın yarım kalmıştı, neymiş bakalım o hepsinden önemli olan?”
“E, şey teyzeciğim, Perşembe günü motor diyoruz da...”
“Gerçekten mi?” diyerek atıldı Lerzan.
“Vallahi diyorum. Önce ben de inanamadım. Daha önce de anlatmıştım ya sana, bir iş çıktığında aylarca bekler dururuz başlasın diye; ya neden sonra başlar, ama anlaştığın para pul olmuştur, ya da bir daha o işin lâfı bile edilmez. Bugün elime senaryo verilip de ‘perşembeye sette görüşürüz’ denilince kulaklarıma inanamadım. Sevinçten bayılacaktım vallahi. Her şey hazırmış meğerse. İnanabiliyor musun? Mucize! Mucize!”
“Ah, canım” dedi Lerzan sevinçle, “hayırlı olsun.”
“Sağol. Kız Lerzan, şeytanın bacağını kırıyor muyum, ne?”
“İnşallah canım, inşallah.”
“Esas oğlan kim?” diye sordu Şerife Hanım manalı manalı.
“Ahmet Bey. Ahmet Akın.”
“O da kim? Hiç duymadım. Koftiden cön, ha?”
“Yok canım, koftiden olur mu hiç! Nasıl anlatayım şimdi.... Hani eskiden mankendi. Şimdi ajansı var. Ya, hani geçen hafta magazin programlarına çıkıp durdu ya; popçu Nil’le aşk mı yaşıyorlarmış ne, o işte.”
“Ay, ben de Kadir ya da Tarık filân sandımdı. Ya da şu kurutemizlemeci adam. Kız, neydi adamın adı? İlhan mı, İhsan mı?”
“Âlem kadınsın ha Şerife Teyze. Haluk Bilginer’i diyorsun sen.”
“Ha, ha, o işte. Haluk, Haluk!”
“Babasının oğulları ya” diyerek bastı kahkahayı Lerzan, “isimleriyle hitap ediyor. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmez de.... İlâhi, anne!”
“Ne olmuş! Senden mi öğreneceğim nasıl konuşacağımı! Tüh! Keşke o olaydı. Pek severim, pek.”
“Nerede bizde o şans be teyzem ama başrol oyuncusu kim olursa olsun, pek de umurumda değil açıkcası. Ben kendi işime, alacağım paraya bakarım.”
“Doğru diyorsun” diyerek arkadaşına hak verdi Lerzan. “Nasıl, bari iyi para veriyorlar mı?”
Derya’nın omuzları düşüverdi. “Aslında önce pilot çekim yapılacakmış.”
“O da ne demek?”
“Yani, önce bir veya birkaç bölüm çekiliyor. Yapımcı, televizyona götürüyor. Seyredip beğenirlerse yayınlıyorlar. Raytinge bakıyorlar, iyiyse devam ediliyor. O zaman para çıkartıyor kanal.”
“Yani?”
“Yani, herkes değil ama benim gibi ikinci, üçüncü derece rol alan oyuncular genellikle para almazlar bunlardan. Eğer televizyon kanalı kabul ederse alabiliriz ancak.”
“Hadi be! E, emeğin ne olacak?”
“Ya hava olacak, ya da deve. Avucumuzu yalayacağız anlayacağın. Ay, n’olur Şerife Teyzeciğim, dua et de şu iş olsun. Vallahi adaklar adadım.”
“Olur kızım, olur, ederim” dedi Şerife Hanım iç çekerek. “Ama sen bir ara Telli Baba’ya gidip helâl süt emmiş bir koca bulmak için adak adasan daha iyi olacak gibime geliyor. Bu işlerde iş yok besbelli.”
“Aman anne!” diyerek karşı çıktı Lerzan, “ne yapacak kocayı? Bak, benim var ama hani, nerede?”
O sırada telefon çalınca üçü birden yerlerinden zıpladılar.
“Kocanı mı soruyordun kızım? A ha, işte burada.” dedi Şerife Hanım, “duydu bütün dediklerini. Duydu da aradı. Oh olsun!”
“Saçmalama anne!”
Telefona doğru giderken “ne olur Deryacığım, sesini çıkartma. Senin burada olduğunu anlarsa, vallahi gelip ikimizi de paralar” diye adeta yalvarıyordu Lerzan.
“Ay, ne oluyoruz canım! Fena halde bozuluyorum vallahi! Bilen bilmeyen de beni E 5 de iş tutuyorum sanacak! Ne yapıyorum ben? Ne yapıyorum! Alnımın teriyle para kazanacağım diye şeyim çıkıyor benim burada! Lokman Abi’nin bu tavrı çok ama çok ağırıma gidiyor Lerzan, bilesin!”
“Biliyorum hayatım. Çok da haklısın. Benim kocam da böyle bir adam işte Deryacığım. Çok özür dilerim. Çok özür dilerim ama ne olursun şimdi sus.”
Derya’nın gözyaşları yanaklarından süzülüp dekoltesinden göğüslerine inerken Lerzan telefonu açtı.
“Alo? Ah canım, sen misin?... Geç mi açtım? Tuvaletteydim... Hı?.. Annemle çocuklar uyuyorlar. Ben de yatmak üzereydim. Ne zaman geleceksin tatlım?... Belki yarın mı? Ama Lokman!.. Peki, peki tamam. Sana da canım, sana da..... Kolay gelsin. Güle güle.” Telefonu kapatıp arkadaşına baktı. “Gelmeyecekmiş. Hoş, biliyordum ya zaten... Bu gece bizde kal istersen.”
“Olmaz!” diye atıldı Şerife Hanım, “olamaz! Sen onun gelmeyeceğim dediğine ne bakıyorsun! Sağı solu belli olur mu hiç! Ya kalkıp geliverirse! Hem gelmese bile, çocuklar sabah Derya’yı görmeyecekler mi? Görecekler. Çocuk kısmının ağzında laf durmaz kızım. Boşa mı demişler ‘çocuktan al haberi’ diye?”
“Doğru söylüyorsunuz” dedi Derya gözyaşlarını silerken, “birazdan kalkar giderim ben.”
Bir süre Lerzan, arkadaşının boynuna sarılıp özür dileyip durdu, Derya da “tamam, tamam, üzülme” diyerek onu teselli etti. Bu arada Derya, “sana muhakkak anlatmam gereken bir şey var” diye fısıldadı kulağına. “Benim de” dedi Lerzan arkadaşının saçlarının arasına doğru. “Benim de.” Evlilik yıldönümü fiyaskosunu anlatmak için sabırsızlanıyordu.
Onların bu halinden içine fenalıklar gelen Şerife Hanım, hiç merak etmemesine rağmen sırf konu değişsin diye sordu; “kadın kim peki?”
Birbirlerinden ayrılan kadınlar hayretle Şerife Hanım’a baktılar; “hangi kadın?”
“Esas kadın canım. Şu manken eskisiyle oynayacak olan kadın.”
“İnanmayacaksınız, ama Nil Hanım.”
“Hangi Nil ayol?”
“Popcu Nil.”
“A, adamın sevgilisi.”
“Yes. Aynen şekerim. Adam resmen şart koştu. Kulaklarımla duydum. Şirketteyken Koray abi, yani yapımcımız, başrol için birkaç kişiyle konuştu fakat anlaşamadılar. Sonra Hakan, yani görüntü yönetmenimiz” -bu arada Şerife Hanım’a göstermeden Lerzan’a göz kırptı- “Ahmet Akın’ı önerince hemen cep telefonundan aradılar. Adam, şimdi müsait olmadığını, akşam Böcek Bar’a gelmeye çalışacağını söylemiş. Ben, Hakan, Koray abi, birkaç oyuncu daha, hep beraber Böcek Bar’a gittik akşam. Yönetmen kadın da geldi ya, çok az oturup gitti. Neyse, epey bir zaman sonra Ahmet Bey teşrif ettiler.”
“Nasıl bir adam?” diye merakla sordu Lerzan.
“Hoş, yakışıklı, karizmatik bir tip ama biraz sinirli galiba. Eğer her zaman bu akşamki gibi gerginse çekeceğimiz var demektir.”
“Deme be! Tüh! E, sonra?”
“Adam, Nil oynamazsa ben de oynamam, dedi. İyi mi! Koray Abi’nin de işine geldi galiba, oracıkta anlaşıverdiler. Senaryolar verildi, şerefe kadehler kaldırıldı filan. Geyik muhabbeti başlayınca ben kalktım.”
“Hayırlısı olsun Deryacığım. Kahve yapacağım. Anne, ister misin?”
“Yok, yatacağım” diye yanıtladı Şerife Hanım yerinden doğrulmaya yeltenirken, Derya gitmeden gözünü kırpmayacağını bile bile. “Hadi, iyi geceler.”
Kahveler içilip fal için kapatılan fincanların soğuması beklenirken Lerzan, Derya’nın önerileriyle planladığı kutlama gecesinde olanları, ardından da Derya, Hakan’ı anlattı Lerzan’a. Fincanlar açıldı, fallar bakıldı; kalabalıklar görüldü, haberler, kısmetler görüldü yol ağızlarında, aylar doğdu hanelere, kocaman yılanlar dolandı çevrelerinde, yürekler kabardı, sevinç gözyaşları aktı tabağın kenarından.... Her zamanki haller görüldü çıkan fallarda. Sonunda Derya’nın bildiği medyum falcıya gitmeye karar verilip vedalaşıldı tüm iyi dileklerle.
Kızı yattıktan sonra usulca kalktı yatağından Şerife Hanım, camı çerçeveyi açtı. Salonu havalandırırken Lokman’a yakalanmadan bunu da atlattıkları için Allah’a şükrediyordu.
- 17 -
Lokman, daha önce yazıp çizdiği cinayet listesini çekmecesinden çıkartmış dalgın dalgın harflere ve rakamlara bakıyordu. Yorgundu. Aklı bulanıktı. Bir türlü düşüncelerini toparlayamıyor, kendini işine veremiyordu. Bir ağırlık basmıştı üstüne; hani direnmese anında uyuyup gidecekti. “Dalarsam var ya” diye düşündü, “rezillik! Biri içeri girip de makam koltuğumda uyuduğumu görürse var ya, işte o zaman yandığımın resmidir.”
Bu endişeyle uykusu açılır gibi oldu. Bir sigara yaktı. Kâğıdı önüne çekti. Katile sunturlu bir küfür yolladıktan sonra gönlünü yelpazelemiş olmanın verdiği ferahlıkla başladı çalışmaya. “Evet. Ne yazmışız buraya? Çağrı Ünlüer8+e=a-b 1. cinayet
Tarihleri de yazalım bakalım. Gerçekten rakamlarla tarihler aynı mı görelim. Osman’a o kadar söyledim şunları karşılaştır diye ama nerede.... Aklı bir karış havada son zamanlarda. Neyse oğlum Lokman, kendi işini kendin yap, yaz bakalım.
Çağrı Ünlüerx – e = 81. cinayet15 Ocak
Itır Parlarc – 20 = e2. cinayet 5 Mart
Berivan Yorgunx – d + 2 = 43. cinayet16 Nisan
Fikri Şereflioğluc – d = 144. cinayet14 Mayıs
Erguvan Terimx – a + 1 = 125. cinayet14 Mayıs
Sekize onbeş, yirmiye beş, dörde ve ikiye onaltı, ondörde ondört, oniki ve bire ondört. Hiçbir ilgi ve alaka yokmuş yav! Bir tek dördüncü cinayette rakam ve tarih tutuyor. O da tesadüf besbelli. Osman araştıracak da... Hasan ölecek, şeyi gülecek. Tövbe tövbe!
E, ne oldu yani şimdi? Bu bilgi benim ne işime yaradı? Ne bileyim ben be kardeşim! Üf ya! Üf! Üf! Keşke şimdi evde olsaydım, olsaydım da pamuk helvamın koynunda yatsaydım. Oh yumuşacık, ılık ılık. Ya da alev alev, ateş topu! Ulan, ne bok yemeye izinleri kaldırdım sanki! Şimdi ben eve gideyim, siz kalın denmez ki çocuklara da!”
Zile bastı. İçeri giren görevliye, “bir koyu kahve getir oğlum” diye emretti. “Ha, bir de Osman’a söyle, gelsin.”
“Başüstüne, amirim.”
Çiğdem’in masasına bıraktığı dosyayı açtı ve Erguvan Terim’in mesai arkadaşlarının ifadelerini bir kez daha gözden geçirmeye başladı. Sekreter kızın ifadesi bayağı enteresandı. Son fotoğraf çekimi, Erguvan’ın adamla eğlenmesi filan. Şu Hüseyin de de bir gariplik vardı sanki. Maktulun taksiye bindiğini de görmüştü sekreter kız ama plakasını almak aklına bile gelmemişti tabii haklı olarak. Niye alsındı ki? Şu patron Ahmet...... Sevgilisiyle maktul arkadaşlarmış. Ne kadar yakın arkadaş? Sırdaş olacak kadar? Ya da dertleşecek kadar? Sıradan?
Suat? Boşver Suat’ı.
Kapı vuruldu ve önde Osman, arkada tepside iki fincan kahve getiren görevli içeri girdiler. Fincanlar bırakılıp da adam dışarı çıkıncaya kadar Osman’la Lokman tek kelime etmeden birbirlerinin gözbebeklerine biri diğerini anlamaya çalışarak, öteki berikine anlatmaya can atarak baktılar, bakıştılar. Osman’ın sarı-kara yüzü allak bullaktı
“Ne oldu?” diye sordu Lokman, çok kötü bir haber almaktan korkarak. “Oğlum, ne oldu sana? Rengin gitmiş, betin benzin atmış, titriyorsun? Otur şöyle, otur.”
“Amirim” dedi boğuk boğuk, “iyi değilim.”
“Görüyorum oğlum” dedi Lokman şefkatle, “neyin var?”
“Amirim.....”
“Çekinme evladım, söyle. Neyin var? Ne oldu?”
“Amirim..... ben....”
“Ne?”
“Öpüşemiyorum.”
Lokman, o kadar şaşırdı ki, bir şey diyemeden Osman’a bakakaldı. Osman, başı eğik köstür köstür oturuyor, kafasını kaldırıp amirinin yüzüne bakamıyordu.
“Ne dedin Osman? Yanlış mı duydum? Yanlış mı anladım oğlum? Ne dedin?”
“Amirim, lütfen kızmayın ama doğru duydunuz efendim; öpüşemiyorum.”
Alçacık sesle “cehennemin dibinde öpüş Osman” dedi amiri, “Cehennemde zebanilerle öpüş inşallah! Biz ne derdindeyiz, sen ne derdindesin yav! Kafayı mı yedin yav! Delirdin mi yav? Bu nasıl bir şey böyle yav!”
“Çok vahim bir şey amirim. Üstelik bir ben değilim bu durumu yaşayan.”
“Ne diyorsun sen? Başkaları da mı öpüşemiyormuş? Bana ne be! Bana ne! Bu yaştan sonra işi gücü bırakıp size öpüşme derslerimi vereceğim? Bana ne! La havle yav! La havle! Başka kim ?”
“Kadriye ve Bora, amirim.”
“Kadriye ve Bora mı? Tövbe estağfurullah! Tövbe estağfurullah! Başka?”
“Başka var mı bilmiyorum amirim.”
Derin bir iç çekişten sonra “anlat bakalım” dedi Lokman, “bir Güzin Ablalığınızı yapmadığım kaldıydı başımın belaları; onu da yapalım bari. Anlat bakalım.”
“Dedim ya amirim, öpüşemiyorum..... Dudaktan...... Yani... içim kalkıyor amirim.”
“İçin mi kalkıyor? Bu nasıl iş be oğlum? Şey, sorması ayıp, kız arkadaşının ağzı... dişleri filan.. hı? Hani öyleyse o kızı sepetler, temiz pak başkasını bulursun, olur biter.”
“Yok komiserim, öyle değil. Sorun aklıkta paklıkta değil ki; bizde. Az önce Borayla Kadriye tartışıyorlardı koridorda. Bora’nın ‘ne yapayım, elimde değil, içim dışıma çıkıyor Kadriye’ dediğini duyunca dikkat kesildim. Kadriye, ‘benim de ama ben üstesinden gelmeye çalışıyorum. Senin gibi ağzının içine öğürmüyorum’ deyince Bora arkasını dönüp yürüdü gitti. Peşinden koştum, konuştuk. Onların da benimle aynı problemi yaşadıklarını öğrendim amirim. Öpüşemiyorlar... Öpüşemiyoruz! Ne olacak bizim bu halimiz komiserim? Vallahi ayrılacak Müge benden, amirim.”
“Müge de kim?”
“Manitam. Şey, afedersiniz... Kız arkadaşım, amirim.”
“Kız arkadaşın mı? Sen bizim Çiğdemle aganigi saganigi değil miydin yav?”
“Yok efendim, dağlara taşlara.”
“Deme öyle, deme; Çiğdem iyi kızdır. Neyse, konumuza dönelim. Demek öpüşürken miden bulanıyor. Ne zamandan beri Osman oğlum?”
“Dünden beri amirim.”
“Boraların da mı dünden beri?”
“Evet amirim.”
“Allah Allah... Beraber bir yere yemeğe filan mı gittiniz de yediğiniz bir şey bozdu diyeceğim ama neden bir tek öpüşürken...... A, a, aaaa! Anladım! Sote! Evet, sote!”
“Aynen, amirim.”
“Dil sote... Dil... Öpüşürken.... Tabii ya... Yav, dili devreye sokmasanız?”
“Olur mu amirim öyle, yavan yavan. Yani, özür dilerim amirim ama...”
“Anladık, anladık! Azgın herifler! De, şimdi benim aklımı kurcalayan başka bir şey var Osman oğlum.”
“Buyurun amirim.”
“Dün başladı bu bulantılar demiştin, değil mi?”
“Evet efendim. Dünden bu yana durum berbat.”
“Birazdan daha berbat olacak evladım. Söyle bakalım sen şimdi bana, bu Müge denilen kız bizden biri mi?”
“Hayır, amirim.”
“Peki, dünden beri hiç eve gittin mi?”
“Hayır amirim, nasıl gideyim? İkinci emre kadar izinleri kaldırdınız ya!”
“Hah! Ben de onu diyorum işte! Sen ne ara manitanla buluştun da öpüş kokuş yapacak zamanı buldun, ha? Ben size her saniye burada olun demedim mi! Ben seni bir yere gönderdim mi! İki gündür anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelmedi mi! Daha yeni tepeden fırça yemedim mi! Ben burada basur olmuşum, beyler karı kız peşinde! Öpüşemiyorlarmış! Vah vah! Öpüşemeyin! Oh olsun size! Beter olun!”
Lokman, bağırmaktan nefes nefese kalmıştı. Osman, zavallı, geldiğine geleceğine, anlattığına anlatacağına çoktan bin pişman olmuştu bile. O sanmıştı ki, amiri bir ağabey gibi olaya yaklaşacak, dinleyecek, yol gösterecek, teselli edecekti ama karşısında oturan adam, anasına bacısına sövülmüş gibi köpür köpür köpürüyordu. En iyisi sıvışıp çıkmaktı bu odadan ama nasıl? Bir iki kıpırdandı oturduğu yerde. Her dakika çalan telefon da şimdi sanki dilsiz kesilm.... Yine mi dil kardeşim ya, yine mi dil! Midesi kabarmaya başlayınca iki eliyle ağzını kapatıp yerinden fırladı. Bir yandan da sesler çıkartarak durumunu anlatmaya çalışıyordu amirine. Lokman, eliyle git işareti yapınca kendini nasıl kapıya attığını bilemedi Osmancık.
Arkasından baktı kaldı Lokman. Memurlarının kaçamak yaptıklarına kızmıştı ya, durumlarına da çok üzülmüştü. Sabah ilk iş doktorla konuşmak olsun diye düşündü. Kendini düşündü sonra. Gençken o da etkilenirdi olaylardan. “Kaşarlandık artık. Bizi ırgalamıyor” dedi kendi kendine gülerek.
Saate baktı, gecenin ikisini geçiyordu. Yatağı gözünde tüttü. Derin bir iç çekişle ceketini aldı, odadan çıktı. Çıkmasıyla da Çiğdem’le burun buruna gelmesi bir oldu. Çiğdem’in gözleri ışıl ışıldı, heyecanlıydı.
“Hayırdır?”
“Buldum amirim, buldum!”
“Neyi buldun kızım?”
“Odanızda konuşabilir miyiz amirim?”
“Elbette. Gel bakalım.”
Gerisin geriye odasına giren Lokman masasına geçip oturdu. Çiğdem kıpır kıpırdı, yerinde duramıyordu. Devamlı hareket halindeydi ama gözleri Lokman’ın gözlerine sabitlenmişti.
“Eeee?” dedi Lokman, “anlat bakalım, ne buldun?”
“Galiba katili, amirim” diye fısıldadı Çiğdem.
“Ne!”
“Vallahi, billahi amirim.”
“Kızım anlatsana! Fıtık etme adamı! Kim? Taksi şoförü mü?”
“Hayır amirim, o değil. Aklandı adam. Biraz sekreter Mine’nin ifadesinden yola çıkarak ama en çok da kızın sevgilisinin sonradan hatırladığı bir detayla bulduk arabayı da şoförü de. Katil değil adam. Başkası.”
“Emin misin?”
“Evet.... Galiba... Bilmiyorum, amirim.”
Lokman yerinden fırlayarak öyle bir bağırdı ki, Çiğdem az daha bayılıyordu.
“Gelişmelerden neden benim haberim yok! Kafana göre hareket etme, bilgi saklama hakkını kim verdi sana, ha! Kim! Bak, bu sana son ihtarım Çiğdem! Bu itiatsizlik tekrarlanırsa gideceğin yol uzun olur, ona göre!”
Çiğdem takdir edilmeyi beklerken böyle azarlanınca deveden düşmüşe dönmüştü. Gözlerinden akan yaşlara bir türlü engel olamıyordu.
“Ama amirim...”
“Aması maması yok Çiğdem! Aması maması yok! Bu yaptığın..... Bu yaptığın.... Yav, senin yediğin boku değil testere, hızar kesmez be! Ne akla hizmet, yav! Çıldıracam yav! Tövbe, tövbe! Tövbe, tövbe! Diğerlerinin haberi var mı? Olsa n’olacak zaten; al birini vur ötekine! Densizler timi! Sana bir soru sordum! Haberleri var mı?”
“Hayır amirim, yok. Onlarda ...”
“Ne?”
“Yanlış anlamayın ama... onlarda sanki.... bir gariplik var gibi. Söyleyemedim. Amirim, beni yanlış anladınız. Ben istedim ki, bir şeyleri çözüp öyle size...”
“Bu durumda, şu an itibariyla katilin kim olduğunu senden başka bilen yok, öyle mi?”
“Var amirim, olmaz olur mu!”
“Var mı! Sen bana söyleme, ekip arkadaşlarına anlatma, git elalemlere öt! Deli olucam yav! Ya sabır! Ya sabır!”
“Ben kimseye bir şey söylemedim ki amirim.”
“Söylemedin de nereden biliyor o bilen, ha! Hem kimmiş bakalım o?”
“Katilin bizzat kendisi.”
“Ne! Allah’ım aklımı koru, ya Rabbim!”
Bir sigara yakıp derin derin içine çektikten sonra “bir zahmet söyle de artık biz de bilelim bari.” dedi koltuğuna çökerken.
Çiğdem, masa üstünden amirine doğru uzandı, kaşını gözünü oynatarak fısıldadı; “o adam.”
“Hı? Hadi ya.... Deme.... Vallahi bravo Çiğdem. Tebrik ederim kızım. Seninle gurur duyuyorum.”
“Sağolun amirim. Adamı buldum amirim. Hani artist olmak isteyenler var ya amirim, işte onlardan biri. Hani en son fotoğrafı çekilen adam var ya, işte o efendim. Katil o. Beyoğlu Emniyeti’nden arkadaşlar da, sağolsunlar, fotoğrafı da, adresi de getirdiler amirim. Emrinizi bekliyorum amirim.”
“Ne yapmak için?”
“Adamı enselemek için.”
“Neye dayanarak? Orada fotoğraf çektirmek suç mu! Neye dayanarak alacaksın adamı Çiğdem? Neyle suçlayacaksın?”
“Ama amirim, sekreterin ifadesinde yazılı; maktul, eve dönerlerken sekretere, adamla eğlendiğini söylemiş. Zaten normalden fazla kalmışlar içeride.”
“Eğlence, böyle bir cinayet nedeni olabilir mi? Bana göre hayır. Bir de şu var ki, hepiniz, bunun münferit değil seri cinayetlerin bir halkası olduğunu unutuyorsunuz. Kaldı ki, adam gelip fotoğraf çektiriyor. Salak mı bu? Geri zekalı mı? Hayır. Cinayetlerine bakarsan cin gibi eşşoğlueşşek. Üstelik doldurduğu formda elyazısıyla bir sürü ipucu veriyor, imza atıyor, adres, telefon numarası bırakıyor. Hiç aklın kesiyor mu allasen Çiğdem? Yani Çiğdemciğim, kısaca, çuvalladın.”
“İnanmıyorum.”
“İster inan, ister inanma ama çuvalladın. Sen yine de üzülme. Bu işlerde tecrübe gerekli. Bak, diyelim ki adam Erguvan’ı önceden tanıyordu. Öyle ya, evini mevini nereden biliyor, değil mi? Üstelik kapı kurcalanmamış. Yani bu cinayet seri katilin işi değil mi? Adam eski sevgili filan mı? Cinayet de, Kadriye’nin şu aşağıdaki zavallı için söylediği gibi, seri katilin üstüne yıkmak için mi öyle işlendi? Sorular çok Çiğdemciğim. Önemli olan doğru yanıtları bulmak. Adamın formdaki adresine iki kişi gönder. Bakalım doğru adres mi. Evi ve adamı gözlesinler. Bir şey yapmak yok. Sık sık rapor istiyorum. Haydi, daha ne duruyorsun? Haydi, işbaşına.”
“Emredersiniz efendim.”
“Ha, ekip arkadaşlarını bul. Buraya gelsinler. Sen de.”
“Emredersiniz amirim.”
Çiğdem odadan çıkınca uzun uzun gerindi Lokman. Devamlı oturmaktan kuyruksokumu batıyordu. Ayağa kalkıp odada volta atmaya başladı. Yarım saatliğine eve kaçayım dediydi ya olmamıştı. Ekibi içeri girinceye kadar dolandı durdu. Dördü geldiklerinde önce yüzlerine bakmadı Lokman. ‘Öpüşemiyorsunuz demek!’ diye düşündü. ‘Vah vah! Ne üzüldüm, ne üzüldüm!’
“Amirim, emriniz aynen yerine getirildi.”
“İyi. Arkadaşlar, Çiğdem’den son gelişmeleri aldıktan sonra..”
Üçü de hayretler içinde bir amirlerine bir Çiğdem’e baktılar.
“Evlerinize gidebilirsiniz. Saat üçe geliyor. Sekizde hepinizi burada göreceğim. İyi istirahatler.”
Ceketini aldı, iri ve hızlı adımlarla odasını terketti.
İKİNCİ BÖLÜM
- 1 -
Koruma görevlileri sahneye atlayan genci kıskıvrak yakalamışlar çeke sürüye konser salonunun dışına çıkarmaya çalışıyorlardı. Müthiş bir izdiham vardı. Hayranları adeta birbirlerinin üstüne basarak sahneye biraz daha yakın olmaya çalışıyor, koruma görevlileri bu çılgın kalabalığı dizginlemekte gerçekten çok zorlanıyorlardı. Ağlayanlar, öpmek, eteğine dokunmak isteyenler, ‘senin için ölürüm’ çığlıkları...... Yıllardır beklediği buydu işte, buydu! Az mı sürünmüştü orada burada, az mı kandırılmıştı! Bar, pavyon köşelerinde sarhoşlara meze olmaktan kurtuluyordu artık. İşte, gün bu gündü. Çektiklerinin karşılığını almaya başlıyordu nihayet. İlk klibi de televizyon kanallarında dönmeye başlamıştı. Hit parçası ‘umurum harici’ne çekmişlerdi klibi. Şarkı listelerde bir numaraydı. Her şey harikaydı, harika! Ama bu birden bire ortaya çıkıp genzini dolduran keskin alkol kokusu da neydi? Nefes alamıyordu, koku ciğerlerini yakmaya başlamıştı. Şarkıya girmesi gerekiyordu. Millete rezil olma paniğine soluksuz kalıp ölme korkusu eklendi. Can havliyle nefeslenmeye çabalarken neler olduğunu anlayabilmek amacıyla etrafına bakındı, karanlığı gördü. Ne sahne kalmıştı ortalıkta ne seyirciler. Panikledi, sendeledi. Sonra bacaklarından yukarıya doğru bir şeyin tırmandığını hissetti, korkudan dizleri titredi, bedeni karıncalandı. Eğilip baktı; göremediği bir adam ılık ılık, yumuşacık öpüyordu bedenini. Ayak parmaklarından başladı, usul usul tırmandı, uzun uzun tattı tadını. Bacakları aralandı. İçine girdiğinde rüya birden gerçeğe döndü. Kâbusuna.
Uyanınca, adam hoyratlaştı, öpücükler ısırık oldu. Canı acıdı, bağıramadı. Memesini avuçlayan el mengene gibi sıktıkça sıkıyordu. Ağzı, ağzıyla sımsıkı kapatılmıştı. Başını çevirmek istedi, dudaklarının acısı kanlandı. İtti üstünden adamı, gücü yettiğince itti. O ittikçe adamın dişleriyle kenetlediği dudakları çekiliyor, başını ne kadar kaldırırsa kaldırsın ne acısını azaltabiliyor, ne de kendini kurtarabiliyordu. Onun debelenmesi adamı daha da tahrik etmişti. Dudaklarını bıraktı, boynuna saldırdı. Üstünde çılgın gibi gidip gelirken goril gibi sesler çıkartıyor, arada ağıza alınmayacak küfürler ediyor, eline neresi gelirse sıkıyor, vuruyor, parmaklarını gömüyordu. Kadın kendini koruyamıyor, bağıramıyordu. Adam boşalıncaya kadar altında savruldu durdu; gıkını çıkartmadan, gözünden inen yaşlarla beraber aşağılara kayarak.
Kendine geldiğinde yerde, sehpanın yanında çırılçıplak kıvrılıp kalmış buldu kendini. Kımıldamaya çalıştı, canı öyle yandı ki, vazgeçti. Dudaklarına dokundu, şiş ve patlaktı.
“Hayvan!” diye söylendi. Sonra ağlayarak bağırmaya başladı, “hayvan! Hayvan! Hayvan!”
“Yanlış dedin güzelim. Genelleme beni öyle. Boğam diyecektin! Azgın boğam!”
Mal mülk ortada, cıscıbıl ortalıkta dolanıyordu adam. Sarhoş olmasına rağmen hâlâ içiyordu. Elindeki rakı bardağını kaldırdı, “şerefe güzelim”.
“Neyin şerefine iblis! Bu sefer de sağ kalabilmemin şerefine mi!”
“Oooo! Bu ne şiddet, bu celâl güzelim? N’olmuş yani coşup galeyana geldiysem, ha? Çok istiyorsam seni suç mu yani? Harika oldu ama değil mi kısrağım, ha? Nasıl becerdim seni yine ama! Erkek dediğin işte böyle alır kadınını altına, eze eze, bağırta çağırta, çatır çatır yapar benim gibi. Heyt be! Gücümü gördün mü, gücümü! Yat, kalk da beni sana verdiği için Allah’a şükret.”
“Manyak! Şu halime mi şükredeceğim! Bencil köpek!”
“Konuş, konuş. Bu gece kızmayacağım sana. Neden diye sor. Sorsana kadın!”
“Neden Allah’ın belası! Neden!”
“Çünkü..... Bak şimdi, şu dediğimi dediğimde bana tapacaksın, tapacaksın! ‘Kulun, kölen olayım sana erkeğim’ diye ayaklarıma kapanıp şapur şupur öpeceksin. Tabanlarımı yalayacaksın.”
“Hadi ya.... Sahi mi!”
“Hem de dibine kadar. Bil bakalım sevgilin bugün ne yaptı? Artiz oldu, artiz! Meşhur olup seni kraliçeler gibi yaşatacak bu adam. Sevin, sevin.”
“Ne diye sevinecekmişim. Bu haldeyken neler yapıyorsun, bir de kazara bir filmde iki saniye görünsen kimbilir ne havalara girer, ne eziyetler çektirir, ne işkenceler yaparsın bana. Neyine sevinecekmişim!”
“N’apıcam sana salak! Hele bir başrol kapayım da sen o zaman gör beni. Esas kadın da sen olursun o zaman, cillobum benim. Başrollerde sen ve ben! A na na nam! Star olucan sayemde be, daha ne istiyorsun! Hadi, diz çök önümde, tap bana. Tap bana! Hadi!”
“Saçmalama be! Ne tapacakmışım!”
“Nankörsün işte! Nankörsün! Teşekkür edeceğine hırlıyorsun!”
“Ortada fol yok, yumurta yok, bir fotoğraf çektirdin, kendini Kadir İnanır sanmaya başladın. Bırak bu hayalleri, bırak. Ve lütfen artık beni de bırak Samet.”
“Seni bırakmak mı? Ne diyorsun sen be! Nereden çıktı şimdi bu! Saçmalama da bana rakı koy. Hadi.”
“Beni bırak Samet. Bırak gideyim. Ne seninle, ne de ajanslarla majanslarla uğraşacak halim yok benim. N’olur, bırak beni yoluma gideyim.”
“Ne o kız? Yoksa başka birini mi buldun? Var ya, eğer öyleyse var ya, gözümü kırpmadan anında ikinizi de gömerim! Hem de öyle bir gömerim ki kıyamette bile kemikleriniz ortaya çıkmaz. Hadi, ağzını burnunu kırdırmadan kapa çeneni de içki getir, hadi!”
“Getirmiyorum Samet! Artık bıçak kemiğe dayandı diyorum sana, anlamıyor musun? Canıma tak dedi artık! Gitmek istiyorum, anladın mı! Sensizliğe gitmek istiyorum! Gitmek, gitmek, gitmek istiyorum!”
“He, he, gidersin; görürsem söylerim. Çok konuşma da yüzüne buz koy. Senin için randevu aldım.”
“Seninle hiçbir yere gitmiyorum.”
“Ne demek gitmiyorum! Eşşek gibi gideceksin!”
“Gitmiyorum dedim sana. Hem ben dün sözleşme imzaladım.”
“Ne imzası? Ne sözleşmesi? Ne diyorsun sen ulan!”
“Şarkılar Şansın Olsun”a müracaat etmiştim. Çağırdılar. Yarışmacı olarak kabul edildim ve sözleşmeyi imzaladım Samet. Bu kadar. Nokta.”
“Nokta mı! Vay kaltak vay! Vay şıllık vay! Vay kancık vay! Noktaymış! Ben seni öyle bir noktalarım ki, ruhun virgüle hasret gider ulan! Ne diyorsun sen! Benden habersiz ne dolaplar döndürüyorsun! Benden izinsiz nefes bile alamayacağını bilmiyor musun sen, ha! Gel buraya, gel! Gel dedim sana, geeel! Gel de sana nasıl yarışmalara katılınır da şarkıcı nasıl olunur göstereyim hele bir! Gel dedim ulan! Kaçma! Kaçma dedim! Ananın şeyine girsen çıkartır gebertirim seni ulan! Orospu!”
* * *
Park halindeki otomobilin içindeki iki kişi, karşı köşedeki çınar ağacının koyu karanlığına sinmiş kadını gözhapsine almışlardı. Kadın, siyahlar giymiş, uzun siyah saçlarını yüzüne dökmüş, gecenin köründe kocaman kara gözlükler takmıştı. Gözlendiğinin farkında olmasına rağmen hiç de çekinir ya da korkar bir hâli yoktu. O da diğerlerinin baktığı binaya bakıyor, arada bir binadan gözlerini ayırıp onlara bakıyordu.
“Bu saatte sokakta ne işi var bu kadının? İlgilensek mi?”
“Dur bakalım. Evinden kaçmış ya da kapıya konmuş gibi bir hâli yok. Hâline ahvaline bakarsan buraya bilinçli gelmiş gibi ama yine de belli olmaz. Biraz daha bekleyelim derim ben.”
“Galiba kocasından şüphelenen bir kadın. Adamı takip etti, buraya kadar geldi. Çıkana kadar da bekleyecek anlaşılan.”
“Çıkınca da zımbalayacak.”
“Yok be? Yapar mı dersin?”
“E, niye burada o zaman? Göreceğini gördükten sonra ya kendi evine giderdi ya da anasınınkine.”
“Doğru be.”
Kadın, apartmanda ışığı yanan tek dairenin sokağa bakan penceresinin gece mavisi perdesindeki ani ve büyük hareketi görünce bir anda karanlığın içinde kayboluverdi.
“Nereye gitti be?”
“Ne bileyim? Ecinli midir, nedir? Yok oluverdi birden. Dur bakayım, dur, sen de duydun mu motor sesini?”
“Kadının arabası varmış demek ki öbür sokakta. Bak, bak, geliyor. A, apartmanın önüne çekiyor.”
O sırada apartmanın otomatiği yandı ve eliyle önünü kapatmaya çalışan çırılçıplak bir kadın koşarak dışarı fırladı. Siyahlı kadın eğilerek içeriden arabanın kapısını açtı ve üryan, şaşkın, korkmuş, panik halinde kendini caddeye atmağa çalışan diğerine seslenerek arabaya aldı. Otomobil hızla hareket etti ve gözden kayboldular. Henüz birkaç metre gitmişlerdi ki apartmandan bu sefer çırılçıplak bir adam attı kendini dışarı. Nefes nefeseydi, burnundan soluyordu. Gecenin sessizliğinde böğürtüsü yankılandı ”ananın kıçına girsen seni bulup geberteceğim! Duydun mu! Geberteceğim!”
“Bu o, evet o. Işığı yanan ev de onundu ya zaten.”
“Hadi o zaman.”
Otomobilin farlarından yayılan keskin ışık adamın üstüne çevrilmişti. Adam, kamaşan gözlerini kollarıyla ışıktan korumaya çalışarak tavşan gibi kalakalmıştı. Bu arada iki adam yanına gelmiş, onu hiç zorlanmadan kıskıvrak yakalamışlardı.
Adam nedense hiç debelenmedi, karşı koymadı ama öfkeyle öyle bir yakası açılmadık küfür savurdu ki diğer iki adam, hiç niyetli olmamalarına rağmen, kaşla göz arasında, çıplağı çıplak olduğuna bin pişman edecek az ama öz bir iki davranışta bulunuverdiler.
Beş dakika kadar sonra içinde üç kişi olan otomobil köşeyi dönüp karanlığa karışırken apartman sakinleri derin bir nefes alarak yeniden uykuya yatıyorlardı.
- 2 -
“Lerzan amma da şaşıracak şimdi” diye keyiflendi Lokman, “uyandırmadan içeri girip koynuna sokulabilirsem tabii... Şoka girer valla. İki de mıncıkladım mı.... Kalpten gider garibim.”
Son basamakları tırmanırken cebinden anahtarı çıkartmıştı bile. Büyük bir dikkatle kilide soktu, nefesini tutarak çevirdi. Olmuştu işte, kimseyi uyandırmadan kapıyı açabilmişti.. Ayakkabılarını çıkartıp eline aldı, içeri süzüldü. Daha ilk adımını henüz atmıştı ki, ayağı birden yerden kesildi, dengesini kaybedip sola doğru savruldu. Portmantoya son anda tutunmasa ikiseksen yere uzanması işten bile olmayacaktı. Hatta belki de orasını burasını kırmaktan kıl payı kurtulmuştu. Nefesini kontrol ederken ses dinledi; en ufak bir pıtırtı bile yoktu, şaşırdı. Bu arbede sırasında büyük gürültüler çıkmasa da yine de tangırtı tungurtu olmuştu. “Yuh! Eve fil sürüsü girse haberleri olmayacak! Pireler uçuşuyor her bir yerlerinde.” diye söylendi. “İyi de ben neden dengemi kaybettim? Ne oldu?” Bakındı ve ayağını kaydıran şeyi holun loşluğunda, yerde gördü. Eğilip aldı, evirdi, çevirdi, baktı. Bir mana veremedi çünkü elindeki zarfın üstünde ne bir isim, ne bir adres, ne bir harf, bir işaret, hiç bir şey yoktu. Zarf kapalıydı. Elektriği yaktı, ışığa tuttu, dikkatlice kenarından yırtarak zarfı açtı. İçinden çıkan çizgisiz kâğıdın tam ortasında kocaman L.M. yazıyordu. Altında da a =x + b ve x = a – b sıralanıyordu. En sonunda da x = LM yazılıydı
Lokman, hayretler içinde elindeki kâğıda baktı kaldı. Şaşkınlığı kızgınlığa, kızgınlığı giderek öfkeye ama aynı zamanda da endişeye dönüştü. “Ulan” dedi burnundan soluyarak, “ulan aşağılık köpek! Ulan Allah’ın sapığı! Ulan gözü dönmüş cani! Bana bak, eğer çocuklarımın, karımın, ailemden, sevdiklerimden herhangi birinin saçının bir teline zarar verirsen, işte o zaman, işte o zaman ölümlerden ölüm beğen! Elime düşme! Sakın ha elime düşme! Aklın varsa intihar et! Bu ne cüret be! Evime kadar nasıl gelirsin yav! Kapıma kadar nasıl gelir de kapı altından zarf atarsın yav! Benimle kafa mı buluyorsun yav! Beni tehdit mi ediyorsun yav? Ben adamı ne yaparım biliyor musun yav! Ben adamı ne yaparım, yav! Vallahi çıldıracağım yav! Billahi çıldıracağım yav! Of yav, of!”
Eli ayağı zangır zangır titriyordu, terden sırılsıklam olmuştu. Bir an önce merkeze dönmek istiyordu ama hazır evdeyken üstünü başını değiştirse iyi olacaktı. Zarfı cebine yerleştirdi, içeri geçip yatak odasına gitti. Mışıl mışıl uyuyan karısını seyretti bir süre; gözleri doluverdi. Eğildi, dudaklarını yavaşçacık dudaklarına değdirdi. Ama sevgiyle titreyen yüreği bir anda kaskatı kesildi çünkü bir çift el gırtlağına sarılmış, tüm kuvvetiyle boğazını sıkmaya başlamıştı. İlk andaki şaşkınlığını atan Lokman elleri yakalayıp boynundan sıyırdı ve iki yana savurdu.
Lerzan’ın gözleri yuvalarından fırlamıştı, çığlık çığlığa bağırıyordu.
Lokman, tabancasını çekmiş, namluyu dört bir yana döndürerek hedefini arıyordu.
Lerzan dehşet ve hayret içinde Lokman’a bakarken bağırmayı kesti, ağlamaya başladı.
Birden kapı paldır güldür açıldı, içeri birileri daldı.
Lokman, tabancayı kapıya çevirdi.
Namlunun ucundaki üç kişi, donakaldı.
Lokman’ın bedeni buz kesti.
Lerzan “Lokman! Yapma!” diye bağırdı ve bayıldı.
Kapıdaki üç kişi yatağa atıldı.
Lokman’ın dizleri çözüldü, yere çöktü.
Saatler sabahın dördünü gösterirken Mansuroğlu Ailesi ve Şerife Hanım salonda toplaşmışlar, köstür köstür oturuyorlardı.
Lerzan ve Şerife Hanım, akşamki misafirlerinden Lokman’ın haberdar olduğundan emindiler ve çocuklarına tabanca çekecek, şuurunu kaybettirecek kadar delilenmesini için için buna yoruyorlardı.
Çocuklar çok korkmuşlardı. Babalarını ilk kez böyle görüyorlardı. Yoksa babaları onları sevmiyor muydu? Onların ölmelerini mi istiyordu?
Salonda, çocukların iç çekmelerinden başka ses duyulmuyordu. Lokman, boğazını temizledikten sonra, “özür dilerim” dedi. “Çok gerginim.”
Ana kız kaçamak bakıştılar. Lokman özür dilediğine göre Derya’dan haberdar değildi. İkisi de soluklarını koyverdiler.
“Öptüm diye karımın gırtlağıma yapışacağını hiç hesap etmemiştim doğrusu.”
“Ama Lokman, seni beklemiyorduk ki. Başkası sandım.”
“O biraz sıkar.” diyerek dişlerinin arasından söylendi Lokman. Dizlerine vurarak çocukları kucağına çağırdı. Çocuklar bir an tereddüt ettiler ama karşılarındaki nihayetinde babalarıydı; koşarak biri bir dizine, öteki diğer dizine kuruluverdiler sevinç içinde. Lokman, içi titreyerek öptü evlatlarını. Saçlarını kokladı derin derin. İçi kabardı, bir tuhaf oldu. Gırtlağına koca bir yumruk oturdu kaldı. Az önce tabancasının hedefiydi bu çocuklar, çocukları, canı ciğeri evlatları. Bu karabasandı, gerçek olamazdı. Sımsıkı sarıldı çocuklara. “Özür dilerim yavrularım” diye mırıldandı, “korkuttuğum için özür dilerim.” Çocuklar daha bir sokuldular babalarına.
“Bir çay koyuver Lerzan” dedi Lokman. “Bir, iki saat uyurum demiştim ama artık imkânsız. Çay içip ayılalım bari. Haydi çocuklar, siz de yatın artık. Geçti, bitti, yok bir şey. Hadi, iyi uykular canlarım.”
Şerife Hanım hemen ayaklanıverdi. “Ben yatırırım oğlum. Sonra ben de yatarım.”
“Anne, sabah çocuklarla Lerzan sana gelsinler.”
“Olur oğlum, tabii gelsinler..... Hayırdır?”
“Bu aralar gecemiz, gündüzümüz belli değil. Eve barka gelemez oldum. Baksana, bir geldim, neler oldu. İyisi mi, sende kalsınlar birkaç gün; ne siz tedirgin olun, ne ben. Olur mu? Tamam mı?”
“O ne demek öyle? Tabii tamam. İlahi Lokman, sen de bir hoşsun be oğlum. Hadi bize iyi uykular.”
“İyi uykular.”
Lokman, sıkıntıyla iç çekti. Lerzan’a zarftan sözetmesinin yanlış olacağını düşünüyordu. Öte yandan durumdan haberdar olması, uyanık, dikkatli ve tedbirli bulunması açısından da çok gerekliydi. Böylelikle tehlikeli olabilecek herhangi bir durumun ayırdına hemen varabilir, Lokman’ı haberdar edebilir ve bu pek çok açıdan her şeyi değiştirebilirdi. Bir de madalyonun ters yüzü vardı tabii; panik yapabilir, korkak ve aşırı korumacı tavırları büsbütün dikkati ve kötülükleri hepsinin –Allah korusun, en başta da çocukların- üstüne çekebilirdi. Bunalmış, yine tere bulanmıştı.
“Lokman?”
Boş bulunan Lokman irkildi.
“Lokman? Neyin var canım?”
“Yorgunum, uykusuzum.”
“Ama hayatım, sen hep yorgun ve uykusuzsun. Yok, yok, başka bir şey var. Hadi anlat bana bir tanem.”
“Az önceki olay...”
“Geçti be kocacığım. Hadi gevşe biraz, rahatla. Çok üzülüyorum seni böyle gördükçe. Gözlerinin altı mor mor halkalandı, avurtların çöktü, sinirlerin yay gibi gergin. Ne olur söyle, seni rahatlatmak için ben ne yapabilirim, hı?”
“Bavulunu hazırla.”
Bu hiç beklenmedik yanıt karşısında Lerzan öyle şaşırdı ki, bir an ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi.
“Ne!”
Yüreği ağzındaydı. Tansiyonu kimbilir kaça fırlamıştı. Hafiften başı döndü, sallandı. Ah, Lokman biliyordu işte, biliyordu Derya’nın akşam onlara geldiğini. Evden sepetlenmesinin başka ne gibi bir nedeni olabilirdi ki?
“Sabaha gidiyorsunuz.”
“Ama neden Lokman? Durduk yerde ne oldu şimdi? Biz sana ne yaptık ki? Hiç mi vicdanın sızlamıyor? Hiç mi için acımıyor? Hadi benden, bunca yıllık karından bir kalemde geçiverdin, çocuklarını nasıl kapının önüne koyarsın? Allah’tan kork, Lokman! Allah’tan kork!” Cümlesi biter bitmez de ağlaya ağlaya mutfağa yöneldi.
Lokman, şaşakalmıştı. Nereden çıkartmıştı şimdi bu kadın bütün bunları? Hem daha yeni kendi dememiş miydi boşanalım diye? ‘Ama ben öyle bir şey demedim ki!’ diye düşündü hayretler içinde. ‘Allah Allah! Ben bu kadın milletini anlamadım gitti vesselam! Bu gidişle anlayacağım filan da yok!’
“Çay oldu mu?” diye seslendi mutfağa doğru. Yanıt, çekilen burun sesiydi. Az sonra da Lerzan, bir tepsi içinde iki bardak çay ve şekerlikle geldi. Tek kelime konuşmadan bardaklardan birini Lokman’ın önüne koydu, içine iki şeker attı. Sonra kendi çayını alıp koltuğa oturdu. Burnu, gözleri kıpkırmızı olmuştu.
Lokman çayını karıştırıp ilk yudumunu aldıktan sonra, “eline sağlık, hanım” dedi. “Pek güzel olmuş.”
Lerzan, ‘hanım’ lafını duyunca kafasını kaldırıp dik dik kocasına baktı, cevap vermedi.
“Annenle de konuştum.” diye devam etti Lokman.
“Annemle mi? Benden önce annemle mi konuştun?”
“E, sen mutfaktaydın. Bak, ben gider gitmez bavullarınızı topluyorsunuz ve doğru annenin evine gidiyorsunuz Lerzan. Bu son sözüm. İtiraz mitiraz yok, tamam mı!”
“Hayır, değil Lokman, tamam değil! Beni ve iki çocuğunu anneme postalayamazsın, anladın mı! Bizimle yaşamak istemiyorsan, sen gidersin, tamam mı! Biz hiçbir yere gitmiyoruz. Sen çok istiyorsan, güle güle. Yalvaracak değilim. Yeter artık be, yeter artık!”
Lerzan hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.
“Yav kadın, deli misin, nesin! Yav ne postalaması! Gel hele, gel yamacıma.”
“Sen benimle kafa mı buluyorsun, Lokman! Bir kapıya koy, bir yamacına al!”
“Amma saçmalıyorsun be Lerzan. Tamam, hepinizi annene postalıyorum, hem de yatıya, hem de uzunca bir süre için ama sizden neden vazgeçeyim yav? Neden ayrılayım senden yav?”
“E, ne demeye gönderiyorsun öyle bavullarla filan o zaman?”
Lokman, uzunca bir süre sustu kaldı. Doğruyu mu söylese yoksa kaynanasına da dediği yarı yalan maazereti mi neden olarak ortaya koysa, bilemedi.
“Lerzan... Sana bir şey soracağım ama lütfen doğru cevap ver.”
Lerzan, oracıkta yığılıp kalacağını sandı. “Sana ne zaman yalan söyledim ki Lokman?” diye kekeledi.
“Onu bilmem fakat bak Lerzan, eğer yalan yanlış cevap verir de beni yanıltırsan sonu çok ama çok kötü olabilir.”
“Tamam.” Lerzan’ın sesi de bedeni gibi titriyordu.
“Kapıyı en son ne zaman açtın?”
“Hangi kapıyı?
“Hangi kapı olacak canım! Allah Allah! Sokak kapısını. Bizim dairenin giriş kapısını en son ne zaman açtın?”
Lerzan, ne diyeceğini bilemedi. Derya gittiğinde saat bire geliyordu. Bir dese, o saatte niye açtın diye soracaktı Lokman. O zaman ne cevap verecekti? Bir şey uydurulacak saat değildi ki!
“Evet?”
“Hatırlamaya çalışıyorum Lokman. Dur, biraz düşüneyim.”
“Ne var düşünecek? Havuz problemi sordum sanki yav!”
‘Bilerek soruyor’ diye düşündü Lerzan. ‘Kesin biliyor. Her şeyi göze alıp doğruyu mu söylesem? Oy, karnıma ağrılar girdi. Ben ne yapıcam Allah’ım!’
“E, hadi.”
“Bire geliyordu galiba.”
“Bire mi? Emin misin? Telefonlaştığımızda kaçtı saat? Onbirbuçuk filandı, değil mi? Sen birazdan yatıcam dememiş miydin?”
“Demiştim ama yatınca, bilirsin işte, bir sürü abuk sabuk düşünceler üşüştü kafama; uykum kaçtı.”
“Eee?”
“Susadım. Mutfağa gittim.”
“Eeee?”
“Mmmm.. Şey... Ha, bir tıkırtı duyar gibi oldum.”
“Ne! Ne! Tıkırtı mı duydun? Ses mi duydun?”
Lokman yerinden fırlamıştı. Lerzan bir yandan kocasının sorularından, öte yandan attığı yalanlardan bunalmış, Lokman’ın ayağa fırlayıp kıpkırmızı bir yüzle ‘Ne, ne!’ demesiyle de katılıp kalmıştı.
“Nasıl bir sesti bu? İyi düşün Lerzan. Kapı kurcalanır gibi mi?”
Tamam, bir kere daha anlamıştı ki, Lokman’ın Derya’dan haberi yoktu ama şu durum belli ki çok daha vahimdi. Kocasına yalan söylemişti ve bu yalan sanki dünyanın sonunun geldiğinin habercisiydi. Doğruyu mu söyleseydi yoksa?
“Bilmiyorum Lokman. Yanılmış da olabilirim. Herhalde yanıldım ki, dışarıyı dinlediğimde ses duymadım. Sonra usulca kapıyı araladım, kimse yoktu.”
“Ne! Deli misin sen be kadın! Niye açıyorsun kapıyı! Beni arasana, yığayım kapıya teşkilatı!”
“Ne bileyim, boş bulundum işte.”
Lokman, karısının saçlarını okşamaya başladı. Heyecan içindeydi. “Sakın ha karıcığım, sakın ha bir daha böyle bir şey yapma. Hemen beni ara, e mi canım. Fizan’da olsam anında gelir binerim tepesine. Oh canım benim, güzel karım. Allah korumuş yavrumu, şükürler olsun. Şükürler olsun ya Rabbim. Canım, canım”
Lerzan, olan bitenden bir şey anlayabilmiş değildi ama her ne olduysa, belli ki çok kötü ve tehlikeli, kendilerine zarar verebilecek bir şeydi. Gel gelelim o anki durumdan da pek bir hoşnut olduğu da bir gerçekti; hem de pek hoş bir gerçek.
“Neler oluyor Lokman?”
“Yerde bir şey görmedin mi içeri girince, canımın içi?”
“Yooo. Ne görmem gerekiyordu?”
“Hiç... Hiç canım.... Karıcığım, yarın erkenden, kahvaltı filan yapmadan annenlere gidiyorsunuz, tamam mı canım. Güvende olmanız için. Çocukları bu hafta okula da gönderme. Ben müdürle konuşurum.”
“Ama neden?”
“Şu sapık var ya...”
“Hiii! Aman Allah’ım! Yoksa... Yoksa? Lokman?”
“Yok canım, sıkar biraz. Sen güzel kafacığını yorma böyle şeylere. Kimseye de bir şey anlatma, e mi?”
“Tamam... Korkuyorum Lokman.”
“Yok bir şey korkacak canım. Merak etme, korunacaksınız. Hadi, şimdi öp kocanı da bu adam gitsin işine.”
“Lokman’ım.”
“Canım.”
- 3 -
Otomobil gecenin karanlığını yararak hızla ilerliyordu. Bir süre sonra sol sinyal yandı, hız düştü ve az sonra otomobil sokağa girdi. Farlar söndü, üçüncü evin önünde motor sustu.
İki kadın da konuşmuyorlardı. İkisinin de çeneleri kısılmış, dişleri kenetlenmişti. Otomobilin içinde sadece soluk sesleri duyuluyordu.
Evde ışık yandı, bir karaltı dışarı çıkıp onlara doğru yürüdü. Çıplak kadın büzüldü, tortop oldu.
Sürücü kadın arabadan çıkıp gelen karaltıdan battaniyeyi aldı, kapıyı açıp çıplağı onunla sardı. Omuzlarından sarıp usulca dışarı çıkardı ve eve doğru yürümeğe başladılar.
Karaltı, arabaya bindi, garaja doğru sürdü.
yandı mı
sütünün acısıyla
çekildi mi
içine memelerin
rahmin
kanadı mı
ANNE
yavrun
gittiğinde
- 4 -
Lokman, odasına girer girmez cebinden zarfı çıkarttı, içini açarak yazanları bir kağıda not etti. İşi biter bitmez de bir büyük sarı zarfa koyarak yanına aldı ve koca adımlarla dışarı çıktı.
Şifre çözücülerin ofisine girdiğinde boş masalarla karşılaştı Lokman. “Bir nöbetçi eleman bulunması gerekiyor” diye düşündü. “Görevli bulunmayacaksa da kapının kilitli olması lazım. Öyle langur lungur girilecek yer değil ki burası! Allah Allah!”
“Kimse yok mu?” diye seslendi. Dinledi, yanıt alamayınca tekrar seslendi. “Kimse yok mu? Ben Komiser Lokman Mansuroğlu. Cinayet Masası’ndan. Kimse yok mu?”
O sırada içeriye ellerini kâğıt mendile kurulayarak birisi girdi. “Evet?”
“Ooo, geldiniz mi? Ben Cinayet Masası’ndan Komiser Lokman Mansuroğlu.”
“Ha, anladım. Şu ‘kesik dil cinayetleri’ni soruşturan sizdiniz, değil mi?”
“Evet. Birşeyler var mı?”
“Yüksek olasılıklı tahminler.... Sabah, mesai saati başlayınca rapor elinizde olur.”
“Ne demek sabah! Siz de buradasınız, ben de, rapor da. Boşa geçirecek dakikam yok benim, arkadaşım. Şimdi alayım.”
“Veremem. Amirim imzalamadan olmaz.”
Lokman, bir sigara yaktı. Yüzü karışmıştı. Adam haklıydı, her resmi dairede olduğu gibi burada da işler böyle yürüyordu. Kendisi de olsa vermezdi, veremezdi.
“Peki, konuşamaz mıyız?”
“Olur. Neden olmasın, değil mi? Konuşmamız yasak değil nasıl olsa. Kahvelenelim mi?”
“Tabii, tabii. Ben getiririm. E, şey, şu zarfı burada bırakabilir miyim?”
“İçinde ne var?” diye içgillenerek sordu şifre çözücü.
“Çok önemli, arkadaşım. Kahveleri alıp geleyim de, bakarız beraber. Bekle.”
Lokman, yukarı çıkıp kahveleri almak üzere koridorda ilerlerken kendi kendine söyleniyordu; “şuna bak, kıçıkırık şifrecinin ayağına kahve taşıyorum. Bir bok da bulmuş olsalar bari! Yüksek olasılıklı tahminler raporuymuş! Pöh! Ulan, siz hava tahmini bile yapamazsınız be! Neyin raporuymuş da, amirin imzalamadan veremezmişsin! Ancak bütün gün bilgisayarın karşısında oturup kıç büyütmeyi bilirsiniz siz! Şu halime bak; tıfılın tıfılı, Allah’ın kılkuyruğuna hizmet ediyorum! Of! Of! Of! Ulan sapıkoğlu sapık, ulan hergele, hele bir elime geçireyim de seni, bak gör o zaman, bunların acısını senden nasıl çıkartıyorum!”
“Amirim?”
“Ne!”
“Kendi kendinize konuşuyordunuz, amirim?”
“Ne?”
“Vallahi, amirim. Ne oldu? Hem neden buradasınız? Siz eve gitmemiş miydiniz?”
“Sen neden buradasın? Ben size izin vermemiş miydim?”
“Verdiniz ama gidemedik ki, amirim.”
“Neden? Yol paranız mı yoktu?”
“Yok amirim, neden bu değildi tabii. Zanlı yakalandı da, efendim.”
“Ne! Kim yakalandı dedin?”
“Zanlı, amirim. Çiğdem’le konuştuğunuz kişi.”
“Ne! Ne zaman yakalandı? Nerede? Şimdi nerede?”
“Hastanede, amirim; muayene için götürüldü.”
“Öyle mi? Bana ne zaman haber vermeyi düşünüyordunuz acaba, ha? Siz, hepiniz artık iyice işin bokunu çıkarmaya başladınız. Ulan, benim neden haberim olmuyor bütün bunlardan, ha! Neden! Neden! Neden! Öbürleri nerede? Çabuk çağır hepsini. Yok uyku muyku! Yok uyku muyku size, yok, yok! Eşşoğlulara bak! Görürsünüz siz! Görürsünüz! Çabuk toplanın diyorum size! On dakika sonra odamdayım! Bekleşin kapıda! Şunlara bak yav! Terbiyesizlere bak yav! İtaatsizlere bak yav! Nerede şu çaycı yav! Kimse işini yapmaz mı burada yav! Günaha mı girersiniz yav! Hay sıçtığımın yav! Osman, çabuk şu herifi bul bana!”
“Emredersiniz, amirim. Ne istiyorsanız ben getireyim, amirim.”
“İki koyu kahve, şifre çözücülere.”
“Şifre mi?”
“Ne diyorsam onu yap, Osman!”
“Emredersiniz, amirim.”
Osman kahveleri getirdiğinde Lokman’ın elindeki kâğıtta yazanları şifre çözücü Hüseyin bilgisayara geçiyordu.
“Amirim, kahveleriniz.”
“Koy Osman, koy şöyle. Bekle biraz.”
Hüseyin’in işini bitirmesini bekledikten sonra kâğıdı tekrar zarfına ve sonra da sarı zarfa koyarak Osman’a uzattı. “Bunu götür bakalım Osman, benim parmak izimden başka bakalım kimlerin nesine rastlayacaklar?”
“Emredersiniz amirim. Şey, yeni bilgiler mi vardı acaba efendim?”
“Anlatacağım, anlatacağım biraz sonra. Tabii dinleyeceğim de!” dedi gözlerini devire devire.
Osman odadan çıkınca Hüseyin sigarasından kocaman bir nefes çekip bir solukta verdi düşünceli düşünceli.
“L.M..... L.M.... L.M... Sizce bu iki harf ne ifade ediyor?”
“Bilsem burada olmazdım herhalde. Bunu bulmak sizin işiniz.”
“Hiç yabancı gelmiyor. Bu iki harfin yanyana gelmesi çok bilindik bir şey sanki. Sanki... sanki bir marka.”
“Marka?... Marka ha?... Evet ya! Tabii ya! Sigara markası! L.M.”
“A, evet, çok haklısınız komiserim. Öyle bir sigara vardı gerçekten de. Hâlâ var mı?”
“Bilmem. Hiç içmedim ondan. Araştırırız. Araştırırız araştırmasına da.... ne alâka? Sigara ve dil cinayetleri.... Kanser mi? Dil kanseri? Öyle bir bağlantı kurulabilinir mi acaba? Öldürülenler sigara içiyorlar mıydı? Hepsi mi içiyordu? Milyonlarca içici varken neden onlar seçildiler? Niye seçildiler? Neden öldürüldüler? Aklınca erkenden öldürüp sigaradan inim inim inlemeden, çekmeden ölmelerini mi sağlıyordu? Yani iyilik mi ediyordu insanlara? Tövbe, tövbe! Hasta işte, yazık. Herhalde katilin ya kendi kanser ya da çok sevdiği biri kanserden öldü. Sebep, sigara ve içtiği sigaranın markası da L.M. Ne dersin arkadaşım? Olabilir mi?”
“Sizin bu camiada neden bu kadar takdir edildiğinizi şimdi daha iyi anlıyorum komiserim. Büyük olasılıklı varsayım; gerçekten kutlarım.”
“İyi de benimle ilgisi ne?”
“Ne gibi? Siz soruşturuyorsunuz, daha ne gibi bir ilgisi olabilir ki?”
“Olmalı arkadaşım, olmalı. Çünkü bu zarf, benim evimin kapısından içeri atıldı.”
“Ne! Ne diyorsunuz!”
“Evet, gerçek bu Hüseyin arkadaş. Herifçioğlu ta evime kadar gelmiş ve kapımın altından bu zarfı ittirmiş. Hem de içeride karım, çocuklarım ve kaynanam uyurken.”
“O zaman komiserim, durum çok vahim.”
“Ha şunu bileydin! Çözün arkadaşım, çabuk çözün şu denklemleri! Çözün!”
“Uğraşıyoruz efendim. İnanın uğraşıyoruz ancak siz de biliyorsunuz ki, karşımızdaki cani çok akıllı ve dikkatli çalışıyor. Planlı, programlı ve maalesef usta.”
“Eşşoğlusu!... Raporda ne yazıyor?”
“Raporun aslı saat on gibi elinizde olur. Yine de ben size bir kopya vereceğim ama lütfen amirim duymasın.”
“Teşekkür ederim. Merak etme, bizde yamuk olmaz. Lütfen acele edin, lütfen.”
Hüseyin, rapor çıktısını Lokman’a uzatırken “endişeniz olmasın efendim” dedi. “Yalnız bir uyarıda bulunmak istiyorum, izninizle.”
Lokman, kapıya doğru ilerlerken durdu, “neymiş?”
“Şu iki harf efendim, sigara veya başka bir şeyin markası olabilir elbette ama....”
“Ama?”
“İsim ve soyadının ilk harfleri de olabilir; mesela..... mesela Lokman Mansuroğlu gibi.”
“Ne! Ne! L.M..... L.M.... Lokman...... Lokman Mansuroğlu ya!.. Tabii ya!... Ama dur bir dakika! Dur, dur, dur! Amanın! Yoo! Olamaz! Lerzan! Lerzan Mansuroğlu! L.M.! Allah kahretsin! Lerzan! Karım! Karıcığım!”
Koşarak odadan fırlayıp giden Lokman’ın ardından bakan Hüseyin şaşkın şaşkın kendi kendine mırıldandı, “karısı mı?”
Lokman, merdivenleri üçer beşer çıktı, odasına doğru koşarken ha bire “Lerzan” diyordu, “Lerzan, Lerzan, Lerzan.” Odasının kapısında Osman ve Çiğdem dikiliyorlardı. Lokman’ın haline şaşkın ve endişeli bakakaldılar.
“Çekilin, çekilin kapıdan.”
Odaya dalar dalmaz telefona atıldı, parmakları tuşlarda uçuştu. Bu arada memurları kapıda donmuş, heykel kesilmişlerdi.
“Hadi, hadi, hadiii! Hah! Lerzan, canım, bak şimdi lafımı kesmeden dinle beni. Hemen toplanıyorsunuz. Anneni de kaldır, sana yardım etsin. Annenlerde kalmayacaksınız ama giderken uğrayacağız, o da birkaç parça giyecek alır. Ben bir yer biliyorum, çok güvenli bir yer. Merak etme, güzelim. Üç güne kalmaz, biter bu kâbus. Evceğizimize dönersiniz, tamam mı? Ağlama canım, yok bir şey. Hazır olunca beni ara. Araba hazır, gelip sizi alacağım karıcığım. Sakın kapıyı pencereyi açayım deme. Ben anahtarla girerim içeri, korkma e mi? Hadi balım, acele edin.”
Parmakları tekrar tuşlar üzerinde gezindi. Telefonun açılmasını beklerken kapıda dikilmiş hayretler içinde kendisine bakan memurlarına döndü.
“Kendinizi dışarıda bırakacak şekilde kapatın kapıyı. Haydi!”
Kapı kapanırken telefon da açılmıştı.
“Alo? Sayın amirim, sizi bu saatte rahatsız ettiğim için özür dilerim. Evet efendim, özel hattı kullanmamı gerektirecek kadar önemli efendim.....”
Kapının dışında bekleşip duran Osman ve Çiğdem’e, mahmur mahmur bakan iki kişi, Kadriye’yle Bora da katılmışlardı. Dördünün de bildikleri birbirinden farklıydı çünkü birinin bildiğini diğeri, ötekinin bildiğini beriki ama Lokman’ın bildiğini hiç biri bilmiyordu. Onun için de önce birağızdan konuşmaya başladılar, sonra hepsi aynı anda sustular. Çünkü Lokman kapıyı açmış, onlara bakıyordu ancak baktığını görmediği kesindi. Tansiyonunun fırladığı her halinden belli oluyordu. Osman, Lokman’ın en kıdemli elemanı olmasına rağmen ilk defa amirini bu kadar gergin, en az gergin olduğu kadar da endişeli görüyordu. Kabul etmek istemiyordu ama sanki Lokman’ın gözlerinde korkunun beyinde yarattığı arkın şavkını da görmüştü. Amiri korkuyordu. Bu çok ama çok önemli, korkunç ve ürkünç şeylerin olduğuna işaretti.
Dördü de Lokman’ın ağzının içine bakıyorlardı. Lokman, uzunca bir suskunluktan sonra nihayet konuştu.
“Çocuklar, katil bu gece benim evdeydi.”
- 5 -
Mutfak masasının etrafına çevrelenip oturmuşlar, gözleri masaya dikilmiş halde banyodan gelen su şıkırtılarını dinliyorlardı. Bir süre sonra “üşüyecek” dedi kadınlardan biri.
“Buraya nasıl geldiğini unuttun herhalde” dedi diğer kadın. “O zaman üşümedi de şimdi mi üşüyecek?”
Açıkta kalan göbeğini tatlı tatlı kaşıdı adam, “valla ister kakırdasın, ister fokurdasın; ben yatmaya gidiyorum” dedi, “bence siz de yatıp uyuyun artık. Hadi kızlar, iyi gece... aman, sabahlar.”
“İyi sabahlar Hicabi Abi. Çok sağol.”
“Bu son ama bak Kısmet. Bundan sonra yok, tamam mı?”
“Tamam Hicabi Abi, söz vallahi.”
“İyi. Şükufe, geliyor musun karıcığım?”
“Birazdan. Hadi sana iyi uykular.”
Hicabi, içli içli iç çekerek mutfaktan çıktı. Bu arada banyodan gelen su şıkırtıları da kesilmişti.
“Kısmet, bıktım senin bu korumacılığından, ha! Bir gün başımıza bir iş açılacak vallahi.”
“Ay, ne yapayım Şükufe, nasıl yalvar yakar yardım istiyorlar, biliyor musun? Nasıl arkamı dönerim? Yazık, günah!”
“Kızım, sen Mor Çatı mısın? Bir başına bir kadınsın şunun şurasında. Ne yapabilirsin ki?”
“Yapabildiğim kadar işte. Desteğinle canım arkadaşım.”
“Bu son.”
“Tamam Şükufe ya, tamam, bu son.”
O sırada pembe bornoz giymiş genç kadın içeri girdi. Usulca sandalyeyi çekip oturdu.
“Sıhhatler olsun Ranacığım.”
“Sağol Kısmet Abla. Allah razı olsun.”
“Asıl Şükufe Abla’nla Hicabi Abi’ne teşekkür etmelisin. Bak, evlerini açtılar sana.”
“Çok teşekkür ederim abla. Bu iyiliğinizin karşılığını nasıl öderim, bilmem.”
“Karşılık filan yok Rana. Hoş geldin. Oooo, yüzün, dudakların çok kötü durumda. Kısmet, ecza dolabında pomat olacaktı, ver de sürsün. Ranacığım, bu arada giyin istersen. Biz evimizde bornozla dolaşmayız canım.”
“Ah, özür dilerim.”
Rana, yerinden fırlayıp mutfaktan çıktı. Kısmet, küçük bir kahkaha koyverip banyoya yöneldi. Şükufe, ‘ya sabır’ çekerek kocasının koynuna girmek üzere koridorda ilerledi.
Bu Kısmet’in rengi meçhul meleklik özentiliği yüzünden bakalım başlarına daha neler gelecekti?
Gün ağarıp insanlar işlerine gitmek üzere evlerinden çıkmaya başladıkları saatlerde Şükufe ve Hicabi çiftinin evinde derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Karısının huzur veren soluk seslerini, yatak odasına koymayı Şükufe’ye güç belâ kabul ettirdiği yatarlı televizyon koltuğunda, göbeğini büsbütün çıkartarak oturup dinleyen Hicabi’nin bir ara içi kayar gibi oldu. Kendini bırakmak, öğlene kadar uyumak istedi ama olmazdı tabii, işi onu bekliyordu. Oflayarak koltuktan kalktı, birkaç saat önce çıkartıp tuvalet masasının pufuna attığı pantolonuyla gömleğine uzandı.
“Hicabi!”
“A, uyandın mı canım?”
“Hııı.. Onları giyme. Aç dolabı, bir sürü şey var giyecek; mis gibi tertemiz, ütülü.”
“Boş ver ya, bunları bir gün daha giysem ne olacak ki? Ne zaman yattın?”
“Senden hemen sonra. Ne çabuk uyumuşsun öyle. Geldiğimde horul horul horluyordun.”
“Hadi oradan, horluyormuşum!”
“Valla.. Ya Hico, n’apıcaz bu kızı?”
“N’apıcaz canım? Hiç. Ne zaman başlıyor o yarışma programı?”
“Bilmem ki? Öbürsü gün galiba. Başımıza bir iş açılmadan bir girse şu eve de biz de kurtulsak, o da.”
“Sen sarıyorsun bunları başımıza Şükufe! Hiç şikayet etme bir kere! Bayılırsın böyle şeylere.”
“Nesine bayılıcam ayol! Benim bayıldığım hafiyecilik. Böyle ipsiz, dayakçı, sapık sevgili edinmiş salakları koruma cemiyeti başkanlığı yapmak değil!”
“Neyse, neyse, ben çıkıyorum.”
“Hadi, hayırlı işler kocacığım.”
“Sağol. Hadi eyvallah.”
Hicabi gittikten sonra Şükufe, kalkıp mutfağa geçti. Gözleri yanıyor, başı ağrıyordu, sersem sepelekti ve kendini hiç iyi hissetmiyordu. Koyu bir kahve yaptı, sigarasını yaktı. Salona geçip televizyonu açtı. Ekrana dalgın dalgın bakarken arkadaşını düşündü.
Kısmet, evde kalmasına ramak kalmışken koca bulmuş ve buna başta Şükufe olmak üzere tüm mahalleli en az Kısmet kadar sevinmişlerdi. Taze çifti nikahtan sonra güle oynaya balayına göndermişlerdi ancak ne yazık ki Kısmet’in balayı dönüşü güle oynaya değil ağlaya sızlaya olmuştu. Aynı zamanda patronu da olan kocası maalesef dayakçı, sadist, pislik bir herif çıkmıştı. Oysa işyerinde ve sosyal yaşantısında çok kibar, zarif, janti olarak tanınırdı. Bu da alacası içinde olanlardandı. Zavallı kızcağız uçaktan iner inmez doğru annesinin evinin yolunu tutmuştu. Vücudu, yüzü gözü yara bere içindeydi. Tek celsede boşamıştı hakim, Allah razı olsun. Kocası olacak adamı, avukat Behzat Bey iyice köşeye sıkıştırmış, Kısmet’e yüklüce bir ödeme yapmazsa medya kanalıyla ipliğini pazara çıkaracağını söylemişti. Kısmet, hâlâ o ipliğin parasını yiyordu.
Kısmet, bir anda hem işsiz hem eşsiz kalmıştı. İçindeki yaralar bir türlü iyileşmiyor, psikolojisi giderek bozuluyordu. Her şeyini anlatabildiği, onu gerçekten anlayan tek kişi, can arkadaşı Şükufe’ydi.
Şükufe, Kısmet’in durumuna çok üzülüyordu. Aslında o zamanlar kendi durumu daha vahimdi kendine göre ama o üstesinden gelmeyi başarabiliyordu. Zorundaydı.
Bir gün, iki arkadaş taksiyle alış verişten dönüyorlardı. Trafik akıyordu, dur kalk yoktu. Çok yorgundular; bir an önce kendilerini eve atmayı, ayaklarını şöyle bir uzatıp en azından yarım saat hiç kıpraşmadan oturmayı hayal ediyorlardı. Kırmızı ışık yandı, durdular. Sarı, yeşil derken araba tam hareket edecekti ki, ön kapı birden açılıp bir kadın kendini içeri attı.
“Yürü kardeşim, yürü!” diye bağırdı kadın şoföre. Adam dikiz aynasından arkaya, müşterilerine baktı ama kaşlar havaya kalksaydı bile mecburen yürüyecekti. Zira arkadaki otomobillerin tabakhaneye yetişmeye çalışan sürücüleri kornaya basmaya başlamışlardı bile.
Otomobil yol alırken kadın arkaya döndü. “Özür dilerim” dedi, “çok özür dilerim ama mecburdum.” Başladı ağlamaya. “Tekme, tokat, tecavüze yeltenme. Ne ararsan var. Kendimi kurtaramasaydım ne ar kalmıştı, ne namus. Nedir bizim çektiğimiz bu erkek milletinden ya? Çalışmak suç mu? Namusumla, şerefimle çalışamayacak mıyım, ekmek paramı kazanamayacak mıyım ben ya? Ay, afedersiniz, sizi de şey ettim böyle.”
“Geçmiş olsun. Patronunuz mu?” dedi Kısmet boğulur gibi. Yüzü mosmor olmuştu.
“Evet. Allah’ın belâsı! Ben bu halde nasıl gideceğim eve şimdi? Anneme, babama ne diyeceğim? Allah kahretsin!.. Yoluma çıkar mı dersiniz? Ay, korkuyorum, çok korkuyorum. Allah’ım, ben n’apıcam?”
“Bize gelin” demesiyle incik kemiğine tekmeyi yemesi bir oldu Kısmet’in. Ovunurken sözüne devam etti, “biraz dinlenir, kendinize gelirsiniz.”
İşte, geliş o geliş olmuştu ve sonra da gelenin gidenin ardı arkası kesilmemişti. Her şiddet gören kadını koruyabilmek, kurtarabilmek için bir internet sitesi hazırlatmıştı ve inanılmaz sayıda imdat çağrısı alıyordu. Tabii hepsiyle ilgilenmesi mümkün olmuyordu ama elinin erebildiğini işte şimdi olduğu gibi kurtarıyor, bir süre koruması altına alıyordu. Tabii işin içine çoğunlukla hafiyelik de giriyordu. Bu durumda derhal Şükufe devreye giriyor ve olayı çözüveriyordu. Tabii bütün bunlar Şükufe Hicabi’yle evlenmeden önce oluyordu. Hicabi “ne istersen yaparım, öl de öleyim ama sen de şu dedektiflik işini bırakacaksın” demişti. Onun için şimdilerde sadece evini birkaç günlüğüne açmakla yetiniyordu.
Dalmış gitmişti Şükufe. Kahvesi buz olmuştu. Yenisini yapmaya üşendi, olanı içmeye karar verdi. Tam yudumunu alıyordu ki, arkasında kopan çığlıkla yerinde hopladı. Arkasını dönüp baktığında, gece gelen kızın, adı neydi, Rana’nın yuvalarından fırlamış gözlerle televizyona baktığını gördü. O da baktı. Haberleri veriyorlardı.
“Nihayet yakalandı! Seri katil işte bu!”
Ekranda yüzünü gizlemeye çalışan bir adam, polislerin arasında yürüyordu. Spikerin dediğine göre, gece çırılçıplak bir halde yakalanmıştı. Hastaneye getirilmiş ve muayene edilmişti. Her kafadan bir ses çıkıyor, mikrofonlar uzanıyor, sorular soruluyordu ama adam, adeta polislere sığınmış bir halde koşar adımlarla yürüyor, yanıt vermiyordu. Polis arabasına bindirildi, araba uzaklaştı. Ve aynı anda Rana bayıldı.
Kısmet’le Şükufe yatağa taşımış, ayıltmaya çalışıyorlardı. Bir süre sonra gözlerini açan Rana korku içinde karşısındakilere baktı, “O...” dedi. “Katil O’ymuş.”
Ve tekrar bayıldı.
- 6 -
Lokman merkeze döndüğünde gözleri de, avurtları da, omuzları da çökmüş gibi gelmişti Osman’a. Dakikalardır Lokman makam koltuğunda, Osman misafir koltuğunda sus pus oturuyorlardı. Osman’ın cesaret edip de olanları sorası hiç yoktu. Lokman’ın da anlatacağı yoktu ya, elbet birinden biri konuşacak, bu suskunluk bitecekti; bitmek zorundaydı. Çünkü en azından aşağıda sorgulanacak olan bir seri katil zanlısı onları bekliyordu.
Bir on dakika daha geçti, Osman gırtlağını temizler gibi yaptıktan sonra çekinerek “amirim” dedi, “konuşabilir miyiz?”
Lokman sanki yüz yıllık uykudan uyanır gibi hayli zor ayıldı; Lokman’a önce boş boş, zamanın ve mekanın ayırdına varınca da birden değişerek cin gibi baktı.
“Hı? Tabii, tabii. Konuşalım.”
“Öncelikle geçmiş olsun demek isterim amirim.”
“Sağol, sağol Osmancığım. Diğerleri neredeler?”
“Emirlerinizi bekliyorlar efendim.
“Çağır, gelsinler.”
“Başüstüne amirim.”
Elemanları gelinceye kadar Lokman, günlerdir uyuyamamanın getirdiği sersemlikten ve şu son birkaç saattir yaşadıklarının etkisinden sıyrılabilmek için pencereyi açıp nefes egzersizleri yapmaya çalıştı. Tüm kadro biraraya gelip koltuklara oturduklarında pencereyi kapattı, tek tek geçmiş olsun dileklerini aldı ve başladı konuşmaya.
“Arkadaşlar, biliyorsunuz, katilin son adresi benim evimdi. Bu, ilk ziyaret. Öncesi yok ama duruma göre devamı olabilir. Neden? Çünkü bu gelişi ikaz, ihtar niteliği taşıyor gibi geldi bana. Bir amacı daha olabileceğini de düşünmüyor değilim; karşımızdaki adamın oyun oynamayı sevdiği belli. Belki belli belirsiz ipuçları vererek ya da veriyormuş gibi yaparak bizi tamamen ters yöne kanalize ederek eğleniyor da olabilir. Bu arada size ve ailelerinize yönelik bir eylemin düşüncesinde dahi olmadığından eminim. Rahat olabilirsiniz.”
“Zaten yakalandı amirim.” diye araya girdi Osman.
“O kadar emin olmayın arkadaşlar. Bu adamın, o adam olduğundan o kadar da emin olmayın. Ön sorgulamada ne oldu?”
“Konuşmuyor, amirim. Konuşmama hakkını kullanacakmış. Avukatını istiyor.”
“İster ister, hakkı. Çağırdı mı?”
“Çağırtmadık amirim.
“İyi, biraz daha beklesin bakalım. Fotoğrafçı kızın sevgilisi ne durumda?”
“Şey, amirim..” diye kekeledi Bora, “ben bir halt ettim.”
“Ne!” diye hiddetlendi hemencecik Lokman, “yoksa bana sormadan bıraktınız mı?”
“Yok amirim, burada. Sabah ‘açlıktan öldürecek misiniz beni’ diye bağırmış, tantana yapmış biraz.”
“O pısırık mı? Hayret.”
“Ya... Ben de gergindim amirim. Osman anlatmış ya, onun yüzünden şey hani...”
“Anladık, anladık! Sadede gel!”
“Haberi alınca cinler tepeme çıkıverdi amirim. İndim aşağıya, ‘sana bizim yemekler yaramaz aslanım, ne de olsa sen sevgili dili yemeğe alışıksın. Peynir ekmek seni kesmez’ deyiverdim. Ağzımdan kaçıverdi amirim. Önce bir şey anlamadı, mel mel baktı suratıma, ondan sonra tutabilirsen tut oğlanı. Bir yandan öğürüyor, bir yandan ağlıyor, bir yandan kendini o duvardan bu duvara vuruyor! Kriz ötesi bir duruma girdi yani amirim. Çok kötüydü. Bin pişman oldum ama neye yarar? Olan olmuştu bir kere. Sakinleştirici verdik. Şimdi biraz daha iyi ama yine de durumu berbat, amirim. Çok özür dilerim. Emrinize karşı geldim, itaatsizlik ettim. Cezama razıyım amirim.”
“Çok kötü” dedi Lokman bozuk bozuk, “her yönden çok kötü yapmışsın. Af edilir şey değil Bora. Cezanı sonra keseceğiz, şimdi işimiz var. Yalnız senin bu kadar zalim ve gaddar olabileceğin hiç aklıma gelmezdi doğrusu. O delikanlının ömür boyu çekeceklerini bir düşünürsen yaptığının nerelere kadar gideceğini; kaç kişinin, kaç ilişkinin zedelenmesine neden olacağını, etkileyeceğini görürsün. Yazık, çok yazık. Osman, aşağıya sor bakalım, durumu neymiş?”
Osman, kısa bir telefon görüşmesinden sonra “öyle perişan düşmüş ki, ilacın da etkisiyle uyumuş kalmış.” dedi.
“İyi. Kendine gelince bırakın, gitsin. Yo, hayır, bir başına bırakmayın. Ailesinden biri ya da bir arkadaşı gelsin alsın. Sakın yalnız bırakmayın.”
“Emredersiniz amirim. Amirim, rapor geldi. Zarflarda ve kâğıtta sizin ve bir de küçük bir çocuğun parmak izleri bulunmuş.”
“Çocuğun mu? Çocuk da nereden çıktı? Ne çocuğu? Hangisinde? Hangi zarfta?”
“Bakayım efendim.”
Osman dosyadan raporu çıkartıp okudu, “Sarı zarfta sizin parmak iziniz ve başka karışık izler var, beyaz zarfta sizin ve çocuğun, kâğıtta sadece çocuğun parmak izi bulunmuş amirim.”
“Çocuğun tahmini yaşı?”
“On bir – on iki diye belirtilmiş.”
“Hımm... Bu ne anlama geliyor arkadaşlar? Bu işde ya bir çocuk maşa olarak kullanıldı, ya da katilin on bir – on iki yaşlarında çocuğu ya da akrabası filan var. Başka bir diyeceği olan?”
“Ya da amirim” diye atıldı Çiğdem, “bakkalın ya da kırtasiyecinin çırağı on bir – on iki yaşlarında bir çocuk.”
“Evet! Kutlarım kızım. Çok akıllıca. Şifre çözücülerin raporu nerede? Tek satır okuyamadım.”
“Aslı da geldi, burada efendim” dedi Osman ve dosyadan diğer raporu alıp Lokman’a uzattı. Lokman okudukça kızarıyor, kızardıkça terliyordu. Onun bu halini çok iyi bilen diğerleri koltuklarda kaykılarak iyice sindiler.
“Fişini kıçına mı sokuyormuş!” diye patladı Lokman. “Ne diyor bunlar be! Bula bula bunu mu bulmuşlar da marifet gibi rapor tutmuşlar, yollamışlar!”
Kâğıdı memurlarının yüzüne doğru salladı. “Bundan haberiniz var mı, bundan? Yok efendim, sapık katil maktullerin etlerini havyayla yakarak yazıyormuş denklemleri. Havya elektrikle çalışmaz mı kardeşim? Herifçioğlu sokaklarda, surlarda fişi nereye takacak! La havle yav! Akıl var, mantık var yav!”
“Kızmayın ama amirim” diye araya girdi Kadriye, “pille çalışanları da var. Hem de küçücük, el kadar.”
“Deme be! Sahi mi?”
“Sahi amirim” diye karısını onayladı Bora, “kayınçodan biliyoruz biz de. Onun atölyesinde o kadar sık elektrik kesiliyor ki, sonunda pilli havyalardan almak zorunda kaldı. Aslında önceden şarj da edebiliyorsun, sonra kullanıyorsun. Onun için ayrı bir aparatı var. Ne kadar gidiyor şarjı, onu bilmiyorum ama var böyle bir alet.”
“Araştırın bakalım, kimler kullanır bu aleti?”
“İşinde kullanması şart mı amirim? İhtisas isteyen bir şey değil ki bu! Hem her yerde de satılıyor, işporta da bile. Topkapı’da almayanı dövüyorlar, amirim.”
“Vay anasını yav! E, bu durumda şarjlı havyadan da pek bir şey çıkartamayacağımız böylelikle anlaşılmış oldu arkadaşlar.” dedi Lokman umutsuzca. “Bakalım başka ne bulmuşlar? Hımm... Diğerlerinin üzerinde çalışmaya devam ediyorlarmış. Çalışın bakalım, tabii çalışacaksınız. Hayret bir şey! Ha, şu yakalanan herifçioğlu, neden çırılçıplakmış? Sordunuz mu?”
“Evet amirim. ‘Ben çıplak dolaşmaktan hoşlanıyorum. Var mı bir diyeceğin’ dedi.”
“Var deseydin ya oğlum. Hadi gidip diyeceklerimizi diyelim birer birer, ha? Ne dersiniz çocuklar?”
Elemanların hoşuna gitmişti amirlerinin sözü; gülüştüler.
- 7 -
Ufacık tefecik Şükufe, küçücük ayacıklarıyla evinin salonunu bıdı bıdı arşınlayıp duruyor, bu arada da Kısmet’e söylenip duruyordu.
“Hah, işte korktuğum başıma geldi. Allah’ın gözü dönmüş, sapık, seri katilini başımıza sardın. Bravo arkadaşım! Tebrik ederim! Nihayet bizim de bir sapığımız oldu! Hem de eli kanlı cinsinden! Allah seni nasıl bilirse öyle yapsın, Kısmet! Başka bir şeycikler demem, Allah seni nasıl bilirse öyle yapsın!”
“Ay Şükufe, iki dakika sus be! Sana da evlendin evleneli bir haller oldu ha! Ne bu tırsaklık!”
“Tırsak senin anandır! Hiii! Anan? Ya anneciğine, babacığına bir şey yapmaya kalkarsa! Zavallıcıklar, bu yaştan sonra... Vah vah! Vah vah!”
“Yakalandı ya Şükufe Abla.” diye titrek sesiyle araya girdi Rana.
“Ha, doğru ya; yakalandı” diye mırıldandı Şükufe. “İnşallah ellerinden kaçırmazlar.”
“İnşallah. Kızlar, size bir şey diyeceğim; biz vatandaş olarak, sen Rana, mağdur olarak polisle işbirliği yapmalıyız” diyerek öneride bulundu Kısmet.
“Hayır!” diye ciyakladı iki kadın birden. Rana büsbütün büzüştü, olduğu yerde iki yana sallanmaya başladı. Her savruluşunda da bir ‘olmaz abla, olmaz’ teranesi tutturmuş gidiyordu.
“Kız sen kafayı mı yedin!” diye Kısmet’i azarladı Şükufe. “Hicabi’nin dünya yüzündeki ve de hayatımdaki varlığını unuttun galiba!”
“Ne alâka?”
Şükufe kollarını kaldırıp iki elini tavana doğru açarak Yaradan’a yakardı; “Allah’ım, yarattığın her şeyin yüzsuyu hürmetine, sana yalvarıyorum, şu kadına acilen bir koca ver. Ver ki biz rahat edelim. Amin. Hoş, adama yazık olacak ama n’apalım artık.”
“A a, aşk olsun vallahi Şükufe! Vallahi benden yana bu kadar dertli olduğunu bilmiyordum. Peki madem, ben de giderim o zaman. Sen beni arayıncaya kadar da ne ararım, ne sorarım; tamam mı!”
Kısmet çantasını alıp kapıya doğru ağlamaklı ağlamaklı yürürken Şükufe ciyakladı; “delirtme beni kadın! Gel buraya. İlle de gideceksen, giderken getirdiklerini de götürüver bir zahmet!”
Kısmet geri döndü. Bu sefer sahiden de ağlıyordu. “Hadi kalk Ranacığım, gidelim.”
“Ben gelmem.”
“Hah! Buyur, buradan yak!” Bunu söyleyen tabii ki Şükufe’ydi.
O sırada televizyonun ekranı kızardı, ‘son dakika’ yazısı belirdi ve spiker hanım saçını düzeltirken görüntüye geldi.
“Sayın izleyiciler, daha önce de belirttiğimiz gibi seri katil yakalandı. Beş cinayet suçundan aranan katilin kimliği belirlendi. Adı, Samet Hoşgel. Otuz iki yaşında. Komşularının söylediğine göre yalnız yaşıyormuş. Ama gece geç saatlerde kavga sesi duyulduğu, bir hanımla tartıştığı söylenmekte. Şimdi size muhabir arkadaşımız Ayda Selen’in mahalle bakkalıyla yaptığı röportajı sunuyoruz.
‘Siz bu sokaktaki tek bakkalsınız değil mi?’
‘Evet.’
‘Katil zanlısı kişi hep sizden mi alışveriş yapardı?’
‘Onu bilemem ama benden de yapardı tabii.’
‘Neler alırdı?’
‘Neler mi? Her şey. Sattıklarımdan bir şeyler işte.’
‘Nasıl birisi? Nasıl tanırsınız?’
‘Kişiliğini, karakterini bilecek kadar tanımam. Bir vukuatını da görmedim doğrusu.’
‘Komşuları bir kadınla kavga ettiğini söylüyorlar.’
‘Eh, öyle diyorlarsa öyledir. Ben bilmiyorum.’
‘Evine gidip gelen olur muydu? Hanım arkadaşı var mıydı?’
‘Valla, kimsenin girdisini çıktısını takip etmem ama evet; o eve ara ara gelen bir hanım vardı. Benden sigara, içki filan alırdı; oradan biliyorum.’
‘Öyle mi! Nasıl biriydi? Bize tarif edebilir misiniz?’
Sayın izleyiciler, soruşturma henüz neticelenmediği için röportajın devamını yayınlayamıyoruz. Gelişmelerden sizleri sıcağı sıcağına haberdar edeceğiz. Şimdi yayınımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.”
“Tebrikler, meşhur oldun!”
“Deme kıza öyle Şükufe. Baksana haline, iyice dağıldı zavallı.”
“Ben n’apıcam? Ben n’apıcam?” Rana’nın teranesi değişmişti.
Şükufe telefonu aldı, tuşladı; “Alo? Kızım, Hicabi’yi bağla bakiiim.... Alo... Hicabi, hemen eve gelmen gerekiyor... Bırakıver bir yarım saat işini canım. Ne zaman işinden aradım da eve çağırdım seni? Hı?... O zaman yeni evliydik, şaşkın. Gel sen, gel. Yok, telefonda anlatamam. Hadi, uç. Öptüm canım.”
“Sağol Şükufe.” dedi Kısmet minnetle.
“Amin. Allah sonumuzu hayır eylesin.”
- 8 -
Aşağıya inerlerken Lokman, “kayıt dışarıdan yapılsın, görüntülü.” dedi Osman’a. “Herif zaten konuşmam monuşmam diyor, bir de alıcıyı görürse hepten susar.”
“Biz konuşturmasını biliriz, amirim.”
“Sakın ha! Başımıza iş açmayalım oğlum. Bu sefer benimle Çiğdem girsin içeri. Siz dışarıdan izleyin.”
“Çiğdem mi?”
“Evet. Bir itirazın mı var?” dedi tek kaşını kaldırarak. “Hadi kızım, gel.”
Çiğdem, Kadriye’ye pis pis sırıtarak amirinin arkasından gitti. Diğerleri de homurdanarak aynanın arkasına geçtiler.
Kapı açılınca kıl kıl baktı Samet gelenlere. ‘Adam tam aynasız’ diye düşündü, ‘adam tam aynasız da bu şaşkın tavuğun burada işi ne? İyi işte, sıkılmam; eğlence çıktı bana.’
“E, Samet efendi, yakayı ele verdin sonunda. Öyle sipsivil sokaklara çıkılır mı hiç? Senin gibi her şeyi inceden inceye düşünüp hesaplayan biri bunu nasıl akıl edemez? Vallahi şaştım da kaldım.”
“Daha çok şaşıracaksınız” diye tısladı zanlı.
“Yaaa... E, hadi, şaşıralım bakalım. Anlat.”
“Yanlış adres, yanlış mekân, yanlış insan.”
“Hadi ya... İnkâr yani.”
“Tepeden tırnağa yanlış!”
“E, anlat bakalım, neymiş yanlış olanlar. Anlat da doğruları bulalım.”
“Onu da siz buluverin bir zahmet.”
“Konuşmayacaksın yani, hı? Anladık, açık konuşmayı sevmiyorsun ama biz sevdirmesini biliriz. Hem öyle bir sevdiririz ki bülbül gibi ötersin de, çözülmedik ne denklem kalır, ne şifre!”
“Şifre?.. Şifre? Benim hayatım şifre be; sen ne diyorsun amir efendi? Profesör olsan çözemezsin! Sen kim, beni çözmek kim!”
“Bana bak, akıllı ol! Akıllı ol! Aranma!”
“Ben aradığımı buldum, amir efendi.” derken yavşadı Samet. Yılık yılık sırıtarak Çiğdem’e bakıyordu. “Maşallah, taş gibi.”
“Ne! Ne dedin sen, ne!”
Lokman, önce sarardı, sonra kızardı. Kan beynine hücum etti, bütün bedenini ateş basmaya başladı. O ateşin içinde sırtı ürperdi.
Çiğdem, amirinin yüzünün giderek morardığını gördü; panikledi, korktu.
“Amirim? Boşverin, amirim.”
Lokman, duvardı sanki, betondu, mermerdi. Çiğdem, yardım istercesine telaşla aynaya doğru baktı ama sonra hemen kendini toparladı. Onlarca gözün üzerlerinde olduğunu, gerekirse içeri girebileceklerini anımsayıverdi. Önce çenesini, sonra omuzlarını dikleştirdi, usul adımlarla Samet’in arkasına doğru yürüdü.
Bu arada Lokman, masanın üzerinden Samet’in burnunun dibine kadar uzanmış; gözlerini zanlının gözlerinin bebeğine dikmişti. Burnundan soluyordu. Şu sapığı un ufak etmek için içinde kabaran isteği bastırmaya çalışıyor, medyanın akbaba gibi üstünde uçtuğu olaylar zincirinde, yanlış bir şey yapıp teşkilata ve tabii kendisine laf getirmek istemiyordu. Onun için de kendini tutmak zorundaydı ama ilk fırsatta... İlk fırsatta....
Aklına çocukları geldi birden, onlara tabanca çekişi... Bu deyyusun yüzünden az daha... evlat katili.... Birden bir hamle yaptı, tam kafa atarken son anda durup alnını alnına yapıştırdı. Köprüde karşılaşan iki inatçı keçi gibiydiler. İkisi de birbirlerini alınlarıyla ittiriyorlar, güç gösterisi yapıyorlardı.
Samet önünde sonunda yenilgiyi kabul etmeye mahkumdu. Yine de şu aynasızı memurlarının önünde bozum etmek istiyordu. Hareketini engelleyen kelepçeye küfür ederken bir anda arkaya çekilip bedenini yana çekti. Lokman tecrübeliydi; boş bulunup ne masaya kapaklandı ne de düştü; sendelemedi bile.Ama çok kızmıştı; artık bir şey düşünemez haldeydi. Yumruğunu kaldırdı, tam adamın suratının orta yerine indiriyordu ki durmak zorunda kaldı çünkü Çiğdem’in, adamın saçına elini daldırıp başını tüm gücüyle arkaya çektiğini gördü. Yumruğu havada asılı kalmıştı, hayretler içinde memuruna bakıyordu. Çiğdem’in iki parmağı çengel gibi kıvrıldı, Samet’in başının üzerinden aşıp burun deliklerinden içeri girdi. Yükünü kaldıran vinç gibi gerildi ve ani bir hamleyle yukarı doğru çekti. Samet, acıyla bağırdı.
“Aaah! Kaltak!”
Çiğdem, geriye doğru bir adım atarken ellerinin yerini değiştirmemişti. Parmakları aniden ve peşpeşe sağa sola hareket etti. Samet böğürdü. Burnundan kan boşanıyordu. Çiğdem, adamın burnundan çıkardığı parmaklarını hırsla salladı; “bak” diye hırladı, “bak, parmaklarım da taş gibi.” Saçlarını daha sıkı çekip adamın başını tüm kuvvetiyle duvara doğru savurdu, dengesini kaybeden Samet iskemleyle beraber yere yuvarlandı.
Dimdik, muzaffer bir edayla kapıya doğru yürüyen Çiğdem’in arkasından Samet ana avrat küfür etmeye başladı. Başlamasıyla da bitmesi bir oldu; Lokman’ın tekmesi, nasıl olduysa, ağzına denk gelmişti. Yerde debelenirken kanlı ağzını açtı, gözlerini devirerek Lokman’a baktı.
“Sakın!” diye bağırdı Lokman. “Sakın!”
Hışımla sorgulama odasından çıkarken “götürün şunu” diye gürledi görevli memura.
Çiğdem’i karşılayan arkadaşları o mucizevi görüntülerin şaşkınlığını üzerlerinden henüz atmışlar, tebrik ediyorlardı. Kadriye bile artık Çiğdem’e daha bir başka bakmaya başlamıştı.
“Çok şaşırttın bizi” dedi biraz takdir, biraz alay sezinlenen bir sesle. “Kutlarım.”
“Ne ben onları yapsaydım, ne de siz beni böyle kutlasaydınız” dedi Çiğdem. Hâlâ titriyordu. “Ama dayanamadım. Pislik herif!”
“Gel kız, bir öpeyim seni” diyerek sarıldı Osman. “Ne yalan söyliyeyim, vallahi de billahi de çok üzülüyordum haline.”
“Üzülüyor muydun? Niye?”
“Ya, tinimini hanımdan polis mi olur kızım, ya! Bir gün başına bir şey gelecek diye aklım çıkıyordu, inan olsun. Oh be, dünya varmış! Artık gönlüm rahat! Hatta vay senin eline düşene!”
“Vay ki, ne vay!” dedi gülerek Bora. “Çok iyiydin.”
O sırada içeri giren Lokman, “ne tebrik edip duruyorsunuz kızı” diye söylendi, “şimdi soruşturma açılsa ceza yer. Suç işledi, suç.”
“Siz de suç ortağı olarak nasibinizi alırsınız artık, amirim.”
“Zevzekliğin âlemi yok. Çabuk yukarı. Hepiniz.”
On dakika kadar sonra Lokman’ın odasında toplanmışlar, çaylarını içerlerken durum değerlendirmesi yapıyorlardı.
“İşte, görünen köy misali, amirim” dedi Kadriye, “hangi zanlı sorgulamada böyle kafa tutar, kadın memura sarkar? Kesin sapık, kesin!”
“Ölümüne susamış it! Ölmesi bir şey değil, bir mikrop eksilir, ama bizim başımız derde girecek elin deyyusu yüzünden yav! Osman, kızı buldunuz mu?”
“Otomobilin plakasından iz sürüyoruz, amirim. Araba Kerem Dinçoğlu adına kayıtlı.”
“O da kim? Araştırın.”
“Arkadaşlar ilgileniyorlar, amirim.”
“Evet. Bu Samet denilen adam, beş kişinin katil zanlısı. Altıncıyı da haklarken kız kurtulup kendini can havliyle çırılçıplak sokağa atıyor. Kızı bir otomobil, orada alesta bekleyen bir otomobil alıp hızla uzaklaştırıyor. Şimdi, bu ne demek oluyor? Bir fikri olan var mı?”
“Samet, kızın sevgilisiymiş, amirim. Konu komşu, bakkal çakkal öyle dedi. Yani, madem sevgilisi, neden daha önce öldürmedi de şimdi cinayet kıfı kalktı? Bunun bir nedeni olmalı.” diye bir soru attı ortaya Bora.
“Ya belki adam sevgilisini öldürmeye kıyamamıştı. Ne de olsa sevgilisi canım. El insaf yani!”
“Yo, yoooo. Bu manyak var ya, bu manyak, sevgili mevgili dinlemez; anasını, bacısını bile bir an bile düşünmeden gebertir Kadriyeciğim.”
“Oh, gözlerim yaşarıyor. Cığımlar, ciğimler filan.” diyerek ağzının içinden söylendi Osman. “Allah muhabbetinizi arttırsın.”
“Alışmış kudurmuştan beterdir, arkadaşlar” diyerek konuya devam etti Lokman. “Bir kere cinayet işleyen ikinciyi, üçüncüyü, beşinciyi de işler. Bu tesbit edilmiş bir gerçek. Şimdi, şu noktaya ağırlık verelim; kızı gecenin bir köründe arabasını parkedip de bekleyen kadın kimdi? Ve neden bekliyordu? Bir akrabası mı? Ya da çok yakın bir arkadaşı?”
“Kadın kızdan büyükmüş amirim. Ablası filan olabilir.”
“Olabilir. Peki, neden bekliyordu? Kızın başına kötü bir şey geleceğini nereden bilebilir? Neticede bunlar sevgili. Her zaman o evde buluşuyorlar. Öyle değil mi? Bu arabalı kadın kızın her gidişinde evin önünde nöbete mi yatıyordu yani? Olur mu hiç öyle saçma şey? Belli ki bir problem var. Madem bu kadar sıkıntılı bir birliktelik, kız neden ayrılmıyor? Yoksa ayrılamıyor mu? Tehdit, baskı, şiddet mi korkutuyor kızı? O kadın da ne fedakar ablaymış yani ha! Pes vallahi! Çocuklar bulun şunları, çabuk bulun! Kadına ulaşabilirsek kızı da bulduk demektir. Arkası da çorap söküğü gibi gelir.”
O sırada kapı vuruldu ve bir memur içeri girdi.
“Amirim, bulduk.”
“Hah! Aferin. Getirin.”
“Kimi amirim?”
“Kızı. Kızı bulmadınız mı oğlum?”
“Yok amirim. Adamı bulduk. Şu Kerem Dinçoğlu denilen adamı.”
“Hadi ya. Araba benim değil, sattım dedi değil mi? İzi takip edin işte oğlum. Kime satmış?”
“Satmamış ki, amirim. Hediye etmiş.”
“Ne! Hediye mi etmiş? Kim bu adam, oğlum? Holdingi moldingi mi var yoksa?
“Yok amirim. Holdingi yok ama ensesi kalınlardan.”
“Vay canına yandığımın yav! Metresine mi hediye etmiş arabayı?”
“Hayır. Karısına.”
“Kalıbımı basarım ki, bir halt karıştırdı bu adam! Üstüne üstlük bir de karısına yakalandı. Bunu temizlese temizlese şöyle fiyakalı bir otomobil temizler dedi; dediği de oldu demek ki” dedi Kadriye. “Ah, ben olacaktım ki onun karısı, bak o zaman ne oluyordu!”
“E, o zaman elinizle koymuş gibi bulmuşsunuzdur kadını” dedi sevinerek Lokman, “bitti bu iş çocuklar.”
“Maalesef amirim” dedi memur, “boşanmışlar.”
“Ne? Ne! Ne varmış canım boşanacak! Az daha bekleyememişler mi! Yav, n’oluyor bu insanlara! Evlilik çocuk oyuncağı mı, kardeşim! Ayrılacaksın madem.... Üf! Neyse, adresini bilmiyor mu kadının?”
“Ailesinin adresini biliyormuş. Gittik ama evde yaşlı bir çiftten başka kimse yoktu. Anne ve babasıymış.”
“Neymiş adı sanı?”
“Kısmet Korur.”
“Eee?”
“Beraber oturuyorlarmış ama gece gelmemiş eve. Nerede olduğunu da bilmiyorlarmış. Çok korktu ihtiyarcıklar. Annesinin kalbi tuttu, amirim.”
“Of yaa, of! Arabanın modelini, rengini, plakasını anons ettirin; arasınlar.”
“Başüstüne, amirim.”
Memur odadan çıktıktan sonra kısa bir süre kimse konuşmadı. Hepsinin de kafası kazan gibi olmuştu, düşüncelerini toparlamakta güçlük çekiyorlardı. İki, üç saatçik de olsa uyumaları şarttı artık. Osman, bunu amirine hatırlatması gerektiğini düşündü; zılgıt yiyeceğini biliyordu ama başka da çare kalmamıştı artık. Cesaretini toplayabilmek için birkaç kez derin derin nefes aldı, ağzını açtı ancak konuşan Çiğdem oldu.
“Amirim, kafama takıldı; düşünüyorum, düşünüyorum, yine de nedenini bulamıyorum.”
“Neyin kızım?” diye bezgin bezgin sordu Lokman.
“Şu sapık, amirim, neden bizim damarımıza basmaya, sinirimizi zıplatmaya çalıştı? Başına gelenler çok daha vahim olabilirdi üstelik ve o bunu biliyordu. Bile bile neden yaptı bunu? Kasıttaki amaç ne olabilir?”
Lokman yanıtlayamadan kapı belli belirsiz bir kere tıklatıldıktan sonra hızla açıldı ve içeri biraz önce odadan çıkan memur girdi. Koşarak geldiği al al yanaklarından belli oluyordu.
“Amirim” dedi soluk soluğa, “burada.”
“Kim burada oğlum?”
“Hepsi burada amirim. Toplaşıp gelmişler.”
“La havle! Şunu adam gibi baştan anlat yoksa fena yapıcam ha!”
“Amirim, talimatınızı ilettikten sonra anakapıya çıktım. Etrafa gözgezdirirken bir de ne göreyim!”
“Sadede gel!”
“Arabayı amirim, aradığımız arabayı. Süzüle süzüle bahçede ilerlemiyor mu!”
“Ne! Emin misin oğlum?”
“Vallahi amirim. Şimdi hepsi dışarıdalar, şu kapının dışında.”
“Ne duruyorsun? Al çabuk içeri. Dur, dur bir dakika. Hepsi dediğin kaç kişi?”
“Dört.”
“Dört mü? Biri kız, öteki arabalı kadın, öbür ikisi kim ola ki? Allah Allah. Al bakalım içeri.”
“Teker teker değil mi amirim? Sorgulamanın sağlığı açısından yani?”
“Oğlum, bunlar beraber gelmediler mi?”
“Evet efendim.”
“Hem de tıpış tıpış kendi ayaklarıyla.”
“Evet efendim.”
“E, o zaman neden ayrı ayrı alıyoruz ki? Yalan söyleyecek de olsalar gelmeden nasıl ifade vereceklerini belirlemişlerdir nasıl olsa.”
“Haklısınız, amirim. Alayım mı?”
“Evet, hadi. Siz de gözünüzü, kulağınızı iyice açın. Uyanın çocuklar, uyanın!”
Kapı açıldı ve önde kısa boylu, tıknaz, sıradan bir adamla arkasında çeşitli boy, ebat ve renkte üç hanım içeri girdiler. Adımlarını çekinerek atıyorlar, yere bakarak yürüyorlardı. Birkaç adım attıktan sonra durdular.
“İyi günler komiserim” dedi adam, “şu şeyle ilgili... katil... hani yakalanan.... onunla ilgili konuşmak için geldik efendim.”
“Hoşgeldiniz” dedi Lokman omuzlarını dikleştirip göğsünü şişirerek, “buyurun, oturun.”
Memurları koltuklardan kalkıp yerlerini gelenlere verdiler; arkalarına geçip dinlemeye hazırlandılar.
Lokman, içlerinde en genç olan kadının yüzündeki morluklara ve şişliklere baktı. Kız iyice başını öne eğdi.
“Geçmiş olsun” dedi Lokman. Kız, gözlerini yerden kaldırmadan ağzının içinden teşekkür etti.
“Buyurun, sizi dinliyorum.”
“Efendim, ben Hicabi Şişman. Şişman Market’in sahibiyim. Yanımda oturan hanım eşim olur; Şükufe Şişman. Mavili hanım, çok eski dostumuz, arkadaşımızdır; Kısmet Korur. Oradaki genç bayansa Rana Hanım. Dün gece tanıştık, amirim.”
“Ya... Konuya gelirsek?”
“Konuya gelirsek, amirim...”
“Rana, kızım, anlat komiser beye olanı biteni. Çok sarsıldı da komiserim.” diye lafa girdi Kısmet.
“Evet, ya” diyerek arkadaşını onayladı Şükufe, “bu sabah televizyonda adamı görünce şak diye düştü, bayıldı zavallı.”
“Hangi adamı?” diye sordu Lokman sanki kim olduklarını bilmiyormuş, kızın sokaklara cıscıbıl fırladığından, kadının onu kaçırdığından haberdar değilmiş gibi. “Çok hırpalanmışsınız. Neler oldu? Anlatın.”
Kız, titreyerek derin bir nefes aldıktan sonra cılız bir sesle anlatmaya başladı. “Sizin seri katil olarak yakaladığınız adam...” Bedeni zangır zangır titremeye, gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı.
“Evet?”
“O adam..... benim sevgilim” demesiyle bağıra böğüre ağlamaya başladı. Kısmet, hemen kıza sarıldı, sakinleştirmeye çalıştı. Cebinden çıkarttığı kağıt mendille yüzünü silerken “tamam canım, tamam.” diyor, saçlarını okşuyordu.
“Hanımefendi, siz Rana Hanım’ın nesi oluyorsunuz?”
Kısmet, sandalyesine otururken “hiç” diye cevap verdi, “hiçbir şeyi değilim.”
“Ahbabı, iş arkadaşı, komşusu?”
“Hayır komiser bey, hiçbiri değilim ama bundan böyle en yakını olacağım” dedi çenesini havaya dikerek.
Bu yanıta Lokman’da, memurları da çok şaşırdılar. Hiç düşündükleri gibi çıkmamıştı.
“Öyle mi? Neyse, sizi de dinleyeceğiz elbette hanımefendi ama şimdi sizi dinleyelim Rana Hanım.”
“Ben o şahısla....”
“O şahsın adı nedir?”
Kız, ‘biliyorsunuz ya’ gibilerinden şaşkın şaşkın Lokman’a baktı. “Samet” dedi, “Samet Hoşgel. İşte, ben onunla... dediğim gibi.... o benim erkek arkadaşımdı.”
“Ne zamandan beri?”
“Altı ay önce tanışmıştık ama dört aydır birlikteydik.”
“Neden hep geçmiş zamanla konuşuyorsunuz? Bitti mi ilişkiniz?”
“Yooo, hayır. Ama aslında evet. Yani... yani bilmiyorum. Yani konuşup ayrılmadık. Hem... hem ne işim olur katille benim?”
“Elbette ama benim öğrenmek istediğim başka şeydi; eğer ayrılık varsa, bu ayrılık sevgilinizin katil olduğunu öğrenmeden önce mi gerçekleşti?”
“Önce. Her zamanki gibi tartışmıştık, ben evi terketmiştim ama ayrılıyoruz diye bir şey konuşmamıştık.”
“Yüzünüzdeki izler, yaşadıklarınızın tartışmanın ötesinde olduğunu gösteriyor. Az önce ‘her zamanki gibi’ dediniz. Hep böyle mi olurdu tartışmalarınız?”
“Genellikle ama bu seferki biraz fazlaya kaçmıştı efendim.”
“Anlıyorum. Bu konuya sonra tekrar döneriz Rana Hanım. Ben size başka bir şey sormak istiyorum. Sevgilinizin evinde hiç alet edevat gördünüz mü? Tamir yapar mı mesela? Meraklı mıdır öyle şeylere?”
“Bilmem? Ben hiç görmedim doğrusu ama zaten öyle bir ortamımız olmuyordu ki. Yani öyle bir merakı olsa da bilemezdim.”
“Neden? Oturup konuşmaz mıydınız gelmişten geçmişten, hobilerinizden, fobilerinizden? Hiç mi sohbetiniz olmazdı? Ya da beraber yaptığınız bir uğraş filan?”
“Ah komiserim” diye iç çekti Rana, “Samet öyle bir adam değildir. Onunla şöyle karşılıklı oturup söyleşilmez ki. Sadece kendisi konuşur. İçer içer konuşur, konuştukça ateşlenir, ateşlendikçe de ya döver, ya da dövmekten beter sever. Kırk katır, kırk satır yani.”
“Madem öyle, neden ayrılmadınız Rana Hanım?”
“İstemedim mi sanıyorsunuz komiser bey, istemedim mi sanıyorsunuz! Bırakmıyordu ki! Kurtulamıyordum ki! Kaçayım dedim, başka şehire göçeyim dedim ama sonra da neden diye sordum kendime. Birisi gidecekse o gitsin, ben niye düzenimi bozacakmışım dedim. Haksız mıyım ama Allah aşkına söyleyin, haksız mıyım? Ben niye kaçayım?”
“Anladığım kadarıyla birlikte yaşamıyordunuz yani devamlı aynı evi paylaşmıyordunuz.”
“Evet. Bazen peşpeşe her gün, bazen günaşırı çağırırdı. Bazen de günlerce ortalarda görünmezdi. Günlerce dediğim dört – beş gün filan.”
“Nerede olduğunu sorduğunuzda ne cevap verirdi?”
“’Sana ne? İşim vardı. Sana hesap mı vereceğim?’ Yanıt bu oluyordu. Açıklama filan yok. Ben de korkumdan soramazdım. Ayrıca nerede olduğu umurumda da değildi zaten çünkü benim için yanımda olmaması daha iyiydi; o yokken çok rahat ve huzurlu oluyordum komiser bey.”
“Ah canım, ah” diye sızlandı Kısmet. “Allah kahretsin bunların topunu birden! Boyları posları devrilesiceler!”
“Kimlerin?” diye terslendi Lokman.
O ateşle “kimlerin olacak? Erkek milletinin topunun birden Allah......” diye atıldı Kısmet. Sonra konumlarının ve durumlarının ayırdına varır varmaz da “yani sayın komiserim, sözüm meclisten dışarı tabii. Böyle şiddet uygulayanların topunu demek istemiştim. Ay, ay, afedersiniz, onu da demek istememiştim vallahi. Mesleki durumlar hariç tabii. Ay, çok özür dilerim. Tüh! Çenem kopsun!” dedi ve gözlerini titreyen dizlerine dikerek sustu.
Lokman ve memurları gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı. Lokman, arkasını dönüp gülme isteğini bastırıncaya kadar odasını adımladı durdu düşünür pozlarda. Sonra derin bir nefes alarak konuklarına döndü; “evet Rana Hanım, demek sık sık buluşuyordunuz ve bu buluşmalar anladığım kadarıyla sadece sevişme amaçlı oluyordu; yanılıyor muyum?” diye sordu.
“Yanılıyorsunuz. Yani, benim açımdan.... Ben sadece sevişmek için.... O... Ben değil...”
“Ama diyorsunuz ki, ya döverdi, ya da dövmekten beter severdi. Bu durumda?... Rana Hanım, bu adam hep mi böyleydi? Tanıştığınızdan beri.... İlk birlikte olduğunuzdan beri?”
“Hayır efendim. Sonradan oldu.”
“Ne kadar sonra?”
“Şey... Sanırım iki hafta sonra filan... Daha öncesinde de sertti ama iyi zamanları da oluyordu.”
“Diğer bir deyişle üçbuçuk aydır siz bu işkenceye katlanıyorsunuz. Neden? Zevk mi alıyorsunuz?”
“Haşa!” diye atıldı Rana. “Haşa!”
“Peki, ya?”
“Seviyorum.”
“Köpekler işesin böyle sevgiye!” diye atıldı Şükufe. “Ay, dayanamayacağım artık!Kusura bakmayın ama komiser bey, böyle alıklar beni çileden çıkarıyorlar!”
Kolundan tutup karısını oturtmaya çalışan Hicabi’nin gözleri Lokman’daydı. “Yapma karıcığım, gel canım.”
Bir silkenişle kolunu kurtaran Şükufe, “ay bırak allasen Hico!” diyerek terslendi. Sonra Lokman’a dönerek, “böylelerine müstehak, komiserim” dedi, “ye dayağı otur, tecavüze uğra otur, kovul otur, hakarete uğra otur, işkence çek otur; oh olsun!” Sonra Rana’ya dönüp bağırdı, “kızım senin hiç mi aklın yok? Beynin mi büzüştü? Düşünemiyor musun? Hissedemiyor musun? Nesin sen ya? Robot mu? Deli mi? Mazoist mi?”
Şükufe bağırdıkça Rana Kısmet’e daha bir sokulmuş, başını omzuna dayayıp yarım kalan ağlamasına devam eder olmuştu.
“Sakin olun hanımefendi” dedi Lokman sakin sakin. “Lütfen oturun.”
Şükufe, sinip oturdu.
“Bütün bunları buraya gelmeden önce sormadınız mı?” diye sordu Lokman alaycı bir gülümsemeyle.
“Özür dilerim, efendim. Gerginlik, uykusuzluk.... Özür dilerim. Sormadım. Evdeyken fırsatım olmadı, soramadım.”
“Anlamadım?”
“Kısmet telefon ettiğinde zaten çok geç bir saatti; biz de çok geç yatmıştık. Yani, henüz dalmıştık uykuya. Mecburen kalkıp bekledik. Kızı çırılçıplak getiriyorum, bir örtü filan hazır edin dediğinde zaten anlamıştım bu sefer başımıza bir iş geleceğini.”
“Bu sefer mi?”
“Evet ya, komiserim, bu sefer. Bu Kısmet’in ilk işgüzarlığı değil ki!”
“Ne demek oluyor bütün bunlar hanımlar?” diye gürledi Lokman ve Hicabi’ye gözü ilişince cümlesine devam etti, “ve beyefendi? Şu işi baştan sona sizden dinleyebilir miyiz?”
“Emriniz başım gözüm üstüne sayın amirim” derken iskemlesinde kıpırdanan Hicabi başladı anlatmaya.
“Efendim, Şükufe’yle ben henüz daha nişanlı bile değilken....”
Samet Hoşgel, nezarethanede iki adım sağa, üç adım aşağıya volta atıp duruyor, içinden Çiğdem’e sövüp sayıyordu. “O boyalı aynasızdan bunun intikamını almazsam bana da Samet demesinler” diye düşündü kin kusarak. “İntikamım çok feci olacak, çok feci! Demek parmakların da taş gibi ha! Yılan dilli kaltak! Senin o dilini de, o parmaklarını da kopartırım da...”
O, Çiğdem’e uygulayacağı işkencenin detaylarını planlarken yukarıda da Hicabi, sevgili karısının ve Kısmet’in kanatsız melekliklerinin geçmişini Lokman’a ve ekibine anlatmış ve dertli dertli “ya, işte böyle komiserim” diyerek sözünü bitirmişti. Kısa bir süre sessizlikten sonra “sizi çok iyi anlıyorum hanımlar ancak takdir edersiniz ki bu tür olaylar yardımlaşma sınırlarını zaman zaman aşabilir ve kendinizi zor durumlarda hatta tehlike içinde bulabilirsiniz.” dedi Lokman. Rana “neyse ki, Samet yakalandı, burada, şükür Allah’ıma” diyerek atıldı, biraz da olayı hafifletmeye çalışarak. Ne de olsa kendi yüzünden bu iyi kalpli insanlar şimdi buradaydılar.
“Rana Hanım, Kısmet Hanım’a internet sitesinden mi ulaştınız?”
“Hayır efendim, benim bilgisayarım yok. Gazetede çıkan haberi görmüştüm. Siteyle ilgili röportaj yapmışlardı Kısmet Hanım’la; onu okumuş, verdikleri posta kutusuna yazmıştım daha önce. Kısmet Hanım da beni aramış, telefon numarasını vermişti acil durumlar için, Allah razı olsun.”
“Anlıyorum. Mesleğiniz nedir?”
“Pazarlamacıyım.”
“Ne pazarlıyorsunuz?”
“Patron ne verirse onu. Değişiyor ama daha çok elektrikli ev eşyaları oluyor.”
“Oooo, enteresan. Samet de sizinle mi çalışıyordu? Öyle mi tanıştınız?”
“Samet hiç öyle işler yapar mı! Ama yine de işim sebebiyle tanıştık. Ekip halinde işe çıkmıştık. Sokakları paylaşırken Samet’in evinin olduğu sokak bana düştü. Her eve, her daireye gidiyordum sırayla. Yine bir kapıyı çaldım, o açtı. Belli ki uykudan uyandırmıştım. Üstünde bir tek, af buyurun, iç çamaşırı vardı. Ben onu öyle görünce utandım ama o hiç oralı olmadı. Neyse, ben önce gitmek istedim ama o “madem beni güzelim uykumdan uyandırdınız, anlatın bakalım” dedi. Ben gözlerimi yerden kaldırmadan neler sattığımı anlattım. O da içeri davet etti, daha detaylı öğrenmek istediğini, zaten evinde bu tür eksikleri olduğunu, almayı düşündüğünü söyledi. Ben de birkaç şey satabilirim umuduyla içeri girdim. İşte, öyle efendim” dedi utanarak.
“Ve işler ilerledi, ha? Peki, son kavganızın nedeni neydi?”
“Bir ajansa gidip fotoğraf çektirmiş artist olmak için. Benim için de randevu almış. Halimi görüyorsunuz, mosmor her yanım. ‘Git, yüzüne buz koy’ deyince ben de zıvanadan çıktım; bağırdım, çağırdım, ayrılmak istediğimi söyledim. O benden çok bağırdı. Ben bir yarışma programına katılmak için sözleşme imzalamıştım ondan habersiz. Ses yarışmasına. Onu söyleyince üstüme yürüdü, dövmeye kalktı. Ben de kaçtım ama Kısmet Abla’nın aşağıda beklediğini biliyordum. O akşam yarışmaya katılacağımı söyleyeceğim için kavga çıkacağını adım gibi biliyordum. Kısmet Abla’yı arayıp anlatmıştım durumu. O da ‘merak etme, ben aşağıda beklerim seni; terslik olursa perdeyi savur, ben anlarım’ dediydi. İşte, öyle yani.”
“Ses yarışması mı? O da nereden çıktı?” diye şaşkın şaşkın sordu Lokman.“Sesim güzeldir” diye yanıtladı Rana mahcubiyetle karışık böbürlenerek.
“A be şaşkın tavuğum” diye atıldı yine Şükufe, “madem sesin o kadar güzel de ne demeye kapı kapı dolaşıp tencere tava satmalara kalkıyorsun! Çal tek bir tane kapı, patlat bir şarkı, olsun bitsin.”
“Ama ben sanatçı olmak istiyorum Şükufe Abla, rakı mezesi değil!” diyerek karşı çıktı Rana.
“Tamam, tamam!“ diye araya girdi Lokman. “Ne zaman başlıyor bu yarışma?”
“Yarın öğleden sonra eşyalarımızla gideceğiz şirkete. Sonra bizi otele yerleştireceklermiş. Kampa gireceğiz, çalıştıracaklar ve bu arada da yarışacağız. Televizyon yayınlayacak.” Sonra büyük bir umutla iç çekerek “ünlü olacağım” dedi hazla titreyerek.
“Oldun zaten, merak etme” diye terslendi Şükufe. “Görüyor musunuz amirim, aklı bir karış havada. Ve biz, yani kocam ve ben, bu akılsız başların, yani Kısmet’le bu küçük hanımın derdini biz çekiyoruz. Ya sabır güzel Allah’ım! Ya sabır!”
“Ay tamam be Şükufe! Sayın Komiser Bey, bu kızcağız yarışmadayken bu resmi işler filan... bir sorun yaratmaz, değil mi?” diyerek endişesini belirtti Kısmet.
“A a abla, ben mi öldürdüm onca insanı? Bana ne olacak ki? Hatta daha iyi bile olur. Düşünsene olayı!” diyerek kıkırdayan Rana, Lokman’ın bakışını görünce az daha küçük dilini yutacaktı; sustu kaldı. Lokman tam gürleyecekken kapı vuruldu ve içeri bir memur girdi. Doğruca amirinin yanına giderek bir kâğıt uzattı. Lokman’ın yüzü yazılanları okudukça reostalı ampul gibi yavaş yavaş aydınlanmaya başladı.
“Osman, Kadriye, Ali’yle gidin ve gerekenleri yapın” diyerek elindeki kâğıdı Osman’a verdi. Üçü dışarı çıkarlarken masasına geçerek çekmecesinden bir kâğıt çıkardı ve yazılanları okumaya başlamadan önce “Rana Hanım, şimdi size vereceğim tarihlerde nerede olduğunuzu ve Samet Hoşgel’le birlikte olup olmadığınızı hatırlamaya çalışın lütfen” dedi. “ 15 ocak 2001 tarihi size bir şey hatırlatıyor mu?” Rana bir süre düşündükten sonra “hayır” dedi, “hayır, hatırlamıyorum.”
“Zanlıyla tanışıyordunuz değil mi o tarihte?”
“Evet, tabii ama daha sevgili olmamıştık. Dedim ya dört aydır yakınız birbirimize.”
“Ama az önce siz demediniz mi mal satmaya gittiğinizde yani tanıştığınız gün evine girmiş ve yakınlaşmış olduğunuzu?”
Kıpkırmızı kesilen Rana bir süre bocaladıktan sonra “evet efendim” dedi kısık kısık, “ama sonra... şey.. o gün üç parça eşya sattım kendisine ve sonra çıktım evinden.”
“Yaaaa” dedi Lokman kinaye akan mimik ve sesle, “yani sonra iki ay hiç görüşmediniz, öyle mi?”
“Öyle de denilebilinir efendim. Beni sık sık aradı. Cep telefonumun numarasını vermiştim kendisine. Buluşmamız için çok ısrar etti. Ben kabul etmedim.”
“Neden?”
“O gün olanlara çok pişman olmuştum ama..... hiç aklımdan çıkaramıyordum. Bağlanmıştım sanki. Devamlı da arayınca.... İki ay dayanabildim.”
“Sonunda pes ettiniz yani.”
“Evet.”
“Yani 15 0cak tarihinde birlikte olmadığınız için zanlının ne yaptığını bilmiyorsunuz.”
“Bilmiyorum efendim. Biz ilk 18 Ocak tarihinde gerçek anlamda birlikte olduk”
“Öyle mi? Enteresan. Peki, 5 Mart?”
“5 Mart? Birlikteydik o tarihte.”
“Yani buluştunuz mu?”
“Yo, o anlamda söylemedim. Ama buluştuk mu? Bilemiyorum, hatırlayamıyorum net olarak.”
“Düşünün Rana Hanım. 16 Nisan? 14 Mayıs?”
“14 Mayıs mı? Evet. Tabii ki beraberdik.”
“Bu gerçek gözümüzün önünde” dedi Lokman, Rana’nın yüzündeki izlere bakarak. “Kaçta buluştunuz?”
“Kaçta mı? Ben dokuzu geçerek gittim eve ama Samet daha gelmemişti. İçeri girip beklemeye başladım ben de.”
“Anahtarınız vardı yani?
“Hayır, yoktu. Ben istemedim, o da vermedi.”
“E, nasıl girdiniz peki eve?”
“Daire kapısının önünde, içinde bol yapraklı yapma çiçek olan bir saksı var. Gideceğim günler eğer gecikme ihtimali olursa yedek anahtarı o saksının içine koyardı. Koyardı dediğim, hepitopu iki kere oldu böyle bir şey.”
“Sonra?”
“Sonra içeri girip beklemeye başladım. Bu arada biraz da içki aldım. Yorgundum, kırıklığım da vardı. Uyumuş kalmışım.”
“Zanlının geldiğini duymadınız mı?”
“Şey... Duyamadım efendim.”
“Peki, o sırada saatin kaç olduğunu söyleyebilir misiniz?”
“Hayır ama onbirden sonra diyebilirim.”
“Onbirden sonra kaç? Bir olabilir mi mesela? Bir buçuk, ya da iki?”
“Hiç bilmiyorum efendim, ne desem yalan olur şimdi. Ama.... yaşadıklarıma bakarak birden sonra diyebilirim, ancak doğru mu olur, bilemem.”
“Anlaşıldı Rana Hanım. Peki, diğer tarihler?”
“İnanın hatırlamıyorum.”
“Bir şey hatırlarsanız lütfen bizi derhal arayın. Ben gerekli görüşmeleri yaparım yarışma programını yapan şirketle.”
“Ay, yapmayın lütfen! Tek şansım bu efendim! Ne olur, bir şey demeyin, lütfen!”
“Kızım, önemli bir şahidimiz, diyeceğim. Ve bu gizli bilgidir, diyeceğim. Merak etme, bir şey olmaz.”
“Peki efendim, siz öyle diyorsanız...”
Lokman, Çiğdem’le Bora’ya dönerek, “çocuklar, hanımların ve beyefendinin yazılı ifadelerini alın” diyerek emretti. Sonra konuklarına dönerek “biz sizlere ulaşmak üzereyken kendiliğinizden gelip bize yardımcı olduğunuz için teşekkür ederiz. Lütfen adreslerinizden ayrılmayınız. Siz Rana Hanım, ifadenizde yapımcı şirketi ve kalacağınız oteli de belirtin lütfen. Başarılar ve güle güle.” dedi. Hepsi teşekkür ederek Bora’nın ve Çiğdem’in eşliğinde Lokman’ın odasını terkettiler.
TÜM GÜCÜMLE KASTIM KENDİMİ
CANIM YANINCAYA DEK GERDİM BEDENİMİ
OLMADI, OLDURAMADIM
HER BİR HÜCREMİN
ÇIĞIRINDAN ÇIKMIŞÇASINA
KENDİNİ ORADAN ORAYA SAVURMASINI
DURDURAMADIM
DEBELENMEM BOŞUNAYDI
BİLİYORDUM
MECALİM KALMAMIŞTI
BOĞULUYORDUM
BUNLAR KİM
NEREDEYİM
NEDEN BUNLARI YAŞIYORUM
BİLMİYORUM
BİLİNMEZLİKLER İÇİNDE
TEK BİLDİĞİM
ÖLÜP ÖLÜP DİRİLDİĞİM
AH HER ŞEYİM
NEREDESİN
NEREDESİN
NEREDESİN
- 9 -
Üzerinde adres yazılı olan küçük kâğıt parçasına bir kez daha gözatan Osman, kenara çektiği otomobile tekrar hız verdi. Biraz gittikten sonra sağdaki sokağa saptı.
“Doğru adreste olduğumuzdan emin misin?” diye sordu Kadriye. “Burası zengin muhiti.”
“Evet, işte sokak bu sokak, ev de..... işte bak, şu; müstakil, bahçeli ev.”
“Hadi ya... Şaşılası bir durum. Bakalım altından ne çıkacak.”
“E, inelim de bakalım o zaman.”
Kapıyı çalmadan önce bahçe çitinden içeriyi görmeye çalışan Kadriye, her ne kadar bir şey göremediyse de aldığı mis gibi kokulardan bahçenin çok bakımlı ve birbirinden güzel çiçeklerle donatılmış olduğunu rahatlıkla tahmin edebildi. Biraz sonra bu tahmininde hiç yanılmadığını anlayacaktı.
Osman, elini zil butonundan henüz çekmişti ki kapı açıldı. Karşılarında beyaz, kenarları kırmalı önlüğü ve yine kırmalı bonesiyle genç ve güzel değil, çok güzel bir bayan görevli gülümsüyordu. Minicik eteği ve hayli cüretkar göğüs dekoltesine rağmen o daracık siyah elbise kızın üstünde hiç de bir erkeğin aklına başka şeyler getirtecek gibi durmuyordu. Bu işe Osman’dan çok Kadriye şaşmıştı.
“Buyurun? Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“İrfan Hanım’ı aramıştık” dedi Osman.
“İrfan Hanım mı?” diye sordu genç kadın.
“Ben sana demiştim” diye fısıldadı Kadriye Osman’ın kulağına, “yanlış adrese geldik.”
“Bey olabilir mi acaba?” diye sordu kız en safiyane poz ve tonda.
“Bey mi!” Osman şaşırmıştı. ”İrfan Bey mi? Örücü?”
“Evet? Olabilir mi?”
“Evet, Örücü, İrfan Örücü” diye kekeledi Osman. “Evde mi acaba?”
“Konukları kimler acaba?”
“Konukları? Ah, biz, Cinayet Masası’ndan Komiser Yardımcısı Osman Kaya ve Kadriye Çiçek.”
“Cinayet mi?” Kızın yüzü bir anda bembeyaz oldu. “Ne cinayeti? Kim öldü?”
“Endişelenecek bir şey yok hanımefendi. Lütfen kendisine geldiğimizi bildirir misiniz?”
“Ta... tabii, tabii... Bir dakika lütfen.”
Hizmetçi kız tüm şaşkınlığına ve endişesine rağmen kibarlığı elden bırakmadan kapıyı olabildiğince yavaş ve nazik bir biçimde kapatarak gözden kayboldu.
“Buyur, buradan yak; hanım dedik, bey çıktı” dedi Kadriye. “Bizimkilere tembihleyelim de bundan böyle arananların cinsiyetini de yazsınlar.”
“Yazmışlar zaten” diye homurdandı Osman. “Hanım yazıyor.”
“A a! Hanım mı! Dedim sana Osman, yanlış yere geldik!”
“Nasıl yanlış olur ya! Adres doğru kızım, İrfan da doğru!”
Bu sırada kapı açıldı ve güzel kız yine aynı gülümsemeyle karşılarında belirdi ancak gözlerindeki sıcaklığın yerini şimdi soru işaretleri almıştı.
“Buyurun lütfen. İrfan Bey sizi bahçede ağırlayacak.”
İçeri girip bahçeye doğru ilerlerken Osman gözlerini kızın dalgalanan kalçalarından alamıyordu. Bahçe, küçük bir park büyüklüğündeydi. Envai tür çiçeklerle tablo gibi tarhların ve ardındaki ağaçların ortasındaki kocaman havuzda yüzen kadınlı, erkekli insanların, gelenleri görünce yüzlerindeki gülücükler uçuşmuş, kahkahaların yerini gizlemeye bile gerek görmedikleri homurdanmalar almıştı. Hizmetçi kız, havuz kenarındaki bahçe koltuklarını işaret ederek, “buyurun lütfen” dedi, “İrfan Bey şimdi gelecek.”
“Üşümüyor mu bunlar yahu!” dedi Osman havuzdakilere bakarak, “bunlar mı çok ateşli yoksa bizim mi kanımız donmuş?”
“Ne bileyim ben kardeşim! Bunların arpaları fazla kaçmış! Ya, boş ver onları. Benim hâlâ aklım almıyor” dedi Kadriye, “bunda bir iş var Osman.”
“Var ya... Neyse, anlarız birazdan.”
“Tüm ihbarlara gittik ama bir şey çıkmadı şimdiye kadar. Arkamızda kameraman aradı çoğu yahu! Ne cinsler ha!”
“Belli ki bu öyle değil.”
“Evet, değil ama bu..” Kadriye sözünü bitiremedi çünkü salonun boydan boya cam olan kapısından çıkan bir adamın gülümseyerek onlara doğru geldiğini gördü. ‘Vay! Artist misin be anam babam!’ diye içinden geçirdi Kadriye. Uzun boylu, atletik vücutlu, yakışıklılık abidesi bir adam, ben senin altı aylık maaşından bile pahalıyım diye ciyak ciyak bağıran tiril tiril keten takım elbise içinde çimlerin üzerinden kendisine doğru geliyordu. ‘Bu evde her şey, herkes çok güzel olmak zorunda mı be kardeşim!’ dedi içinden kıskanarak. Bu sırada kendisine uzanan eli sıkmaktaydı. İrfan Bey de oturdu ve evsahipliğini en iyi şekilde yapmanın alışkanlığıyla seramoni kısmını bitirerek sadede geldi.
“Size nasıl yardımcı olabileceğimi bilemiyorum ama buyurun, sorun, elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz.”
“Anlamadım?” dedi Osman şaşkınlıkla. “İrfan Bey, siz telefon edip çağırdınız bizi.”
Şaşırma sırası İrfan Bey’e gelmişti şimdi; “ben mi? Yanılıyorsunuz beyefendi, hayır, ben sizi aramadım. Bir yanlışlık olmalı.”
“Ama nasıl olur? Adres, sizin adresiniz; ad soyad sizin adınız soyadınız?”
“Allah Allah! Gerçekten çok garip. İnanın sizi arayan ben değilim.”
“Hayret... Neyse... Eviniz çok güzelmiş. Hep böyle kalabalık mıdır?” diye sordu Kadriye. “Misafiri çok seviyorsunuz herhalde.”
“Evet, severim. Yalnız kalmaktan hiç hoşlanmam” dedi havuzun karşı tarafındaki şezlonglara uzanmış insan kalabalığına bakarak. “Sağolsunlar, dostlarım da beni yalnız bırakmazlar.”
‘Babam da bırakmaz’ diye içinden geçirdi Kadriye. “Çalışanlarınız?” diye sordu sonra.
“Var tabii. Sayılarını tam bilemiyorum ama evde devamlı çalışanlarım... durun bakayım... altı, yedi kişiler galiba.”
“Hafta içi bu saatte evde olduğunuza göre işleriniz rayına oturmuş, tıkır tıkır gidiyor olmalı?” diye sordu Osman.
“Şükür” diye tek kelimeyle cevaplayan İrfan Bey, “ne alırdınız?” diye sordu sonra, “size ne ikram edebilirim?”
“Teşekkürler, ben bir bardak su alabilir miyim?”
“Elbette. Siz, beyefendi?”
“Sağolun. Ben almayayım.”
İrfan, yanıbaşlarında bitiveren kıza su getirmesini söylerken Kadriye, bunların telepatiyle anlaştıklarına kanaat getirmişti. ‘Nereden anladın da hemencecik geldin be kızım!’ diye düşündü. ‘Durduk yerde su içeceğim şimdi. Hiç de susamamıştım. Bir şey isteyeyim de, adam getirmeye gitsin de, ben de Osman’a diyeceğimi diyeyim dedim ama burası senin evin mi a salak Kadriye! Herifin kirpiği oynasa ne istediğini anlayıp yapıveren adamları dolu etrafta.’
Bu sırada Osman, evde yaşayan adaşı olup olmadığını soruyordu İrfan’a. “Yok” diye yanıtladı İrfan, “bildiğim kadarıyla yok ama belki çalışanlarımın arasında... ama olsaydı bilirdim, dikkatimi çekerdi.” Sonra bir kahkaha koyverip “göbek adı olmasın sakın” dedi. Bu yavan espriye gülerek tepki vermekte Osman da Kadriye de çok zorlandılar.
Hizmetçinin getirdiği sudan iki yudum alan Kadriye, “İrfan Bey” dedi bardağı sehpaya koyarken, “hem bu kadar zengin, hem de böyle karizmatik ve yakışıklı olmak sizi rahatsız etmiyor mu? Yani hanımların ilgisinden söz ediyorum. Sizi bir dakika boş bırakmıyorlardır. Tabii bekar olduğunuzu varsayarak söylüyorum.”
Osman, hayretler içinde arkadaşına baktı. Ne diyordu bu kadın böyle! ‘İyi ki Bora burada değil’ diye düşündü. ‘Hoş, olsaydı biraz zor konuşurdu ya böyle!’
“Evet, bekarım. Siz söyleyin lütfen beyefendi, hangi erkek hanımların ilgisinden rahatsız olur?” derken çapkın çapkın gülümsüyordu İrfan.
“Yani hanım arkadaşlarınız çok.”
“E, haliyle oluyor.”
Osman’ın ‘Ne yapmaya çalışıyorsun!’ bakışlarını görmemezliğe gelerek “lütfen yanlış anlamayın ama sormadan edemeyeceğim; hanım arkadaşınızı seçerken en çok neye dikkat edersiniz? Yani olmazsa olmazınız nedir mesela?” diye sordu Kadriye.
“Eeee, açıkçası öyle bir kriterim yok. Elektrik diyelim.” diye yanıtladı İrfan. Can havliyle araya giren Osman, “biz izninizi rica edelim. Çok teşekkür ederiz İrfan Bey” diyerek yerinden kalkıp Kadriye’nin koluna asılıverdi.
Evden ayrılıp otomobile biner binmez, “sen kafayı mı yedin!” diye çıkıştı. “Kusura bakma ama bu yaptığını hiç ama hiç onaylamıyorum Kadriye. Aslan gibi kocan varken elin herifine asılmak da ne oluyor!”
“Ne asılması be! O, kocacığımın kesip attığı tırnak bile olamaz!”
“Olamaz tabii! Peki, neydi o laflar?”
“Ya, ne bileyim, adamda bir gariplik var gibi geldi bana. Biraz deşeyim dedim. Sana da öyle gelmedi mi?”
“Zengin. Bize garip gelen bu. Genç ve zengin.”
“Sinir oldum, ha! Ya, peki kimdi arayan? Dediğin gibi isim aynı, adres aynı.”
“Züppe arkadaşlarından biri şaka yapmak istedi herhalde. Bizi de alet ettiler işte.”
“Emin misin?”
“Hayır ama elimiz boş gidince amirimin kükreyeceğinden adım gibi eminim.”
“Ne yapalım canım; uyduracak halimiz yok ya! Hadi, bas gaza; kocamı özledim.”
- 10 -
Ertesi gün için her şey hazırdı. Artık gönül rahatlığıyla arkadaşına verdiği sözü tutabilirdi. Telefonu alıp numaraları tuşladı. Biraz bekledikten sonra “merhaba” dedi, “bir randevu rica edecektim. Efendim? Tabii, daha önce geldim. Semiramis Hanım’la gelmiştim. Öyle mi? İsmim Derya. Derya Uğur. Bekliyorum.” Bir sigara yaktı. Dumanını havaya savururken, “evet” dedi, “evet, geçen ay gelmiştim. Vallahi şirketler sizin gibi böyle titiz çalışsalar kendileri de, ülke de ihya olur. Efendim? Bu güne. Ay, yapmayın ne olur, yarın çalışmaya başlıyorum; hiç vaktim olmayacak. Hemen mi? Şimdi mi? Araya sıkıştırılmak istemiyorum ama. Tamam, tamam, haklısınız; biliyorum çok yoğun kendisi. Geliyoruz. Bir arkadaşım da çok istiyordu da. Tamam, olmazsa ona bakarlar, ben ertelerim artık. Çok teşekkür ederim. Görüşmek üzere.”
Parmakları tekrar rüzgar hızıyla tuşlarda dolaştı. “Alo? Selam canım. Hadi hemen hazırlan, gidiyoruz. A a, ne demek adım atamam, ayol? Kızım, bu gün gittik gittik, sonrası mafiş. Nereye olacak, medyum falcıya. Ay, neyin var senin allasen Lerzan? Hı? Ne! Ne! Ne diyorsun! İnanmıyorum! Vah, vah, vah! Tüh! Gördün mü manyağı! Tamam ya, anlatmam kimseye. Tamam. Akşam ararım. Ne? Ay, tamam aramam. Sen ara. Tamam canım. Hay Allah ya, işe bak! Neyse, geçmiş olsun canım, kendine iyi bak. Görüşürüz.”
Telefon elinde, kalakalmıştı Derya. Arkadaşının telaşla anlattıklarından anladıkları çok ürkünç şeylerdi. İçini bir korku kapladı. O gece kendisi de oradaydı. Katil acaba görmüş müydü? Yalnız yaşadığını biliyor muydu? Soğuk soğuk terler boşandı bedeninden, titredi. Sonra falcı geldi aklına, çantasını kaptığı gibi evden çıktı.
Falcıdan çıktığında dizleri titriyordu. Kendini eve nasıl attığını bilemedi. Perdeleri sıkı sıkı kapattı, kapıdaki üç kilidi de erkenden kilitledi. Televizyonu açtı, sesini sonuna kadar kıstı olağandışı ses olursa duyabilmek amacıyla. Önce bir kase çorba içti, arkadan bir fincan kahve. İki yumurta kırdı, ekmeği bana bana yedi, bir kahve daha içti. “Hadi be Lerzan!” diye söylendi, “hadi be! Arayacaksan ara!”
Ertesi gün çekimi vardı, üstelik ilk günüydü. Uykusuz olmamalıydı, taze ve zinde görünmeliydi de bu gerginlik, bu stresle nasıl olacaktı, nasıl uyuyacaktı acaba? Kalktı, bir kadeh şarap koydu, televizyonun karşısındaki koltukta büzüşüp oturdu. Şarabını yudumlarken boş boş televizyona bakıyordu.
Lerzan aradığında Derya bayağı çakırkeyf olmuştu. “Alooo? Lerzaaaan! Lerzan! Canım arkadaşım benim. Nasılsın? Hı? Sen iyisin de, ben iyi miyim acaba? Bi sor arkadaşına, bi sor. I- ıh! Değilim Lerzan! Değiliiim, değilim! Gitttim, gitmez olaydım. Ha? Sus, sus bi dakka; bi ses duydum. Biri mi girdi eve! Yok, bana öyle gelmiş. Lerzan, neler demedi ki adam, neler demedi ki! Ölüm dedi be! Ne ölümü, ölümler dedi, kız! Karışıkmış ama çok ölüm varmış. Ne bileyim valla; bir şekilde beni ilgilendiriyormuş işte. Çok sıkıntı varmış bana. Hanem kararıyormuş, yüreğim kabarıyormuş. Ha, bir de dedi ki, seni sevmeyen bir adam var dedi, resmî. Kız, bu seninki olmasın! Sağolsun Lokman Abi, elinde olsa beni bir kaşık suda boğacak, nedense. Bilmiyorum, galiba o resmî adamla karşılaşacakmışım bir yerde, ya da ona benzer bir şey dedi. Valla ölümleri duyunca gerisi kulağıma girmez oldu Lerzan. Kız, çok korkuyorum. Seni mi? He, kocan çıktı ya falda, illa sen de olacaksın! Bilmem, bir kadınlardan bahsetti ama sen misin, başkası mı, bilmiyorum valla; anlamadım ki! Ne? Ay, o ne biçim laf öyle be! Ağzından yel alsın! Neden sen ölecekmişsin ki! Ne alaka! Hayretsin ha! İş mi? O iyi galiba. Kalabalıklardaymışım. Hayırlı kalabalıklarmış. Herhalde işin kalabalığı. Lerzan, korkuyorum. Ne güzel, senin yanında annen var, çocukların var, arada bir görsen de bir kocan var. Ya ben? Benim kimim var Lerzan? Yapayalnızım... Bi başıma.... Sipsivri... Orta yerde... Hı? İçiyorum. İçicem anasını satiim! Sarhoş olucam! Hı? Oldum mu? Olmuş muyum? Hadi be!... Lerzan... Gelsene.. N’olur kız! Bi sen varsın, bi sen... Sen de böyle... yapıyorsun... Ben? Ben bi şey yapmıyorum... Şarap... dibinde kalmış... azıcık... şişeden içeyim... dedim... kız, döktüm üstüme.. Valla diyorum Lerzan.... Ağlama be!... Ağlama be Lerzan, bak ben ağlıyor muyum?... Ağlıyor muyum? Ağlamıyorum be..... ağlamıyorum işte!.... Lerzan, canım arkadaşım benim, ölürsem.... ölürsem ben.... Lerzan.... Ne?.... Evet... Salya sümük.... Ben ağlamayayım da .... kimler ağlasın be!... Kimler?... Kimler!.... Aaaaah! Kim.... ler..... kim.... ler... ler.... ler.... Hı?... Sıçarım... işine de.... gözüme de..... şişine de.... Lerzan?... Ler.....zan?... Ler.... zan...
- 11 -
Önceki sorgulamada gelişen olaylardan sonra Lokman’ın bu sefer Samet’in sorgulamasına Çiğdem’i götürmeye hiç mi hiç niyeti yoktu. Onun için amirinin yanında Bora yer almıştı.
“Konuş bakalım” dedi Lokman. “Bu tipsizliğinle artist mi olacaktın aklın sıra? Ne demeye gittin ajansa?”
“Erol Taş pek mi yakışıklıydı? Tecavüzcü Coşkun? Daha sayayım mı?”
“Bir işin yok mu? Artistlik nereden çıktı?”
“Heves.”
“Oyunculuk hevesi mi?”
“Televizyona çıkma hevesi.”
“Çıktın işte. Başın göğe ermiştir artık. Bir mesleğin vardır herhalde?”
“Para getirmeyen mesleğe ben meslek demem.”
“Ne demek şimdi bu! Neyle geçiniyordun, ne iş yapıyordun?”
“Yapıyorduk işte bir şeyler. Nafakayı doğrultuyordum anlayacağın. Geçici işler.”
“Ya... Herkese yarın gelin demişler, sen kalmışsın?”
“Kaldım. Ne o öyle Devlet Dairesi gibi, bu gün git, yarın gel! Gelemem bir daha, şimdi çekin resmimi dedim.”
“Kim çekti fotoğraflarını?”
“Ne bileyim; kadının biri.”
“E, nasıl geçti? Eğlenceli miydi bari?”
“Kadın biraz çatlaktı galiba. Abuk sabuk pozlar verdirdi, saçma sapan konuştu. Bir ara tepem attı ya, neyse dedim, sustum.”
“Fotoğrafları gördük.”
“Gördünüz mü! Nasıl? İyi çıkmış mıyım?” diye bir hevesle sordu Samet.
“He ya, başrol teklif edeceklermiş sana” diye terslendi Bora.
“Abuk sabuk konuştu, dedin. Neler dedi kadın seni o kadar sinirlendirecek?”
“Erkeklere attı tuttu. Yok, erkek milleti beş para etmezmiş; beynimiz irtifa kaybetmiş, şeyimize inmiş; hayvanlar bizden asilmiş; biz kadınları değil, onlar bizi kullanıyorlarmış da biz salak bir cins olduğumuz için anlamıyormuşuz; bir yerlerimizi sallaya sallaya dolaşmakla erkek olunmazmış; anamızın şeyine kadar yolumuz varmış filan. Anlayacağın, çatlak karının tekiydi işte.”
“Sen de bütün bunlara sustun mu? Senin gibi haşin ve gaddar bir erkek!”
“İçimden ne anasını bıraktım, ne bacısını.”
“Ama yüzüne bir şey demedin? Hep böyle içine atıp atıp kinlenir misin?”
“İşim vardı karıyla. Bu günlerin yarınları da var; ben bilirim ona yapacağımı! Erkek nasıl olurmuş göstereceğim kaltağa!”
“Rana’ya gösterdiğin gibi mi?”
“Rana mı?” diye irkilerek sordu Samet. “Rana mı!”
“Evet. Neden şaşırdın? Kıza neler yaptığını biliyoruz.”
Derin bir of çektikten sonra “kaşındı” dedi Samet. “Sıkı kaşındı, ben de kaşıdım.”
“Elbet bir gün seni de tımarlayan çıkacaktır, merak etme. Hem de çok yakında” diye hırladı Bora.
“E, fotoğrafların çekildikten sonra ne oldu?”
“Kadın, tamam dedi, gidebilirsin ama önce.... Dedim ya, kadın manyaktı. Yanıma gelip orama el attı, ben de saçlarına yapışıp kendime çektim, tam öpecektim ki şeyimi bir sıktı orospu; neye uğradığımı şaşırdım. Can acısıyla ben de onun saçlarını çektim. Güldü, iyi mi, güldü ve dedi ki, jönlük geleceğin benim elimde yavrum.”
“Sen ne yaptın?”
“Bıraktım. Bıraktım ama intikamım çok acılı olacak; bin pişman edeceğim şıllığı yaptıklarına. Hele bir buradan kurtulayım, bilirim ne yapacağımı!”
“Çok geç” dedi Lokman, “içinde kalacak çünkü kadın öldü.”
“Ne? Ne! Öldü mü? Ne ara öldü be!”
“Sen daha iyi bilirsin.”
“Ne diyorsunuz siz! Ben nereden bileyim!”
“Bilmem. Sen söyle.”
“Ne yani? Ben mi öldürdüm, onu mu demeye çalışıyorsunuz?”
“Çalışmıyoruz, diyoruz.”
Samet panikle sandalyeden kalkmak istedi ama Bora gerisin geriye itip oturttu. “Şansını zorlama istersen.”
“Ya komiserim, tanımam etmem, ne demeye öldüreyim elin kadınını? Yapmayın Allah aşkına!”
“Saçma sapan konuşma! Tanıman mı lazım ille de! Sana etmediğini, demediğini bırakmamış kadın. Şu işe bak ki, birkaç saat sonra da öldürülmüş. Eee?”
“Elini ayağını öpeyim komiserim, istediğin her şeyin üstüne yemin ederim ki ben yapmadım.”
“İspat et. Oradan kaçta ayrıldın?”
“Onbir civarıydı ama tam kaçtı bilmiyorum.”
“Sonra ne yaptın?”
“Kadına çok içerlemiştim, sinirliydim. Hemen eve gidesim yoktu; bir bara gidip iki tek atayım, kafayı dağıtayım dedim.”
“Evdekini unuttun anlaşılan?”
“Unuttum, unutturdu şıl... neyse, ölmüş kadının arkasından kötü konuşmayayım.”
Lokman’la Bora kahkahayı bastılar. “Pek de imanlıdır” dedi Lokman alayla. “Kaçta çıktın bardan?”
“Yarım gibi. Sonra da eve gittim.”
“Evde ne oldu?”
“Evde.... Salona bir girdim, Rana yerde, sehpanın yanında sızmış kalmış. Cıbıl cıbıl yatıyor öyle, her yer açık. Zaten önceden azmışım, saldırdım haliyle.”
“Ötekine olan hırsını bu zavallıdan çıkardın yani!”
“Eh, biraz öyle oldu ama ben zaten haşin sevişirim, söylemesi ayıp. Sevmem öyle gözgöze, mıy mıy.”
“Gece birde neredeydin?”
“Birde mi? Yolda herhalde. Eve gidiyordum o saatte.”
“Başka bir yere uğramadın mı?”
“Yok amirim, nereye uğrayayım? Zaten aklıma Rana geliverince hemen kalktım bardan ve doğru eve gittim.”
“Peki, aynı gün öğleden önce neredeydin?”
“Nerede olucam, ajansta ama daha önce berbere gittim; saç sakal filan, bol jöle.”
“Nerede bu berber?”
“Tünel’de.”
Lokman, “Şimdi sana bazı tarihler söyleyeceğim. İyice düşünüp o tarihlerde nerede olduğunu, neler yaptığını hatırlaman, ama doğru hatırlaman senin menfaatine. 15 ocak, 5 mart ve 16 nisan. Anladın mı? Ne kadar çabuk hatırlarsan o kadar iyi. Ve Erguvan, Berivan, Çağrı, Itır, Fikri. Bu isimler sana bir şeyler çağrıştırıyor mu, bir düşün bakalım.” dedikten sonra Bora’ya dönüp “misafirimizle biraz da sen ilgilen. Bir cebir, geometri, trigonometri sınavı çek istersen. Bu arada berberle barın adresini almayı unutma” dedi ve kapıyı çarpıp çıktı.
Odasına gitmek üzere koridorda ilerlerken merkeze henüz gelmiş olan Kadriye ve Osman’la karşılaşan Lokman, “haydi gelin benimle, dökün ganimetleri” dedi. Amirine yetişmeye çalışan Kadriye, “ganimet filan yok, amirim” dedi, “kırk kapının zilini çaldık, bütün ihbarlara tek tek gittik ama sıfıra sıfır elde var sıfır.”
Odasının kapısını açarken, “ne!” dedi, “hepsi mi fos?”
“Valla, hepsi fos amirim ama bu arada başka balık avladık galiba.”
“Ne balığı? Neler oldu, anlatın bakayım.”
“Amirim, Osman arkadaşım anlatırken ben bazı şeyleri araştırmak istiyorum, izninizle.”
“İyi, git ama kocanı boşuna tırım tırım arama; sorguda. Rahatsız da edeyim deme! Duymayayım!”
“Emredersiniz.”
Kadriye’nin arkasından kapanan kapıdan gözlerini ayıran Lokman, “anlat” dedi Osman’a. “Lapin mi?”
“Yok amirim, olta daha suda; çıkacak olan postal da olabilir, balık da ama eğer balıksa, kallavi bir şey olması yüksek ihtimal.”
“Hadi ya. Neymiş?”
Osman, olanı biteni Lokman’a anlatırken Kadriye de Çiğdem’e son ziyaretleri hakkında bilgi vermişti. Son hızla ve büyük bir uyum içinde İrfan’la ilgili araştırmaları yaptılar.
Aradan bir saat geçti, Lokman’la ekibi bilgileri birleştirmek ve analiz yapmak üzere biraraya geldiler. Lokman, elemanlarının uzamış yüzlerine, kan çanağına dönmüş gözlerine üzülerek baktı. Hoş, kendisinin de onlardan kalır yanı yoktu ya, o alışıktı.
“Biliyorum” diye söze girdi, “biliyorum, yorgunluktan ve uykusuzluktan geberiyorsunuz çocuklar ama elimizdeki bilgileri, son gelişmeleri gözden geçirmeden eve gitmek yok. Bora, aşağıda neler oldu benden sonra?”
“İnkar ediyor, amirim” dedi Bora. “İsimleri duymamış. Erguvan’ın adını da bilmiyormuş zaten. ‘bana ne adından? Ayşe olsa n’olucak, Fatma olsa n’olucak?” dedi. Tarihleri de tam hatırlayamadı, ‘ben dün ne yediğimi hatırlamıyorum, değil ki aylar öncesini’ diyor. Berberle barın adresini aldım, arkadaşlar araştırıyorlar.”
“Sınavdan geçirdin mi peki?”
“Geçirdim, amirim” diyerek güldü Bora, “onun rakamlarla ilintisi o güne kadar yattığı kadınların sayısıyla para hesabı için gerekli olan basit toplama çıkarma işlemini aşmıyor; kapasitesi kıt bu konuda.”
“Yani seri katilimiz Samet değil mi?”
“Değil galiba amirim” diye yanıtladı Çiğdem, “ama katil o olmasa da sağlam pabuç olmadığı kesin.”
“Ben de aynı fikirdeyim çocuklar” dedi Lokman, “gece bir civarı nerede olduğunu tam ispatlayamadıysa da doğru söylediğine, aşağı yukarı o saatlerde evine gitmekte olduğuna inanıyorum. Diğer verilerle de birleştirince aklanıyor gibi ama yine de biraz daha misafirimiz olsun. Sevgilisi yarışmaya katılıncaya kadar en azından.”
“Kız şikayetçi olmadı mı amirim?”
“Olmadı.”
“Hah, böyle salak oldukları sürece daha çok dayak yerler!” diye hırsla söylendi Kadriye.
“Adam uçkuru gevşek, küstah, dayakçı, doğru dürüst bir mesleği, işi yok! Bunları bir yere kapatıp aynısını onlara yapacaksın ki, akılları başlarına gelsin!” Çiğdem’in cinleri tepesine çıkıvermişti.
“Adamın burnunu ensesine getirdin, yetmedi mi” dedi Osman gülerek. “Tamam, şiddet yanlısı, kadın düşmanı, beş para etmezin teki ama sabıkası yok. Hoş, bu onu sütten çıkmış ak kaşık yapmıyor tabii. Adamın suç işleme potansiyelinin yüksek olduğu bariz bir gerçek. Ancak bu İrfan denilen zat da öyle” diyerek sözünü sürdürdü. “Adam, ‘ben aramadım sizi’ diyor, zaten kadın da değil; biliyorsunuz dişi İrfan diye gitmiştik. Çok zengin olduğu belli ancak işinden söz açınca aklınca çaktırmadan konuyu değiştirdi.”
“Ben yani Çiğdem’le ben araştırdık, amirim; adamın üstüne ne bir şirket, ne mal, ne mülk, ne bir çöp, hiç ama hiçbir şey yok. Vergi numarası da yok. Sabıka kaydında da iki ay önce aldığı küçük bir trafik cezasından başka bir şey görünmüyor. Ev ve kullandığı otomobil de kendi üstüne değil. İşin enteresan tarafı, evin tapusu bir kadının üstünde görülüyor kayıtlarda, ama ölmüş bir kadının.”
“Ne! Ölmüş mü!”
“Evet amirim, kadın, aralık 20104de toprağa verilmiş. Otomobilse Ayşe Gül adına kayıtlı. Adres, Fikirtepe’de bir yer. Arkadaşlar araştırıyorlar ama kellemi keserim ki orada öyle biri yok. Allah bilir, öyle bir adres de yoktur.”
“Ehliyet?”
“Yok, amirim.”
“Nasıl yok, kızım; iki ay önce trafik cezası yemiş ya!”
“Evet ama amirim, ehliyetsiz araba kullanmaktan yemiş zaten. Ehliyeti olsa ne olacak, olmasa ne olacak; bir ton çalışanı var. Şoförü de vardır elbet.”
“Haklı olabilirsin” diye cevapladı Lokman, “Peki, kimi kimsesi?”
“Annesi de babası da öğretmenlermiş, amirim. Babasını dört yıl önce kaybetmiş. Annesini de huzurevine atmış” diyerek amirini ve arkadaşlarını bilgilendirdi Çiğdem.
“Huzurevine mi? Bu zenginlikle mi? Bir bakıcı tutup da evinde baktıramamış mı gavat! Bu herifi kurcalayın, çocuklar. Bu adam, adam değil belli ki! Sıkı araştırın!”
Bir ağızdan “emredersiniz” dediler dördü de. Kısa bir sessizlikten sonra “biliyorsunuz, katilin son durağı benim evdi” dedi Lokman; sesi boğulur gibi çıkmıştı. “Kapının altından attığı kağıtta yazılanları hatırlıyor musunuz? Kağıdın ortasında kocaman L.M. ve altında a= x. + b, onun altında da x= L.M.. Bize torpil geçmiş pezevenk; herkese tek, bize çift denklem. Biri bana, biri Lerzan’a!”
“Biri size, biri..? Ne diyorsunuz siz amirim!” dedi Osman dehşetle. “Bu L.M.ler siz misiniz?”
“Öyle görünüyor” diye yanıtladı Lokman. Yüzü yine kana boğulmuştu. “Lokman Mansuroğlu, ya da Allah korusun Lerzan Mansuroğlu, ya da ikisi birden.”
“Vay canına!” Bora, dayanamayıp ayağa fırlamıştı, “vay canına be! Bu ne cüret! Ölümüne mi susamış bu!”
O gece yaşananlar geliverdi aklına Lokman’ın, başı döndü; “susuzluğunu gidereceğimden hiç şüpheniz olmasın” dedi burnundan soluyarak, “hiç şüpheniz olmasın! Hiç şüpheniz olmasın!” Yine volta atmaya başlamıştı. Yardımcıları, böyle durumlarda çıt çıkarmadan, kımıldamadan oturmaları gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Sessizliği telefonun zili bozdu. Uzun uzun çaldı telefon. Lokman’ın hiç açası yoktu. Yeni bir cinayet haberini ya da başka bir kötü haberi kaldıracak halde değildi.
“Amirim?” dedi Osman çekinerek.
Lokman, derin bir nefes alarak ahizeye uzandı. “Evet? Öyle mi? Tamam, teşekkür ederim.” Ve telefonu kapattı.
“Bu İrfan denilen adamın annesinin hangi huzurevinde kaldığını bulmuş çocuklar. Kadının adı Mebrure. Kadriye sen ve Bora, beraber, aynı olduğunuz gibi, yani karı koca olarak gideceksiniz oraya ve kadını bulup konuşacaksınız ama sakın ha sorgular gibi olmasın.”
“Nasıl yani?” diye şaşırarak sordu Kadriye.
“Bir kere, Mebrure Hanım büyük bir ihtimalle bayağı yaşlıdır ve böyle bir evlada sahip olduğu için de en azından tansiyon hastası olmuştur. Zavallı, zaten ahir ömründe oralara düşmüş, bir de biz üzmeyelim, yüreğini hoplatmayalım kadıncağızın.”
“E, nasıl yapacağız peki, amirim?” diye sordu Bora.
“Sivil gideceksiniz, Pazar gezmesine gider gibi. Elinize bir buket çiçek alın, biraz da pastahaneden kurabiye filan.”
Amirinin dediklerini duydukça Osman’ın içinden parçalar kopuyordu. ‘Ah’ diye yana yana düşündü, ‘ah, şüphelerimde haklıymışım. Amirime bak, eriyecek neredeyse, tereyağı gibi yumuşadı iyice. Hasta bu adam, hasta. Emekliliğine de daha epey var. Vah vah, vah vah!’
“Peki, biz kimiz, amirim?” diye sordu Bora. “Hadi, şu dernekten, bu dernekten geliyoruz diyelim; neden bir tek ona gidiyoruz o zaman, değil mi ama?”
“Bora doğru diyor, amirim” diye onayladı kocasını Kadriye, “mantıklı bir şeyler bulmalıyız.”
“İnşallah ihtiyarın aklı yerindedir. Sorulara doğru cevaplar almamız gerek.”
“Tabii ya, bunadıysa boşu boşuna zaman kaybı olur.”
“Fotoğraflar, çocuklar. Bir albümü varsa ya da tek tük de olsa, bir tanecik de olsa, elinde ne fotoğraf varsa görmeye çalışın.”
“Emredersiniz amirim ama hâlâ hangi sıfatla gideceğimizi söylemediniz?”
“Öğrencisi sıfatıyla” diye arkadaşını yanıtladı Osman. “Ya sen, ya sen, ya da ikiniz birden eski öğrencisiymişsiniz meselâ.”
“Büyümüş de müneccim mi olmuşuz? Nereden biliyormuşuz onun orada olduğunu da yıllar, yıllar sonra ziyaretine gitmişiz?”
“Ne bileyim canım? Buluruz bir kılıf.”
“Şey olsun, mmm, bir arkadaşınızla, onun da öğrencisi olan bir arkadaşınızla sohbet ederken o söylemiş olsun.”
“Kim?”
“Uyduracaksın; Ayşe, Fatma, Ali, Veli; sen seç. Bu yaşta herkesi hatırlayacak değil ya! O nereden biliyormuş, derse, bilmiyoruz dersiniz olur biter.”
“Tamam, oldu bu iş” dedi Lokman. Yarın sabah dediğim gibi geliyorsunuz ve ilk iş kadının hangi yıllarda hangi okullarda öğretmenlik yaptığını araştırıyor ve öyle gidiyorsunuz.”
“Emredersiniz, amirim.”
“Yani amirim, bu söylemden, daha doğrusu küçük bir kısmından çıkarsımam, bana çok yakın gelecekte çok güzel şeyler yaşayacağımızı söylüyor” dedi Osman.
“Çıkarsımanı çıkartırsan güzel mi değil mi söyleyebilirim sevgili çırağım” dedi gülerek Lokman. “Neymiş bakalım çıkarsıman?”
“Bu akşam evimizde, yataklarımızda mışıl mışıl uyuyacağımız, efendim. Ne olur hayır demeyin, efendim.”
“Hayır...... demeyeceğim elbette. Çocuklar, sabah hepinizi dinç, enerjik, ateş gibi görmek istiyorum. Daha hiçbir şeyi çözebilmiş değiliz, biliyorsunuz. Çok işimiz var, çok. Hadi, şimdi doğru evinize. Güle güle.”
Bayram çocukları gibi sevinmişlerdi hepsi. Osman, “siz, amirim?” diye sordu.
“Ben de gideceğim tabii ama önce şifrecilere bir uğrayacağım; bakalım bu sefer ne yumurtlayacaklar?”
“Benim kalmamı ister misiniz, amirim?”
“Yok oğlum, yok. Gidebilirsin.”
“Emredersiniz.”
Lokman, odasında yalnız kalınca “aman ya, boşver” dedi kendi kendine, “şimdi yine abuk sabuk şeyler söyleyip sinirimi oynatırlar yerinden; iyisi mi doğru eve gideyim. Lerzan’ı aramam lazım ama şimdi değil. Bir duş alayım, kafayı boşaltayım da ondan sonra. Evde yemek var mı acaba?”
RUHUM TİTRİYORDU
CİSMİM TİTRİYORDU
PAMUK İPLİĞİNİN UCUNDA
HAYATIM TİTRİYORDU
GECEYE SARILDIM
BİR UMUTLA
SEVGİNİN SICAĞINI ARADIM
BULURSUN BENİ SANDIM
GELMEDİN
GELMEDİN
NEREDESİN
- 12 -
16 Mayıs çarşamba akşamını perşembe sabahına bağlayan gece İstanbul, doya doya duşunu alıyordu. Her dakikası hareketli caddelerinde bile trafik yok denecek kadar azalmıştı. Yağmur, toprağın kokusuna çiçeğe durmuş ağaçların kokusunu katmış, aromayı rüzgarın sırtına yüklemiş, mahalle mahalle, semt semt dolaştırıyordu; her yer ‘İstanbul’da bahar’ kokuyordu.
Koku, sahilde yatan adama kadar ulaştı, yüzünü yaladı, ıslak saçlarında uçuştu. Adamın geceye bakan gözlerine yağmur dolmuştu, Bir köpek yüzünü kokladı, patisini uzattı; tutan olmadı. Uzun uzun uludu köpek, ağladı tanımadığı adamın eceline. Sahibi köpeğinin ağladığını duydu uzaktan uzağa. Sıcak yatağından fırladı, Nikita’sını bulmak üzere endişe içinde kendini yağmurun altına attı. Koşar adımlarla sese doğru gitti fenerinin aydınlığında. Onları bulduğunda onlar da kendisi de sırılsıklamdı.
Adama dokundu, soğuktu. Boynuna parmağını bastırdı, bileğine atıldı sonra; nabız durmuştu. Başından denize doğru kırmızı bir su şeridi akıyordu. Adamın elindeki tabancanın namlusu alnına doğrulmuştu ve belli ki o namludan çıkan kurşun hedefini bulmuştu.
Nikita, başını sahibinin bacağına yapıştırmış, tir tir titriyordu. “Gel kızım” dedi adam, “gel evimize gidelim ve gerekeni yapalım.”
Kısa bir süre sonra sahilde yatan adamın çevresi polis arabalarıyla ve görevlilerle dolmuştu. Polis muhabirlerinin ve kameraların ışıklarıyla aydınlanan kumsalın tekrar karanlığa gömülmesi için iki saat geçmesi gerekmişti.
Nikita ödülünü almış, o gece sahibiyle aynı yatakta uyuma ayrıcalığını kazanmıştı. Ezan sesiyle doğrulup boynunu ileri doğru uzattı. Her sabah yaptığı gibi müezzine eşlik etmeye hazırlanıyordu ki sahibinin, adını hiç de alışık olmadığı bir tonda söylemesiyle hemencecik her şeyden vazgeçti, poposunu devirerek kendini yatağa attı, başını adamın eline dayadı. İç çekip gözlerini yumdu.
İstanbul duştan çıkmış, kurulanmaya hazırlanıyordu.
BİR
BU TAHTA SEDİR
ÇIPLAK
BİR DE
BEN
BİR
TAHTAKURULARI
KURU TAHTADA
BİR DE
BEN
BİR
ÖZGÜRLÜKTÜR
ÖZLEMİM
BİR DE
SEN
NEREDESİN
- 13 -
Rüştü Bey, dünden beri tuşladığı numaralara bir kez daha ama bu sefer yarı kızgınlık yarı endişeyle bastı aceleyle. Uzun uzun çaldı karşı tarafın telefonu, yine açan olmadı. Ahizeyi yerine bırakıp kalktı, giyindi ve mutfakta sofra hazırlayan karısına “ben çıkıyorum” dedi. “Gidip bir bakayım, neler oluyor.”
“Bu saatte mi? Kahvaltı yapalım da sonra beraber gideriz.”
“Yok hanım, yok. Huzurum kaçtı. Dün sabahtan beri telefon açılmıyor. Ya haber vermeden işi bıraktı gitti, ya da başına bir iş geldi. Bir an önce ne olduğunu öğrenmeliyim.”
“Bekle o zaman, ben de geliyorum.”
Çayın altını kapatıp telaşla bacağına pantolonunu geçiren Leyla Hanım, evden çıkmadan önce dünden kalma poğaçalardan bir poşete koymayı ihmal etmemişti.
“Hadi” dedi, “ben hazırım, çıkalım.”
Yol boyunca olabilecekler hakkında tahminler yürüttüler karınlarını doyururlarken. Yazlık evlerine vardıklarında aynı zamanda bekçiliklerini de yapan yeni bahçevanlarının iyi bir adam olduğu konusunda fikir birliğine varmışlarlardı. İkisi de adamcağızın başına bir şey gelmiş olmasından korkuyorlardı.
Bahçeyi geçip evin kapısına gelinceye kadar her şey yolunda gibi gözüküyordu ancak verandaya çıkan basamaklara gelince Rüştü Bey karısını durdurdu.
“Sen şöyle geride dur. Kapı aralık. Ne olur ne olmaz” dedi karısına. Kadın, adamın koluna yapıştı, “girme içeri Rüştü!”
“Bir şey olmaz, bir şey olmaz. Sen geri çekil hele bir.”
“Yavaş konuş, içeride yabancı biri varsa sesimizi duymasın.”
“Tamam. İçeri giriyorum. Biraz bekle, benden ses çıkmazsa hemen polis çağır.”
“Neden şimdi çağırmıyoruz?”
“Ya her şey yolundaysa?”
“Ya değilse? Allah korusun. Yanımda kal Rüştü, girme eve.”
“Dur, kulübeye bir bakayım o zaman.”
“ Yok, yok, bakma. Ortalarda dolanmayalım; arabaya geçip polis çağıralım, onlar gelinceye kadar da kımıldamayalım.”
“Yahu, adam ya kulübesindeyse?”
“Olsaydı çoktan gelirdi yanımıza. Bu işde bir iş var Rüştü. Korkuyorum.”
“Amma pimpiriklisin be Leyla! Bir şey olacağı yok ya, neyse, senin dediğin gibi olsun bakalım.”
Karı koca aralarında iş bölümü yaptılar; ekip gelinceye kadar arabanın içine sinip
Leyla Hanım evi, Rüştü Bey etrafı göz hapsine aldılar. En ufak bir kıpırtı bile yoktu. Aradan beş dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki Leyla Hanım’ın attığı çığlıkla boş bulunup yerinden sıçrayan Rüştü Bey kızgın kızgın çıkıştı; “ne oldu be kadın?”
“Perde, Rüştü, perde oynadı.”
“Hadi canım sen de! Sana öyle gelmiştir.”
“Niye bana öyle gelsin canım! Oynadı işte!”
“Tamam, tamam, hangisi?”
“Kapının sağındaki pencerenin perdesi kımıldadı Rüştü. Biri bize baktı oradan; gördü bizi. Korkuyorum. Hadi gidelim buradan.”
“Birazdan polisler gelir, gidemeyiz. E, hani, ben de bakıyorum ama perdenin kımıldadığı filan yok.”
“Vallahi diyorum ayol, bana inanmıyor musun? Bak, bak, bak! Şimdi de kapı kımıldadı. Bak, demin bu kadar aralık değildi; gördün mü?”
“Evet, haklısın galiba. Keşke tabancamı alsaydım.”
“Ne! Almadın mı! Şimdi bize saldırırsa ne yapacağız! Allah’ım bizi koru! Evlatlarımızın, torunlarımızın yüzsuyu hürmetine, n’olur bizi koru!”
“Ne saldırması be Leyla, sakin ol. Dur bir dakika, dur, dur! Evin arkasında birileri var gibi geldi bana. Sen de gördün mü?”
“Aaaay! Bakamıyorum ki!”
Ve birden evin etrafını polisler sardı.
“Aç gözlerini, aç. Polislermiş. Arkadan gelip evi sardılar. Nasıl da görmedik geldiklerini!”
“Ooh! Şükürler olsun. Korkudan altıma edecektim vallahi.”
“Hadi biz de yanlarına gidelim.” Ancak ayaklarını daha toprağa değdiremeden gerisin geriye içeri çekmek zorunda kaldılar. Bir memur, dışarı çıkmamalarını biraz sert bir hareketle belirtmişti.
“Aynı filmlerdeki gibi, değil mi Rüştü?”
İki polis aralık kapıyı usulca açarak içeri süzüldüler. Diğerleri de pencerelerin altına sinmiş, silahlarını doğrultmuş bekliyorlardı. Biraz sonra evden bir ses duyuldu ve dışarıdaki görevliler de eve girdiler. Az sonra çatı odasının penceresinden bir tabancanın namlusu görünüp kayboldu. Olanları izleyen Rüştü Bey, “evet” dedi, “aynı filmlerdeki gibi.” Gözlerini eve dikmiş, kımıldamadan, nefes almaya korkarak beklediler. Birinin polislerin arasında elleri arkasında kelepçelenmiş, iki büklüm sürüklenerek evden çıkartılmasını bekliyorlardı heyecanla. Ancak bekledikleri olmadı; bir memur kapıda göründü ve onlara gelmelerini işaret etti.
“Bizi mi çağırıyor, Rüştü?”
“Hayır canım, zerzevatçıyı çağırıyor. Tabii bizi çağırıyor, başka kimi olacak! Hadi, yürü gidelim.”
Karı koca, neyle karşılaşacaklarını bilememenin endişesiyle eve doğru ilerlediler. Kapıdaki görevli seslendi; “gelin, gelin, korkacak bir şey yok. Hatta sevinebilirsiniz bile.”
“Ne diyor ayol bu!” dedi Leyla Hanım şaşkınlıkla, “neye sevinecekmişiz ki?”
“Ne bileyim? Göreceğiz bakalım.”
Kapıya geldiklerinde “gözünüz aydın” dedi memur, “artık şerbetinden bize de ikram edersiniz.”
“Ne şerbeti?” diye sordu Rüştü Bey, polisin aklından endişe duyarak.
“Gelin” dedi adam. Karı koca, memuru takip ettiler. Konukları için hazırladıkları küçük odaya girince “ay, inanmıyorum!” diye çığlığı bastı Leyla Hanım, “bu da ne böyle?”
“Allah bağışlasın” dedi memur gülerek, “tam beş tane torununuz olmuş.”
Çekyatın üstünde yatmakta olan kocaman, kızılkahve renkli bir köpek, henüz doğurduğu belli olan beş yavrusunu karnına yatırmış, başı ve bacaklarıyla onları korumaya almış, gelenlere yalvarırcasına bakıyordu.
“Ay, kıyamam sana yavrum” dedi sevgiyle titreyen sesle Leyla Hanım, “korkma bebeğim, korkma. Hiç kötülük yapar mıyım sana? Ben de kadınım canım benim, ben de anayım. Korkma sen, yat bebeciklerinle.” Sevildiğini ve güvende olduğunu anlayan köpek teşekkür edercesine bir ses çıkardı ta yüreğinden. Kuyruğunu sallarken minnetle Leyla Hanım’a bakıyordu. “Koş Rüştü, koş; bu hayvana yemek lazım. Et al, süt al, bir şeyler al da gel.”
“Dur hanım” dedi Rüştü Bey, “mesele henüz hallolmadı. Telefonları açmayan bu köpek değildi herhalde. Bak, bahçevan yok ortalarda.”
“A, doğru söylüyorsun.”
“Köpek sizin değil mi?”
“Değil ama artık bizim olabilir, değil mi Rüştü?”
“Dur bakalım, hanım. Şu muammayı bir çözelim önce, onları sonra düşünürüz. Baksana, adam kayıp.”
“Arkadaşlar etrafı arıyorlar” dedi memurların amiri olduğu belli kişi, “buyurun, salona geçelim de olanı biteni anlatın. Ayrıca kaybolan eşyanız var mı, bir bakın.”
“Ama parmak izleri karışmaz mı?” diye bilgiç bilgiç sordu Rüştü Bey.
“Merak etmeyin, parmak izleri alındı, gereken çalışmalar yapıldı” dedi gülerek adam, “buyurun, gidelim.”
Eksik eşyaları yoktu, her şey bıraktıkları gibi yerli yerindeydi; zaten burada önemli, para edecek bir şey bırakmamışlardı giderken. Rüştü Bey, anlatmaya koyuldu; “mart ayı ortalarıydı galiba, bir genci işe aldık memur bey, bahçevan olarak. Arkadaki kulübede kalıyor, hem bahçeyle ilgileniyor, hem de eve gözkulak oluyor. Efendi biri, güven veriyor insana. Burayı ona teslim ettik. Yeni geldiğinde birlikte bahçe için gerekli malzemelerle fide, çim tohumu filan aldık. Sonra hiç görmedik ama hemen hemen her gün telefonlaşıyorduk. Dün öğlene doğru aradım, cevap vermedi. Sonra gün boyunca aradım, yine açılmadı telefon. Gece, bu sabah... Bu sabah da ses çıkmayınca endişelenip geldik: Bir baktık ki kapı açık. Gerisini biliyorsunuz.”
“Evet” dedi adam, “hangi telefonu arıyordunuz?”
“Evin telefonundan hat çekmiştik kulübeye, o numaradan arıyordum. Biz gelince yani yazın hattı iptal edecektik.”
“Anlıyorum. Cep telefonu var mıydı, biliyor musunuz?”
“Doğrusu, bilmiyorum ama olduğunu sanmıyorum. Olsaydı verirdi numarayı.”
“İsmi nedir?”
“İsmi mi? Harun. Ama soyadını bilmiyorum inanın. Galiba işe alırken söylediydi ya unuttum gitti.”
“Tarif edebilir misiniz?”
“Dedim ya, çok az görüştük. Dur bakayım nasıl biri? Ben adamın omuzuna geliyorum, artık boyunu siz tahmin edersiniz oradan. Kilolu değil ama yapılı bir genç adam. Kumral, kahverengi gözlü, ağzı burnu yerinde; sıradan biri işte.”
“Konuşması, ses tonu?”
“Ses tonunun bir özelliği yoktu bence ama konuşmayı pek sevmeyen bir tip olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bir şey dikkatimi çekmişti fakat emin değilim doğrusu.”
“Nedir?”
“Galiba r harfini söyleyemiyordu. Ama bakın, galiba diyorum.”
“Peki Rüştü Bey. Belki hastalanmış hastaneye yatmıştır, belki ailesinden birine bir şey olmuştur, onunla ilgileniyordur.”
“Belki ama muhakkak bize haber verirdi gitmeden. Hem dediğiniz gibi olsa bile kapıyı neden açık bıraksın?”
“Sizin evin anahtarı vardı demek ki onda.”
“Elbette, vardı.”
“Kayıp eşyanız olmadığından emin misiniz?”
“Evet, eminim” diyerek yanıtladı Leyla Hanım, konunun bilirkişisi olarak.
Yanlarına gelen görevlilerden biri, “giysileri ve diğer eşyaları duruyor” dedi, “demek ki burayı terk etmek üzere gitmedi. Kaldı ki hanımının da eşyaları burada.”
Karı koca çığlığı bastılar, “ne! Hanımı mı!”
“Karısı filan yoktu ki adamın” diyerek itiraz etti Rüştü Bey, “benim kimim kimsem yok demişti.”
“Dur sen, dur” diyerek homurdandı Leyla Hanım, “yakında dizi dizi çocukları da çıkarsa hiç şaşmam.”
“Adamın günahını alma Leyla.”
“Ama bak karısı varmış. Bize söyledi mi? Hayır.”
“Belki karısı değildir” diye bir fikir ileri sürdü polis amiri, “hanım arkadaşı, kardeşi veya annesi filan olabilir.”
“Doğru, olabilir ama dedim ya, kimsem yok demişti” diyerek yanıt veren Rüştü Bey’in sesindeki hayal kırıklığı çok netti. O sırada içeri giren başka bir polis memuru bir fotoğraf uzattı; “kulübede bir resim bulduk. Bahçevanınız bu kişi mi?”
Karı koca fotoğrafa eğildiler. “Evet” dedi heyecanla Leyla Hanım, “evet, bu adam.”
“Amirim, kulübeye gelebilir misiniz?”
Memurlar ve Komiser İsmet arka bahçeden geçerlerken hiç konuşmadılar. Kulübeye girdiklerinde etrafa gözgezdiren İsmet, “geldiğinizde de burası bu halde miydi yoksa siz mi dağıttınız?” diye sordu sert bir sesle.
“Böyleydi amirim” diyerek yanıtladı memuru biraz da gücenik. “Kapı açıktı ve her yer her yerdeydi. Bir mücadele yaşandığı çok açık.”
“Kadının kimliğini belirtir bir şey buldunuz mu?”
“Kimlik gibi bir şey yok ancak giysilerine bakarak ufak tefek ve genç biri olduğunu düşünebiliriz.”
“Efendim” dedi o sırada yatağı didikleyen memur, “şiltenin altında bir defter buldum.”
Komiser İsmet, defterin sayfalarını karıştırdı, yazılanların bir kısmına gözgezdirdi. Sonra memurunun elindeki fotoğrafı alıp uzun uzun baktı. Derin bir iç çekişten sonra “İhtiyarlara nasıl söyleyeceğiz?” diye sordu bezgin bezgin. Memurlarından çıt çıkmadı.
SEN GİTMESEYDİN
ONLAR
BENİ...
BU SEDİRDE
BAĞLAYIP
ELLERİMİ, GÖZLERİMİ
SEN GİTMESEYDİN
ONLAR
BENİ...
AYAK SESLERİ!
KORKUYORUM!
YİNE Mİ! YİNE Mİ! YİNE Mİ!
NEREDEYSEN
AL BENİ DE YANINA!
AL BENİ DE!
AL BENİ!
- 14 -
“a = x + b ve 28 = a – b. Ne demek şimdi bu? Yani şöyle oluyor anladığım kadarıyla, 28 = ( x + b ) – b. Yani x = 28.Bir de diğerlerine bakalım; ne oluyor bu duruma göre?
28 - e = 8. O zaman e = 20 demektir.
e = c – 20’yse de 20 = c – 20 ve de c = 40 olur.
X – d + 2 = 4 olunca da, 28 – d + 2 = 4 olur ki bu da d = 26’ya tekabül eder.
c – d = 14 den yola çıkarsan oğlum Lokman, 40 – 26 = 14 olur. Bu zaten kendi kendine çıktı be!
X – a + 1 = 12. Yani 28 – a + 1 = 12 ve deee a = 29 – 12 = 17.
Bir de kendimizi ekleyelim; a = x + b ve x = a – b ve x = LM = 28. Yani ben yirmi sekiz miymişim? Neden yirmi sekiz? Yaşgünüm? Hayır. Evin kapı numarası? Hayır. Şu? Hayır. Bu? Hayır. Hayatımda bu rakamın önemli bir yeri yok ki! Yoksa Lerzan mı yirmi sekiz? Yo, olmaması lazım; onun da uzaktan yakından bir ilgisi yok bu rakamla. Ama dur, duuuur! Bir dakika yav! Daha öncekilerden bir şey çözememiştim. Bir de 28le deneyeyim, bakalım ne olacak? Eğer bir şeyler çıkartabilirsem L.M., yani 28, yani ben anahtar oluyorum! Evet, tabii ya! Onun için kapıdan attı kağıdı. Çözmemizi mi istedi? Neden istesin ki? Bunda başka bir amaç var ya, neyse. Şimdi neler çıkmış, yazalım bakalım.
x = LM = 28. Bu tamam. e = 20, c = 40. Bunlar da tamam. d = 26, a = 17. Ne kalmış? B mi? Şimdi şıppadanak bulurum onu da. Ne varmış b’li? B yok! B nerede be? E, napayım canım, yoksa yok. Atlamış salak!
Aslanım Lokman! Nasıl da çözüverdin hepsini! Tereyağından kıl çeker gibi oldu yav! Kaçar mı be koçum senin elinden! Kaçar mı be! Şifreciler! Kudurun, kudurun! Bu iş bu kadar! Budur işte, budur! Can-ı gönülden tebrik ederim seni Lokman. Şimdi şifrecileri ara da kudur kudur kudursunlar. Var mı böyle bir haz Allah’ım! Şükür sana, çok şükür!”
Başarısının tadını çıkarmak istiyordu. Ayaklarını masaya uzattı ve dahili numarayı tuşladı. “Günaydın arkadaşlar” dedi kabara kabara, “Cinayet Masası’ndan Komiser Lokman. Bir gelişme var mı?”
“Çalışıyoruz” dedi karşıdaki ses, “çok yakında raporumuzu göndereceğiz komiserim.”
“Sen rapordan önce bir kağıt kalem al da dediklerimi yaz aslanım” dedi böbürlene böbürlene Lokman. “LM eşittir yirmi sekiz, a eşittir on yedi, b eşittir mafiş yani yok, c eşittir kırk, e eşittir yirmi ve de d eşittir yirmi altı. Anahtar rakam yirmi sekiz yani Lokman Mansuroğlu yani ben. Şifre böyle çözülür aslanım. Sizin gibi bilgisayar karşısında tıkınarak değil.”
Karşı taraftan ses gelmeyince “ne oldu?” diye sordu sevinç içinde, “nutkun tutuldu değil mi?”
Gülmesini bastırmaya çalışan memur, “hayır komiserim” diye yanıt verdi, “çabanız için çok teşekkür ederiz ama biz bunları zaten biliyoruz.”
“Ne!” diye hiddetle bağırdı Lokman. “Çözdünüz de neden bildirmediniz bana?”
“Efendim, aradığımız bunlar değil ki. Bu işlemleri herhangi bir öğrenci kardeşimize de verseydiniz o da çözerdi.”
“Ne! Ne! Ne demek istiyorsun yani şimdi sen!”
“Bakın komiserim, tabii bunlar da önemli veriler ve çok haklısınız, kilit rakam 28 yani sizsiniz ya da eşiniz veya başka bir şey ancak bizim aradığımız, katilin bu denklemleri neye göre yazdığı. Önemli olan bu. Ve inanın, çok ama çok yakında kurduğu sistemi de bulacak ve bütün planlarını çökerteceğiz. Lütfen bize güvenin.”
Lokman, gökdelenden düşmüşe dönmüştü. Ter içinde kalmıştı ve öyle kızmış, öyle hırslanmış ve öyle bozulmuştu ki, burnundan soluyordu. “Tamam, tamam” dedi, “güvenmeyip de ne yapacağız zaten. Sonucu bekliyorum.”
“Emredersiniz.”
Lokman’ın hayalleri de, rüyası da suya düşmüştü. “İyi ki çocuklara söylemedim” diye düşündü, “rezil olacaktım millete.” Masaya dağılmış kağıtları toplayıp çekmecesine kaldırırken kapıyı tıklatıp başını içeri uzatan Osman, “girebilir miyim amirim?” diye sordu.
“Gel, gel, ben de seni çağıracaktım. Berberle bardan ne haber?”
“Doğruladılar, amirim. Samet doğru söylüyormuş.”
“Tahmin etmiştim zaten. Şu Ahmet Efendi’yi bulalım Osman.”
“Ahmet Efendi mi?”
“Ajans sahibi olan yok mu, o adamı bulun.”
“Ne düşünüyorsunuz efendim?”
“Erguvan ve Samet hakkında biraz görüşelim diyorum. Ayrıca kendisini tanımak istiyorum. Nedense ona karşı içimde garip, nasıl diyeyim, ikircikli duygular var.”
“Nereden hasıl olduğunu sorabilir miyim, izninizle?”
“Bilmiyorum. Çok göresim var adamı, nedense.”
“O zaman ajansı arayayım efendim.”
“Tamam. Şu İlhan’ın aldığı trafik cezasının tarihini de iyice bir öğren gelmeden. Bir de, neydi kadının adı yav, ha Ayşe, Ayşe Gül’ün adresi doğru çıkmış mı, onu araştırın.”
“Emredersiniz amirim.”
“Hadi bakalım. Çiğdem’i de gönderiver.”
Az sonra Çiğdem, “amirim” diyerek içeri girdi, “beni çağırmışsınız?”
“Gel kızım, gel. Sen şu Ahmet denilen adamı gördün, değil mi? Nasıl biri?”
“Ahmet mi? Ha, şu eski mankeni soruyorsunuz. Haliyle yakışıklı, karizmatik, hoş bir tip.”
“Ve?”
“Ve gördüğümde aşırı sinirli, kızgın aynı zamanda da üzgündü. İçinde bulunduğu durumda da bu pek şaşılası bir şey olmuyor, amirim.”
“Yani seni huylandıran bir şeyi yok muydu?”
“Huylandıran mı? Hayır. Neden?”
“Ne bileyim. İçimde nedense o adama karşı garip bir duygu var. Çok görmek istiyorum.”
Çiğdem, amirinin bu manasız isteğine pek anlam yükleyemediği için yanıt vermedi.
“Tamam kızım, çıkabilirsin.”
“Emredersiniz.”
Yalnız kalır kalmaz az önce nasıl bozum olduğu geldi Lokman’ın aklına. Kendine sunturlu bir küfür savurdu. Bu hezimeti kolay kolay hazmedemeyeceğini, gönlünden de beyninden de atamayacağını çok iyi biliyordu. Şifrecilerin arasında alay konusu olacaktı. “Lanet olsun!” diye söylendi elini telefona uzatırken. Ancak parmakları henüz dokunmuştu ki ahize o her zamanki bildik sesiyle elinin altında titredi.
“Komiser Lokman Mansuroğlu” diyerek açtı telefonu.
“A, komiserim, ben Şükufe. Şükufe Şişman. Hatırladınız mı?”
“Elbette Şükufe Hanım. Nasılsınız?”
“Sağolun komiserim. Sizi sormalı?”
“Çalışıyoruz işte. Buyurun?”
“Rana vardı ya, Rana; hah, işte onu ellerimizle ajansa teslim ettik amirim. Kampa girdiler yani. Onu haber vereyim dedim.”
“Teşekkür ederim Şükufe Hanım. Ben de konuyla ilgili gerekli bilgileri gerekli yerlere resmen bildirdim. Tabii gizli kalacak.”
“Tabii, siz dersiniz de kalmaz mı hiç! Bir gelişme var mı acaba?”
“Oluyor, oluyor tabii ama takdir edersiniz ki bunlar da gizli.”
“Ooo, tabii, tabii. Bana ihtiyacınız olursa hiç çekinmeden arayabilirsiniz komiserim. Lütfen.”
“Teşekkür ederiz. Vatandaşlarımızın desteğine her zaman ihtiyacımız var hanımefendi.”
“Bizim de size komiserciğim, bizim de size. Ben sizi işinizden alıkoymayayım. Kolay gelsin diyorum.”
“Teşekkür ederim. İyi günler.”
“Size de efendim.”
Lokman ahizeyi yerine koyarken “inşallah bir mikserlik yapmaz da bizi zora sokmaz” diye söylendi. “Amma meraklı kadın yav!”
Osman’ın içeri girdiğini duymamıştı. Masasına bir bardak çay konulunca kafasını kaldırıp şaşırarak baktı. “Ne ara geldin yav?”
“Kapıya vurdum ama amirim” diyerek savunmaya geçen Osman’ın sözünü gülerek kesen Lokman “Şükufe Hanım aradı az önce” dedi. “Yardım istersek hazırmış; çekinmeyin dedi.”
“Eksik olmasın” diyerek güldü Osman da. “Amirim, müthiş bir haberim var. İlhan’ın ehliyetsiz araba kullanmaktan aldığı cezanın tarihi 5 Mart’ı 6 Mart’a bağlayan gece, saat 2:40 .”
“Deme yav! İşte bu harika! Harika! Başka?”
“Ahmet Bey ajansta değildi. Yeni bir dizide başrol almış. Bugün çekimler başlamış. Setteymiş.”
“Aldın mı setin adresini? Nerede çekim yapıyorlarmış?”
“Evet amirim. Tarabya sırtlarında bir evdelermiş.”
“İyi. Başka?”
“Ayşe Gül tahmin ettiğimiz gibi verilen adreste bulunmuyor ancak altı ay öncesine kadar o adreste yalnız yaşayan bir kadın oturmuş. Ona sık sık gelip uzunca süreler kalan bir genç kızdan sözetti çevredekiler. Tarif, bana birisini çağrıştırdı ama bilmem doğru mu? İnsan insana benzermiş.”
“Kim, kim?”
“Hani şu kız vardı ya, dayak yiyen.”
“Rana mı?”
“Evet, o amirim.”
“Olamaz! Ne alâka? Emin misin oğlum?”
“Tabii ki değilim. Sadece çağrıştırdı.”
“Umarım o kadarla kalır zira bu kördüğümün içinden İskender olsak çıkamayız.”
“Haklısınız amirim, giderek karışıyor.”
“Bizim çifte kumrular gittiler mi?”
“Gittiler, amirim. Epey oldu. Gelirler birazdan.”
“İyi, iyi. Bakalım, ihtiyardan bir şeyler çıkacak mı? E, senden ne haber?”
“Ne gibi efendim?”
“Öpüş kokuş durumları?”
Bir anda kıpkırmızı olan Osman, başını öne eğerek mırıldandı; “o sorunu henüz aşamadım, efendim.”
“Oğlum, psikoloğa gitsene.”
“Giderim efendim. Emredersiniz.”
“Hadi şimdi bir koşu git. Ben doktoru ararım.”
“Sağolun amirim ama daha sonra gideyim izniniz olursa. Bu dosyayı kapatmadan bir faydası olacağını sanmıyorum.”
“Valla, sen bilirsin. O zaman yat kalk, bir an önce katili yakalamamız için Allah’a dua et.”
“Başka bir emriniz yoksa...”
“Var. Boşta araba var mı, bak. Şöyle bir Tarabya sırtlarına doğru uzanalım ikimiz.”
Sevinç içinde “emredersiniz” diyen Osman, koşar adımlarla odadan çıktı.
- 15 -
Şükufe, Rana’yı emin ellere teslim etmenin rahatlığı içinde evine gelmiş, Komiser Lokman’a telefon edip haberi iletmişti. Artık mutfağa geçip gönül rahatlığıyla yemek hazırlayabilirdi. Radyoda istekler saatiydi; açtı ve ilk şarkıyı Hicabi’den kendisine seçti. Merak içinde radyonun başında dikilirken oldu olası var olan bu huyuna gülüyordu; ‘insan yedisinde neyse yetmişinde de o oluyor vallahi’ diye düşündü. ‘Koskoca kadınım, hâlâ nelerle eğleşiyorum.’ Ve ilk şarkının ilk sözcüklerini duydu; “Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına”. Kahkahayı basıp mutfağa yönelirken “a ha! İşte benim kocamın romantizmi!” dedi, “ne de olsa ince ruhlu adam.”
Buzdolabından kıymayı ve kabakları çıkardı; Hicabi kabak dolmasını pek sever, haftada bir öğün olsun illa ki yemek isterdi. Soğanları soymaya başlıyordu ki, telefon çaldı.
“Şişman Ailesi, buyurun?”
“Aman da aman! Şişman Ailesi’nin güzel, tombik hanımefendisi ne yapıyormuş bakayım?”
“Yakışıklı, tombik kocasına kabak dolduruyormuş. Yakışıklı koca n’apıyormuş?”
“Karısını özlemiş de bir arayayım demiş. Ya Şükufe, gördün mü?”
“Neyi?”
“Televizyondakini.”
“Yo, açık değil ki. Ne var yine?”
“Sahilde bir ceset bulmuşlar, gösterdiler. Kim biliyor musun? Bizim Harun.”
“Hiiii! Demee!... Harun mu? O da kim ayol?”
“Bizim mahalledeki Harun. Komşumuzdu.”
“Allah Allah! Hiç hatırlamadım Hico?”
“Ay, tabii, nereden hatırlayacaksın? Tanımıyorsun ki. Bizim eski mahallede oturuyorlardı; annem iyi bilir onları.”
“Hadi ya... Vah, vah. Başın sağolsun canım. Nasıl olmuş?”
“İntihar süsü verilmiş ama cinayetmiş. Çok acıdım, çok.”
Şükufe’nin antenleri hemen açılıvermişti. “Öldürülmüş mü? Nasıl?”
“Bilmem ki. Araştırıyorlarmış işte.”
“Vah, vah! Şey, Hicabi, akşama gelirken balık alsana.”
“Neden? Dolma yapıyorsun ya.”
“Sen sahil filan deyince birden canım çekiverdi işte.”
“Allah Allah! Ceset de dedimdi ya neyse, tamam, alırım. Ne antika kadınsın ha!”
“Ya sıradan, düz biri olsaydım? Ne güzel işte bak, benimle hiç canın sıkılmıyor. Hadi şekerim, öptüm. Güle güle.”
“Dur yahu, konuşuyorduk.”
“Akşama cicim, akşama.” deyip bol gürültülü bir öpücük gönderdikten sonra telefonu kapattı Şükufe. Yine hafiyelik kıfı kalkmıştı. Mutfağı semt pazarından hallice bir halde bırakıp çantasını kaptığı gibi kendini sokağa attı.
Aynı saatlerde Kadriye ile sevgili kocası Bora da huzurevinden çıkmış, heyecan içinde merkeze doğru geliyorlardı. Edindikleri bilgileri ve gizlice ele geçirdiklerini Lokman’a vermek için sabırsızlanıyor, içleri heyecan ve başarılarının verdiği gururla kıpır kıpır kıpraşıyordu. Oysa geldiklerinde amirlerini bulamayacaklardı çünkü Lokman, yanına sağkolu Osman’ı da alıp film setine gitmişti bile.
“Otomobili uzağa parket Osman” dedi Lokman, “milleti kıllandırmayalım.”
“Haklısınız amirim. Hem belki gazeteci filan da vardır. Hem settekileri, hem kendimizi zor durumda bırakmayalım.”
“Sivil geldiğimiz iyi oldu da arabayı akıl edemedik. Neyse, bir alt sokağa çekelim bari.”
“Emredersiniz, amirim.”
Çekim için kiralanan evin bahçe kapısına geldiklerinde mahallelilerin merakla içeriye baktıklarını gördüler. Osman, yolu açmak için önden giderek “müsaadenizle bayanlar baylar, bir geçelim” deyince bütün başlar onlara döndü; ünlü birileri olmadıkları anlaşılınca da itirazlar yükseldi.
“Nedenmiş? Biz buralıyken içeri alınmıyoruz. Siz nasıl girecekmişsiniz!”
“Aman bırak, bırak! Kovulsunlar da görsünler! Alsınlar boylarının ölçüsünü! Geç bakalım, geç! N’olucaksa?”
Kapıya geldiklerinde bir set görevlisi kaşlarını havaya kaldırmış, işaret parmağıyla başını aynı zamanda bir sağa bir sola sallamaya başlamıştı bile.
“Lütfen açın kapıyı” dedi Osman. Görevlinin sallantısı arttı. “Kardeşim, açar mısın şu kapıyı!”
“Yasak!”
Lokman, delikanlıya doğru eğilip “polis” dedi, “aç şu kapıyı!”
Set görevlisi bir adım geri çekilip ikircikli ikircikli baktı gelenlere. “Ne bilicem?” Osman ceketinin düğmesini açtı, vatandaşa belli etmeden beline taktığı beylik tabancasının kabzasını işaret ettikten sonra kimliğini çıkarttı ve setçiye gösterdi. Delikanlının beti benzi kaçıvermişti. “Bir dakika” diyerek koşar adımlarla eve girdi.
Arkalarında olanı biteni gözleyerek bekleşenlerden biri “oh! İkibuçukluk gibi nasıl da bozum oldunuz!” dedi gülerek. “Oh olsun! Almadılar sizi de içeri işte!”
“Kim olduğumuzu bilseydin sen nasıl bozum olacaktın acaba!” diye dişlerinin arasından tısladı kendi kendine Lokman.
“Biz tedirgin olmasınlar diye nasıl uğraşıyoruz, şunların yaptıklarına bak! Keşke paldır güldür gelseydik!” dedi Osman. Bu arada amirinin son zamanlardaki hassasiyeti iyice endişelendiriyordu; gün geçtikçe yeni yeni pamuk helvalık örnekleri çoğalıyor ve Osman’ın endişeleri katlanıyordu. Bu da onlardan biriydi.
Evden çıkıp başı önde gelen set görevlisi bahçe kapısını açıp Lokman’la Osman’ı içeri alınca dışarıdakilerden itiraz sesleri yükseldi. Bir, iki kişinin yuhlamaları setçinin bağırmasıyla kesiliverdi. Onların tek derdi birkaç ünlü sima görebilmek ve imza alabilmekti. Sonra şişine şişine başkalarına gösterecek, pek çoğunun sadece televizyon ekranında görebildiği müstesna insanlara bu kadar yakın olmanın istisnalığıyla böbürleneceklerdi.
Ast ve üst, mümkün olduğunca sessiz hareket etmeye çalışarak binadan içeri girdiler. Her ikisi de film setine daha önce çok gelmiş, nasıl çalışıldığını azbuçuk öğrenmiş kişilerdi. Çekime ara verilmişti. Işıkçılar ve kameramanlar şeflerinin talimatlarını yerine getirmeye çabalıyor, yeni çekilecek sahneye hazırlanıyorlardı. Ortalarda aktrist ya da aktör görünmüyordu.
“Sen tanıyor musun Ahmet denen adamı?” diye sordu Lokman.
“Valla amirim, mankenlik yaptığı dönemlerden göz aşinalığım var gibi; tabii medyadan. Hepsi o kadar.”
“Görebiliyor musun?”
“Oyuncuya benzer kimse yok ki ortada.”
O sırada yanlarına gençten bir adam yaklaştı; “ben set amiri Orhan. Nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ben Cinayet Masası’ndan Komiser Lokman Mansuroğlu ve bu bey de yardımcım Osman.”
“Ne! Cinayet Masası mı! Bismillah!”
“Endişelenmeyin. Bilgi almak için buradayız sadece.”
“Ne bilgisi komiserim? Bizim ne ilgimiz olabilir ki cinayetle, minayetle? Tövbe ya Rabbim! Allah korusun!”
“Hepimizin içinde bir cani, bir masum vardır Orhan Bey. Ahmet Bey’in burada olduğunu öğrendik. Kendisiyle görüşmemiz gerek.”
“Ama şimdi sahnesi var, çekime girecek.”
“Önce Devlet, sonra sanat, efendi!” derken sesini sertleştiren Lokman sabırsızlıkla sordu, “nerede?”
Set amiri kısa bir süre ikircikli ikircikli sustu ancak yapacak başka bir şeyinin olmadığının bilincindeydi; “buyurun, gidelim.” dedi çaresizlik içinde. Adam önde, iki meslektaş arkada koridorda ilerlediler ve en son kapının önünde durdular. Set amiri kapıya vurduktan sonra aralayıp başını içeri uzattı; “yönetmenim, Ahmet Bey’i görmek isteyen iki kişi geldi” dedi çekinerek.
“Bizi kimse rahatsız etmeyecek demedim mi ben! Almayın şunları içeri dedim bin defa! At dışarı!”
Lokman’ın anında tepesi atıvermişti; adamı kolundan tutup kenara çekti ve bir hamlede kapıyı ardına kadar açarak içeri adeta daldı. Gözlerinden ateş fışkırıyordu.
“Devlet dışarı atılmaz yönetmen hanım ama Devlet sizi içeri atabilir! Bu gerçeği hiç unutmamanızı tavsiye ederim!”
Neye uğradığını şaşıran Sibel ve odadaki diğer kişilerden bazıları ayağa fırlarken bir kişi iyice büzüldü ve yere düşürdüğü bir şeyi arıyormuş gibi eğildi.
“Afedersiniz” dedi telaşla yönetmen, “bilmiyordum.”
“Şimdi biliyorsunuz. Ben Cinayet Masası’ndan Komiser Lokman Mansuroğlu ve bu bey de yardımcım Osman. Bir soruşturma için buradayız.” Ahmet’i bulmak üzere gözlerini odadakilerde dolaştırırken bir anda irkildi, yüzüne kan hücum etti ve “boşuna sürünüp durma yerlerde!” diye gürledi, “boşuna sürünme! Ne işin var senin burada!”
Osman başta olmak üzere herkes şaşkınlık içinde kalakalmıştı. Yere eğilmiş kişi bir türlü ayağa kalkamıyordu. “Kalk dedim!” diye bağırdı Lokman. Koltuğun kolçağına tutunup güç alarak doğrulmaya çalışan kadın, dizlerinin titremesini durduramıyordu.
“Ne işin var senin burada dedim sana!”
“Çalışıyorum”. Ses o kadar cılız çıktı ki, kendisi bile zor duydu.
“Ya, demek çalışıyorsun.” Daha çok şey söyleyecekti ya şimdi ne sırasıydı ne de yeri. Yutkunarak diyeceklerini geri yolladı ama şimdilik. “Seninle sonra hesaplaşacağız küçük hanım! Ahmet Bey!” dedi ortaya.
“Buyurun komiserim.”
Lokman, sesin geldiği yöne baktı. Karşısındaki adamda boy poz, yakışıklılık, karizma o biçimdi ama şimdi gözlerindeki ifade kalıbına hiç mi hiç uymuyordu; hani dokunsan ağlayacak gibiydi. ‘Beyefendinin havasını söndürdük bir kalemde, karizma yerlerde’ diye düşündü büyük bir keyifle Lokman. “Görüşmemiz gerek; özel” dedi. “Arkadaşlardan bizi yalnız bırakmalarını rica ediyorum.”
Herkes birbirine baktı ve ağır hareketlerle odadan çıkmaya başladılar. Sona kalan Nil, “neler oluyor Ahmet?” diye sordu güvensiz bir sesle.
“Ne bileyim ben? Sevgili arkadaşınla ilgilidir herhalde. Git şimdi sen.”
Lokman’ın da Osman’ın da gözünden kaçmamıştı bu konuşma. Bunu fırsat bilip sıvışmaya çalışan Derya’nın koluna yapışıverdi Lokman, “seninle işim bitmedi daha” diye hırladı, “sakın ha bir yere ayrılayım deme; biliyorsun, itin şeyine girsen bulurum seni!”
Derya yanıt bile veremeden odadan çıkarken bayılmak üzereydi. ‘Her şeyi öğrenmiş işte, Allah kahretsin, her şeyi öğrenmiş!” diye düşündü kalp çarpıntıları içinde. “Mahvedecek beni, rezil edecek herkesin içinde. Zor zar bir iş buldum, bunun abuk sabuklukları yüzünden ondan da olacağım. Sanki babamın oğlu! Lanet olsun ya, lanet olsun be! Ne işi var bunun burada! Ne şanssız kadınım ben! Allah kahretsin!” Bir anda aklına gelen şeyle tüm kimyası büsbütün bozuldu, titremeye başladı. “Falcı! Falcı! Adamın dedikleri çıktı! Çıktı! Durduk yerde aylar sonra adam çıktı karşıma işte! Aman Allah’ım! Ölümler de demişti? Ölecek miyim? Ölecek miyim!” Tuvalete girip ağlamaya başladı. Korkudan ölüyordu; Lokman’ın verdiği korku yetmezmiş gibi şimdi bir de ölüm korkusu gelip yüreğine oturmuştu, paniği kat kat katmerlenmişti. Başı dönmeye, midesi bulanmaya başladı.
Derya ölüp ölüp dirilirken odada kalan Ahmet, gerilmiş bir halde parmaklarını çıtlatıp duruyordu. Lokman, çalışma masasına dayanıp koltuğu işaret etti, “oturun.”
Ahmet, isteksizce denileni yaptı. Osman, elinde defteri, not almaya hazır, bekliyordu.
“Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?” diye sordu Lokman.
“Hangi rahmetliyi?”
“Son günlerde tanıdıklarınızdan dünya değiştiren çok oldu herhalde ama biz sadece Erguvan’la ilgileniyoruz.”
“Evet ya, Erguvan. Çalışmasından memnundum, doğrusu işini iyi yapıyordu.”
“Aranız iyiydi yani?”
“Yoğun çalışıyorduk; bazen gün boyu birbirimizi görmediğimiz bile oluyordu.”
“Sorumun cevabı bu değil.”
“Ben patronum, o eleman; iyi geçinsek ne olacak, kötü geçinsek ne olacak Komiser Bey? İyi geçinsek no problem; kötü geçinsek, biri gider biri gelir. Bu, budur.”
“Ama Erguvan’ın gidişi öyle bildik gidişlerden olmadı, malumunuz.”
“Evet ya. İnanın çok üzüldüm.”
“Ölümünden bir gün önce tartışmışsınız?”
Birden kıpkırmızı kesilen Ahmet kekelemeye başladı, “ta-tartışmış mıyız? Biz mi? Yok canım, ne-neden tartışalım?”
“Ne oldu? Neden heyecanlandınız? Bakın, ben sizin yerinizde olsam yalan söylemeyi keserim çünkü şahitler var.”
“Tamam, aramızda bir konuşma geçti ama ona tartışma denmez ki! Hem sonunda uzlaştık.”
“Konu neydi?”
“Zam istedi. Ben de vermedim. Elinizi vicdanınıza koyun Komiser Bey, bu zamanda ne zammıymış bu? Millet elemanlarını sapır sapır işten atarken küçük hanım gelmiş..... Neyse işte, zam istedi, ben kabul etmeyince ‘istifa ediyorum’ dedi, ben de ‘yerine yeni eleman gelinceye ve o gelen işi kavrayıncaya kadar buradasın, sonra nereye gidersen git’ dedim yani uzlaştık.”
“Siz buna uzlaşma mı diyorsunuz?” diye gülerek sordu Osman.
“Evet, ben buna uzlaşma diyorum!” dedi Ahmet de kelimeleri eze eze. “Karşınızdaki kişi Erguvan’sa evet, bu bir uzlaşmadır.”
“14 Mayıs gecesi neredeydiniz Ahmet Bey?”
“Nil Hanım’la beraberdim.”
“Nil Hanım?”
“Arkadaşım. Bilirsiniz, ses sanatçısı.”
“Yani az önce size ‘neler oluyor?’ diye soran hanım. Yani sevgiliniz.”
“Evet, ta kendisi.”
“Başbaşa mıydınız?”
“Hayır. O gün çok geç saatte ayrıldım işten ve doğru Nil’in sahne aldığı bara gittim. Dolayısıyla şahidim çok.”
“Siz çıktığınızda Erguvan orada mıydı?”
“Görmedim ama öyle olması lazımdı çünkü daha işi bitmemişti.”
“Bekleyen herkesi ertesi güne çağırmış ve göndermişsiniz?”
“Evet. Çok yorulmuştuk. Bekleyenlerin çekimde yüzü düşer diye onları da gönderdim.”
“Yüzü mü düşer?”
“Bir meslek terimidir.”
“Ha, anladım. Herkes gittiğine göre Erguvan’ın da işi kalmamıştı o zaman.”
“Öyle olması gerekiyordu ancak bir kişi ısrarla kalmak istedi. Başka zamanı yokmuş filan. Adamı ikna edemeyince bari kalsın dedim. Bir çekim daha yapabilirdi Erguvan. Zaten yapmış da.”
“Neden o kişiye ayrıcalık tanıdınız? Neticede iş isteyen o.”
“Tipi enteresandı.” Lokman’la Osman’ın bakıştığının farkında olmadan sözüne devam etti Ahmet. “Sürpriz kötü adam tiplemesi için iyiydi.”
“Sürpriz kötü adam mı?” diye sordu Osman.
“Evet. Hani katilin uşak olduğunu düşünürsünüz ama maktulün en sevdiği kişi, abisi filan çıkar ya; öyle bir tip için biçilmiş kaftandı.”
‘Bunu gider gitmez Çiğdem’e söylemeliyim’ diye içinden geçirdi Osman.
“Erguvan’la Nil Hanım arkadaşlarmış. Sıkı fıkı mıydılar?”
“Eskiden öyleymiş ama son zamanlarda pek yakın olduklarını sanmıyorum. Erguvan agresif bir kadındı. Zaten Nil nasıl tahammül etmiş bunca zaman diye hep şaşmışımdır.”
“Sekreterinizin ifadesine göre son çekim hayli enteresan geçmiş.”
Ahmet, “ne gibi?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Erguvan Hanım, çekimde eğlendiğini söylemiş sekreterinize. Bunu Samet de onayladı.”
“Samet?”
“Sona kalıp dona kalmayan arkadaş. Enteresan tipli vatandaş.”
“Öyle mi? Benim bundan haberim yok, inanın. Nasıl bir eğlenceymiş acaba?”
“Erotik.”
“Ne? Ne!” Ahmet, çok hiddetlenmişti. “Benim iş yerimde! Bu ne cüret! Serseri herif! Kızcağıza tacizde mi bulunmuş?”
“Hayır, kızcağız tacizde bulunmuş.”
“Olamaz, o kadar da değil artık. İnanılır şey değil bu; inanmam.”
“Ama olmuş. Elle ve lafla sataşma, tahrik ve değişik pozlar isteme filan.”
Ahmet’in sinirden elleri titremeye, şakakları atmaya başladı.
“Vay or.... Delireceğim, nasıl yapar böyle bir şey! Azmış mı!”
“Samet öyle diyor.”
Biraz düşünen Ahmet “olamaz” dedi, “ben baktım fotoğraflara. Tamam, adamın yüz ifadesi ve bakışları bana da biraz garip gelmişti; o odaya girip kamera karşısına geçenlerin çekingenliği, tutukluğu, donukluğu yoktu. Aksine kızgın ama aynı zamanda hoşnut bir ifadesi vardı ki iki zıt duyguyu aynı anda verebilmek zor iştir ve bu benim çok hoşuma gitmişti. Hatta Erguvan’ı iyi kareler yakaladığı için takdir bile etmiştim ama dediğiniz gibi öyle erotik pozlar filan yoktu Komiser Bey.”
“Evet” dedi Lokman, “bu benim de dikkatimi çekti. Samet uyduruyor diyelim ama neden? Şüpheleri neden üstüne çekmek istesin, değil mi? Filmleri kim banyo ediyor?”
“O gün karanlık odada kim çalıştı hatırlamıyorum ama genelde, yani bu kadar yoğun olmadığımız zamanlarda çekimi kim yaptıysa o ilgilenir işin geri kalanıyla da. O gün banyo ve basım işleri ertesi güne kalmıştı ve elbette Erguvan yapamazdı. Suat’ı çağırdık çekim için. İş devam ederken polisler geldi; işi iptal edip sorgulama için karakola gittik. Bilmiyorum. Polisler filmleri aldılarsa onlar basmışlardır ama almadılarsa.... olsa olsa Suat basmıştır fotoğrafları.”
“Ya, demek öyle. Bizim arkadaşların almadıklarını biliyoruz. Peki nerede bulabiliriz bu Suat denen zatı?”
“Dizinin set fotoğrafçısı olarak bu ekipte de çalışıyor kendisi. Sanırım birazdan burada olur.”
“İşte bu habere çok sevindim” dedi Lokman. “Aradığım herkes burada; hatta aramadığım da. Osman, ne dersin, Nil Hanım’la biraz sohbet etsek mi?”
Osman, kapıya doğru yönelirken “emredersiniz amirim” dedi ancak Ahmet’in itirazıyla durakladı.
“Olmaz! Nil olmaz!”
“Ona biz karar veririz” diyerek terslendi Lokman. “Osman!”
“Hemen efendim” dedi panikle Osman. Amirini kızdırmak en son isteyeceği şeydi.
“Neden olmaz?”
“Çok hassastır kendisi; gerilir, işine yansıtır, iyi oynayamaz.”
“Öyle mi?” dedi Lokman dalga geçercesine. Bir sigara yaktı ve odada volta atmaya başladı. Aslında kendisi de çok iyi biliyordu ki, bunların ifadelerinin bir getirisi de olmayacaktı götürüsü de. ‘Peki, ben neden bu adamı bu kadar çok görmek istedim? Neydi beni buna iten duygu, buraya çeken dürtü neydi?’ der demez de cevabı buldu, ‘Derya!’ Yine kan beynine çıkmıştı işte. Yine içinden alıp vermelere başlıyordu ki Osman yanında Nil’le içeri girdi. Kadının rengi tebeşir gibi olmuştu, gözleri nemli nemli bir Ahmet’e, bir Lokman’a baktı. “Yönetmen köpürüyor içeride” dedi Ahmet’e bakarak. “İşi kaybetmezsek iyidir.”
“Allah kahretsin! Medya duymamış olsaydı dert değildi ya, şimdi neden diye sorup kurcalarlarsa ne diyeceğiz millete?” diye söylendi Ahmet.
“Sibel Hanım Korhan Bey’e haber vermiş.”
“Allah kahretsin!”
“Sibel kim, Korhan kim?” diye sordu Lokman.
“Sibel Hanım az önce gördüğünüz yönetmenimiz, Korhan Bey de yapımcımız ve sayın komiserim, burada boşa geçen her saniye havaya savrulan milyarlar demektir. Buna sebep olduğumuz için de bizim suyumuz ısındı demektir.”
“Allah Allah! Sanki gözaltına aldık. Şurada iki soru sorup gideceğiz. Ayrıca biz Devlet’iz arkadaşlar. Lagaluga istemez!” deyip kestirip attı Lokman. “Ahmet Bey, siz işinize dönebilirsiniz, teşekkürler. Nil Hanım’ı da fazla tutacak değiliz zaten.”
Ahmet, giderken güç vermek istercesine sevgilisinin kolunu okşadı ve odadan çıktı.
“Oturun” dedi Lokman, Nil oturdu.
“Rahmetliyle samimi arkadaşmışsınız?”
“Evet, öyleydik” dedi Nil gözleri dolarak.
“İşe de siz sokmuşsunuz.”
“Evet ama torpil yoktu; Erguvan işinde çok iyidir yani iyiydi.”
“Öldürülmeden bir gün önce Ahmet Bey’le tartıştıklarını biliyor muydunuz?”
“Evet, Ahmet anlatmıştı ve ben Erguvan’a çok kızmıştım.”
“Peki, kendisine bu kızgınlığınızı dile getirdiniz mi?”
“Hayır, görüşme ve telefonlaşma imkanımız olmamıştı.”
“Nasıl biriydi, anlatır mısınız?”
“Nasıl mı? Şey, son zamanlarda biraz katı, sinirli ve acımasız yani bencil olmuştu. Eskiden öyle değildi. Hayat şartları insanları zamanla değiştiriyor.”
“Doğru. Cinselliğe düşkün müydü?”
“Cinselliğe mi? Erguvan mı? Bildiğim kadarıyla hayır. Yani her normal insan kadardı sanırım. Ama bu çok özele giriyor, yine de bilemem tabii.”
“Fantazileri var mıydı? Yakın arkadaşmışsınız. Kadın kadına sohbetlerinizde anlatmaz mıydı?”
“Biz o kadar özelimizi konuşmayız” dedi Nil hem kızarak, hem kızararak.
“Okan’ı tanır mıydınız?”
“Okan? Ha, şu genç çocuk. Birkaç kez görmüştüm ama bakın, son zamanlarda hem zamansızlıktan hem de, nasıl diyeyim, Erguvan bulunduğu ortamı geren biri olmuştu, o nedenle mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştım, görüşmedik.”
“Anlıyorum. Tamam Nil Hanım, teşekkür ederiz; gidebilirsiniz.”
Nil bu gergin atmosferden çabuk kurtulduğu için sevinç duyarak kendini dışarı attı.
“Osman, Derya’yı getir bana” diye emretti Lokman.
Osman, Derya’yı tuvalette kusarken buldu. Kadının yüzü gözü birbirine karışmıştı; perişan görünüyordu. “İyi misiniz?” diye sordu, “amirim sizinle görüşmek istiyor da.”
Derya’nın gözlerinden yaşlar yine sicim gibi dökülmeye başlamıştı. Çaresizlik içinde Osman’ı takip etti. Odaya girdiklerinde “Osman, sen dışarıda kal ve şu Suat denen adam gelince ben çağırıncaya kadar ensesine kene gibi yapış” diye emretti Lokman.
Osman dışarı çıkıp kapıyı kapatır kapatmaz gözyaşları içindeki Derya “ne istiyorsun benden?” dedi yalvarırcasına, “ne yaptım ben sana Lokman Abi?”
Lokman, tir tir titreyen Derya’yı tepeden tırnağa uzun uzun süzdü, yandan çarklı gülerek “abini sevsinler” dedi, “geç, otur şuraya.” Derya, denileni yaptı. Gözleri yerde, başına gelecekleri beklerken “geçen akşam onlara gittiğimi öğrendi garanti” diye düşündü, “öğrenmeseydi bu kadar kızmaz, milletin içinde bağırmazdı bana. Keşke gitmeseydim.” Gittiğine gideceğine çoktan bin pişman olmuştu zaten.
“Seni birden hiç ummadığım zamanda karşımda görünce sinirlerime hakim olamadım, özür dilerim.”
Derya kulaklarına inanamadı; ejderha özür mü dilemişti? Dünya mı batıyordu? Hayretler içinde Lokman’a baktı. Lokman gülüyordu ama bu gülüş kar toplayan güneş olabilir, birazdan kar fırtınası başlayabilirdi.
“Sana çok kızgınım, eşek sudan gelinceye kadar dövebilirim ama biliyorsun... artık sana....”
“Biliyorum” dedi Derya sesi de, bedeni de, yüreği de tir tir titriyerek.
“O geceden beri...”
“Lütfen Lokman Abi, o geceden konuşmayalım.”
“Abi?” Güldü Lokman, “Ne abi ya! Allah kahretsin, o geceyi beynimden kazıyamıyorum, kızgınlığım ondan. Kızgınlığım sana olduğu kadar kendime de. Seni görünce.... her şey yeniden... ben de bağırıp çağırıyorum işte! Şuur muur kalmıyor!”
İkisi de uzunca bir süre konuşmadılar. Sessizlik giderek büyüyor, Lokman pişmanlıklarını yaşarken Derya da bu sessizliğin ardından gelecek fırtınayı koltuğa sıkı sıkı yapışmış bir halde ve korku içinde bekliyordu.
“Bak, sana bir kez daha söylüyorum, bu son” dedi Lokman patlıcan dolması parmağını sallayarak; işte yine gümbürdemeye başlıyordu. “Seni Lerzan’ın, çocuklarımın ve de evimin yakınlarında görürsem bacaklarından tavana asar, kum torbası niyetine kullanırım, bilmiş ol! Ya da kazara parmakların telefonun tuşlarına basar da Lerzan’ı ararsan, arar da bazı özel konuşmalar yaparsan var ya Derya, tarihin yazmadığı, kimsenin yaşamadığı işkencelerle gebertirim seni!”
Derya büsbütün korksun mu yoksa daha iki gün önce onlara gittiğinden Lokman’ın haberdar olmadığına zil takıp oynasın mı bilemedi. “Şimdiye kadar öyle bir şey oldu mu?” diye sordu içinde tuttuğu soluğunu verirken.
“Hayır ama sana güvenmiyorum.”
“Nasıl anlatırım Lokman Abi? Lerzan benim en yakın arkadaşım.”
“Onun için mi....! Neyse, bu sana son ihtarım. Sakın ha bir daha karşıma çıkayım deme! Hadi, şimdi yallah! Kıçımın artisti seni!”
Derya zorlukla yerinden doğruldu, gözyaşlarını silerken Lokman’a baktı. “Ben” dedi kapıya en yakın konuma gelince, “ben”. Elini kapı koluna attı, “ben yakında nişanlanıyorum.” Ve kendini dışarı attı. Çok şaşırmasına rağmen arkasından “inşallah” diye mırıldandı Lokman biraz da içi sızlayarak, “inşallah.”
“Osman!”
Başını kapıdan uzatarak amirine baktı Osman, “emredin.”
“Gelmedi mi şu şipşakçı?”
“Hayır, amirim.”
“Boşver o zaman; gidelim. Çocuklara devret Suat’ı; basmadığı fotoğrafların filmlerini alsınlar. Hem biraz sıkıştırsınlar bakalım, neden gizlemiş onları? Bu işte bir iş var mı, anlayalım bakalım.”
“Emredersiniz.”
Yol boyunca konuşmadı Lokman. Aklı Derya’ya takılmış kalmıştı. Yaşamamış olmayı bin defa dilediği, hayatının en büyük pişmanlığı olan o geceyi hatırlamamak için olmadık şeyler düşünmeye çalıştı ancak o böyle çabaladıkça inadına en küçük detaylar bile gözünün önüne geliyor, Lokman’ın tansiyonun fırlatıyordu. İnceden bir sızıyla eli kalbine gitti.
“İyi misiniz amirim?”
“İyiyim, iyiyim. Yok bir şey. Sen arabayı sürmeye bak.”
Lerzan’la yine limoniydiler o günlerde. İşler de aksi gidiyor, faili meçhuller dosyası kabardıkça kabarıyordu. İyice daralan Lokman, o gece eve gitmeden önce iki tek atmak, sıkıntısını dağıtmak için dolaşmaya niyetlenmişti. O bar senin, bu bar benim dolaştı durdu. Saatler geceyarısını epeyce geçerken kafası iyice bulanır olmuştu. Kaçıncı ışıklı kapıdan girdiğinin ayırdında değildi artık. Bara geçip etrafa göz gezdirirken çok şamata yapan dipteki masa dikkatini çekti. Kalabalığın içinde, arkası dönük oturan kadını sanki tanır gibi oldu. Gözlerini kadının sırtına dikti ve belki dakikalarca, belki de saatlerce öylece kaldı içkisini yudumlarken. Müzik sustu, ışık daha bir aydınlatır oldu. İnsanların artık çorbacıya mı, evlerine mi, her nereyeyse oraya gitme zamanları gelmişti. Lokman, “bir yolluk ver bakalım” dedi barmene. Barmen onu tanıyordu, itiraz edemezdi; hiç de içinden gelmeden tek rakı koyduğu bardağı uzattı Lokman’a. Komilerin uyandırmaya çalıştıkları sızmış adama baktı sonra, “bir gün bırakacağım bu mesleği” diye içinden geçirdi özlemle, “mezun olduğum gün barmenliğimin son günü olacak.”
Şamatacı masada yola koyulmak üzere hiç hareket yoktu; bir çift tartışıyorlardı, iki delikanlı, sırtına Lokman’ın gözlerini diktiği kızı hangisinin götüreceği konusunda sıkı bir pazarlıktaydılar. Kız bunları duymuyor gibiydi; yerinden doğruldu, sendeledi, masaya tutundu. İki delikanlı birbirlerine bakarak güldüler. Biri ötekine kaş göz işareti çaktı ve biri bir koluna, öteki diğer koluna girerek kızı kapıya doğru yürütmeye çalıştılar. Barın önünden geçerlerken Lokman, kendi tarafındaki gencin koluna yapıştı, “dur bakalım delikanlı, nereye?”
“Sana ne!” diyerek terslendi delikanlı. Kız öne düşen başını kaldırmaya çalıştı, olmadı, tekrar düşüp boynunun ucunda, dalından düşmeye çeyrek kalmış olgun meyva gibi sallandı.
“Bırakın kızı!”
“Hadi ya! Başka bir sıkıntın var mıydı babalık?” dedi öteki genç.
Babalık sözüyle silkindi Lokman. Derin bir nefes aldı ve “bırakın dedim, yoksa fena olacak!” diye hırladı.
“Hanımefendi arkadaşlarla beraberdi, Lokman Abi” diyerek araya girdi barmen.
“Gördüm, biliyorum ve bu itlerin kıza neler yapmayı planladıklarını da biliyorum. Bırakın dedim size!”
“Eee, çok oldun ama! Yürü git işine be! Deli misin nesin!”
İki genç kapıya doğru iki adım daha attılar ama üçüncü adımı atmak nasip kısmet olmadı çünkü Lokman bir hamleyle kızı kolundan tutup kendine çekmiş, yere yığılmasını önlemek için barla kendi bedeni arasına sıkıştırırken tabancasını gençlere doğrultmuştu bile. Dehşetle irkilen delikanlılar yerlerinde sıçradılar.
“N’oluyor be?”
“Abi komiserdir, arkadaşlar” dedi barmen çaresizce.
“Ah, içime güven doldu” dedi gençlerden iriyarı olanı. “Gözümüz arkada kalmaz artık.”
“Çok konuşma lan! Tepemi attırmadan ikileyin, hadi!” Silahı sallarken namlunun ucuyla kapıyı gösteriyordu.
“Arkadaşlar, gidin isterseniz” diyerek tekrar araya girdi barmen, gözüyle tabancayı işaret ederek. “Tatsızlık çıkmasın.”
“Sen olsan arkadaşını ne idüğü belirsiz bir adama bırakıp gider miydin abi ya?”
Barmen bir, iki yutkundu, sustu. “Gitmezdi” dedi Lokman, “ama o ne idüğü belirsiz, hem komiser, hem de kızın abisiyse tabanları yağlardı herhalde.”
“Ne! Abisi mi! Pardon abi, pardon. Ne bilelim abi ya! Hadi, biz gittik.” Gençler kendilerini kapıdan dar attılar.
“Lan, sahiden abisi miydi acaba?”
“Bana ne abi ya; herifin elinde tabanca vardı, ister abisi olsun, isterse pezosu, bana ne!”
“Komisermiş lan!”
Lokman, kızın beline kolunu sardı, abisi olduğuna kesinlikle inanmadığı aşikar, ikircikli ikircikli bakan barmene “hadi eyvallah” dedikten sonra yükünü yarı taşıya yarı sürüye dışarı çıktı. Otomobili nereye parketiğini düşündü bir an, hatırlayınca bir küfür savurarak taksi çevirdi. Kız, açık havaya çıkınca gözlerini araladı, başını kaldırıp kimin kollarında olduğuna baktı, bakar bakmaz gözleri büyüdü, küçük bir çığlık attı. “Sen!”
“Ben ya” dedi Lokman, “ben ya!”
Taksiye bindiklerinde kız bir köşeye büzüştü, gıkını bile çıkartmadan oturdu. Zaman zaman içi kayıyor, başı düşüyordu. Lokman, şoföre adresi söyledi, kızın çantasını karıştırıp anahtarı çıkardı. Kız, yine sızmıştı.
“Amirim?”
“Ne?” Lokman’ın daldığı anılar girdabından kendini kurtarıp şimdiki zamana çıkabilmesi hayli zor oldu. Derin bir nefes aldı.
“Geldik, amirim.”
“Kör müyüm Osman, görüyorum herhalde.”
“Özür dilerim efendim.”
BİR BÖCEK
DOYUYOR ETİMLE
LOKMA LOKMA
HER AN
CANIMDAN CAN
ALMAKTA
RUHUM
AH, ZAVALLI RUHUM
AĞLAMA
- 16 -
Şükufe, etekleri zil çala çala geldiği kapının önünde önce bir soluklandı, sonra saçını başını düzeltti ve elindeki pasta kutusunu öne çıkartarak zili çaldı. Kapının hemen açılmayacağını biliyordu, daha önceleri de hep öyle olmuştu. “Şahesteciğim elindeki işi bırakacak da, yerinden kalkacak da, kapıya gelecek de açacak. Ölme eşeğim, ölme! O zamana kadar insanın içi çekiliyor, dönüp de gerisin geriye geldiği yere gidesi geliyor vallahi!”
O sırada içeriden yaklaşan sesleri duyunca kapının ardına seslendi. “A a! Kız anne, yoksa kaykay mı aldın? Bu ne sürat?”
“Hayır canım, burada hazır jetski varken kaykayı ne yapsın?”
“Aaaa! Şebboy! Hoşgeldin.”
Şükufe, karşısında görümcesini görünce çok şaşırmış, biraz da bozulmuştu. Pek sevişmezlerdi de.
“Asıl sen hoşgeldin” dedi Şebboy. Ağzındaki iğneleri püskürtmüştü yine Şükufe’nin yüzüne; öyle ya, Şükufe kim oluyordu da evin kızına hoşgeldin diyordu gelinliğine bakmadan. ‘Densiz!’ diye söylendi Şebboy içinden.
“Gir içeri, gir.”
“O kadar yol geldim, gireceğim tabii şekerim. Hoş, senin yolun benim yolumu bin kere katlar ya, neyse! Çilekli pasta aldım, Şahesteciğim çok sever, bi zahmet mutfağa koyuver.”
“Şahesteciğimmiş” diye söylendi Şebboy mutfağa yönelirken, “terbiyesiz!”
Salona giren Şükufe, kayınvalidesini ayçekirdeği çitlerken buldu. Kadın, gözlerini televizyon ekranından almadan “hoşgeldin kızım” dedi, “gel şöyle yanıbaşıma hele. Kalp kalbe karşıymış. Şu dizi bitince ben de seni arayıp çağıracaktım.”
“Bak, ben de hissettim, bir koşu geliverdim işte. Nasılsın? Gözünaydın, Şebboy gelmiş?”
“Ya, az önce geldi. Yine hır gür olmuş galiba.”
“Sana anlatmadı mı bir şey?”
“Yok, daha fırsat olmadı. E, sen nasılsın kızım? Hicabi nasıl?”
“İyiyiz be anacığım, nasıl olalım. Hico da iyi. Anne, haberleri dinledin mi?”
“Yok, bugün kaçırdım. Şebboy o sıralar geldiydi.”
İçeri giren Şebboy, “afedersiniz anneciğim” dedi kinayeli kinayeli, “sizi kısa bir süre için de olsa dış dünyadan uzaklaştırdığım için özür dilerim.”
Şaheste Hanım kızının kinayeli konuşmasına bozuldu ama ses etmedi. “Neden sordun? Bir şey mi olmuş, Şükufeciğim?”
“Olmuş ya. Gel Şebboy, dikilme öyle ayakta. Bak, anlatacaklarım seni de ilgilendiriyor.”
“Hadi canım sen de!” diye terslendi Şebboy otururken, “televizyondaki şey beni niye ilgilendirsin ki?”
“Dün gece sahilde bir ceset bulunmuş” dedi Şükufe gizemli gizemli. “Tanıdık biri.”
“Ne! Tanıdık biri mi?” diye bağırdı Şaheste Hanım. “Aman Allah’ım! Kimmiş, kızım? Akrabalardan biri mi?”
“Aman anne! Akraba olsa çoktan haberi gelirdi. Allah korusun” diye çıkışan Şebboy Şükufe’ye döndü, “felâket tellalığına mı başladın! Kadının yüreğine indireceksin!”
Şükufe, görümcesini duymazlığa gelerek kayınvalidesine sarıldı, “yok be Şahesteciğim, akraba filan değil. Az önce Hicabi aradı beni, o verdi haberi; Harun ölmüş.”
“Hangi Harun, kızım?”
“Sizin komşu oğlu Harun. Allah rahmet eylesin.”
“Ne! Ne! Harun ölmüş mü!” Şebboy’un dudakları titremeye başlamıştı. “Aman Allah’ım! Olamaz!”
“Hi! Vah evladım, vah! Bahtsız çocuk! Kadersiz evladım!”
“Niye öyle dedin anne?”
“Hiç yüzü gülmedi ki garibin. Vah vah! Ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlek de oraya gidiyor işte. Tüh tüh tüh! Nasıl olmuş?”
“Valla, ben de bilmiyorum ama intihar süsü verilmiş cinayet diyormuş polisler.”
“Ama kim, neden öldürsün ki? Ağzı var dili yok, efendinin efendisiydi” diye atıldı Şebboy. “Kim, ne ister ki Harun’dan?”
“Bilemem ama birinin bir şey istediği ortada” dedi Şükufe. “Bu arada, başınız sağolsun. Herhalde çok yakındınız.”
“Yo, ben yıllardır görmüyorum” dedi Şebboy, “ama eskiden arkadaştık. Öyle konuşkan, sokulgan biri değildi. İçine kapanıktı. Onun için, ne kadar arkadaş olsan da sıkıfıkı olunamıyordu onunla. Ay, çok üzüldüm, çok.”
“Ben de epeydir görmüyorum” diye lafa girdi Şaheste Hanım. “Babası ölünce yuva dağıldı, gitti. Rahmetliyi toprağa verdikten bir süre sonra Harun da görünmez olduydu. Sonra da kız sırra kadem bastı.”
“Kız mı? Kim, kız?”
“Kardeşi. Sonra bir sabah bir kalktık baktık ki, perde filan yok evde. Taşınmışlar.”
“İki kardeş mi yaşıyorlardı?” diye merak içinde sordu Şükufe.
“Yok canım, anneleri de vardı. Neydi adı? Tüh, dilimin ucunda ama çıkmıyor bir türlü. Sen hatırlıyor musun Şebboy?”
“Sultan Hanım” dedi Şebboy. Sesinin tınısı hiç de hoş değildi. “Hem kız, öz değildi ki. Kadının kızıydı. El kadardı geldiklerinde.”
“Durun kızlar, durun, kafam karıştı. Şebboy, şunu sıralıca bir anlatıversene. Kim kimin nesiydi allasen?”
“Harun’la anne ve babası burada oturuyorlardı. Şu, aşağıdaki sarı evde. Sonra bir gün annesi o kötü hastalığa yakalandı, hastaneye kaldırıldı. Bir daha da evine dönemedi zavallı.”
“Çok çilekeş kadındı” diye araya girdi Şaheste Hanım. “Bir samimiyetim yoktu, görmedim ama kocasının içip içip kadını da Harun’u da dövdüğünü söylerdi konu komşu.”
“Tabii o zamanlar Harun küçüktü” diyerek lafı annesinin ağzından alan Şebboy, gözleri dolu dolu anlatmaya devam etti. “Annesi ölünce iki kuru kafa kalakaldılar. Bir gün Harun’u okulun bahçesinde ağlarken gördüm. Bahçenin en ücra köşesine sinmiş, içini çeke çeke, sessiz sessiz ağlıyordu garibim. Yanına gidip sarıldım. Bunu bekler gibi bir boşandı ki, anlatamam. Boynuma atılıp sıkı sıkı sarıldı; hıçkıra hıçkıra, salya sümük ağladı zavallım. Biraz sakinleşince içini döktü. Babası evi Harun’a temizletiyormuş, her işi bağıra çağıra, arada tekme tokat girişerek ona yaptırıyormuş. Bazı geceler eve gelmiyormuş. Küçücük çocuğu bir başına, aç bilaç bırakıyormuş hayvan herif!”
“Deme kızım!” diye itiraz etti Şaheste Hanım, “ölmüş adamın arkasından kötü konuşma kızım.”
“Aman, niye konuşmayacakmışım canım! Pisliğin biriydi!”
“Tövbe tövbe! Tövbe tövbe!”
“Sonra? Sonra?”
“Adam, bir kadınla aşna fişnaymış, ondan gelmezmiş eve meğerse boyu posu devrilesice.”
“Ay, devrildi devrileceği kadar, Şebboy! Adamın kemikleri kalmadı, sen hâlâ ah ediyorsun, kızım! Yapma yavrum, Allah başımıza verir.”
“Sanki vermedi de!”
“Ne! Ne oldu Şebboy?” Sevmezdi ama ne de olsa akrabasıydı. Şükufe, “yoksa, seninki de?” diye sordu endişeyle.
“Onun da boyu posu devrilsin inşallah!” dedi hırsla Şebboy. “Boşver, onu sonra anlatırım. Nerede kalmıştım? Ha, adam bir gün kadını alıp eve getiriyor. Kadının kucağında bidicik bir kız çocuğu. Yerleşiyorlar bir güzel. Uzunca bir süre nikahsız yaşadılar. Sonra da evlendik dediler ama bilmem artık doğru mu, yalan mı. Kimse nikaha çağırılmadı yani şahit yok. E, nikah cüzdanınızı gösterin de denmez ki elin insanlarına. Harun’a sordum; o da biz ne biliyorsak onu biliyordu. Ama Harun memnundu hayatından. En azından evdeki iş yükü tam kalkmamışsa da hafiflemişti, babası akşamları evdeydi ve kadının kızı Harun’a can yoldaşı olmuştu. Küçücük bebe nasıl can yoldaşı olur diyeceksin. Artık sen anla Harun’un yalnızlığını. Bir bana açılırdı. Bir de arada bir öğretmenin çocuklarıyla konuşurdu. Neyse, böyle yıllar geçti. Büyüdük, serpildik hepimiz. Derken, günlerden bir gün, babasının ölüm haberi geldi; bir kavgada bıçaklanmış. Mahvoldu çocuk. Ne de olsa babası. Ondan başka kimi kimsesi yoktu ki hayatta. Sultan Hanım, yani üvey annesi, meydanı boş bulunca Harun’a dünyayı zindan etmeye başladı. Hadi, Harun’a yapıyorsun, a kadın, kendi evladından ne istiyorsun, değil mi? O kızcağıza da etmediğini koymazdı yani koymazmış; Harun anlatırdı bana gizliden gizliye. İşte, böyle böyle zaman geçti gitti. Ben evlendim, gittim buralardan. Sonra ne oldu, bilmem.”
“Dediğim gibi kızım Şükufe” diyerek kızının kaldığı yerden devam etti Şaheste Hanım, “bir gün bir baktık ki, taşınmışlar.”
“Vah vah! Evlenip barklanmamış mı? Hiç haber maber almadınız mı?”
“Yok” dedi Şaheste Hanım, “almadık. O ne oldu, kız ne oldu, anaları ne oldu; hiç haberimiz yok kızım.”
“Üzüldüm vallahi” diye iç geçirdi Şükufe, “kader işte.”
“Kader” dedi Şebboy yanık yanık. “Götü boklu kader! Neyse, ben pastayı getireyim de ağzımız tatlansın bari. Madem ruhumuz zehir zemberek, onu tatlandıramıyoruz madem.”
Şebboy salondan çıkınca “enişte bey yine bir haltlar karıştırmış galiba” dedi Şükufe kaynanasının kulağına.
“Anlaşılan öyle” dedi kadıncağız dertli dertli.
“Aman, boşansın gitsin be anne! Çoluk yok, çocuk yok.”
“Of! Bilmem artık ne yapar. Hadi sen Hicabi’yi ara da akşam yemeğe buraya gelsin.”
“Tamam anacığım, gelsin de, akşama daha çok var. Ben birazdan kalkarım, halletmem gereken işlerim var. Sonra akşama Hico’yla geliriz. Tamam mı?”
“Dur ayol, pastanı ye de, sonra gidersin.”
“Yemem mi hiç Şahesteciğim; hem de iki dilim birden lüpleteceğim vallahi.”
Şükufe, kayınvalidesinden çıkar çıkmaz hemen bir taksi çevirdi. Şoföre adresi verdikten sonra parmakları telefonun tuşlarında gezinirken heyecandan ölüyordu.
Lokman, toplantının orta yerinde telefon bağlanmasına illet olduğu kadar başka hiç bir şeye olmazdı. Santraldaki kıza sıkı sıkı tembih etmesine rağmen yine öttürmüştü şu aleti işte. Hırsla ahizeyi kaptı, “insan olana laf bir kere söylenir” diye bağırdı, “bağlama demedim mi ben sana şu mereti!”
“Ama efendim, çok önemliymiş.”
“Kime göre önemli! Neye göre önemli! Allah Allah!”
“Şey efendim... Bağlayayım mı?”
“Bağla Allah’ın cezası, bağla! Alo?”
“Merhaba Lokman Komiserim. Ben, Şükufe.”
“ Ooo, yine mi siz? Merhaba.”
“Zamansız aradım galiba?”
“Toplantıdaydım.”
“Öyle mi? Yoldayım amirim, birazdan yanınızda olacağım.”
“Ne! Toplantıdayım dedim hanımefendi.”
“Söyleyeceklerimi duyunca teşekkür edeceksiniz ama.”
“Emin misiniz?”
“Adım gibi.”
“Konu?”
“Cinayet.”
“Cinayet mi! Tamam, gelin bakalım.”
“Geldim bile. Şimdi taksiden iniyorum amirim. Görüşmek üzere.”
Telefonu kapatan Lokman, bezgin bir iç çekişin ardından “misafirimiz var çocuklar” dedi. “Yine şu kadın, Şükufe Hanım. Bir cinayetten bahsediyor. Bakalım, ne yumurtlayacak. Hayırlısıyla kendisi de yumurtlayıp bir çocuk doğursa da, biz de rahat etsek. Her şeye maydanoz bu kadın yav!”
“Allah kocasına sabır versin” dileklerinde bulunan Osman’a koro halinde yanıt geldi, “amin.” Demeye kalmadan kapı vuruldu ve bir memur, “bir hanım sizinle görüşmek istiyor, amirim” demeye yeltendi ancak Şükufe memuru bir kenara itip içeri girmişti bile. “Haberi var kardeşim, haberi var.”
“Hoş geldiğinizi umarım, Şükufe Hanım.”
“Valla komiserim, hoş mu boş mu, anlatacaklarımı dinleyince ona siz karar vereceksiniz artık.”
“Buyurun, oturun. Nedir konu? Cinayet demiştiniz?”
“Konu, cinayet amirim. Harun Bey cinayeti.”
“Harun Bey mi? O da kim?”
Çok şaşıran Şükufe, gözlerini kocaman açarak Lokman’a baktı, “A a, haberiniz yok mu? Nasıl olur canım? Televizyon bangır bangır bağırıyor sabahtan beri.”
“Bir de sizden dinleyelim o zaman. Kim bu Harun?”
“Sabaha karşı cesedi sahilde bulunan adam, ayol.”
“A, şimdi anladım” diyerek araya girdi Bora, “İsmet Komiser’in baktığı olay, amirim.”
“Ya, öyle mi? Neler biliyorsunuz, anlatın bakalım Şükufe Hanım.”
“İsmet Komiser mi? Şey, gücenmezseniz ben İsmet Bey’e anlatsam?”
“Güceniriz. Önce bize bir anlatın bakalım. Gerekiyorsa biz sizi yönlendiririz.”
“Tamam o zaman.” Poposunu iki yana sallayarak sandalyeye iyice yerleşen Şükufe, kocasının telefonundan başlayarak olanı biteni bir bir anlatmaya koyuldu.
Şükufe’nin anlattıkları gerçekten de enteresan bilgilerdi. Bayağı bir araştırma sonucunda elde edilebilinecek bu veriler kendiliğinden ayaklarına gelmişti ama bunun Lokman’a da, ekibine de, üzerinde çalıştıkları cinayetler zincirinin bir halkasına bile de yararı yoktu. ‘Yine dört ayak üstüne düştün ulan İsmet’ diye homurdandı Lokman içinden, ‘ne şanslı herifsin be!’
“Amirim, İsmet Komiser’e neden yönlendirmedik kadını?” diye sordu Osman, biraz şaşkınlık, bir hayli merakla.
“O herifin işimize taş koyduğu zamanları unuttunuz bakıyorum” diye sinirle söylendi Lokman, “terfiyi kapmak için az mı dümen çevirmişti hergele!”
“Şey, haklısınız da” diye kekeledi Çiğdem, “bilgi ve kanıt saklamak suç değil mi amirim?”
“Şuna bak, şuna! Şu çok bilmişe bak hele sen! Çaylaklığına bakmadan bana işimi öğretiyor haspam! Haddini bil Çiğdem! Haddini bil!”
Çiğdem kıpkırmızı olmuş, tepeden tırnağa tere batmıştı, “özür dilerim efendim” diye mırıldandı, “kötü bir amacım yoktu.”
“Yok, bir de olacaktı! Tövbe tövbe! Hadi bakalım, kaldığımız yerden devam edelim. Anlatın bakalım; Mebrure Hanım’la neler oldu?”
“Ah, amirim” diye atıldı Kadriye, “kadını bir görseniz değil kırk günlük, kırk yıllık yola kaçarsınız. Bir aksi, bir nemrut! İnsanı döver gibi konuşuyor.”
“Öğretmendi, değil mi?” diye sordu Osman. “Vah zavallı öğrencileri.”
“Vallahi de öyle. Aman amirim, kadının ağzından laf alabilmek için geberdik. Bir şey diyorsun, on şeyle cevaplıyor aslında ama hepsi beddua, çemkirme filan; işe yarar, bir mana ifade eden tek kelime yok. Neyse, ağzından girdik, burnundan çıktık; alacağımızı aldık biz yine tabii.” Bora, ilk defa böbürlenerek konuşuyordu.
“Aferin size. E, kadının ne karakancaloz olduğunu anladık da bir de neler öğrendiğinizi anlayabilsek...”
“Amirim, detaya girmeden, gerekli bilgileri verelim hemen. Bir, kadının iki çocuğu varmış; biri bu İrfan denilen adam, ikincisi bir kız. Adını bilmiyoruz çünkü anmak istemiyormuş. Nedeniyse, ona aitmiş” dedi Kadriye.
“Kız, İrfan’ın küçüğü” diyerek lafı karısının ağzından kapan Bora, Kadriye’nin delici bakışlarından gözlerini kaçırarak sözüne devam etti, “kadın net bir şey söylemedi ama anladığımız kadarıyla, kocasının ölümünden sonra çocuklarının üzerinde otoritesini kaybetmiş. İrfan’dan çok kızına laf geçiremediğini ve bu yüzden bir şeyler yaşandığını ve bu yaşananların da hiç de hoş şeyler olmadığını anlattı anlaşılır kelimelerden çok sövmeler, mimikler ve tavırlarla. Bir felaket kadın, amirim. Böylesi düşman başına!”
“Yani kadının bir kızı, bir oğlu varmış ve araları kötü. Bu kadar mı?” diye sordu Lokman hayal kırıklığıyla.
“Kadın çocuklarına resmen gıcık, amirim. Kızı hakkında konuşmayı zaten kesinlikle reddetti. İrfan için de ‘iki yakası biraraya gelmez inşallah! Mezarda dik yatasıca!’ dedi. Kulaklarımıza inanamadık. İnsan, evladı için öyle şeyler söyler mi hiç!”
“Eh, kendisi bok gibi para içinde yüzerken anasını huzurevine atarsa o ana da böyle ah eder tabii” dedi hırsla Lokman.
“Mesele de burada ya amirim; kadının, İrfan’ın zengin olduğundan haberi filan yok. Baba öldükten sonra İrfan, oturdukları evi satmaya kalkmış. Ana oğul birbirlerine girmişler. Sonunda İrfan, nasıl yapmış bilmiyoruz ama bir dolap çevirip evi satmış. Kadını da buraya bırakmış.”
“Vay adi vay! Kadını evinden de mi etmiş! Allah kahretsin böyle evladı yav!”
“Başka mal mülk de yokmuş. Kadının emekli aylığı var iki kuruş. Onunla hem huzurevine para veriyor, hem geçiniyormuş işte.”
“Ay, acıdım be kadına” dedi Çiğdem, “yazık vallahi.”
“Peki, İrfan denilen hırt annesini ziyarete hiç gitmiyor muymuş?” diye sordu Osman.
“Valla, bu sorunun yanıtını Mebrure Hanım’dan alamadık ama idarede çalışanlar ‘üç, dört ayda bir, beş dakika uğrar’ dediler.”
“Peki, kızı?” diye sordu Lokman.
“Kızı intihar etmiş, amirim.”
“Ne! İntihar mı etmiş! Neden?”
“Onu da öğrenemedik, efendim” dedi Kadriye, “intihar ettiği bilgisini de idareden aldık zaten; onlar da nedenini bilmiyorlar.”
“Bence anasının yüzündendir” diye fikir ileri sürdü Bora. “Kimbilir neler yaptı kıza.”
“Ne çilekeş kadınmış; koca ölüyor, kızı intihar ediyor, oğlu yani tek dayanağı, özbeöz evladı da kazık atıp evi satıyor. Zavallı kadın” dedi Çiğdem. “Tabii huysuz da olur, aksi de, her şey de.”
“Olmuş zaten” diyerek Çiğdem’i doğruladı Kadriye, “kadın hastalık derecesinde titiz. Dakika başı kolonya dökünüyor, elinde bir kâğıt mendil, orayı siliyor, burayı siliyor, üstünü silkeliyor, yakasındaki hayali tozları fıskeyle kendinden uzaklaştırıyor filan. Anlayacağınız sinir basmış kadını. Bu anormal titizliği ve aksiliği yüzünden hiç arkadaş edinememiş. Kimse odasına ziyarete gitmek istemiyormuş. O da, onlara gitmiyormuş zaten.
“Ay, ne zor bir hayat!”
“Öyle, Çiğdemciğim. Allah sonumuzu hayır eylesin.”
Koro, geleceklerinden duydukları endişeyle “amin” diye bağırdı.
“E, başka?”
Lokman’ın hayal kırıklığı kokan sorusuna Bora’yla Kadriye muzip muzip bakışarak yanıt verdiler.
“Ne?”
“Bombayı sona sakladık, amirim” diyerek çantasına davranan Kadriye, iki fotoğraf çıkardı ve Lokman’a uzattı. “Mebrure Hanım’ın albümünden, efendim” dedi, “aşırdık.”
“Ne! Aşırdınız mı! Ekibimde hırsız mı var!”
“Ama amirim, bizim yerimizde kim olsa aynı şeyi yapardı” diyerek savunmaya geçti Bora. “Kadından laf alınmıyor ki!”
“Konuşmayı bile reddeden kadın nasıl oldu da albümünü kucağınıza verdi peki?” diye çok haklı bir soru yöneltti Osman arkadaşlarına.
“Vermedi ki. Ya, kadın hasta. İdrar söktürücü ilaç alıyormuş. Onun için de ikide bir tuvalete giriyordu. İlk girişinde albümün yerini saptadık. İkincisinde de bu iki resmi aşırdık. Valla amirim, hiç de pişman değiliz. Biz görevimizi yaptık.”
“Vicdansızlar! Kadın farkederse görürsünüz siz” dedi Lokman.
“Etsin. Bizim kim olduğumuzu, nerede oturduğumuzu filan bilmiyor ki! Sarı Çizmeli Memed Ağa! Uydurma isimlerimizi bile daha biz oradayken unuttuğuna bahse girerim.”
“Durun şimdi. Gelin de şu fotoğraflara bakalım.”
Lokman, iki resmi yanyana masasının üstüne koydu. Bütün kafalar eğildi ve inceleme başladı. Resimler, yılların ağırlığıyla yıpranmış, sararmıştı. Bir tanesi, aile fotoğrafıydı. Baba, bir iskemleye oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, uzakta bir yerlere gözü dalmış gibi bakıyordu. Bir yanında beş, altı yaşlarında bir oğlan çocuğu duruyordu. Kısa pantalonun üzerindeki ceketi sanki biraz büyük gelmiş gibiydi. Çocuk, gözlerini objektife dikmiş, dik dik bakıyordu. Babanın diğer yanında ayakta duran kadının bedeni hafif yan dönmüştü ama yüzü objektife bakıyordu. Bileklerine kadar inen eteğinin kıvrımları adamın bacağına değiyordu. Mebrure Hanım’ın kaşları çatık, gözleri çakmak çakmak, ağzı çizgi gibiydi; sanki bir dakika önce büyük bir kavgadan çıkmış da son anda oraya gelmiş gibiydi. Kucağında tuttuğu kıvır kıvır saçlı kız çocuğu objektife bakmıyordu. Bir elini babasının başına doğru uzatmış, kendini ona doğru atmak üzereyken fotoğrafçı deklanşöre basmıştı besbelli. Mebrure Hanım’ın parmakları kızın tombul bacaklarına gömülmüştü. Küçük kızın dışındakilerin hepsi sanki birbileriyle ilgileri, alakaları yokmuş da, zorla kollarından tutulup oraya getirilmiş gibilerdi. ‘Sen şurada dur, sen burada’ denmiş, poz verdirilmişti sanki. Fotoğraf her ne kadar aile resmiyse de bakanın içini ürpertecek kadar soğuktu.
Diğer fotoğrafta daha sıcak bir atmosfer vardı çünkü kalabalıktı. Okulun merdivenine dizilmiş çocukların sıcaklığı, aralarında kazulet gibi dikilen Mebrure Hanım’ın asık suratından yayılan buz gibi havayı bile ısıtıyordu. Öğrenciler, üç basamağa düzenli şekilde sıralanmışlardı. En öndeki sıranın da önünde bir erkek çocuk sanki yatağında uzanmış gibi rahat, pervasız bir pozun içindeydi; yan yatmış, dirseği yerde, başını eline yaslamış, arsız arsız gülüyordu.
“Bu İrfan değil mi?” diye sordu Çiğdem.
“Ta kendisi” dedi Bora, “öğretmenin oğlu ya, ‘hepinizden ayrıyım, farklıyım, ayrıcalıklıyım’ gösterisi bu.”
“Ay, benim de bir öğretmenim vardı, Cadı Pakize; onun bir kızı vardı; illet, sinir bir şey. O da böyle gıcıklıklar yapardı hep. Hele bir gün...” Ancak Çiğdem anısını anlatmaya fırsat bulamadı.
“Tamam kızım, tamam. Başka zaman anlatırsın” diyerek susturdu Lokman. “İrfan, annesinin okuttuğu sınıfa mı gidiyormuş?”
“Bilmiyoruz ki amirim ama diğer çocuklardan biraz büyük gibi geldi bana. Olabilir de, olmayabilir de. Önemliyse öğreniriz, amirim.”
Lokman, “yo, gerek yok” derken kapı vuruldu ve yanıt beklenmeden ardına kadar açıldı, İsmet Komiser bir hışımla içeri girdi.
“Sen ne yapmaya çalışıyorsun, söyler misin be adam!” diye bağırdı.
“Hop, hop, hop! Yavaş gel bakalım! Dingo’nun ahırına girmiyorsunuz İsmet Bey! Haddinizi bilin!”
“Asıl sen haddini bil! Sen ne hakla benim bilgi kaynağımı gasbedersin!”
Lokman, şaşırarak elemanlarına baktı. O her şeye maydanoz kadın gittiğinden bu yana bu odadan kimse çıkmamıştı ki! Ne ara, kimden öğrendi diye düşündü Lokman. Bu arada da meslektaşına laf yetiştiriyordu.
“Ne yapmışım, ne yapmışım?”
“Benim baktığım olayla ilgili bilgi vermeye gelen bir hanımı bana göndermeden yollamışsın. Bu iş ahlakına sığar mı! Sen, sen ne yaptığını sanıyorsun! Suç işliyorsun, suç!”
“Bana bak, odama dalıp da deli danalar gibi bağıramazsın, İsmet Efendi! Söyleyecek bir şeyin varsa otur ve adam gibi konuş!”
İsmet Komiser, masanın önündeki koltuklardan birine homurdanarak oturduktan sonra “konuşma sırası sende” dedi, “cevap bekliyorum.”
“Peki, o hanım benim insanım, benim bilgi kaynağım; bu bir. İkincisi, yazılı ifadesi alındı, çekmecemde duruyor. Kendi işim, şu toplantı bittikten sonra zaten kendi ellerimle getirecektim sana.”
Lokman’ın adamları gözgöze geldiler. Amirlerinin son cümlesi hiç de inandırıcı gelmemişti onlara.
“Ya” dedi İsmet Komiser, “demek getirecektin. Şimdi alabilir miyim?”
“Tabii alabilirsin ama önce bana borçlu olduğun özürü bir eda et bakalım.”
Dikleniverdi İsmet Komiser; “ne özürü be!”
“Terfiyi kapmak için çevirdiğin katakullilerin özürü.”
“Hadi be sende! Ben katakulli matakulli çevirmedim. Ne demeye çevireyim ki zaten? Nasıl olsa benim hakkımdı.”
“Öyle mi diyorsun?”
“Evet. Aynen öyle diyorum”
“Yok o zaman ifade filan sana! Madem inkar ediyorsun, havanı alırsın o zaman pek sayın dolapçı İsmet Komiser!”
“Bak Lokman, sinirimi hepten oynatma yerinden! Adam gibi güzel güzel ver şunu. Bak, işi inada bindirme; arama izni çıkartır, masanı didik didik ederim ha!”
İsmet’in aslında çok ciddi olarak söylediği bu söz, diğerlerine Karadeniz fıkrası gibi gelmişti; bastılar kahkahayı. Lokman da elinde olmadan gülmüştü buna. Hava yumuşar gibi olunca bunu fırsat bilen Osman atıldı, “size birer yorgunluk kahvesi söyleyeyim Komiserlerim.”
“İyi olur valla Osman” dedi İsmet Komiser, “imanım gevredi sabahtan beri.”
“E, iyi, söyle bakalım” dedi Lokman, “İsmet Efendi’yi dinlendirelim bakalım.”
“Biz?” Bunu soran Çiğdem’di.
“Kahvehane mi kızım burası? Nargile de ister misin?”
“Ama amirim, ben onu sormadım ki! Beni hep yanlış anlıyorsunuz. Çıkalım mı anlamında sormuştum. Yani odadan çıkalım mı?” diye kekeledi Çiğdem.
“Hah, buldunuz ya bahaneyi, kaçın bakalım. Çıkın hadi, çıkın. Ha, aşağıdakini de salıverin gitsin. Nasıl olsa kız güvenli yerde.”
“Emredersiniz, amirim.”
Lokman, Çiğdem’le konuşurken, masanın üstünde duran fotoğraflar İsmet’in dikkatini çekmişti. Resimler kendisine göre ters durduğu için nedir, kimdir anlayamadı; almak üzere uzandı. Uzanır uzanmaz da eline şaplağı yemesi bir oldu.
“El malına el uzatmak, ha?” dedi Lokman, bunların çalıntı mal olduğunu duysa meslektaşının ne yapacağını merak ederek.
“El tanığına el koyana bak sen! Kalkmış bir de bana laf ediyor! Kim bunlar?”
“Benim olaylar zincirinin halkalarından birine ait olduğunu düşünüyoruz.”
“Ver bakayım şunları; belki bir yardımım dokunur.”
“Yardımı dokunurmuş! Senden yardım isteyen kim be!”
“Yahu, ver; bir bakayım! Yemedik ya! Ve süphanallah!”
Kahvelerini içerlerken İsmet Komiser, fotoğrafları iyice inceledi. Mebrure Hanım’ın öğrencileriyle çektirdiği fotoğrafa bakarken kaşları çatıldı, resmi bir uzaklaştırıp, bir iyice yakınlaştırdı; kafasını eğerek, gözlerini kısarak baktı da baktı.
“Ne o? Âşık mı oldun kadına? Oğlum, bunlar tarihi fotoğraflar; antika, antika! Kadın şimdi bin yaşında. Onun için hiç heveslenme” dedi gülerek Lokman.
“Hıh! Ne de âşık olunacak kadın ya!”
“E, ne bakıyorsun o zaman öyle mal bulmuş gibi?”
Fotoğrafın arkasını çeviren İsmet Komiser, “hah!” dedi, “birazdan sorunun cevabını gayet net bir şekilde vereceğim, merak etme.”
Lokman, İsmet’in resmin arkasında neye baktığını merak etmişti. Yerinden kalkıp yanına gitti ve kendisine de, elemanlarına da içinden öyle bir sunturlu küfür savurdu ki kendi kendinden utandı. “Ulan, biz nasıl akıl edemedik şu resmi ters çevirmeyi” diye düşündü hırsla. “Tüh, kafama edeyim!”
Mebrure Hanım, fotoğrafın arkasına ince uçlu kalemle resimdeki öğrencilerinin adlarını yazmıştı minicik harflerle. İsmet Komiser, listeyi dikkatle incelerken, “evet!” dedi heyecanla, “yanılmamışım. İşte, o! Hiç değişmemiş, hayret.”
“Kimi gördün yav? Eski sevgilini mi?”
“I-ıh!” dedi İsmet ve yerinden kalkıp kapıya doğru giderken, “şimdi geleceğim” diye seslendi Lokman’a.
“Hop, hop hop! Fotoğrafı bırakmadan adım bile atamazsın!”
“Bir şeye bakıp getireceğim yahu!”
“Ben anlamam arkadaş! Resmi ver, sonra ne cehenneme gidersen git.”
“Aman be Lokman! Aman be! Al, sok bir yerine!”
Fotoğrafı sırıtarak alan Lokman, “gelecek misin?” diye sordu.
“Geleceğim tabii ve sonra da senin aklını alacağım.”
Lokman dalga geçerek kahkahalar atarken İsmet, acele adımlarla odadan çıktı. O çıkar çıkmaz Lokman’ın kahkahaları kesiliverdi. Aldı bir düşünce; “bu adam ne gördü? Aklımı nasıl alacak?” Resme öyle baktı olmadı, böyle baktı olmadı; arkada yazılı listeyi incelerken bir isim takıldı gözüne, “mı acaba?” dedi kendi kendine, “mı acaba? Yok yav, devenin nalı! Var mı böyle bir tesadüf!”
Hemen çekmecesinden Şükufe’nin ifadesini çıkartıp okumaya başladı. O sırada İsmet Komiser, elinde dosyayla içeri girdi. Lokman’ın bir elinde fotoğraflarla kendisine ait olması gereken ifade tutanağını okuduğunu görünce “çözdün mü olayı?” diye sordu.
“Bu, o mu?”
“Yes.”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
- 1 -
“Stop! Stop! Stop! Derya, berbattın, berbat!. Biraz dinlen de öyle alalım senin sahneni. Ve lütfen artık kendini topla!”
“Özür dilerim, yönetmenim. İnanın, çok üzgünüm.”
“Tamam, tamam. Ağlama artık, yüzün gözün şişti; makyajla da kapatamayacağız bu gidişle.”
“Peki efendim, ağlamam.”
“Onbeşe üç, arkadaşlar, hazırlanın. Bana da koyu bir kahve lütfen.”
Derya, kahır içinde dinlenme odasına geçti. Zifir gibi çay doldurdu Snoopy’li fincanına, az önce ardına gizlenmeye çalıştığı koltuğa çöktü. Yönetmeni ağlama diyordu ya, ‘gel de ağlama’ diye düşündü gözlerinden akan yaşı silerken, ‘sen benim yerimde ol da ağlama.’
Nereden çıkmıştı bu adam durup dururken? Hem de iş yerinde, sette heyula gibi dikilmişti karşısına; en beklenmedik zamanda ve mekanda. ‘Ne işi vardı burada? Benim için gelmedi herhalde. Ahmet’le konuştu, bir de Nil’le. Ne halt karıştırmış olabilirler ki bu deliyi buraya getirtecek kadar önemli ve büyük? Suat’ı da sordu? Aman canım, benden ırak olsun da ne olursa olsun. Onun yüzünden oynayamıyorum; konsantre monsantre kalmadı! Olanlardan sonra benim yerimde Jane Fonda da olsa rol yapamazdı ki! Of Allah’ım! Korkuyorum, çok korkuyorum. Kırk yılda bir entiripüften de olsa bir rol kaptım, ondan da olmasam bari.’
Çayından bir yudum aldı, sehpanın üstünde duran paketten tırnağını takarak bir sigara çıkartıp yaktı. Elleri tir tir titriyordu. Dumanı, havanın bile dumanaltı olduğu boşluğa savururken ‘lanet olsun o geceye!’ diye söylendi kızgınlık ve pişmanlık dolu duygularla; ‘mecbur musun en olmadık zamanlarda karşıma çıkıp da hayatıma maydanoz olmaya be adam! Senin ne üstüne vazife beni korumak! Senden kim koruyacak peki?’
Gözyaşları yine sicim gibi akmaya başlamıştı. ‘Ağlamamalıyım’ derken bin beter ağlıyor, ne yaparsa yapsın engel olamıyordu. ‘Beni o iki uçkuru gevşeğin elinden aldın da pek iyi halt ettin, maşallah! Allah’ım, kafayı kaldırıp da onu görünce nasıl da yüreğim ağzıma gelmişti. Sanki hem koruyucu meleğim, hem şeytanımdı. Hem seviyor, hem dövüyordu sanki; hani bağnaz bir baba, maço bir abi gibi. Bu adam iyi ki kocam filan değil; öldürürdü alim Allah.
Lerzan... Canım arkadaşım... Nasıl tahammül ediyorsun bu herife? Ama sana böyle davranmıyordur herhalde. Öküz möküz ama yine de sana bana davrandığı gibi davranmıyordur. Biliyorum, pek de mutlu olduğun söylenemez. Seviyorsun, biliyorum. Âşıksın. Aşkın gözü bu kadar mı kör be Lerzan? Aşk insanı nasıl bu kadar sabırla donatır be arkadaşım? İnanılmaz. Ah, bir bilsen o gece olanları, acaba yine gözlerini kapatır mısın gerçekleri görmemek için? Onu... ve tabii beni... yine sever misin? Yine ona kocacığım, bana canım arkadaşım der misin? O sevgi dolu koca yüreğini açar mısın yine bize? Geberiyorum vicdan azabından ama yine de senin yüzüne bakabiliyorum değil mi, bir şey olmamış gibi? Çok utanıyorum Lerzan, çok utanıyorum ama.... ama sen benim tek dostumsun be kadın; senden geçemem. Affet beni arkadaşım, affet beni.’
Kapının tıklatılıp açılmasıyla alelacele gözyaşlarını sildi Derya. Gelen Suat’tı.
“Selam fıstık.”
“Selam.”
“A a! Ağlıyor musun kız? Ne oldu? Zılgıt mı yedin yönetmenânımdan?”
“Eh! Öyle de denilebilinir. Yeni mi geldin?”
“Az önce. Niye?”
“Seninle konuşmak isteyen birileri vardı da.”
“Ha, biliyorum, konuştuk.”
“İyi. Şey, sakıncası yoksa...”
“Öğrenmesen çatlarsın, değil mi?” diye gülerek sordu Suat.
“Yok canım, ne çatlayacağım.”
“Yemek yediniz mi? Ölüyorum açlıktan.”
“I-ıh, daha yemedik. Eee?”
Suat, anlatmak üzere tam ağzını açmıştı ki içeri görüntü yönetmeni Hakan girdi.
“Ya, bir türlü fırsat olmadı, soramadım Derya. Bu aynasız senden ne istiyor Allah aşkına?” O sırada Suat’ı gördü, “hoş geldin, naber?”
“İyidir, ne olsun. Nasıl gidiyor?”
“Eh. Biraz sarktı şu beklenmedik ziyaretçiler yüzünden. Milletin yüzü yerlerde. Sahi, seni de arıyorlardı. Ne bunların dertleri?”
“Öğrenemediniz mi? Hayret. Ahmet’le Nil de mi anlatmadılar?”
“Valla, zaman kaybettik diye Sibel ateş püskürüyor; ne biz sorabildik, ne onlar anlatabildiler. Sahi, nedir bu işler?”
“Bir arkadaşımız öldürüldü de...”
“Ne!” diye atıldı Derya, falcının dedikleri gelivermişti aklına, “öldürüldü mü dedin?”
“Evet ya. Meslektaşım. Belki duymuşsunuzdur, Erguvan, Erguvan Terim.”
“A, ben tanıyorum o kızı” dedi Hakan, “Ne yani, şimdi Erguvan ölü mü?”
“Maalesef korkunç bir cinayete kurban gitti.”
Derya, konuşulanları tir tir titreyerek dinliyordu. Falcı demişti, cinayetler demişti, çoğul kullanmıştı. Demek ki daha başka da cinayetler de işlenecekti ve maktullerden biri de kendisi olacaktı. Yine ağlamaya başladı.
“Niye ağlıyorsun be sevgilim? Yoksa sen de mi tanıyordun?”
“Sevgilim mi?” Bunu soran Suat’tı. “Tüh be! Ben de Derya’ya yeşillenmeyi düşünüyordum.”
“Hiç tavsiye etmem arkadaşım, yeşiller mora dönüşebilir” dedi Hakan yarı şaka yarı ciddi.
“Unuttum bile. Neyse çocuklar, ben kaçtım. Bir, iki deklanşöre basayım da millet beni çalışıyor sansın.” Ve Nikon’unu kapıp dışarı çıktı.
Hakan, Derya’nın yanına gelip sarıldı. “Neyin var be güzelim? Şu herifçioğlu geldiğinden beri ağlıyorsun.”
“Yok bir şey. Sinirlerim bozuk.”
“Onu anladık. Neden?”
“Hiç işte.”
“Anlatmayacak mısın?”
“Yok bir şey Hakan, üsteleme.”
“Sen bilirsin canım. O zaman seni biraz yalnız bırakayım da kendine gelmeye çalış. Sibel çok bozuk, haberin olsun.”
“Tamam ya, tamam.”
Hakan, derin bir iç çekişle odadan çıktı. Derya yine anılarıyla başbaşa kalmıştı. Boğulacak gibi oldu, pencereyi açtı. Kara kara bulutlar geliyordu, hava basıktı. Yağdı yağacak diye beklenen yağmurun ilk damlaları iri iri düşmeye başladı tek tük.
‘Of! Of! Ne kara bir gün! Aynı ben. Ah Lokman, ne demeye yaşattın bana o geceyi ha, ne demeye! O serserilerin elinde rezil olaydım, hatta geberip gideydim de, seninle .... Allah kahretsin! Bok gibi içersen rakıları, tekilaları sonun böyle olur işte! Can arkadaşının kocasının koynunda da bulursun kendini, sokaktaki adamın altında da! Utanmadan bir de inkar etti önce, ‘bir şey olmadı’ diye ama bal gibi yalandı, hem kendini aklamak hem beni rahatlatmak için söylediği yalan. Hayal meyal de olsa hatırlıyordum; hem de dolu dolu, doya doya yaşamıştık her şeyi; ipin ucu kaçmıştı bir kere. Sonra gidip kahve yaptı, mutfaktan sesi geliyordu; küfür kâfir dümdüz gidiyordu hem bana hem kendine. Ben, yatağın içinde büzüşüp dinledim hep; sustum, korktum. Sonra yumuşak konuştu bir süre, özür filan diledi ama sonra yine bas bas bağırdı; ne işim varmış oralarda, zıkkımın kökünü içeymişim, başıma bir iş gelecekmiş, o zaman görecekmişim anamın orasını burasını. Ben ağladıkça o bağırdı, o bağırdıkça ben ağladım. Pislik! Sonra tehditler başladı; Lerzan’la konuşmak yasak, görüşmek yasak, cart curt. Sen öyle san salak Lokman! Oh olsun! Görüşüyoruz işte, var mı bir diyeceğin! Görüşüyoruz! Oh canıma değsin!”
Çantasından gelen sesle kâbusa dönen anılarından sıyrıldı. Telefonu çalıyordu. Ekrana baktı, arayanın adını görünce yüreği ağzına geldi; Lerzan’dı arayan. Bir an açıp açmamak arasında gitti geldi ama arkadaşını cevapsız bırakmaya gönlü elvermedi.
“Merhaba canım.”
“Merhaba güzelim. Bir ‘hayırlı olsun’ diyeyim dedim.”
“Ah, benim hakikatli, ince ruhlu arkadaşım, çok sağol. Nasılsın? Moralin nasıl?”
“İyiyim, hepimiz iyiyiz, merak etme. Sıkı koruma altındayız. Asıl sen nasılsın? Nasıl gidiyor çekim çüküm?
“Fena değil. Çalışıyoruz işte.”
“Ay Derya, çatlıyacağım meraktan; fal çıkıyor mu, fal? Resmi adam geldi mi?”
O an Derya’nın kalbini bir el sıktı sanki. Ne diyecekti şimdi arkadaşına?
“Valla, çıkıyor gibi” dedi çekinik çekinik, “bugün sete polisler geldi.”
“Deme! Müthişmiş desene bu medyum falcı, ha?”
“İnşallah değildir ama öyle gibi. Eğer her dediği çıkarsa yandım demektir.”
“Niye ki?”
“Kızım, cinayetler filan dedi ya adam.”
“Allah korusun! Ağzından yel alsın. E, neden gelmişler? Seninle bir alakası var mı?”
“Yok canım, ne alakası olacak. Başkalarına birkaç soru sormaya gelmişler.”
“Ha, iyi. E, ne korkuyorsun o zaman? Adam, iş yerinde olanları görmüş besbelli. Gördün mü bak, seni ilgilendiren bir şey yok. İçini ferah tut arkadaşım.”
“Tutmaya çalışırım. Siz ne zaman dönüyorsunuz eve?”
“Bilmem ki? El el üstünde, el şey üstünde oturduk, Lokman’dan haber bekliyoruz işte. Lokman deyince, gelen Lokman değildi, değil mi?”
Derya, bir an tereddüt ettikten sonra “ı-ıh” dedi, Lokman’ın Lerzan’a anlatmayacağından emin olarak, “değildi.”
“Aman, isabet. Gelip de orada seni görseydi ne olurdu bilmem. Delidir, ne halt etse yeridir. Biliyorsun, kocam da pek akıllı uslu bir adam değil. Allah korumuş seni” diyerek kahkahayı patlattı Lerzan. Derya arkadaşının neşesine eşlik edemedi; sustu.
“Bak ne diyeceğim Derya, senin boş olduğun bir gün, bizim de şu kaçak göçek hayatımız bitince muhakkak şu falcıya gidelim, tamam mı? Ama muhakkak diyorum, bak.”
“Tamam güzelim, gidelim de, deli kocanı ne yapacağız?”
“Aman, atlatırız onu canım. Hem nereden haberi olacak?”
“Sen bilirsin. Olur, gideriz.”
O sırada kapı açıldı ve Suat başını uzatıp seslendi; “haydi, tıkınma saati!”
“Sağol canım, geliyorum.”
“Seni mi çağırıyorlar Derya?”
“Evet hayatım. Gitmem gerek.”
“Tamam o zaman. Hadi, öptüm seni.”
“Ben de seni, çocukları da.”
Telefonu kapatırken gözü duvardaki aynaya takıldı. Makyajı akmıştı; yüzünü gözünü temizledi, saçlarını düzeltti ve “ kıçımın artisti, ha!” diye hırsla söylendi. “Kıçımın artisti ha! Sana inat, bu gün hayatımın oyununu oynayacağım Lokman Mansuroğlu ve sen, televizyona yapışıp beni seyredeceksin! İple çekeceksin dizi günlerini, iple!”
Saçlarını savurup odadan çıktı.
- 2 -
Lokman’ın masasının üstünde duran çalıntı iki fotoğrafın yanına yenileri eklenmişti. Onların, birinin albümünden yürütülmediği kesindi; İsmet Komiser’in kolunun altına sıkıştırıp getirdiği dosyadan çıkan resimlerdi onlar.
“O değil mi yani?” diye sordu İsmet. “Hatlara bak, aynı; biraz büyümüşü işte.”
“Yav, o mu, değil mi bilemem ama o diye bakınca insanın içi kötü oluyor be. Çocukluğunu görünce yani.”
“Pis iş bizimkisi vesselam. Neyse, oydu, değildi deyinceye kadar ver de fotoğrafları aşağıya gönderelim; karşılaştırsınlar.”
“Acil iş bu, bekleyemem beyzadelerden gelecek raporu filan.”
“E, nasıl öğreneceğiz peki?”
“Şu çokbilmişin kocasını çağıralım.”
“O da kim?”
“Paylaşamadığımız bilgi kaynağımız. Ben adamı ararken sen de hem senin hem benim çocukları toplayıver. Belli ki artık beraber çalışacağız.”
“Maalesef.”
“Maalesef.”
İsmet Komiser dışarı çıkarken Lokman telefona davrandı. Hicabi, markette değildi ama birazdan gelecekti. Sekreter kıza hemen onu bulmasını ve derhal Lokman Komiser’e gelmesini söylemesini emretti.
İki komiser ve adamları toplanmışlardı. Önce sözü Lokman aldı; “arkadaşlar, iki ekibin üzerinde çalıştığı dosyaların birbirleriyle bağlantısı olabileceğini düşünüyoruz. Bu nedenle burada toplandık. Son durumu kısaca anlatayım; dün gece sahilde ölü bulunan Harun Rençber’in bizim kıllandığımız İrfan Örücü’yle çocukluk arkadaşı olduğunu zannediyoruz. Bundan emin değiliz tabii. Zannımızın netlik kazanması için Şükufe Şişman’ın kocası Hicabi Bey’i buraya çağırdık. Sanırım birazdan gelir.”
“Diyelim ki çocukluk arkadaşları ama artık kazık kadar adamlar olmuşlar amirim; yani ne gibi bir bağlantı kurduğunuzu sorabilir miyim?” Bunu soran İsmet’in adamlarından Mustafa’ydı.
“Biri öldürüldü, diğeri şüpheli şahıs olarak karşımıza çıktı, hem de aynı zamanda. Evet, münferit olaylar olabilir tabii, iki olayın birbiriyle hiçbir ilgisi bulunmayabilir ama kurcalamakta fayda var, genç arkadaşım. Bizim dosya, biliyorsunuz, hayli kabarık. Seri cinayetler dosyası. Harun’un cinayete kurban gidiş şekli bizimkilere hiç benzemiyor, doğru, ancak yine de bu ikisinin tanışıyor olmaları bizim için önemli.”
“Tanışıyor olduklarını bilmiyoruz ki amirim” dedi Osman. “Aynı karede görülmeleri bir şey ispat etmez ki.”
“Doğru diyorsun ama Şükufe Hanım’ın ifadesini dikkatlice okursanız arkadaşlar, böyle bir ihtimalin var olabileceğini görürsünüz. Ne demiş kadın? ‘Kocamın ablasına dert yanarmış hep. Başka arkadaşı da yokmuş zaten. Bir de öğretmenin’, dikkatinizi çekerim, öğretmenin demiş, ‘bir de öğretmenin çocuklarıyla konuşurdu arada bir.’ Mebrure Hanım öğretmen değil miydi arkadaşlar?”
“Mebrure Hanım kim efendim?” Bunu Ali sormuştu, İsmet’in ekibinden Ali.
“Bizim şüpheli şahsımızın annesi.”
“Amirim,” dedi Mustafa, “işler böyle çok karışıyor. Biz, sizinkileri bilmiyoruz, siz bizimkileri.”
“Bağlantı netleşirse dosyaları çoğaltacağız, oğlum. Devamını ben anlatayım; bir de bir kız var. Adı sanı belli değil; yaşını, tipini, kimin nesi olduğunu bilmiyoruz ama var. Harun’un bahçevanlık yaptığı yazlığın bahçesindeki kulübede giysileri bulundu. Harun’un parmak izi de, kızın olduğunu sandığımız parmak izleri de eldeki verilerle karşılaştırıldı; uyanına rastlanmadı. Harun’un tırnağının içinde bulunan yabancı deri artıkları laboratuarda incelendi, zanlıları bekliyor.
Kız, maktulün karısı mı? Hayır. Harun evli değil, yani resmen. Sevgilisi mi? Bilinmez ama kulübede bulduğumuz çamaşırlar ve sair şeylerde sperm tespit edilmedi.
Anladığımız kadarıyla kız genç ve ufak tefek. Saçı uzun ve renk, koyu kestane, boyasız. 35 numara ayakkabı giyiyor. Giysileri 36 beden. Büyük bir ihtimalle ince, uzun yüzlü, kumral, zayıf bir kız. Nerede? Allah bilir. Bizim öğrenmemiz ve kızı bulmamız gerekiyor arkadaşlar. Hem de acilen.
Gelelim tabancaya; araştırıldı ve tahmin edeceğiniz gibi kayıtlı olmadığı ortaya çıktı. Harun’un da üstüne kayıtlı silah yok, kullanma ruhsatı da. Bildiğiniz gibi maktul çok yakından vurulmuş. Bu neyi gösteriyor? Katilin, büyük bir ihtimalle, Harun’un tanıdığı birisi olduğunu. Ha, biri kıskıvrak yakalar, öteki burnunun dibine kadar gelip şakağından da vurur, iki kaşın arasından da ama kalan izlerden anladığımız kadarıyla debelenme, arbede yok. Bunu yapan bir kişi ve dediğim gibi maktulün tanıdığı biri. Kız olabilir mi? Binde bir ihtimalle, belki. Kız sıska, çelimsiz bir şey demiştik. Harun, yapılı, 75-80 kilo, genç bir adam.”
İsmet, kapının vurulmasıyla sözüne ara vermek zorunda kaldı. Görevli, Hicabi Şişman’ın geldiğini bildiriyordu.
Hicabi, odaya ayak atar atmaz zınk diye durdu kaldı. Karşısında komiseriyle, memuruyla bir sürü polis görünce şaşırmış, biraz da panik yapmıştı. Hiç bu kadar kalabalık beklemiyordu doğrusu. Aslında ne bekleyeceğini de, ne bulacağını da, neden çağırıldığını da bilmiyordu ya.
“Gel Hicabi kardeş, gel” diye çağırdı Lokman, “gel, otur şöyle. Hoş geldin.”
“Hoşbulduk Komiser Bey” diye kekeledi Hicabi.
“Bu bey İsmet Komiser, diğer arkadaşlar da yardımcılarımız.”
Hicabi, her yöne doğru dönüp hacıyatmaz gibi yattı kalktı.
“Otur, otur. Ne içersin?”
“Çay, zahmet olmazsa.”
“Biriniz çay söylesin çocuklar, hepimize.”
Çiğdem’le gözgöze gelince gülesi tuttu, “hepimize dedim Çiğdem.”
“Anladım efendim.”
Ama kimsenin kıpırdadığı yoktu. İsmet’in memurları diğerlerinden, Lokman’ın memurları ötekilerden bekliyorlardı. Lokman’ın bir kaş hareketi çakmasıyla Bora’nın kapıya atılması bir oldu.
“Misafirlerimize iş mi yaptıracaksınız, köftehorlar!”
İsmet Komiser’in adamları gevşek gevşek gülerek diğerlerine bakarlarken amirlerinin sert öksürüğüyle kendilerine geldiler.
Masasına geçip oturan Lokman, “seni çağırdık çünkü yardımına ihtiyacımız var” dedi.
Hicabi, yerinden kalkar gibi yapıp tekrar otururken “ne demek, komiserim” diye yanıt verdi, “estağfurullah, estağfurullah.”
“Şimdi sana bir fotoğraf göstereceğim. İyice bir bak bakalım” diyerek Mebrure Hanım’la öğrencilerinin bir arada olduğu resmi Hicabi’ye uzattı Lokman. Herkes pürdikkat Hicabi’ye bakıyordu. Fotoğrafa bakar bakmaz “a a! Nereden buldunuz bunu?” diye sevindirik sevindirik sordu, “bende bile yok.”
“Yoksa bu resimde sen de mi varsın?”
“Tabii varım ya; orta sırada, en sağdaki benim, bakın.”
Komiserler önce birbirlerine bakıp ‘onikiden vurduk’ dercesine birbirlerine zaferle gülümsediler, sonra da fotoğrafa baktılar. En sağda, orta sırada, silik bir oğlanı tombul parmaklarıyla gösteriyordu Hicabi, “işte bakın, bu benim.”
Ne söylemesi gerektiğini bilemeyen Lokman, “maşallah, maşallah” deyip Harun olduğunu sandıkları çocuğu işaret etti, “peki, bu kim?”
Hicabi, içi titreyerek derin bir nefes aldıktan sonra “Harun” dedi, “Harun. Maalesef kaybettik. Hem de daha dün.”
“Başın sağolsun kardeş” diyerek taziyelerini sunan İsmet Komiser sadede geldi, “biz de onun için gelmeni istedik.”
Hicabi, şaşkın şaşkın İsmet’e baktı, “Harun için mi? Ama siz...”
“Biz biliriz Hicabi kardeş” diye lafa girdi Lokman, “biz biliriz de, senin hanım olmasaydı, daha geç bilecektik kuşkusuz.”
“Benim hanım mı? Şükufe mi? Yine mi? Yine mi! Pes vallahi, pes! Ne zaman bırakacak bu kadın hafiyeciliği, bilmem ki, ne zaman!”
“Valla bir eş olarak işin zor tabii ama ne yalan söyleyeyim, bize çok yardımcı oldu” diye Hicabi’yi yatıştırmaya çalışan İsmet Komiser, “ona teşekkür borçluyuz” diye devam etti sözüne. “Tabii hanımefendinin verdiği bilgilerden öğrendik senin Harun’un arkadaşı olduğunu. Sence kim öldürmüş olabilir? Bir düşmanı filan var mıydı; ne dersin?”
Hiç beklemediği durumlar ve sorularla karşılaşan Hicabi’yi ter basmıştı. Cebinden çıkarttığı bez mendille alnını, yüzünü, ensesini, gıdığını sildikten sonra mendili tekrar düzgünce katladı, cebine yerleştirirken derin derin iç çekti. “Valla, bilmem ki” dedi soluğunu verirken, “bilemem ki. Epeydir görüşmüyorduk. Yalnız sekiz-on gün kadar önce markete gelmişti. Beni görmeye geldi sandım, kapıdan girdiğini görünce hemen odamdan çıkıp karşıladım ama oranın bana ait olduğunun bile aklında olmadığını anında anladım çünkü ‘ooo, Hico, sen de mi alışverişe geldin?’ dedi. Ne yalan söyleyeyim, çok bozuldum ama belli etmedim. Oranın sahibi olduğumu hatırlatınca kızardı, bozardı. ‘Kusura bakma be arkadaşım, bu aralar kafam çok karışık’ dedi. ‘Hayırdır? Elimizden gelen bir şey’ dememe kalmadı, lafımı kesti, ‘yok be Hico, kimsenin halledebileceği gibi bir şey değil bu, yardımla filan olacak şey değil’ dedi dertli dertli. ‘Gel’ dedim, ‘odama gidelim, hem birer çay içeriz, hem de konuşuruz.’ Gelmedi, acelesi varmış. Biraz alışveriş yaptıktan sonra başka zaman geleceğine söz verip gitti. Kısmet değilmiş. İşte böyle sayın komiserlerim.”
“Neler satın aldığını hatırlıyor musunuz?”
“Neler mi?” diye şaşkın şaşkın sordu Hicabi, “dikkat etmedim ama beraber yürüdük reyonlar arasında. Bir düşüneyim bakayım; şarküteri reyonundan aldı bir şeyler, bir de tavuk aldı galiba. A, evet, şey aldı, söylemesi ayıp, şey var ya hani, kadın bağı, ondan aldı bir paket. Bana göstermeden almaya çalıştı ama ben gördüm. Zaten görmesem de anlardım. Dükkanımın her yerini milimi milimine bilirim; nerede ne var, hangi ürün hangi rafta, bilirim.”
“Sormadınız mı evlenip evlenmediğini?”
“Şeyi aldığını görünce arkadaşım adına sevindim tabii, merak da ettim ama utandırmamak için soramadım; ne de olsa kadın bağı filan, hoş kaçmazdı. Parmağına baktım, alyans yoktu. Sevgilisi var zaar diye düşündüm kendi kendime. Zaten hemen sonra da gitti Harun. Bir kuruş ödetmedim rahmetliye, helal-i hoş olsun.”
“Bir telefon numarası filan?”
“Yok amirim, vermedi. Benim de istemeye fırsatım olmadı. Daha doğrusu aklıma gelmedi nedense.”
“Anlıyorum. Fotoğrafa tekrar bakmanızı rica ediyorum Hicabi Bey. Demek ki, o çocuk, Harun Rençber. Peki, en önde yerde yatan çocuk kim?”
“O mu? O... Öğretmenin oğlu.”
“İsmini hatırlıyor musunuz?”
“İrfan” dedi Hicabi tükürür gibi. “Kızkardeşi vardı bir de, İhsan. Mebrure öğretmen ona cadı diye seslenirdi; cadı aşağıya, cadı yukarıya. İrfan’a zaten ağzına geleni söylerdi; afedersiniz, ne itliği kalırdı, ne piçliği. ”
“Nasıl bir anneymiş bu kadın yav! Kendi neymiş peki yav!”
“A, kendisi melekti tabii. ‘Azrail’in asistanı’ diyorduk biz ona. Çok acımasız bir anne, sadist bir öğretmendi. Bize sayıp sövdüklerinin bini bir paraydı; az dayağını yemedim.”
“Ettiklerini çekiyor şimdi Hicabi Bey, merak etmeyin. Huzurevinde, bir başına ölümünü bekliyor. Etme bulma dünyası bu dünya; öte tarafa kalmıyor yaptıklarının cezası” diye lafa girdi Osman. “Hafiften de kafayı üşütmüş.”
“Öyle mi? Yazık, yazık. Üzüldüm. Ne de olsa öğretmenimizdi. Yazık.”
“Peki, Harun bunlarla görüşür müydü? Yani okulun dışında.”
“Aynı mahallede oturuyorduk, komşuyduk; ister istemez görüşülüyordu haliyle. Harun’u birkaç defa onların evinden çıkarken görmüştüm ama bilemem tabii samimiyet derecelerini.”
“Sormadınız mı? Ne de olsa arkadaştınız, öyle değil mi?”
“Evet, arkadaştık, yalnız şöyle bir durum vardı sayın komiserlerim; Harun çok içe kapanık, az konuşan, çok düşünen bir tipti. Yani öyle her istediğini soramazdı insan. Zaten sorsanız, ya da lafı evirip çevirip istediğiniz konuya getirseniz de Harun cevap vermek istemiyorsa ağzından tek kelime alamazdınız. Allah rahmet eylesin, ağzı çok sıkıydı.”
“Neden dersiniz? Neden konuşmazdı, anlatmazdı?”
“Bilmiyorum, yapı meselesi herhalde. Bir de, babasının baskısı yüzünden çok içe dönüktü. Ha, bir de, r harfini söyleyemezdi ama ondan olduğunu sanmıyorum.”
“Yani, İrfan’la arkadaş olup olmadıklarını bilmiyorsunuz?”
“Arasıra görüştüklerini biliyorum ama ötesi için bir şey diyemem.”
“Peki, siz hiç birşeyler paylaştınız mı İrfan’la?”
“Hayır. Ben ondan bucak bucak kaçardım, efendim.”
“Kaçar mıydınız? Neden?”
“Bulaşığın tekiydi. Gözgöze gelseniz bile olay çıkartırdı. İşim olmaz öyleleriyle amirlerim.”
“Anlıyorum” dedi Lokman. “ Harun’un bir kız kardeşi varmış. Tanır mıydınız?”
“Vardı ya, tanırdım tabii; çöp gibi bir kızdı. Şirin, güleryüzlü, ufacık bir şeydi. Ben ona Çitlembik derdim.”
“Adı?”
“Zehra.”
“İrfan’ı son zamanlarda gördünüz mü hiç?”
“Hayır, görmedim efendim. Onların evi sattıklarını annemden duymuştum. Ben de iş, güç nedeniyle sabahın köründe çıkıp gece yarısı, yatmadan yatmaya gidiyordum eve. Yani mahalleliyle pek ilgim kalmamıştı.”
“Anlaşıldı” dedi İsmet Komiser, “benim başka sorum yok.”
“Benim de” dedi Lokman, “Teşekkür ederiz Hicabi Bey. Eşiniz de, siz de bize çok yardımcı oldunuz.”
“Her zaman emrinizdeyiz” dedi Hicabi, yerinden doğrulurken. Herkesle tek tek tokalaşarak veda etti ve adalete hizmet etmenin gururu ve gönül rahatlığıyla oradan ayrıldı.
“Eh, artık beraber çalışacağımız ortada. Onun için elimizdeki bilgileri ve delilleri hep beraber bir gözden geçirelim bakalım. Ne dersin Lokman?” dedi İsmet Komiser.
Lokman, bir süre yanıtlamadı meslektaşını. Sonunda “tamam” dedi, “bir itirazım yok ancak bizim seri cinayetlerle de bu olayın direkt bir bağlantısı yok. Bu noktaya nasıl geldik, önce ona bir bakalım. Beşinci kurban Erguvan Terim’in cinayet araştırmalarını yaparken karşımıza Samet Hoşgör çıktı. Baş zanlımız oydu ve bu medyaya yansıdı. Anonslar hep “seri katil yakalandı” şeklinde yapıldı. O zamana kadar konuyla ilgili tek telefon almazken ihbarlar yağmaya başladı. Kimileri Samet’in katil olduğundan emin olduklarını, çünkü şu zamanda, şöyle ya da böyle bir halde, yani hep şüpheli zamanlarda, şüpheli davranışlar içinde gördüklerini söylüyorlardı ki, hepsinin masal olduğu ortaya çıktı; kimileri de katilin o olmadığını, bildikleri bazı şeyler olduğunu söylüyorlar, kimi kocasını, kimi düşmanını ihbar ediyordu. Tabii bunlar da fos çıktı ama biliyorsunuz, her ihbarı değerlendirmek durumundayız. Bu arada İrfan denilen kişiden de bir telefon gelmişti. Bilgi vermek istediğini söylüyordu. Verilen adrese gidildi ancak çağıran İrfan kadın, karşılayan İrfan erkekti. İlk şüphe uyandıran unsur bu oldu. İrfan çok zengindi ama gelirinin kaynağını açıklayamıyordu. Biraz kurcalayınca evinin ölmüş bir kadının üstüne, arabasının da Ayşe Gül adında bir kadının üstüne kayıtlı olduğunu öğrendik. Ayşe Gül’ün adresi, Fikirtepe’de görünüyordu ancak orada öyle biri yoktu. Kadının izi bulunamadı. Bütün bunlar bizi huylandırdı haliyle. Adamın ehliyeti yoktu ve ehliyetsiz araba kullanmaktan ceza yemişti; tarih, 5 Mart yani Itır Parlar’ın öldürüldüğü gün, yani ikinci cinayet günü. Fakat elimizde kanıt olmadığı için adama dokunamıyoruz. Bizi size bağlayan budur. Tesadüfler, olayların hem bağlantılı olabileceği şüphesini uyandırıyor, hem de çok alakasız görünüyor. Bu durumda birlikte çalışmamız ne kadar doğru ve verimli olur, bilemiyorum. Bizim sadece huylandığımız için zanlılarımızdan biri olan bu zat –ki, seri cinayetlerle ilgisi görünmüyor-, sizin maktulünüzün çocukluk arkadaşı; hepsi bu. Aslında çok şey yaptık gibi görünüyor, mucizevi bir şekilde bulduğumuz ipuçlarıyla –ki, bunlar ipucu değil sadece tanışıklığın ispatı olan bilgilerdir-, katile iyice yaklaşmış gibi bir durum var ortada ancak gerçekçi olalım arkadaşlar; sıfıra sıfır, elde var sıfır. Bu durumda dosyaları birleştirmenin doğru olmayacağı düşüncesindeyim. Ancak, biz bu İrfan denilen adamın peşini bırakmayacağız. Edindiğimiz bilgileri seve seve size aktarırız. Sizin ne işinize yarar, onu bilemem. Neticede Harun’un çocukluk arkadaşı, o kadar. Ne diyorsun İsmet?”
İsmet Komiser, meslektaşını pürdikkat dinlemişti. İşinde ne kadar iyi olduğunu bilir, için için takdir eder ama asla söylemezdi. Oldum olası gizliden gizliye, hatta bazen alenen yarıştaydılar ve bunu herkes bilirdi. Yine doğru tesbitlerde bulunmuştu, söyleyecek bir şeyi yoktu. “Tamam” dedi, “bilgi alışverişinde bulunalım, ama bak Lokman, bugün yediğin haltı bir daha yapmaya kalkarsan hamuduyla yuttururum sana, bilmiş ol. Hadi, şimdi ver bakalım şu kadının ifadesini.”
“Şuna bak yav, teşekkür edeceğine söylediği lafa bak yav! Al, başımın gözümün sadakası olsun!” dedi kağıdı uzatırken. “Hadi artık, naşlayın da kendi işimize bakalım!”
İsmet, “memnuniyetle gideriz ama gitmeden önce sevgili meslektaşım, şunu söylemeden edemeyeceğim” dedi ve dosyasının içinden bir defteri çıkartarak Lokman’ın yüzüne doğru sallamaya başladı, “gün gelecek, şu defterde yazılı olanları okumak için bana yalvaracaksın amaaa/”
“Ne? Ne! Ne o defter? Kimin?”
“Hele biz bir naşlayalım da, sen arkamızdan düşüne dur; bakalım kiminmiş? Belki bulursun.”
“İsmet, hıyarlık etme! Ver şu defteri! Ben sana böyle mi yaptım yav! Sen ne biçim adamsın yav! Ne yazıyor o defterde yav!”
İsmet, kapıya doğru yürürken “fotoğrafı verseydin, ifadeyi saklamasaydın defteri alabilirdin” dedi, kapıyı açtı, eşikte durdu, bir süre düşünür gibi yaptı. Yandan yandan Lokman’a baktı, derin bir iç çekti, başını iki yana salladı ve gitti. Ardından elemanları takip ettiler. Hepsi çıkıp kapı kapanınca Lokman, mosmor bir halde tüm özlü sözleri sıralamaya başladı. İçindekileri sağanak gibi dışarı akıttı, akıttı ve son olarak kendi ürettiği yepyeni kelimelerle oluşturduğu ve İsmet Komiser’e ithaf ettiği o meş’um cümleyi de savurduktan sonra “haydi, kendi işimize bakalım biz” dedi terini silerken; “kimsenin bir şeyine ihtiyacımız yok bizim.”
“Amirim” dedi Çiğdem çekinerek, “İrfan’ın oturduğu ev, ölmüş bir kadının üstüne kayıtlıydı ya; araştırdık efendim. Kadının kimi kimsesi yok. Bir başına, sersefil yaşayan bir zavallıymış.”
“Bu İrfan’da bir iş var çocuklar” dedi Lokman. “Bizi ne kadar ilgilendirir ya da ilgilendirir mi, bilmiyorum ama burnuma pis kokular geliyor. Bir ziyaret daha yapmakta fayda var.”
“Ama amirim, zaten İsmet Komiser yapmayacak mı?” diye soran Osman’a yanıt “başlatma şimdi İsmet’inden de, komiserinden de!” şeklinde gelince hepsi sus pus oldular.
“Bakın çocuklarlar” diye söze başladı Lokman, “beş cinayette de maktullerin kimlikleri tesbit edildi, dostları-düşmanları araştırıldı, bazı şüpheliler sorgulandı; olmadı. Kanıt arandı, bulunamadı. Yazdığı denklemler çözülemedi. Artık o hale geldik ki, küçücük bir ihtimale dayanarak başkalarının cinayet dosyalarına saldırır olduk. Herifçioğlu ta evime kadar geldi, ailemi evinden barkından edip saklamak zorunda kaldım. Artık zıvanadan çıkmama ramak kaldı çocuklar, delirmeme çeyrek kaldı.” Burnundan soluyor, çene kemikleri atıyordu. “Yakaladığımızda o pezevengi benden uzak tutun çocuklar, o sapığı benden uzak tutun yoksa..... yoksa...”
O sırada kapı vuruldu ve içeri İsmet Komiser’in adamlarından biri girdi. Elindeki dosyayı Lokman’a uzatarak, “komiserim bu dosyayı size vermemi söyledi efendim‘ dedi, “eee, şey, elçiye zeval olmazmış efendim, bir de dedi ki, kullanma kılavuzu içindeymiş.” Dosyayı Lokman’ın eline tutuşturduğu gibi kendini odadan dışarı attı. Herkes şaşırmıştı.
Lokman dosyanın kapağını açtı, bir anda mosmor oldu ve hiçbir mana ifade etmeyen, çok vahşi bir nara atarken en üstteki kağıdı avuçladığı gibi kopartıp bumburuşuk etti. Bir süre elindekini ne yapacağını bilemeyerek etrafa bakındı. Sonra metal çöp kovasına bir tekme savurup devirdi, içindekileri yere saçtı ve elindeki kağıdı çakmağıyla tutuşturup doğrulttuğu kovanın içine attı. Üzerinde siyah tükenmez kalemle çizili, dosyayı kullanma kılavuzu olan A4 kağıt yanarken Lokman, gözlerini aleve dikmiş içinden veryansın ediyordu. Olanları dehşet içinde izleyen adamları heykel kesilmişler, öylece kalakalmışlardı.
Ateş söndü, Lokman makamına geçip koltuğuna oturdu, dosyayı açtı, sayfalara gözgezdirdi ve boğuk bir sesle okumaya başladı. “ Seni görüyorum ruhumun kırık ayna parçalarında.” Memurları duydukları karşısında neye uğradıklarını şaşırıp birbirlerine baktılar. Gülsünler mi, ağlasınlar mı, bilemediler.
“Amirim?” dedi Osman ağlamaklı, amirinin kafayı yediğinden endişe ederek.
“Oturun ve gıkınızı çıkarmadan dinleyin” dedi Lokman yüzlerine bile bakmadan. “/Seni görüyorum ruhumun kırık ayna parçalarında/ Dilin demese de haykıran ‘git’ var vazgeçmiş bakışlarında/ O kadar kolay mı yaşamak senden uzakta/ Yapma bana bunu, ne olur, bunu bana yapma./ Diğer sayfaya geçiyorum. /Peki, gidiyorum bırakıp çocukluğumu ardımda/ İstemezsen at onu da, fırlat/ İblislere aş olsun, doyursunlar aç ruhlarını/ Benden ne kaldıysa, parçalaya parçalaya./”
“Ay, içim parçalandı” dedi Çiğdem. Lokman, memuruna dik dik baktıktan sonra sayfayı çevirip devam etti. “O tuttu ellerimden/ Avuçlarımdaki tırnak izlerini o öptü/ O sildi gözyaşlarımı/ Saçlarımı okşayan da, sevgiyle bakan da o oldu/ O itelediğin, o tekmelediğin, o sevmediğin, nefret ettiğin/ O tuttu ellerimden/ Sen varken./ Bitmedi, dinleyin. /Giderken, iki yavru köpek gibi sarıldık birbirimize titreyerek, ten tene/ Senden ıradıkça sığındım sinesine/ Kan aktı gözlerimden sessizce/ Madem böyle istedin/ Bundan böyle ne sen bende, ne ben sende/ Elveda herşeyine./ Ve son sayfayı okuyorum arkadaşlar. /Yandı mı sütünün acısıyla/ Çekildi mi içine memelerin/ Rahmin kanadı mı ANNE/ Yavrun gittiğinde./”
“Ay, kıyamam” diye hıçkırdı Kadriye, “kıyamam sana.” Gözyaşlarını silerken titreyen sesiyle “annesineymiş” dedi Çiğdem, “canım benim.” Odadaki herkes çok duygulanmıştı. Kendini toplayan Osman sordu; “kim yazmış amirim?” İçindeki tüm sıkıntıları boşaltmak istercesine soluğunu veren Lokman, “defter, Harun’un kulübesinde bulunmuş” dedi, “yatağın şiltesinin altından çıkmış. Biliyorsunuz, Harun’un yanında bir kadının yaşadığı düşünülüyor. Belli ki o yazmış. Ne de içli, ne de kırgın.”
“Amirim, sonra şiirlerin bir kopyasını alabilir miyim?”
“Allah Allah! Kızım, şiir antolojisinden okumadım ben bunları! Bilmem farkında mısın ama bu elimdeki bir cinayet dosyası!”
“Haklısınız efendim. Özür dilerim.”
“Tamam, tamam. Gerçekten de çok dokunaklıydı. Şimdi, gelelim şiirlerin ve yazıdan karakter analizine. Dosyadaki grafolog raporuna göre bu şiirleri yazan, bayan. Küçük harfle, elyazısıyla yazmış. Harfler yuvarlak ve uzantıları kıvrımlı. Bu yazanın sıcak, samimi, sevgi dolu, uyaroğlu olduğunun ve çok duygusal bir yapıya sahip olduğunun göstergesiymiş. Kalem normalden fazla bastırılarak yazılmış ki, bu içe kapanık olduğunu, birebir konuşamayıp yüreğindekileri ancak kağıda dökebildiğini gösteriyormuş. Bastırılarak yazılmış olmasına rağmen yazıdaki hafif titreklik, bu şiirleri yazarken, yazanın psikolojisinin bozuk olduğunu gösterirmiş; kızgınlık, üzüntü, hayal kırıklığı, kırgınlık, biraz korku ve panik varmış. Beş ayrı sayfada yazılı olan bu şiirler beş ayrı zamanda yazılmış ve yazan, hepsinde aynı psikoz içindeymiş. Yalnız sonuncuda titreklik biraz daha fazlaymış; hayatının çok önemli bir dönemini, ona can veren insanın isteğiyle, hiç istemeden kapatmanın getirdiği o karmaşık ama çok acı duygular ve terkedişin temelinde yatan, bir anlamda terkediliş; rapor öyle diyor.
Şimdi, gelelim şiirlere; tümüne baktığımızda üç ana karakter görüyoruz ki bunlardan biri yazan, ikincisi anne, üçüncüsü annenin nefret ettiği ama yazanın çok sevdiği, güvendiği, sığındığı kişi. İlk dört sayfada bunların kime yazıldığını bilmiyorduk ama beşincide anneye yazıldığını öğrendik. Bu bilgi ışığında başa dönersek, birinci sayfada annenin evladından geçtiğini, gitmesini istediğini ve buna kızın kalbinin çok kırıldığını anlıyoruz. Anne, neden kızına git demiş, bilmiyoruz. İkinciye bakarsak, çocukluğunu yani annesiyle paylaştığı o değerli zaman dilimini orada bıraktığını, geçmişini sildiğini çok acı bir dille söylüyor. Aç ruhlar diyor, iblisler diyor. Kim bunlar? Kim olduklarını bilmiyoruz ama annenin yanında olan kişiler olduğunu ve yazana göre bu kişilerin bencil, katı ve kötü kişiler olduğunu anlıyoruz. Zavallı kızcağız.
Şimdi üçüncü şahsa geliyoruz. O kişi –ki, bana göre büyük bir ihtimalle erkek- anne tarafından hiç sevilmiyor ama kıza annesinin vermediği sevgiyi, şefkati, güveni ve sıcaklığı veren o. Oysa kızcağız bunları annesinden beklemiş hep. Sen varken. Hayal kırıklığına, yıkılmışlığa bakar mısınız arkadaşlar? Sen varken.
Dördüncü şiirde annesinden tamamen vazgeçtiğini ve bir anlamda sığındığı kişiye kendini adadığını anlıyoruz. Ve beşinci yani son şiir.... Yandı mı sütünün acısıyla/ Çekildi mi içine memelerin/ Rahmin kanadı mı ANNE/ Yavrun gittiğinde./
Allah kahretsin yav! Bu ne menem iştir yav! Hay, anasını sattığımın yav! Of, şiştim yav! Beş dakika ihtiyaç molası; çıkın, çıkın, çıkın!”
Lokman’ın ihtiyacı, boğazındaki düğümleri çözmekti; gözlerinden yaşlar dökülürken telefona uzandı.
“Alo? Buyurun?”
“Lerzan... Canım.... Nasılsın? Çocuklarımız nasıllar Lerzan?”
“A, sen miydin Lokman? İyiyiz canım, iyiyiz. Ay, yoksa müjde mi vereceksin? Bizi almaya mı geliyorsun yoksa?”
“Yok be canım, daha değil. Çocuklar iyi mi karıcığım? Anaların anası, güzel karım benim, sen de iyi misin?”
“İyiyiz dedim ya ayol. Lokman, asıl sen iyi misin? Sende bir gariplik var. Sesin de boğuk boğuk. Ne oldu?”
“Yok valla bir şey.”
“Burnunu da çekiyorsun Lokman. Hastalandın mı yoksa?”
“Hı? Hı, ya, biraz üşütmüşüm. Baksana havaya; yer, gök birbirine karıştı.”
“Ah, ah, bakmazsın ki hiç kendine! Hayırlısıyla evimize bir dönebilseydik.... Lokman, canım, özledim seni be kocacığım.”
“Çocuklar?”
“Onlar da özlediler tabii.”
“Ben de sizi canlarım, ben de sizi. Biraz daha sabır karıcığım; çoğu gitti, azı kaldı; merak etme.”
“İnşallah, inşallah. Bak, annem de özlemiş.”
“Sağolsun, ellerinden öpüyorum. Ve canım, seni böyle mükemmel yetiştirdiği için o mübarek ellerinden tekrar, tekrar saygıyla bin defa öpüyorum. Sevgilim, seni çok seviyorum, çok.”
“A aaa! Sağol da Lokman, sana bir şeyler olmuş kocacığım; kafana sak... sahi, neyin var?”
“Yok bir şey valla. Şimdi kapatmak zorundayım Lerzan; toplantıya gireceğim. Hepinizi kucaklıyorum hayatımın güneşleri.”
“Biz de seni hayatım da, seni bu hale ne getirdiyse inşallah hep varolur da sen de hep böyle kalırsın be kocacığım.”
“Aman! Allah korusun!”
“Hadi bakalım, buyur buradan yak.”
“Ya kızma be Lerzan, sonra anlatırım neden öyle dediğimi. Hadi canım, öptüm.”
“Ben de.”
Lokman, telefonu kapattıktan sonra çekmecesinden limon kolonyasını çıkartıp yüzüne, gözüne boca etti, kokusunu derin derin içine çekti ve kapıya doğru seslendi; “İçeri, içeri! Yayılmayın! Haydi, işimiz var!”
Bir süre daha İsmet Komiser’in gönderdiği dosya üzerinde çalıştılar. Tabancada parmak izleri yoktu. Bir el ateş edilmişti ve balistik raporuna göre silahın mazisi temizdi. Maktulün parmaklarında barut yanıklarının olmayışı, olayın intihar değil cinayet olduğunu kesinleştiriyordu. Kumdaki izler karışıktı; yağmur ve ceseti bulan köpekle sahibinin izlerine karışan olay yeri inceleme ekibinin bıraktığı izler, yeni bulgular edinilmesini imkansızlaştırmıştı. Sadece maktulün tırnağının içindeki deri parçacıkları delil olarak kullanılabilinecekti çünkü yapılan analize göre bunlar Harun’a değil, yabancı birine aitti.
“Osman ve Bora, siz İrfan’ın arabasını bulup inceleme yapacaksınız. Sonra da zili bir çalın bakalım; özellikle 5 Mart ve 16 Mayıs tarihlerini sorgulayın.”
“Amirim, neden almıyoruz?”
“Neye dayanarak alacaksın oğlum? Elde kanıt mı var?”
“Ama Okan’ı ve Samet’i aldık?”
“Samet alınmayacak gibi değildi ki! Herif mal mülk ortada sokaklardaydı ve bir darp olayı vardı. Okan’ı da, cesedi bulan kişi olarak sorgulamak üzere aldık. Bunu hangi nedenle alacağız? Başımız derde girer. Ha, bulun bir şey, getirin; anında paketleyelim.”
“Emredersiniz.”
“Kızlar, siz evlerinize.”
“Ama amirim” diyerek yarımağız itiraz edecek oldu kızlar.
“Hadi, hadi; herkes ışınlansın. Ben eve geçiyorum, ararsınız Osman.”
“Emredersiniz amirim.”
Ailesinin yanına gitmek için Lokman’ın içi gidiyordu ancak bunun hiç de doğru bir davranış olmayacağını adı gibi biliyordu. ‘Bir yerlere takılıp iki tek atsam mı?’ diye düşünürken masasını toplamaya başladı. Dosyayı eline aldı, bir an durdu ve herşeyden vazgeçip çekmeceden bir dosya kağıdı çıkarttı, bir şeyler çizmeye başladı. Altına da ‘bu da senin kullanılma kılavuzun’ diye yazıp itinayla katladı, bir zarfa koydu. Odacıyı çağırıp sordu, “İsmet Komiser burada mı?”
“Evet amirim.”
“İyi. Al bu zarfı, ona ver.”
“Başüstüne amirim.”
İki dakika kadar sonra İsmet’in kahkahaları koridorda çınlıyordu. Lokman, telefona uzandı, dahili numaraları tuşladı;
“Bakıyorum pek hoşuna gitti.”
“Ulan Lokman, başka şartlarda karşıma çıkacaktın ki, o zaman görecektin ...” dedi gülerek İsmet.
“İyi, o başka şartları yaratalım o zaman; var mısın mazotlanmaya? Benden.”
“Varım ulan! Hadi o zaman.”
“Hadi, anasını satayım.”
- 3 -
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında farları kapatılmış bir Reno usul usul ilerledi ve gecenin karanlığını daha da zifirileştiren kuytu bir yerde durdu. İçindekiler, gecenin sesini bir süre dikkatle dinlediler. Sonra ön kapılar ses çıkartmamaya çalışılarak açıldı, iki kişi indi. Biri, diğerine, eliyle ilerlemesini işaret etti. Diğeri, çok seri hareketle karşı tarafa geçip duvarın dibine sindikten sonra yavaş yavaş yerinden doğruldu, parmaklıkların arasından elini uzatıp sarmaşıkları aralayarak birbirine geçmiş dallar arasından küçücük de olsa bir boşluk açmaya çalıştı. Dalları ayırsa yapraklar, yaprakları ayırsa çiçekler görüşünü kapatıyordu. Cebinden çakısını çıkartıp birkaç dalı kesti. Artık iş, kesik dalları iteleyerek kendine bir görüş boşluğu aralamaya kalmıştı; gerekeni yaptı, gözünü deliğe dayadı ve kendisine doğru son sürat koşan iki Doberman’la karşı karşıya kalakaldı. Hayvanlar bir avazları yerde, bir avazları gökte havlamaya başlamışlardı. Adam, kendini arabaya nasıl attığını bilemedi. İkisi de Reno’ya binip hızla oradan uzaklaşırlarken dikiz aynasından bahçenin ve evin önünün ışıl ışıl aydınlandığını gördüler.
Sahile çıkıp otomobili durduruncaya kadar tek kelime bile etmediler. Sonunda “neden sanki kapıyı çalıp da içeri girmiyoruz?” diye sordu Bora. “Kardeşim, biz polis değil miyiz? O ne öyle hırsız gibi!”
“Oğlum, nasıl arabanın lastiklerine bakarız o zaman?”
“Niye bakmayalım kardeşim; bal gibi de bakarız.”
“Yetkimiz yok oğlum; adam göstermez, göstermez.”
“A, bak, göstermezse, işte o zaman saklayacağı birşeyler var demektir.”
“Ya da, adam yasal hakkını kullanıyor demektir. Neyse, hadi gidelim bakalım.”
Bilinen adrese tekrar geldiklerinde kapının önüne parketmiş çok bildik başka bir araçla karşılaştılar. Tampon tampona yanaşıp arabadan indiler ve diğerinin yanına gittiler.
“Bu ne güzel raslantı böyle arkadaşlar?” dedi Osman. “Randevulaşsak bu kadar denk düşmezdi.”
“Ya, değil mi? Hangi rüzgâr attı sizi buralara?” diye dalga geçercesine sordu Mustafa.
“İrfan rüzgârı tabii. Şu lâstiklere bir bakalım dedik.”
“O bizim işimiz. Harun cinayeti de.”
“Tamam canım, biliyoruz. Çarşamba akşamı neredeymiş, onu soracağız.”
“E, o da bizim işimiz.”
“Ama biz 5 Mart’ı da soracağız.”
“Ha, bak o bizim işimiz değil. Tamam o zaman; işbirliği yapalım. Osman’la ben içeri girelim, siz de garaja bir bakın bakalım” dedi Mustafa.
“Hadi ya! Ben içeri girsem?” diye sızlandı Bora.
Osman gülmeye başladı. “Oğlum, amma da ödlekmişsin, ha!”
“Senin elini kapmıyordu o iki it! Atik davranmasaydım sağ elimin yerinde yeller esiyordu şimdi.”
“Ne oldu ki?” diye endişeyle sordu Ali.
“Hiç ya. Yok bir şey. Az önce buradaydık da. İki Dobermancık tadıma bakmak istediler sadece.”
“Hadi be! N’apıcaz peki?”
“Hiç canım. Söyleriz, bağlarlar.”
“Bakın, şöyle yapalım; hep beraber içeri girelim. Köpekleri bağlamalarını sağladıktan sonra size ‘bizi otomobilde bekleyin’ deriz. Siz çıkar garaja gidersiniz. Tamam mı?” diyerek Osman planını anlattı meslektaşlarına. Ali ve Bora, pek tatmin olmamışlardı ama çaresiz kabullendiler.
Kapıyı her zamanki gibi havalı hanım görevli açtı. İrfan’ın evde olmadığını, ne zaman geleceğini de bilmediğini söyledi.
“İzniniz olursa beklemek isteriz” dedi Mustafa, “kendisiyle kesinlikle görüşmemiz gerekiyor.”
“Belki cep telefonundan ulaşabiliriz, hanımefendi” diyerek Mustafa’yı destekledi Osman. “Tabii bizi misafir ederseniz ve İrfan Bey’i ararsanız. Girebilir miyiz?”
Kız tereddüt ediyordu. “Bakın,” dedi, “İrfan Bey’i kızdırmak istemem. Hele işimden olmak, hiç istemem.”
“Neden olasınız ki? Biz resmi görevle geldik. Sokaktan geçen herhangi biri değiliz ki, eve aldığınız için kızsın.”
“Ama ne zaman geleceğini bilmiyorum. Gelip gelmeyeceğini de.”
“Olsun. Bir arar sorarız.”
“Eh, buyurun o zaman.”
Kız, isteksizce kenara çekilip yol verdi gelenlere. İçeri henüz girmişlerdi ki Osman, “afedersiniz hanımefendi, bahçede görevli biri var mı?” diye sordu.
“Neden sordunuz?”
“Köpekleriniz” dedi sevimli sevimli sırıtarak, “biz gidinceye kadar bağlansa diyorum.”
“Ne o? Yoksa korkuyor musunuz?” dedi kız gülerek.
“Hayır ama neticede hayvan. Yanlış bir hareketle hayatları tehlikeye girsin istemeyiz, öyle değil mi?” dedi silahını göstererek. Kız, tabancayı görür görmez hemen dışarı çıkıp birisine köpekleri bağlamasını söyledi. Dışarıdaki kişi önce karşı çıktı ama kızın kararlı konuşması üzerine sesini kesti. Anlaşılan emir yerine getiriliyordu; yine de birkaç dakika daha beklemekte fayda vardı.
Kız içeri girince “rica etsem, İrfan Bey’i aramanız mümkün mü acaba?” diye sordu Mustafa.
“Ama bana kızar.”
“O zaman numarayı rica edeyim” dedi Osman, biraz sert bir tonlamayla.
“Yok, yok, ben ararım.”
Osman, Bora’ya bir işaret çaktı; Bora, kıza belli etmeden yanaştı ve tuşlanan numaraları ezberinde tutmaya çalıştı. Kız, elinde ahizeyle bir süre bekledikten sonra, “kapalı” dedi, “üzgünüm.”
“İnanın, biz de” dedi Mustafa. “Neyse, biraz oturalım bakalım, belki gelir. Çocuklar, siz arabada bekleyin.”
“Emredersiniz.”
Bora, dışarı çıkar çıkmaz not defterini çıkartıp ezberindeki numaraları kaydetti.
“Ne yazıyorsun?” diye sordu Ali.
“İrfan’ın telefon numarasını.”
“Onun için mi kızın dibine girdin demin? Salak mısın oğlum sen? Şıp diye bulurduk nasıl olsa.”
“Hah! Bulurmuş! Adamınızı hiç tanımıyorsunuz be! Herifin kıçına geçirdiği donun faturaları bile başkasının üstünedir garanti.”
“Sahi. Adamın evi bile üstüne kayıtlı değilken telefonu hiç adına alır mı! Bana da yazsana şunu.”
“Başka sıkıntın?”
“Yaz işte be oğlum!”
“Aman tamam, tamam. Arabada yazarım. Hadi gel, şimdi garaja gidelim.”
Osman’la Mustafa’nın, salondaki diğer köşesindeki pofur pofur koltuklar dururken o diken üstünde gibi oturulan, rahatsız ötesi, bilmemkaçıncı Lui koltuklara oturmalarının mesleki bir nedeni vardı elbette; her ihtimali düşünmeli ve silikon yastıklara gömülmemelilerdi. Poposunu bir türlü yerleştiremeyen Mustafa, “ulan, bir de bunlara onbinlerce Lira veriyorlar! Geri zekâlı mıdır, nedir bunlar?” diye söylendi.
“Bunların hayatları diken üstünde, bu koltuklar gibi rahatsız” diye yanıtladı Osman, “bunca zenginlik, bunca tantana namusuyla çalışanda var mı? Kimbilir ne boklar karıştırıyorlar. Olsunlar abi, rahatsız olsunlar! Beter olsunlar!”
“Beter mi? Bu mu beterlik?”
O sırada, gümüş tepsiyle ikrama hazır, viski konmuş iki kristal bardakla kendilerine doğru gelen kızı görünce sustular.
“Buyurun.”
“Özür dileyerek ikramınızı geri çevirmek zorundayız hanımefendi” dedi Osman. “Vazife başında içmeyiz.”
“Öyle mi? Kimseye söylemem canım. Buyurun.”
“Lütfen hanımefendi. Teşekkür ederiz” diyerek kibarca terslendi Mustafa. “Asıl siz şöyle buyurun da, biraz sohbet edelim” dedi sonra, koltuğu göstererek.
Kız, elindekileri bakır kabartma sehpaya bıraktıktan sonra eğreti ilişti en yakındaki iskemleye. İki elini kucağında birleştirip gözlerini yere dikti.
“Ne zamandır burada çalışıyorsunuz?” Bunu Osman sormuştu.
“Uzun zamandır.”
“Yani, İrfan Bey’i ve yakınlarını tanıyacak kadar uzun zaman diyebilir miyiz?”
“Eh... Sanırım, diyebilirsiniz.”
“Peki, ne iş yapar patronunuz?”
“Şey... Bilmiyorum.”
“Nasıl bilmezsiniz, hanımefendi?”
“Bilmiyorum. Beni ilgilendirmez. Ben aldığım maaşa bakarım. Zamanında veriyorsa benim için gerisinin önemi yoktur.”
“Ya, demek öyle” dedi Mustafa. “İrfan Bey dün gece evde miydi?”
“Dün gece mi? Akşam yoktu, sabah kalktığımda evdeydi. Gece gelmiş fakat saati bilmiyorum çünkü uyuyordum.”
“Bu gece gezmeleri sıklıkla olur mu, yoksa işi oldukça mı çıkar sadece?”
“Sıklıkla olur. Ya eğlenmeye gider, ya da dostlarını evinde ağırlar. Bir başına evde geçirdiği geceler çok azdır.”
“Peki, bir hanım arkadaşı var mı?”
“Nereden bileyim canım!” diye dikleniverdi kız. Bu tepki, iki memuru da içgillendirmişti.
“Ama bilmeniz gerekmez mi? İrfan Bey, genç, yakışıklı üstelik zengin. Hanımlar peşini bırakmazlar ki zaten. Muhakkak vardır birisi ve açık konuşmak gerekirse sizin bunu bilmemeniz hiç de inandırıcı değil.”
“Var tabii ama gelgeç ilişkiler. Ben devamlı birinin olup olmadığını bilmiyorum dedim.”
“Hanımefendiciğim, hafızanız kuvvetli midir?” diye sordu Osman.
“Elbette.”
“Ah, buna çok sevindim işte. O zaman sorumu net bir şekilde yanıtlayabileceksiniz. 5 Mart akşamı patronunuzun evde olup olmadığını kesinlikle hatırlıyor olmalısınız.”
Kız, Osman’a uzunca bir süre baktı kaldı. Osman bunu neye yoracağını bilemedi. Ya o gün, onlar için ikircikli bir gündü, ya da ‘ben fil miyim’ bakışlarıydı bu bakışlar. Neden sonra “hayır” dedi kız, “kesinlikle hatırlamıyorum.”
“Emin misiniz? Hafızanıza ne oldu?”
“Hatırlamıyorum” diyerek kestirip atan kız, o sırada çalan kapıyı açmak üzere yerinden kalktı.
Gelen Bora’ydı. İçeri girip Osman’ın kulağına birşeyler söyledikten sonra kenara çekilip bekledi. Ayağa kalkan Osman kartını kıza verirken, “lütfen patronunuza bizimle derhal irtibata geçmesini söyleyin hanımefendi” dedi, “bilgilerine gerçekten ihtiyacımız var.Bu arada, isminizi rica etsem?”
“Sevda.”
“Sevda, ne?”
“Sevda Çınar.”
“Teşekkürler, Sevda Hanım.”
Otomobile doğru yürürlerken “ne bilgisi?” diye sordu Mustafa. “Sonra konuşuruz” diye ağzının içinden yanıtladı Osman. İki Reno peşpeşe oradan ayrıldılar.
+ + +
Cinayet Masası’nın iki güzide komiseri, o saatlerde, Beyoğlu’ndaki bir ocakbaşında demleniyorlardı. Prensipleriydi; kalabalık ortamlarda, hele içki sofrasında asla iş konuşmazlardı. Kafakafaya vermişler, yıllardır tatile çıkamadıklarından yakınıyorlardı. İsmet Komiser, geçen yaz hanımıyla oğlanı kayınvalidesine göndermişti. “Allah’tan Alanya’da oturuyorlar” dedi, “bir taşla iki kuş vuruyoruz böylece; hem ziyaret, hem tatil. Çocuğun bedeni güneş görüyor, denizde iki cıpcıplıyor; iyi oluyor. Ben tabii yine burada kazık kakıyorum.”
“Şanslıymışsın” dedi Lokman, “bizimkinin anası burada; çocuklar bir yere gitmeye kalksalar da ben de takılsam diye, çantasını kapı arkasında hazır tutuyor. Benimkileri biliyorsun; bırak denizi domuzu, iki aydan fazla toprağı göremiyor gariplerim; hep kar, kış. Tatil matil yok bize anlayacağın; ne bizim köyde, ne de tatil köyünde.”
“Haklısın, koçum. Bu maaşla zor. Bizim hanım çalışmasa, biz de yemişiz ayvayı. İşte, onun maaşı kiraya, benim maaş nafakaya; idare etmeye çalışıyoruz.”
“Zor dostum, zor bu zamanda ev geçindirmek de, çocuk okutmak da. Haydi, çak bakalım; bizi bu paklar. Ailelerimizin şerefine.”
“Şerefe Lokman gardaş, şerefe.”
Alkolün verdiği rehavetle, başka zaman şakaklarına namlu dayansa anlatmayacakları şeyleri dökmeye başlamışlardı. Lokman, fondip yaptı, elinin tersiyle ağzını silerken İsmet’in cep telefonu çalmaya başladı.
“Alo? Ha? Sen misin Mustafa? Dur, bekle, dışarı çıkayım; burası gürültülü, duyamıyorum seni.” Arkadaşına dışarı çıkacağını işaret edip kalktı. Geri döndüğünde Lokman bardaklara rakı dolduruyordu. Yerine oturduktan sonra Lokman’ın kulağına eğilip “herif yokmuş” dedi, “lastiklerde biraz kum bulmuşlar ama bu bir şey kanıtlamaz. Sen gittin mi oraya?”
“Nereye? Evine mi? Yo, gitmedim.”
“Yok, evine değil; olay mahalline.”
“Niye gideyim canım? Sen gittin ya.”
“Bak, orada asfaltla kumsal arasında yeşillik bir alan var. Yeşillik dediysem, golf sahası gibi filan değil; çalılık, dikenlik, boktan bir yer. BMW’nin lastiklerinde dikenler varmış, batmış kalmış.”
“O herifin arabası jip değil miydi yav?”
“Jip yokmuş yerinde. Bu, yedek arabası herhalde. Neyse, çok örtüşüyor her şey; sence de öyle değil mi?
“Öyle ama..”
“Ama gel gör ki, memlekette bir orası değil ki dikenlik, kumluk.”
“Doğru dedin. Ne gıcık bir durum değil mi? Biliyorsun ama kanıtlayamıyorsun. Hep böyle oluyor yav! İnsan sinir oluyor! E, ne olucak şimdi? Ne dedin çocuklara?”
“İki kişi gönderin, sotaya yatsınlar, dedim. Her harekette bilgi versinler, dedim. Takip etsinler, dedim. İyi demiş miyim?”
“Ağzına sağlık, pek güzel demişsin.”
“Çocukları evlerine gönderdim.”
“İyi yapmışsın. Benimkiler geberiyorlar zaten yorgunluktan, uykusuzluktan. Ben de tabii. Bir ufak daha açtıralım mı?”
“Kalsın abi ya, ikimizde yorgunuz; gidelim.”
“Gidelim arkadaşım. Ne iyi ettik yav! Tekrarlayalım, ha?”
“Tekrarlayalım Lokmancığım. Haydi bismillah, davran bakalım.”
Lokman, eve vardığında yeni güne gireli iki saat olmuştu. Soyunurken ‘aferin Osman’a’ diye düşündü. ‘İsmet’le beraber olduğumu bildiği halde, nasıl olsa olanlardan haberim olmuştur diye aramamazlık etmedi, aslanım benim. Arayacak tabii! Eşek gibi arayacak! Görevi! İsmet başka, Lokman başka! Aslan maslan değil işte! Of! Amma da içtik ha! İyi oldu yav, valla iyi oldu. Kafa adammış meğerse bizim dolapçı.” Pijamasını giymeden kendini yatağa attı. Bir dakika sonra horlamaya başlamıştı.
- 4 -
Derya, otomobilini evinin önüne park etmeye çalıştığında saatler sabahın dördünü gösteriyordu. Pek çok acemi manevradan sonra arabayı nihayet kaldırımın kenarına yerleştirebildi, motoru durdurdu. Bir süre sessizliği dinledi. Çevreyi, özellikle de koyu, kuytu yerleri gözleriyle taradı. Görünürde kimse yoktu. İçi birazcık rahatlar gibi oldu. “Lânet olsun!” diye söylendi. “Kırk yılda bir nihayet bir iş çıktı, onda da sabahlıyoruz. Ama bile bile lâdes; bu işler böyle Derya Hanım. Bilmiyor muydun sanki? Bilmez olur muyum, biliyordum tabii ama korkuyorum be kardeşim! Ödüm şeyime karışıyor. Zaten sinirlerim lâçka! Falcının dedikleri de çıkmaya başladı! Of Allah’ım! Korkuyorum.... Korkuyoruuum... Ama kabahat kimde? Kimde? Tabii ki bende! A ha, şu na kafa nato mermer kafalı bende! Silikon memelerimi gere gere ‘benim arabam var. Sete kendi arabamla gelirim’ diye yırtık dondan çıkar gibi çıkmasaydım, şimdi şirketin arabasıyla veya tanıdık bir taksiyle güven içinde evime gelmiş olacaktım. Görgüsüz kadın! Çek şimdi cezanı! Allah’ım, bana yardım et. Sağ salim evime gireyim, n’olur Allah’ım, n’olur! Amin.”
Derin bir iç çekişle gözlerini gecenin koyuluğunda dolaştırırken arka koltuktaki belki lazım olur diye götürdüğü ama kullanmasına gerek kalmayan yedek kostümlerin olduğu poşetleri almak için kolunu geriye attı ve.... ve işte tam da o anda tüm organlarının taş kesildiğini hissetti. Buzdan tere bulandı. Zaman durdu, dünya durdu sanki; donakaldı. Kolu arkada, gözleri karanlığa pörtlemiş, karaya vurmuş balık ağzı soluksuz, apaçık kalakaldı.
Elinin altındaki kıpırdadı. Derya, Allah’a günahlarını affetmesi için yalvardı. Kıpırtı büyüdü, hareket oldu; Derya, kelime-i şahadet getirdi. Gözlerini sımsıkı yumdu, sonunu soluksuz bekledi.
Nereden aklına geldiyse, “iyi ki çocuğum yok” diye düşündü o haldeyken. “Ben ölünce kim bilir kimlerin eline kalacaktı... Zavallı yavrum... Ya annem? Ah, annem kahrolacak haberimi alınca. Canım anam, kadersiz anam.” Gözlerinden yaşlar inmeye başladı. “Arkadaşlarım..... Eski sevgililerim... Onlar gelirler mi acaba cenazeme?... Ya, ben ne bahtsız, ne şanssız, ne kısmetsiz kadınım be! Haksızlık bu ya! Haksızlık ya!” Bağıra bağıra ağladığını farketti şaşkınlıkla. Hem sesli ağladığına, hem de arkadakinin hâlâ bir şey yapmamış olmasına, yani kendisinin hâlâ yaşıyor olmasına şaştı. Başını çevirmeden gözucuyla görebildiği kadar yeri görmeye çalıştı; aykırı bir şey yoktu. Başını çevirip de arkaya bakamıyordu. Korkudan altına edecek haldeydi. Kolunun ağrıdığını farketti; çok ağır hareketle öne çekerken ‘tamam, katilime iş kalmadan kendiliğimden ölücem, kalpten’ diye düşündü. Beyni yanıyordu, içi yanıyordu, kanı tutuşmuştu, nefes alamıyordu.
Gözlerini indirdi, kucağına koyduğu eline baktı; kolunun ucunda sapasağlam duruyordu. Allah’a minnetle şükretti. Nefesini kontrol etmeye çalışırken bir süre hiç sesini çıkarmadan, hiç kımıldamadan oturdu. Arkasında bir hışırtı duydu, saçlarına bir şey dokundu. Kalbi durmak üzereydi. Bir el ensesine değdi. Boynunda nefesin sıcaklığını duydu. Titremeye başladı, elektriğe tutulmuş gibi titremeye başladı. Bacaklarında bir ıslaklık hissetti; altına yapmıştı. Hışırtı büyüdü, bir karaltı iki koltuk arasından yanına geçti. Değil başını çevirmek, gözünün ucuyla bile bakamıyordu. El, eline uzandı, tuttu. Buz gibiydi. Buz gibi ve nazik, yumuşak. Ele baktı. Şaşırdı. Yaba gibi bir el beklerken küçücük, kemikli, incecik bir elin elini tuttuğunu görünce çok şaşırdı. Başını çevirdi.
“Aman Allah’ım! Sen de kimsin?” diye haykırdı. “Yüreğime indiriyordun! Sen de kimsin?”
Yan koltukta oturan kız, yalvarırcasına bakıyordu. Mor halkalar içindeki kocaman gözleriyle yalvarıyordu.
“Kimsin?”
Kız hiç konuşmadan bakıyordu.
“Konuşsana! Ne işin var arabamda? İn çabuk aşağıya!”
Kız başını hızlı hızlı iki yana sallamaya başladı. Ağlıyordu. Derya, kızın incecik bedenine, karmakarışık saçlarına baktı. Dokunsan kırılacak gibi bir hali vardı. Perişandı.
“Neden konuşmuyorsun? Dilsiz misin yoksa?”
Kız, birden atılıp Derya’nın koluna yapıştı, yüzünü omzuna dayayıp yavru kedi gibi sesler çıkartarak hıçkıra hıçkıra ağlamasını sürdürdü. İçi koptu Derya’nın. Belli ki başına çok kötü şeyler gelmiş bir yavrucuktu ve ona sığınmıştı. ‘İyi ama niye ben?’ diye sordu kendi kendine, ‘niye ben?’ Sonra az önceki korkuları geldi aklına, bin kere şükretti. Bedeni hâlâ için için titriyordu. Kızın saçlarını okşadı usulca. “Anlaşıldı” dedi, “haydi, gel bakalım.” Kız, doğruldu; yüzü güneş gibi aydınlanıvermişti. Derya’nın elini öptü minnetle. “Tamam, tamam. Haydi, eve gidelim.”
Bacaklarından sidik aka aka merdivenleri çıkarken “bana bak” dedi, “evden kaçmadın, değil mi?” Kız, başını iki yana salladı. “Seni takip eden, kovalayan birileri mi var yoksa? Başıma iş açma?” Kız, daha şiddetle salladı başını. “Ne oldu peki? Ne bu halin? Konuşsana!” Kız, garip bir ses çıkardı. “Dilsiz misin?” Yine birtakım sesler çıktı incecik dudakların arasından. “Neyse, hadi gel bakalım, içeri girelim.”
Kızın sıkı bir banyoya ihtiyacı vardı ama önce kendisi yıkanmalıydı, belden aşağısı lâğım çukuruna dönmüştü. “Sen otur şurada” dedi kıza, “ben bir duş alıp geleyim, sonra sen girersin banyoya; tamam mı?” Kız, minnet dolu bakışlarını Derya’dan alamıyordu. “E...e..” dedi.
“Tamam. Sen otur şu kanapeye, beni bekle; hemen gelirim.”
Banyoda haklanıp paklanırken kızı ne yapacağını düşünüyordu. Kimdi, başına ne gelmişti, neden onun arabasındaydı? ‘Öğleyin sette olmam lâzım. Ne zaman uyuyacağım da, ne zaman kalkacağım? Ne yapacağım bu kızla? Evde bıraksam olmaz, sete götürsem hiç olmaz. Hey Allah’ım! Nereden geldi de buldu beni? Falcı! Falcı! Dedikleri bir bir çıkıyor işte! Bu kız benim başıma iş açacak! Ölümüme neden olacak! Bir an önce kurtulmalıyım, bir an önce! Ama nasıl? Nasıl? Yazık kızcağıza da. Of! Of! Buldum! Lokman! Evet ya, Lokman! Bana ondan başka kimse yardım edemez! Allah kahretsin ya! İstemiyorum ya! Nedir benim bu çilem ya! Bu, bir şey! İlahi bir şey! Allah beni deniyor, vallahi de billahi de Allah beni deniyor! Sınavdan geçiriliyorum! Hem de Lokman’ın eline düşürülerek!’
Banyo havlusuna sarınarak salona geçti.
“Ah, olamaz!”
Kızcağız, olduğu yerde kaykılıp kalmış, orada uyuyuvermişti. Uyandırmaya kıyamadı; ayakkabılarını usulca çıkartıp ayaklarını kanapeye koydu. Yatak odasından bir battaniye alarak üstünü örttü. Evet, hiç istemese de, Lokman’ı aramak zorundaydı. Saate baktı, beşe geliyordu. ‘Biraz uyusam da öyle mi arasam?’ diye düşündü. ‘Hem kızcağızı da uykusundan etmemiş olurum; tabii Lokman canavarını da.”
Yatak odasına geçip yattı. Çok yorulmuştu; onca gerginliğe rağmen hemen uyudu.
- 5 -
Lokman merkeze geldiğinde ekibini tam tekmil kendisini beklerken buldu. Osman, akşam İrfan’ın evinde olanları anlattı. Görevlendirilen memurlardan gelen habere göre İrfan hâlâ evine gelmemişti.
“Tamam çocuklar” dedi Lokman. “Beş cinayete ait medyada çıkan ne kadar görüntü varsa hepsini istiyorum, hemen.”
“Hemen mi? Amirim, bize biraz zaman verseniz?” dedi Osman.
“En kısa zamanda diyelim o zaman. Haydi, marş marş!”
Dördü de büyük bir telaşla odadan çıktılar. O sırada telefon çaldı, dahili hattan aranıyordu. ‘Kesin İsmet’tir’ diye düşündü gülerek. Daha ahizeyi kaldırır kaldırmaz “evreka!” diye bağırdı biri.
“Buyur?”
“Evreka, komiserim! Evreka! Buldum!”
“Kimsin kardeşim sen? Neyi buldun?”
“Şifreyi çözdüm, amirim!”
Lokman, heyecanla yerinden fırladı. “Deme be! Sahi mi diyorsun?”
“Bize güvenin demiştim, amirim.”
“Hemen geliyorum.”
“Rapor, amirimin önünde komiserim; imzada. Şimdi yukarı çıkaracağım.”
“Tamam. Çabuk gel, çabuk! Aslanım benim! Koçum be! Koçum!”
Lokman, sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. Ta gençliğinden bu yana yapmadığı bir, iki dans figürünü denemeye çalıştı acemice. Gülerek havaya yumruk attı, bunu daha iyi beceriyordu. Koşup ekibine haber vermek istedi ama sonra vazgeçti. Lokman’ın o görüntülere ihtiyacı vardı; çocukların çalışması lazımdı. Derken kapı vuruldu ve hacı yolu bekler gibi beklediği memur, elinde raporuyla içeri girdi. Lokman, şifre analizcisi memurun elini hararetle sıktı; kesmedi, alnından öptü. “Tebrik ederim, oğlum” dedi, “seninle gurur duyuyorum.”
“Sağolun efendim.”
Lokman raporu aldı, hiç bakmadan sümeninin üstüne koydu. “Anlat bakalım, aslanım.”
“İzniniz olursa tahtayı şöyle alayım efendim.”
“Al tabii evladım, al.”
Memur, tahtayı Lokman’ın karşısına yerleştirdikten sonra yazarak anlatmaya başladı.
“Efendim, siz de biliyorsunuz ki, size gelen zarfa kadar bir şey çözebilmemiz mümkün değildi. Siz, yani LM ortaya çıkıncaya kadar. Sizin de bulduğunuz gibi LM=28 di. Cesetlerin üzerindeki denklemler çözülünce de a’nın on yedi, b’nin olmadığı, c’nin kırk, d’nin yirmi altı ve e’nin yirmi olduğunu bulduk. Bu rakamları ve denklemleri elimizdeki verilere göre bilgisayarda eşleştirmeye başladık. Çok zorlandık efendim ama sonunda neyi neye göre, hangi mantıkla, hangi dizine göre yazdığını bulduk.”
“E, neye göre yazmış mantığına ettiğimin manyağı?”
“İsimlere göre, efendim.”
“Ne! İsimlere göre mi? Nasıl yani?”
“Birinci cinayetin maktulü Çağrı Ünlüer’di. Denklem neydi? x – e = 8. İkinci maktul Itır Parlar. Denklem, c – 20 = e. Üçüncü, Berivan Yorgun ve x – d + 2 = 4 Dördüncü kurban Fikri Şereflioğlu ve c – e = 14. Ve son olarak Erguvan Terim ve x – a + 1 = 12. Dikkat ettiyseniz denklemlerin hepsinde çift sayılar bulunmakta. Onları yazdık; 8 – 20 – 2 veya 4 – 14 ve 12. Şimdi isimlerin karşısına yazalım, amirim.
Çağrı Ünlüer8
Itır Parlar20
Berivan Yorgun2 veya 4
Fikri Şereflioğlu14
Erguvan Terim12.
Bu verileri bin şekilde denedik ve sonunda bulduğumuz şudur amirim; temel alınan isimler ve alfabe yani abecedir.”
Lokman bir şey anlamamıştı. “Abece mi? Allah Allah! Nasıl yani?”
“Anlatacağım efendim. Şimdi maktullerin isim ve soyadlarının ilk harflerini baz alalım.
Ç – Ü – 8
I – P – 20
B – Y – 2 veya 4
F – Ş – 14
E – T – 12.
Şimdi bir de sayılara göre küçükten büyüğe doğru sıralayalım;
B – Y – 2 veya 4
Ç – Ü – 8
E – T – 12
F – Ş – 14
I – P – 20.
Aradaki bağlantıyı gördünüz mü amirim?”
“Doğruyu söylemem gerekirse, benim bir halt gördüğüm yok oğlum. Sen anlatacaksın ki, ben anlayacağım. Hadi, devam et bakalım.”
“Türk Abece’si bildiğiniz gibi 29 harften oluşuyor. Ve dilimizde yumuşak g ile başlayan kelime de, isim de yok.”
“Evet?”
“Yumuşak g’yi çıkartırsak geriye 28 harf kalıyor. Şimdi yirmi sekizi ikiye böleceğiz amirim.”
“İkiye mi? Neden?”
“Çünkü maktullerin kimlikleri öyle; hepsi iki kelimeden oluşuyor; adı ve soyadı.”
“Haaaa.”
“İkiye bölünce on dört isim, ondört soyadı çıkıyor ortaya.”
“Dur, dur, dur bir dakika! Bu, bu durumda.... Yani..” diye dehşet içinde bağırdı Lokman.
“Evet amirim, ne yazık ki aklınıza gelen doğru; caninin listesinde tam on dört kişi var.”
“Beş çıkar, kalır dokuz. Yani yaptığı plana göre daha dokuz kişiyi mi öldürecek?”
“Öyle görünüyor efendim.”
“Aman Allah’ım! Aman Allah’ım! Bulmalıyız, hemen şimdi bulmalıyız bu caniyi! Allah’ım, sen aklımı koru!”
“Efendim, üzülerek hatırlatmam gerekiyor ki, bu dokuz kişiden biri de sizsiniz.”
“Sıkar o biraz! Eşşoğlueşşek!”
“İzninizle isim ve soyadları sıralayayım.”
“Ne! Kimleri öldüreceğini de mi buldun?”
“Sadece isim ve soyadlarının başharflerini bulabildim efendim. Bundan ötesi size kalıyor.”
“Anladım. Anlat.”
“Şimdi ondört harfi altalta sıralayacağım.
A.........................
BerivanYorgun
C..........................
ÇağrıÜnlüer
D...........................
ErguvanTerim
Fikri Şereflioğlu
G............................
H..............................
ItırParlar
İ............................
J...........................
K..........................
LokmanMansuroğlu
Şükür siz yaşıyorsunuz amirim. Dizini gördünüz mü efendim? Sizden sonra soyadlarında yukarı çıkış başlıyor. Yani Lokman Mansuroğlu, K-N, J-O, İ-Ö, Itır Parlar, H-R, G-S, Fikri Şereflioğlu, Erguvan Terim, D-U, Çağrı Ünlüer, C-V, Berivan Yorgun ve A-Z. Anlatabildim mi efendim?”
“Pek güzel anlattın delikanlı da, bu nasıl bir manyaklıktır, biri de onu anlatıversin bir zahmet! İnan, bunca yıldır her türlü cinayeti gördüm, her çeşit katille karşılaştım ama bunun gibisini ne gördüm, ne de duydum. Pes!”
“Daha anlatacaklarım var, amirim. Dahası var.”
“Daha ne olacak be kardeşim! Bunun ötesinde ne gibi bir sapıklık olabilir!”
“Yazdığı denklemler var ya, cinayetlerini numaralandırmış, ona göre yazmış o denklemleri. Zaten biz de öyle bulduk ya.”
“Ha, anladım; AZ 2, Berivan Yorgun 4, CV 6 gibi, değil mi?”
“Aynen efendim.
“Vay anasını sattığımın manyağı vay! Bu nasıl bir ruh halidir yav! Bu nasıl bir beyindir yav! Bu nasıl bir yaratıktır yav! Vay anasına yav!”
“Çok haklısınız amirim. Eğer sorunuz yoksa şimdi izninizle işimin başına dönmem gerekiyor efendim.”
“Ha? A, tabii, tabii. Çok teşekkür ederim delikanlı; sana ve ekip arkadaşlarına borçluyum.”
“Görevimiz, efendim.”
“Çok başarılıydınız. Gel, seni alnından bir öpeyim. Aferin oğlum, aferin. Bu ülke sizinle gurur duyuyor.”
“Sağolun amirim.”
“Sana zahmet, çıkarken söyle de, ekip toplanıp gelsin.”
“Emriniz olur, amirim.”
Şifre çözücü odadan çıkınca Lokman, sandalyesini beyaz tahtaya iyice yaklaştırıp az önce anlatılanların üstünden geçmeye başladı. Merak ediyordu, şu caniyi çok merak ediyordu. ‘Demek Abece’yi kullandın, ha?’ diye söylendi içinden, ‘ulan, seni tüm dünya dillerinin alfabesindeki tüm harflerle başlayan kelimelerle sıfatlandırarak sorgulamazsam bana da Lokman Mansuroğlu demesinler! Seni beynine ettiğiminin katili seni!’
O sırada çalan telefona gamatayı basarak yerinden kalktı. “Alo?”
“Şey... Lokman Abi?” Lokman, sesi hemen tanımıştı. Şaşkınlığından bir süre cevap veremedi.
“Lokman Abi, sen misin?”
“Benim, n’olucak!”
“Konuşmamız gerek Lokman Abi, çok acil.”
“Emredersin, artiz bozuntusu! Ne oldu? Yönetmeni mi vurdun? Yoksa birinin kocasını kaptın da, karısı seni ölümle mi tehdit etti? Hadi kızım, hadi, Marko Paşa’ya!”
“Yapma böyle Lokman Abi, vallahi durum çok ciddi. Burada bir kız var.”
“Bana ne be! Varsa var!”
“Ama durum bildiğin gibi değil. Ne olur bana bir geliverir misin? Bak yalvarıyorum sana, ne olur.”
“Bana bak Derya, beni oraya getirtmek için boktan boktan numaralar çevirme; gördüğün gibi yediremiyorsun! Utan biraz, utan! Lerzan’dan utan!”
Derya, ağlamaya başladı. “Ne biçim konuşuyorsun ya! Senden bucak bucak kaçtığımın farkında değil misin? Niye çağırayım seni eve barka! Durum çok başka, yeminle. Çok vahim. Allah rızası için gel.”
“Ben niye geleyim ayağına be! Çok meraklıysan beni görmeye, sen gel.”
“Hey Allah’ım, bana sabır ver! Abi, burada bir kız var diyorum sana; garip bir kız. Konuşmuyor, etmiyor; şokta. Üstüne üstlük iki saat sonra sette olmam lâzım. Ya, bak yalvarıyorum sana, gel. Korkuyorum.”
“Kızdan mı korkuyorsun? Seni tabansız, seni!”
Lokman, Derya’yı tersleyip duruyordu ama başka zaman olsa ağzına namlu sokulsa kendisini aramayacağını, hele hele yalvarmayacağını, yardım istemeyeceğini çok iyi biliyordu. Demek ki, durum gerçekten vahimdi, tabii Derya’ya göre.
“Nereden buldun kızı?” diye ters ters sordu.
“O beni buldu. Ne olur çabuk gel; olanı biteni gelince anlatırım.”
“Öf, öf! Bıktım senden be! Bu kadar işin arasında bir sen eksiktin! İyi, kahve suyu koy, geliyorum.”
“Ah, Lokman Abi, Allah senden razı olsun. Allah ne muradın varsa versin. Allah seni sevdiklerine bağışlasın.”
“Tamam, tamam, anladık! Cuma dilencileri gibi başlama.”
‘Tam da sırasıydı’ diye düşündü hayıflanarak. Az önce öğrendiklerini adamlarına anlatmak için can atıyordu oysa. Kapı tıklatıldı ve dördübiryerde içeri girdiler.
“Gelin, gelin” dedi Lokman. “Size verecek müthiş haberlerim var ama biraz ertelemek zorundayım. Şimdi Kadriye, sen benimle geliyorsun. Siz de beyaz tahtanın karşısına geçiyor ve elinizi değmeden yazılanları anlamaya, çözmeye çalışıyorsunuz; anlaşıldı mı? Osman, sümenin üstünde rapor var. Önce onu okuyun. Hadi bakalım Kadriye, gidiyoruz.”
İkisi dışarı çıktılar. Geride kalanlar boş boş tahtaya bakıyorlardı.
“Oturalım bari” dedi Osman. Raporu aldı ve okumaya başladı.
* * *
Pencereden Lokman’la Kadriye’nin geldiğini gören Derya, hemen apartman kapısının otomatiğine bastı ve daire kapısını açarak beklemeye başladı. Kâbusunun yanında bir kadın polis getirmesine çok sevinmişti; ‘belki onun yanında terslemez’ diye düşündü. Sonra bu düşüncesinin ne kadar yanlış olduğunu, bir gün önce olanları hatırlayınca anlayıverdi; yüreği ağzına geldi. Korkuyordu, bu adamdan çok korkuyordu.
O bunları düşünürken ikisi merdivenleri çıkmışlar, karşısına dikilmişlerdi bile.
“Yalvar yakar çağırdın, şimdi de içeri almıyorsun, ha?” dedi Lokman terslenerek.
“Ha? Yok canım, olur mu hiç öyle şey? Buyurun, buyurun lütfen. Şöyle, mutfağa geçelim” diyerek yol gösterdi.
“Mutfağa mı? İstersen helâya buyur et!”
“Lokman Abi, lütfen” diyerek sızlanan Derya’ya Kadriye şaşırarak baktı. “Abi mi?”
“Abi ya” dedi alaylı alaylı gülerek Lokman. “Hanımefendiyle tanışırız, az buçuk abisi olurum da.”
Derya, elini uzatarak Kadriye’ye “Ben, Derya” dedi, “geldiğinize çok sevindim.”
Lokman, kahkahayı bastı, “sevindin demek; emniyet sübabı, ha?” dedi, “kızım, değil Kadriye, Emniyet Teşkilatı’nın cem-i cümlesi gelse seni elimden kurtaramaz. Hâlâ öğrenemedin mi?”
“Amirimin de dediği gibi, ben Kadriye. Ben de sizi tanıdığıma sevindim” diyerek araya girdi Kadriye ama geçen diyalogdan bir şey anlamadığından, bu arada, aptal aptal bir Lokman’a bir Derya’ya bakıp duruyordu.
Mutfağa geçip masanın etrafına dizildiler.
“E, anlat bakalım” diyerek sorgulamaya başladı Lokman. “Kız nerede?”
“Salonda uyuyor. Onun için sizi buraya aldım. Hem önceden olanları anlatırım, dedim.”
Kahvelerini içerlerken Derya, gece olanları bir bir anlattı ama tabii korkudan altına yaptığını es geçmişti.
“Keşke hemen en yakın polis teşkilatına gitseydiniz” dedi Kadriye, “onlar gerekeni yaparlardı.”
“O kadar perişan haldeydi ki, öyle yalvararak bakıyordu ki, kıyamadım.”
“Derhal hastaneye götürülmesi gerekirdi” diye fikrini söyledi Lokman. “Bari gece arasaydın beni.”
“Şey... Cesaret edemedim, Lokman Abi.”
Kadriye’nin gülesi geldi, ‘amirim amma da korkutmuş kızı’ diye düşündü, ‘baksana, karşısında tir tir titriyor zavallı. Hoş, hepimiz öyle değil miyiz?’
Lokman, “isabet etmişsin. Gecenin dördünde arasaydın neyle karşılaşırdın, artık sen tahmin et” dedi gülerek. “E, artık tanışma zamanı geldi. Uyandır bakalım Uyuyan Güzel’i.”
“Salona geçelim o zaman.”
Kız, güvende olmanın verdiği rahatlıkla mışıl mışıl uyuyordu hâlâ. Kumral saçları yüzüne dökülmüş, incecik kollarıyla adeta kendini korumaya çalışırcasına bedenine sarılmıştı. Dizlerini göğsüne çekmiş, cenin pozisyonunda yatıyordu.
“Ne kadar kırılgan bir hali var” dedi Kadriye fısıldayarak.
Derya, kızın saçlarını usulca yüzünden çekerken “canım” dedi, “hadi, uyan artık.” Kız birden yerinden doğrularak iyice büzüştü ve garip garip sesler çıkartarak başını deli gibi iki yana sallamaya başladı. “Korkma canım, korkma; bak, benim” dedi şefkatle Derya. Kız, birilerini kendinden uzaklaştırmak istercesine kollarını ileriye uzatmış, iter gibi yapmaya başlamıştı şimdi de. Çıkardığı anlamsız seslerin volümü giderek yükseliyordu. Derya kızın ellerini yavaşçacık tuttu, öptü, sonra kıza sarılıp sakinleştirmeye çalıştı. Mırıl mırıl konuşuyor, sakin olmasını, güvende olduğunu söylüyordu. Kız, Derya’nın boynuna sımsıkı sarılıp ağlamaya başladı. İkisi iki yana sallanarak ağlaşmaya başladılar. Kadriye’nin gözleri doldu, Lokman’ın burnunun direği sızladı. Bir süre öylece kaldılar.
“Haydi, gel canım, yüzünü gözünü yıkayalım” dedi Derya neden sonra. Kıza destek olarak kanapeden kaldırdı, sarılarak banyoya doğru götürdü. Kız, giderken yan yan Lokman’la Kadriye’ye bakıyordu. Bunu gören Derya, “korkma” dedi, “onlar bizim dostlarımız. Polis onlar.” Polis lafını duyan kız birden Derya’nın kollarından sıyrılarak Lokman’ın önüne attı kendini. Eliyle, koluyla, anlaşılamayan sesler çıkartarak heyecan içinde, telâş içinde birşeyler anlatmaya başladı. “Tamam kızım” dedi Lokman, “merak etme, seni uzun uzun dinleyeceğim. Haydi şimdi git yıkan.” Kız belli belirsiz gülümsedi ve Derya’nın peşinden gitti.
“Zavallı kızcağız” dedi Kadriye gözyaşlarını silerken, “kimbilir neler geldi başına.”
“Anlarız şimdi.”
“Amirim, belki şimdi sırası değil ama neydi bize vereceğiniz o müthiş haberler?
“Gerçekten sırası değil Kadriye. Hem hepiniz biraradayken anlatmak istiyorum.”
“Peki efendim. Şey, mutfağına girmeme Derya Hanım bozulur mu acaba? Koyu bir kahveye daha şiddetle ihtiyacım var.”
“Benim de. Hadi git, yap.”
“Bozulmasın?”
“Merak etme, ben tamir ederim” dedi gülerek Lokman. Kadriye, ikisi arasında olanlardan bir şey anlamamıştı. ‘Öğreniriz elbet’ diye düşündü mutfağa yollanırken ama asla öğrenemeyeceğini bilmiyordu.
Az sonra Derya’yla kız içeri girdiler. Derya, kızın ıslatılmış saçlarını elleriyle düzeltirken “açsındır canım, hadi mutfağa gidelim de birşeyler ye” dedi şefkatle.
“Hazır elin değmişken kuaföre filan da götür istersen!” diye çıkıştı Lokman. “Kızım, işim gücüm var; sizin keyfinizi bekleyemem! Gel bakalım küçük hanım, otur şöyle.”
Kız, gözlerini Lokman’dan ayırmadan bir koltuğa ilişti.
“Anlat, ne oldu?”
Kız, birtakım sesler çıkartarak eliyle koluyla anlatmaya koyuldu. Giderek hareketleriyle birlikte sesler de büyüyordu ancak izleyicilerinin net şeyler anlaması mümkün olmuyordu. Önce iki işareti yaptı, ardından bir elini başının üstünde çok yukarılara kaldırdı, sonra kollarını iki yana açarak avurtlarını şişirdi.
“İki kişi, ha? Uzun boylu, yapılı, tombul yanaklı. Öyle mi?”
Kız, hararetle başıyla onayladı. Sonra bir eliyle diğer kolunu tutarak kendi kendini çekiştirdi. Ardından yine bir eliyle ağzını, diğer eliyle gözünü kapattı.
“Seni tutup gözünü ve ağzını kapattılar.” Kız, yine başını salladı. İçeri girip olanları izleyen Kadriye, “böyle başa çıkmaz, amirim” dedi.
“Haklısın. Kızım, dilsiz misin?” Kız, hayır anlamında başını salladı.
“Neden konuşmuyorsun o zaman?” Kız, elini boğazına götürüp konuşmak için kendini zorlar gibi yaptıktan sonra başını iki yana salladı.
“Konuşamıyorsun; istiyorsun ama konuşamıyorsun.”
“Korkudan dili tutulmuş zavallının” dedi Derya.
“Okuman, yazman var mı?” Kız, evet anlamında başını sallayınca Derya bir koşu kağıt kalem getirip kızın kucağına koydu.
“Haydi, yaz kızım, adın ne? Kimdi o iki kişi? Ne yaptılar sana?”
Kız, aceleyle bir şeyler yazıp Lokman’a uzattı. ‘Adım, Zehra. Beni kaçırdılar. İki kişi kaçırıp bir kulübeye kapattılar. Sonra ...’
“Sonra ne? Tecavüz mü ettiler?” Kız ağlayarak başını öne eğdi. “Tanıyor musun?” Kız, başını iki yana salladı. “Sonra sen kaçtın?” Kız onayladı.
“Bu böyle olmayacak. Kadriye, Bora’yı çağır, kızı beraber hastaneye götürün. Rapor hazırlansın ve sperm örneği..... Kızım, ne zaman oldu olay? Yani sana ne zaman tecavüz ettiler?”
Kız, kağıdı Lokman’dan alıp yazdı, geri verdi. “Dün demek. Gece mi?”
Kız, tekrar yazdı; “ gündüz, gece; hep.”
“Eşşoğlueşşekler! Tamam, kırksekiz saat geçmeden sperm örnekleri DNA testi için laboratuara gönderilsin. Kıl filan varsa, onlar da.”
“Ay! İyi ki gece uyuyakalmış yoksa ben onu banyoya sokacaktım!”
“İyi halt edecektin! Hoş, yine sperm alabilirdik ama yine de iyi olmuş tabii.”
“Sonra ne olacak amirim? Kızı nereye götüreceğiz?”
Bu soru üzerine kız Derya’nın yanına koşup koluna yapıştı. “Ama ben çalışıyorum güzelim” dedi Derya inler gibi, “mümkün değil.”
“Kimin kimsen yok mu kızım? Ailen nerede?”
Kız, Derya’ya büsbütün yapışıp ağlamaya başladı. Bağırarak itiraz ediyor, gözlerinden acı ve korku fışkırıyordu.
“Tamam, tamam” dedi Lokman, “haydi Kadriye, sen dediğimi yap; hastanede işiniz bitince benimle irtibata geçin.”
“Emredersiniz amirim. Şey, Bora gelinceye kadar kızcağız iki lokma bir şey yesin; aç.”
“Tabii ya; yesin tabii.”
“İzin var mı Derya, ben halledeyim mi?”
“Tabii, sağol.”
Kızla Kadriye salondan çıkınca Lokman’la Derya bir süre susup kaldılar; ne diyeceklerini bilemiyormuş gibi bir halleri vardı. Sonunda “İşe geç kaldıysan arayıp konuşayım” diyerek Lokman sessizliği bozdu.
“Sağol. Geç kaldım tabii... ama.... şey... korkuyorum.”
“Korkuyor musun? Neden?”
“Ya biliyorlarsa bana sığındığını? Ya beni bulurlarsa? Çok korkuyorum.”
“Ne var korkacak be! Nereden bulacaklar seni? Hem bulsalar bile, seni n’apsınlar be!” Derya, ters ters Lokman’a baktı. “Gerçekten korkacak bir şey yok” dedi Lokman.
“Var. Adamın dedikleri bir bir çıkıyor.”
“Hangi adamın?”
“Anlatırsam alay edersin ama söyledikleri hep çıkıyor.”
“Kimin be kızım? Tamam, dalga geçmeyeceğim; anlat.”
“Geçenlerde bir medyuma gittim.”
“Hoppalaaaa!”
“Dinleyecek misin?”
“İyi, tamam, anlat.”
“Adam, ‘seni sevmeyen resmi bir adamla karşılaşacaksın’ dedi, onca zamandan sonra karşıma çıktın. Sonra ‘ölüm görüyorum’ dedi, cinayet soruşturması için geldin, Erguvan öldü.”
“Sana ne Erguvan’dan? Babanın kızı mı?”
“Bizim camiadan. Bizim çocukların arkadaşıymış. Hem medyum şey de dedi, ‘ölümler, çok ölüm var’ dedi, ‘bir şekilde seni de ilgilendiriyor’ dedi. Bir de ‘evin kararacak, ruhun daralacak’ dedi. Bak, hepsi çıktı. Çok korkuyorum.”
“E, ne yapacağız? Başına nöbetçi dikecek halimiz yok herhalde.”
“Ya beni de öldürürlerse?” Derya, sessiz sessiz ağlıyordu.
“Yok be kızım, ne demeye öldürsünler seni?”
“Ne bileyim ben? Herkesi neden öldürüyorlarsa. Evde yalnız kalamam artık. İşe de gidemem; ya gidip gelirken yolda başıma bir iş gelirse? Sabaha karşı dönüyorum eve.”
“Allah, Allah! Ne yapacağız peki?”
“Bilmiyorum. Bir yol bul, lütfen; bir çaresine bak.”
“Öf be, öf! Ne yani, artık gitmeyecek misin işe? Yönetmen seni paralar be!”
“Ölmekten iyidir, n’apayım.”
“Nişanlına git.”
“Ne nişanlısı?”
“Dün öyle demedin mi, yav?”
“Daha nişanlı filan değiliz; çıkıyoruz işte.”
“Yani?”
“Yani, gidemem de, gitmem de.”
“Hay, başımın belası kadın! Ne bok yiyeceksin peki!”
“Ne bileyim canım! Senden yardım etmeni bekliyorum işte.”
Lokman, bir sigara yakıp salonda volta atmaya başladı. Öyle fala mala inanmazdı ya, gerçekten de adamın her dediği çıkmıştı şimdiye kadar. Hoş, Derya’ya ‘sen de öleceksin’ dememişti ama nasıl desindi zaten? ‘Seni de ilgilendiriyor’ demişti, daha ne desindi? Allah korusun, ya sahiden de Derya’nın başına bir iş gelirse, bunun vebalini nasıl çekerdi? Ölürdü vicdan azabından; kanser olurdu, verem olurdu; evlerden ırak.
Lokman bunları düşünürken arada bir duruyor, ters ters Derya’ya bakıyor, sonra tekrar voltasına devam ediyordu. Neden sonra “bak” dedi, “bunu yapacağımı rüyamda görsem dünyanın sonunun geldiğine yorardım ama maalesef yapacağım. Seni bizimkilerin yanına yollayacağım.”
“Ne! Ne!”
“Elinin körü! Sağır mısın! Lerzan’ların yanına gideceksin, dedim! Onlar da koruma altındalar. Ama bak,” diyerek parmağını Derya’nın suratına suratına sallamaya başladı, “ama bak, ağzını açar da tek kelime edersen seni ben öldürürüm, bilesin. Bu konularda hiç şakam yoktur!”
Derya, o kadar sevinmişti ki, neredeyse Lokman’ın boynuna atlayıp şapur şupur öpecekti adamı.
“Duydun mu dediğimi?”
“Evet, tabii; her şey dediğin gibi olacak; istediğin şeyin üstüne yemin ederim.”
“Gerek yok, gerek yok! Kızın ailesini buluncaya kadar...”
“Ama kız nasıl korktu, görmedin mi? İstemiyor ailesini. Hem koca kız, belli ki rüştünü ispat etmiş.”
“Aman da aman! Neler de bilirmişsin sen öyle! Neyse, şu iki herifi buluncaya kadar kızı koruma altına aldıracağım. Yani kız da seninle Lerzan’ın yanına gidecek. Kız sana çok güveniyor. Sen de bu arada dilini çözmeye çalış. Bir defter kalem verin eline, olanı biteni yazsın. Şimdi ben söylersem, çekinebilir, belki her şeyi yazmaz. Seninle Lerzan’a düşüyor iş ama yayılmayın ha; hemen.”
“Tamam, söz.”
“İyi. Yanına birkaç parça eşya al. Kıza da giyecek uydur.”
Derya, Lokman’a ikiletmeden yatak odasına geçti. O kadar keyiflenmişti ki, neredeyse şarkı söyleyecekti. Ama ya işi? ‘Hayatım daha önemli’ dedi kendikendine. Haber vermesi gerekiyordu. Tekrar salona geçip “rica etsem, sen arar mısın şirketi?” dedi, “resmi ağızdan duymaları daha başka olur.”
“Ararım başımın belası, ararım. Önemli tanık filan derim, koruma altında derim; oldu mu?”
“Sağol Lokman Abi.”
“Yıkıl karşımdan!”
O sırada zil çaldı; Bora gelmişti. Kadriye, “biz gidiyoruz, amirim” dedi.
“Tamam. Kızı koruma altına alacağız. Siz gerekli işlemleri yürütün çocuklar. Ha, bu arada, Derya Hanım da kızla beraber korumaya alınacak.”
“Neden amirim? Tehlikede mi?”
“Emin değiliz ama biz önlemimizi alalım. Benimkilerin yanına gidecekler. Ben götüreceğim.”
“Amirim, bize anlatacaklarınız?”
“Oğlum, Mars’a gitmiyoruz; gelince anlatacağım. Siz birşeyler çözebildiniz mi bari?”
“Biraz. Büyük bir merakla sizi bekliyorduk.”
“Dönüşte anlatırım. Derya benimle kalacak. Sonra birlikte gidilecek. Hadi size güle güle. Ha, şu külubenin yerini hatırlıyor musun, kızım?” Kız, başıyla evetledi. “İyi. O zaman hastaneden sonra oraya gidin.” Kız, yine itiraz etmeye başladı, gözleri kocaman açılmıştı. “Merak etme, yanında kapı gibi iki polis var; bir şeycikler olmaz.” Kız, ağlamaya başladı. “Tamam, uzaktan göster. Sonra da siz, kızı bana teslim edince bölge emniyetiyle hemen oraya gidiyorsunuz. Anlaşıldı mı?”
“Emredersiniz.”
“Kızım, şikayet dilekçesi yazacaksın. Suç duyurusunda bulunacaksın, tamam mı?”
Kız, yine başını iki yana salladı.
“Ne yani? Yaptıkları yanına mı kalacak bu ırz düşmanlarının? Deli misin sen? Olmaz öyle şey.”
“O zaman niye hastaneye gidiyoruz, amirim?”
“Gidilecek. Küçük hanım da biraz sakinleşince fikrini değiştirir herhalde. Şimdi korkuyor, iyice ürkmüş. Siz gerekenleri yapın.”
“Emredersiniz.”
Onlar çıkınca Lokman telefona uzandı.
“Alo? Karıcığım, nasılsınız?”
“İyiyiz Lokman. Sen nasılsın? Geliyor musun?”
“Evet, birazdan geleceğim canım.”
“Yaşasın! Nihayet evimize dönüyoruz!”
“Yo, yo! Eve götürmek için gelmiyorum. Yemek yaptın mı?”
“Birazdan girecektim mutfağa. Neden?”
“Bugün fazla yap canım; sana iki konuk getiriyorum.”
“Ne? İki konuk mu? Buraya mı? Ayol, burada misafir mi ağırlanırmış? Yapma allasen Lokman.”
“Kimi getireceğimi duyunca bayılabilirsin; onun için otur. Senin o pek sevgili arkadaşın var ya, Derya manyağı, işte onu getiriyorum sana.”
Lerzan’ın bir anda içi çekilir gibi oldu, olduğu yere çöküverdi.
“Lerzan? İyi misin?”
“Ne... neden? Neden getiriyorsun?”
“Gelince kendisi anlatır.”
“Gönül rızasıyla mı?”
“Eh, pek değil. Mecburiyetten diyelim ama kendi ellerimle getireceğim. Ölümüm mü yaklaştı ne?”
“Ağzından yel alsın Lokman! O nasıl laf öyle! Derya’ya ne oldu? Bir şey olmuş yoksa sen hayatta yapmazsın böyle şey. Ne oldu? Başı belada mı?”
“Yav, gelince anlatır dedim ya. Hadi, sen doğru mutfağa.”
“Dur biraz, dur! Öteki kim?”
“Bir kızcağız. Zavallının biri. Neyse, gelince konuşuruz ama ben fazla kalamayacağım; çok işim var. Hadi, görüşürüz canım. Buradan bir şey istiyor musunuz?”
“Çocuklara bir şeyler alıver istersen. A, bir de yaşpasta, meyvalı olsun.”
“Tamam canım, öptüm.”
Lokman, telefonu kapattığında Derya’nın elinde valizle kendisini beklediğini gördü. Sehpanın üstünden kızın yazdığı kağıdı alıp katladı, cebine yerleştirdikten sonra “hadi” dedi, “çıkalım.”
- 6 -
Kadriye ve Bora, arkalarında diğer polislerle birlikte gizlenerek, yavaş yavaş inşaat alanında ilerliyorlardı. Üç polis, uzun zamandır taş üstüne taş konulmadığı bölge yaşayanları ve emniyetince bilinen inşaata daldılar. Diğerleri, arka taraftaki kulübeye doğru ilerleyerek bir anda çevresini sardılar. Bora, silahı ateşlenmeye hazır bir halde pencerenin altına sindi. Yavaş yavaş yerinde doğruldu; cam yerine çakılı tahtalarla burun buruna gelince bir küfür savurdu. Yarım santimlik bile ara yoktu tahtalar arasında. Çömelerek evin diğer tarafına geçti; orada da durum aynıydı. Koşarak Kadriye’nin yanına gitti. Megafonu alarak içeridekilere seslendi; “etrafınız sarıldı. Ellerinizi başınızın üstüne koyarak dışarı çıkın.” İçeriden ses seda gelmedi. Bora, anonsunu üç kez yineledi ancak ne bir hareket vardı, ne ses. “Haydi arkadaşlar, kapıya!” diyerek talimat verdi. İki polis kapıya yüklenirlerken, diğerleri ellerinde tabancaları alesta bekliyorlardı. Kapı gürültüyle kırıldı, iki memur içeri daldılar, silahlarıyla yüzseksen derece pan yaparak içeriyi kolaçan ettiler.
Duvarın dibinde biri yatıyordu. Arkası kapıya dönüktü. “Hey!” diye bağırdı Bora, “kalk!” Gövde, kımıldamadı. “Sana diyorum! Kalk çabuk!”
“Efendim, sızmış galiba” dedi memurlardan biri, “sanırım sokakta yaşayanlardan biri; belli ki dün geceki yağmurda buraya sığınmış.”
“Kaldırın şunu.”
Memurlardan biri adamın başucuna geçip namluyu doğrulttu, diğeri ayağıyla birkaç kez dürttü; gövde boş çuval gibi sallandı. Polisler birbirlerine baktılar. Dürten memur eğilip yatanın omuzlarından tuttu, çevirdi; “Allah kahretsin!” diye bağırdı, “ölmüş bu! Boğulmuş!”
“Boğulmuş mu? Kim, ne ister ki şu garibandan?” der demez Bora’yla Kadriye gözgöze geldiler.
“Yo” dedi Kadriye, “mümkün değil. O yapmış olamaz.”
“Belli mi olur? Can havliyle...”
“Diyelim ki öyle; kız çırpı gibi, Bora.”
“E, bu da bir deri, bir kemik, ufacık bir adam.”
“Ama ne demişti kız; iri yarı, şişmandılar, demedi mi?”
“Öyle mi dedi? Ha, o zaman bu onlardan biri değil ama sonradan gelmiş olabilir. Kız da o korkuyla adamın gırtlağına sarılmıştır.”
“Hiç sanmıyorum ama gözönünde bulundurmak lazım tabii bu varsayımı.”
“Amirim, adam leş gibi alkol kokuyor, işemiş de. Öldürüldüğünde dut gibiymiş anlaşılan; mücadele edememiş belli ki.”
“Belki. Olay yeri ekibindeki arkadaşlar, gerekeni yapıyorsunuz, değil mi? Dikkatinizi çeken bir şey var mı?”
“Kapının iç kısmında sürgü var, biraz önce kırdığımız sürgü. Dışarıda da asma kilit bulduk efendim, kırılmış.”
“Kutularca kibrit yakılmış, efendim. Ekmek, peynir artığı, bir de iki şişe boş şarap şişesi var” diye bilgi verdi başka bir memur.
“Parmak izlerini istiyorum. Saç, deri, ne bulursanız toplayın. Şişeleri de alın.”
“Efendim, masanın altında bir şey buldum; bakın.”
Uyduruk tahta masayı ters çeviren memur, dört ayağın üst plakayla birleştiği yerlerdeki incecik aralıklara sıkıştırılmış kağıtları alıp çıkardı. Kağıtları tek tek açtılar. Bir şirkete ait olduğu antetinden belli olan, hesap ekstresi çıkartılmış ve sonra bir bakkalın paket yapmak için kullanmış olduğu pek belli olan kağıtların arka yüzlerine çok silik birşeyler yazılmıştı.
“Neyle yazılmış bunlar? Kalem değil.”
“Ah, ben anladım; bak, bir kısmını kibritleri yakıp söndürmüş, ucuyla yazmış. Ama diğerleri öyle değil. Toka gibi bir şeyi muma batırıp yazmış, üstüne de parmağıyla toz sürmüş ki, görünsün. Kibritler azalınca böyle bir yol buldu demek ki. Bu, bizimkinin işi; aferin, akıllı kızmış” diyerek kocasını yanıtladı Kadriye. “Lokman Komiser’e olanı biteni hemen anlatmamız lazım. Kıza sorulması gereken bir dolu soru var şimdi.”
“Evet, haklısın. Arkadaşlar, adamın edep yerinden kıl istiyorum, DNA’sı yapılsın. Çok acil. Raporlarınızı en kısa zamanda bekliyorum. Hadi, kolay gelsin.”
“Emredersiniz.”
Dışarı çıkınca “vay anasına be!” dedi Bora, “n’oluyor bu insanlara? Millet birbirini gırtlaklayıp duruyor.”
“Gerçekten de öyle; son zamanlarda çok arttı.”
* * *
Bora’dan telefon geldiğinde Lokman, kapı ağzında ailesiyle vedalaşıyordu. Memurunun söylediklerini dinledikçe “ne!” diye bağırdı, “ne!” Telefonu kapattı, gerisin geriye ayakkabılarını çıkartırken “gitmiyorum” dedi, “biraz daha işim var burada.”
Lokman’ın geri döndüğünü gören Derya, gerildi. “Ne oldu?” diye endişeyle sordu.
“Kız nerede?”
“Mutfakta. Bulaşıkları ben yıkayayım diye tutturdu.”
“Şimdi sırası mı bulaşığın, yav! Çağırın, gelsin.”
“Bir kahve yapayım mı sana canım?” diye tatlı tatlı sordu Lerzan.
“Boşver kahveyi, çay koy sen. Yanına da bir dilim pasta isterim; zaten aklım kalmıştı.”
“Tamam canım.”
Biraz sonra Zehra ellerini kurulayarak salona girdi. “Gel bakalım” dedi Lokman, “otur şöyle. Derya, küçük hanıma şu yanındaki defterle kalemi ver. Bak kızım, ben şimdi sana bazı sorular soracağım, sen de cevaplarını yazacaksın; anladın mı?”
Kız, başını salladı ve merak içinde Lokman’a bakmaya başladı. Bu arada, pencerenin önünde oturan Şerife Hanım, mır mır dualar okuyup kızın üstüne üfleyip duruyordu.
“Oradan kaçarken seni kovalayan oldu mu?” Kız, ‘hayır’ yazdı.
“Peki, nasıl kaçtığını yaz bakalım bize.” Kız, haldır haldır yazmaya başladı. Uzun uzun yazdıktan sonra defteri Lokman’a uzattı.
‘Onlar gitmişlerdi ama her an gelebilirlerdi çünkü daha önce öyle olmuştu. Gök gürlüyordu, çok yağmur yağıyordu. O gürültünün arasında bir ses duydum. Birisi kapıyı kurcalıyordu. Çok korktum, köşeye büzülüp kaldım. Kapı, tahta bir kapıydı; çok uyduruktu ama benim kırıp açabileceğim kadar değil. Anladığım kadarıyla dışarıdan asma kilitle kapatıyorlardı. Adam, kurcaladı, kurcaladı ve sonunda kilidi açmayı becerdi. Kapı açılınca hem çok korktum, hem çok sevindim. İçerisi karanlıktı, mumu söndürmüştüm.’
‘Sen bağlı filan değil miydin?’ diye sordu Lokman okumasına ara vererek. Kız, defteri istedi ve yazdı; ‘hayır. Yalnızca şeyken, yani o durumdayken ağzımı bağlıyorlardı. Giderken çözüyorlardı. Ekmek yiyebilmem için.’
“Ha, anladım” dedi Lokman okuduktan sonra ve kaldığı yerden devam etti; ‘İçeri pejmurde, saçı başı dağınık, eski püskü giysili bir adam girdi. Islanmıştı. Kapının ağzında durup gözleri karanlığa alışıncaya kadar bekledi. Nefes almaya korkuyordum. Sonra beni gördü, ‘ooo, tatlı da varmış’ dedi. Peltek peltek konuşuyordu. Ben sesimi çıkarmadım. Sallana sallana bana doğru yürümeye başladı. Elinde şişe vardı. Şişeyi başıma indirecek diye öyle korktum ki! Birden yerimden fırladım. Yanından geçerken adam beni tutmaya çalıştı, bütün gücümle ittim ve kendimi dışarı attım. Sonra da hiç durmadan koştum. Kalbim duracak gibiydi, dizlerim titriyordu; çok yorulmuştum. Herkes yatmıştı, bütün evler karanlıktı. Bir tek ileride bir evin ışıkları yanıyordu ama çok aydınlık yanıyordu. Gizlene gizlene o yöne doğru gittim. Sokakta bir sürü araba parketmişti. Teker teker hepsinin kapısını kurcaladım, biri açıktı.’
Lokman, ters ters Derya’ya baktı. Niye baktığını anlamayan Derya’nın yüreği ağzına geliverdi.
‘Hemen arabaya girip arka koltuğun dibine, yere yattım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, abla geldi. Arabayı parkedene kadar gıkımı çıkarmadım. Sonrasını biliyorsunuz polis abi.’
“Peki kızım. Söyle bakalım, kitap okumayı sever misin?” Kızın yüzü aydınlanıverdi, evet anlamında başını salladı. “Dur, en çok ne tür kitaplar okuduğunu tahmin edeyim; şiir değil mi?” Kız, şaşırmıştı; bu sefer sesli baş salladı. “Hatta şiiri o kadar seviyorsun ki, yazıyorsun da.” Kız, sevinçle el çırptı. “Ve o durumdayken bile, yüreğindekileri yazabildin; hem de peynirin, ekmeğin sarılı olduğu kağıtlara kibritle, mumla, tozla.” Kızın heyecandan yanakları al al oldu. “Ne de iyi zulalamışsın kız, aferin sana ama gördüğün gibi bizden kaçmaz. Hepsini bulduk.” Kız, sesli sesli güldü. “Bak çocuğum” dedi Lokman, ciddileşmişti. “Bu böyle olmaz. Bu herifleri yakalamalıyız, cezalarını çekmeliler. Yazık değil mi sana? Niye yaptıkları yanlarına kalsın? Bugün sana, yarın başka masum yavrucaklara. Onları da düşünmen lazım.” Lokman konuşurken Zehra durmadan başını iki yana sallıyordu. “Neden ama yavrum? Bir şeyden mi korkuyorsun?” Kız, uzanıp defteri Lokman’dan aldı. ‘Çok korkuyorum polis abi.’ Lokman, uzaktan Zehra’nın yazdıklarını okuyunca “iyi ama neden?” diye sordu. Kız yine yazmaya koyuldu. ‘Abim.’
“Abin mi? Ne oldu abine? Bu herifler abinin düşmanları mı yoksa?”
‘Bilmiyorum. Belki de. Sadece bir tahmin.’
“Peki, neden kaçırılmanın abinle bağlantısı olduğunu düşünüyorsun?”
Kız, yazmayı sürdürdü; ‘abim kayıp. Ölse beni yalnız bırakmaz ama iki gündür yok. İşim var, birazdan gelirim deyip gitti, dönmedi. O gittikten iki saat kadar sonra da o iki adam beni kaçırdılar. Abimin başına kötü bir şey gelmemiş olsa beni bulurdu, ne yapar eder bulurdu. Onlar abime bir şey yaptılar polis abi. Yoksa abim beni bulurdu.’
“Abinin adı ne? Biz arayıp bulalım.”
Zehra, sevinçle el çırptıktan sonra yazdı, ‘Harun Rençber.’
Lokman, ismi görünce neye uğradığını şaşırdı, heyecanla yerinden fırladı ve o sırada elinde tepsiyle çay getiren Lerzan’a çarptı. Bütün bardaklar devrildi, çaylar döküldü.
“Hiii! Bir yerine geldi mi Lokman!”
“Hay sıçtığımının... Yok, yok, gelmedi. Sana bir şey oldu mu?”
“Önemli değil şekerim” dedi Lerzan. Acıdan kıpkırmızı olmuştu. “Su tutarım, geçer. Bir de melhem sürdüm mü bir şeycikler kalmaz.”
“Emin misin?”
“Vallahi yok bir şey. Deryacığım, sen çayları tazeler misin?”
“A, tabii hayatım.”
“Bana koyma” dedi Lokman, “gideceğim. Bak Zehra, oturup şu deftere her şeyi yazacaksın. Ta çocukluğundan başlayıp yazacaksın, tamam mı? Ama şiir diliyle değil, doğru dürüst yaz.” Kız, başını salladı. “Siz de bayanlar, her aradığımda bana okuyacaksınız.” Sonra defterdeki sayfaları yırtıp, cebindeki diğer kağıdın yanına yerleştirdi. “Hadi, eyvallah” deyip çocukları bile öpmeden evden çıktı.
Lokman, yol boyunca ‘vay anasına, yav!’ deyip durdu. ‘Vay anasına, yav! Bu nasıl iş, yav! Akıllara zarar! Kıza abisinin öldüğünü nasıl söyleyeceğim! Kız, ne olacak! Bu arada kendi işimizi bıraktık, habire İsmet’e çalışır olduk, yav! Hey Allah’ım! Benim manyak katil ne haltlar karıştırıyor bu arada kimbilir! Ulan dingil katil, dua et, leşini bulayım; yoksa elimden çekeceğin var!”
- 7 -
“A a! Bakın çocuklar, aynı kadın!” dedi Çiğdem.
“Hangi kadın?”
“Kara çarşaflı olan; şu kalabalığın arkasındaki.”
“Aynı kadın olduğunu ne bildin?” diye sordu Osman. “Öcü gibi kapkara, her tarafı kapalı.”
“Ama bak, hepsinde o var; kesinlikle aynı kadın.”
“Kadın olduğu ne malum? Belki de adamdır.”
“Elleriyle ayakkabılarını görmeye çalışalım. Hadi, başa alıp çarşaflıya yakın plan girelim.”
Dört kafadar, arşivin küçücük görüntü izleme odasına tıkışmışlar, ekrana odaklanmışlardı. Dosyalarını şişiren beş cinayetin tüm haber görüntülerini ve polis arşivindeki filmleri montajlatmış, pürdikkat izliyorlardı.
“Hah! Birinci cinayet görüntüleri. 16 Ocak, pazartesi sabahı, Beşiktaş” dedi Osman.
Lacivert bir özel arabanın bagaj kapısı açıktı. Başında 40-45 yaşlarında bir adam duruyor ve polislere birşeyler anlatıyordu.
“Bunları biliyoruz, geçelim” dedi Osman, “etraftakileri gösteren görüntülere bakalım.”
Film aktı ve bir yerde durdu. Kamera, polis kordonunun dışında kalan meraklılar üzerinde dolaşıyordu. “E, hani?” diye sordu Kadriye, “yok.”
“Ama ben görmüştüm. A, bak, bak; karşıdan geliyor” diye yanıtladı Çiğdem. Gerçekten de çarşaflı, hızlı adımlarla gelip diğer insanların arasına karışıp durdu. Artık sadece başının bir kısmı görünüyordu.
“Geri alalım” dedi Osman. Film geri alındı ve çarşaflı, kaldırımdan caddeye inerken “dur” dedi. “Şimdi ayaklarına girelim.” Evet, ayaklar ekranı kaplamıştı.
“Siyah mokasen” dedi Bora, “kadın da giyer, erkek de.”
“Ama baksana, ayaklar kocaman; çocuk mezarı gibi.”
“İri ayaklı kadın olmaz mı canım! Belki bu da onlardan biridir.”
“Elleri görünmüyor; başka görüntülere geçelim.”
Film yine aktı ve durdu. “Bu, ikinci cinayetin görüntüleri. 5 Mart, pazartesi.”
Sur duvarı dibinde yatan bir gençkızın cesediydi görüntüdeki. “Arkadaşlar, kalabalığa bakacağız. Bakın, insanlar toplaşmış yine. Şu merakımızı milletçe başka şeylere yönlendirsek ehya oluruz! Evet, bizimki yine orada. Haklıymışsın Çiğdem, tebrikler. Dur, dur; çarşafını düzeltiyor, ellerini görelim” dedi Osman. Ellere zum yapıldı ve dördü birden aynı anda çeşitli sözlü tepkiler verdiler çünkü çarşaflı, eldiven takmıştı. “Diğerlerine bakalım” dedi Osman.
Berivan Yorgun cinayeti dışındaki dört olayda da aynı çarşaflı, ahalinin arasındaydı ama kendini başarıyla gizlemişti. Erguvan Terim’in olayında Lokman’ın medyayı bilgilendirdiği görüntülerde çarşaflı, kameramanların dibine kadar girmişti. “Görüyor musunuz” diye sordu Bora, “amirime nasıl bakıyor?”
“Gözü çıksın inşallah!” diye ilendi Çiğdem.
“Yakınlaştıralım” diye görevliye komut verdi Osman. Yüz, ekrana geldi. Sadece gözler görünüyordu. Kaşlar bile kapalıydı.
“Ay, bana fenalık geldi!” dedi Kadriye, “nasıl daralmıyorlar şunun içinde!”
“Koyu renk” diye söylendi Osman, “Gözleri koyu kahve veya siyah.”
“Ama sana bir şey diyeyim mi, cart mavi gözler bile bazen kömür gibi görünüyor, biliyor musun? Televizyondaki kadın programlarında filan sunucu sanatçıya ‘bayılıyorum gözlerine; bakar mısınız, masmavi, deniz gibi’ diyor ama bakıyorsun, kadın kara kara bakıyor. Bir de bunun ki zaten örtüsünün gölgesinde; yani açık renk olabilir” dedi Çiğdem.
“Sahi mi? Bak, bu enteresan bir bilgi. Arkadaşım, gözlere girebilecek miyiz?”
“Tabii.”
Ekrandaki bir çift göz, pek net olmasa da kendilerine bakıyordu. “A-ha!” dedi Kadriye, “lens takmış.”
“Lens mi takmış? Nereden anladın?”
“Baksana, manasız manasız bakıyor, mat mat; ne can var, ne fer. Hem, boyayla boyanmış gibi mi olurmuş hiç; içinde azıcık da olsa noktacıklar, renk kırıkları filan olur; bunda zerresi yok. Ben derim ki, yüzdeyüz değilse de, büyük bir ihtimalle lensli bu.”
“Ve bu da, kişinin gözlerinin renkli olduğunu söyler bize. Düz kahverengi ya da siyah olsa gerek duymazdı lens takmaya, öyle değil mi? Öyle ya, niye kendi renginde lens taksın ki? Kızlar, bu engin bilgi ve dikkatinizden dolayı, teşkilatımız adına sizi can-ı gönülden kutluyor, yürekten kucaklıyorum” dedi Osman. “Valla, helal olsun.”
“Olsun valla” dedi Çiğdem.
“Arkadaşım, üzerinde durduğumuz karelerden çıkış almanı rica edeceğim” dedi Osman. “Hadi arkadaşlar, havasızlıktan boğulacağım; çıkalım.”
Lokman da az önce gelmiş, gelirgelmez de İsmet’i odasına davet etmişti. Kahve içmeye çağırıldığını sanan İsmet, meslektaşının anlattıklarını dinleyince şaşıp da kaldı. “Valla ne diyeceğimi bilemiyorum Lokman” dedi. “Hayretler içindeyim.”
“Ben ne diyeceğimi biliyorum” dedi Lokman, “aybaşında maaşının yarısını rica edeceğim.”
“Ha, olur, görürsem söylerim. Kulübede bulunan kağıtlar nerede?”
“Bora’da olmalı, daha ben de görmedim.”
“Bora’da mı? Sahi, senin çocuklar nerede?”
“Yüksek müsaadelerinle, kendi işimizle ilgileniyorlar. Dur şimdi, bak” diyerek daha önce İsmet’in gönderdiği dosyayı koydu masanın üstüne. Sayfaları çevirdi ve şiirlerin yazılı olduğu kağıtları buldu Lokman. Sonra cebindeki kağıtları çıkartıp diğerlerinin yanına koydu. “Bak” dedi, “gördün mü, aynı yazı.”
“Ver bakayım. Sahi be, aynı. Demek ki, Harun’la yaşayan kadın, kardeşiymiş. Ve Harun işi olduğunu, iki saat kadar sonra geleceğini söyleyip gitmiş, biraz sonra da iki herif gelip kızı kaçırmışlar. Yani, kız kaçırıldığında Harun yaşıyormuş. Peki, o zaman aralığında Harun eve gelmemiş mi? Gelse, kardeşinin yokolduğunu görürdü. Demek ki gelmemiş ya da gelememiş.”
“Ya da geldi ama kızı bulamadı. Başına bir iş geldiğini, kaçırıldığını anladı çünkü Harun’un bilmediğimiz ikircikli bir işi vardı. Hemen adamlara ya da her kimse ona gitti ve akşamına da Allah’a havale edildi.”
“Evet, öyle de olabilir. Düşmanı var mıymış, yok muymuş diye kıza sordun mu?”
“Soru mu şimdi bu! Tabii sordum; bir şey bilmiyor.”
“Lokman, kızı korumaya aldığın iyi olmuş ama benim de konuşmam lazım oğlum onunla.”
“Ne konuşması! Konuşamıyor ki garibim.”
“Ya, her neyse, yazışmam lazım.”
“Yav İsmet, çok nankörsün, ha! Şurada senin yerine her işini yapıyorum; armut piş, ağzıma düş durumlarındasın, hâlâ vır vır ediyorsun be kardeşim.”
“Allah Allah! Ben mi dedim! Olaylar öyle gelişti de, ondan; tamamen tesadüfi. Rica etsem sanki parmağını oynatırdın da!”
“Oynatmazdım tabii; benim işim beni aşmış, bir de senin şahidinle şuhudinle mi uğraşacaktım! Yok yav, başka?”
Onlar öyle şakayla karışık ağız dalaşındalarken kapı vuruldu ve Lokman’ın ekibi içeri girdi.
“Hah! Geldiniz mi? Neredesiniz be çocuklar? Kızın yazdığı kağıtlar nerede? Verin bakayım bana; çabuk, çabuk, çabuk!”
“Ama amirim...?” dedi ve sesini kesti Osman.
“Ne, ama amirim, ne? Verin şu kağıtları.”
Bora, kağıtları uzattı. Lokman, hemen katlarını açarak bir sayfasını diğerlerinin yanına koyacaktı ki, “a, bu büyük harfle yazılmış” dedi, “herhalde okunaklı olsun diye böyle yazmış. Baksana İsmet, kızcağız kibritleri yaka yaka yazmış, hem de ambalaj kağıdına. Bir kısmında teknik değiştirmiş, belli ki zorunlu bir değişiklik olmuş bu; erimiş muma sivri bir şey batırarak yazmış, mum soğumadan da toz, toprak sürmüş üstüne ki, yapışsın da yazı görünsün. Akıllı kız.”
“Zavallı kız” diye araya girdi Kadriye, “kendinizi onun yerine bir koysanıza; kimbilir neler hissediyor, ne kadar acı çekiyordu.”
“Belki de o yüzden büyük harfle yazdı” dedi Çiğdem.
“Nasıl yani?” diye sordu Lokman.
“İçimdekileri şu veya bu nedenle dışa vuramaz ya da vurmazsam, yazarım. Ancak öyle birazcık rahatlayabiliyorum. Üzüntülerim, kızgınlıklarım ya da her neyse, duygularım çok yoğunsa farkında olmadan büyük harfle yazıyorum; daha doğrusu yazıyormuşum. Sonradan farkettim. Dışavurum yollarından birinin önemli bir detayı.”
Lokman, Çiğdem’e olması gerektiğinden uzun bir süre baktıktan sonra “ya” dedi, “demek öyle oluyor. Eh, kızcağız kazma gibi yazmış olsaydı da haklıydı.”
“Amirim, okuyalım mı?” diye bir heves sordu Çiğdem.
“Osman, bir ara hatırlat da, ne kadar şiir antolojisi varsa alalım da hediye edelim, doya doya okusun, yoksa Çiğdem’in bu şiir hastalığı beni hasta edecek!”
“Ay, çok teşekkür ederim, amirim” dedi Çiğdem sevinçle; ciddiye almıştı.
‘Bu kız saf mı, cin mi; bir türlü anlayamadım’ diye düşündü Lokman ve okumaya başladı. “TÜM GÜCÜMLE KASTIM KENDİMİ, CANIM YANINCAYA DEK GERDİM BEDENİMİ; OLMADI, OLDURAMADIM./ HER BİR HÜCREMİN ÇIĞIRINDAN ÇIKMIŞÇASINA KENDİNİ ORADAN ORAYA SAVURMASINI DURDURAMADIM./ DEBELENMEM BOŞUNAYDI, BİLİYORDUM/ MECALİM KALMAMIŞTI, BOĞULUYORDUM./ BUNLAR KİM, NEREDEYİM, NEDEN BUNLARI YAŞIYORUM, BİLMİYORUM./ BİLİNMEZLİKLER İÇİNDE TEK BİLDİĞİM, ÖLÜP ÖLÜP DİRİLDİĞİM./ AH, HERŞEYİM/ NEREDESİN/ NEREDESİN/ NEREDESİN./ İlk yazdıkları bunlarmış. Diğerlerini de okuyalım bakalım.
RUHUM TİTRİYORDU, CİSMİM TİTRİYORDU, PAMUK İPLİĞİNİN UCUNDA HAYATIM TİTRİYORDU/ GECEYE SARILDIM BİN UMUTLA/ SEVGİNİN SICAĞINI ARADIM/ BULURSUN BENİ SANDIM/ GELMEDİN/ GELMEDİN/ NEREDESİN./
Çok aşikar ki, bunlar annesine yazılmamış. Belli ki abisine yani Harun’a soruyor ‘neredesin’ diye.”
“İki kardeş ne kadar da bağlılarmış” dedi İsmet. “Ama sanki bir gariplik var ifadelerde; sanki abiden çok sevgiliye yazılmış gibi.”
“Bana da azıcık öyle geldi, yav” dedi Lokman, “ama olabilir mi? Belki. Ne de olsa üvey kardeşler. Neyse, devamını da okuyalım bakalım.
BİR BU TAHTA SEDİR ÇIPLAK, BİR DE BEN/ BİR TAHTAKURULARI KURU TAHTADA, BİR DE BEN/ BİR ÖZGÜRLÜKTÜR ÖZLEMİM, BİR DE SEN/ NEREDESİN./
Öteki sayfaya geçiyorum; SEN GİTMESEYDİN ONLAR BENİ/ BU SEDİRDE BAĞLAYIP ELLERİMİ, GÖZLERİMİ/ SEN GİTMESEYDİN ONLAR BENİ...../ AYAK SESLERİ!/ KORKUYORUM!/ YİNE Mİ, YİNE Mİ, YİNE Mİ!/ NEREDEYSEN AL BENİ DE YANINA/ AL BENİ DE/ AL BENİ./
Geldik son sayfaya; BİR BÖCEK DOYUYOR ETİMLE LOKMA LOKMA/ HER AN CANIMDAN CAN ALMAKTA/ RUHUM, AH ZAVALLI RUHUM/ AĞLAMA./
Çok berbat bir durum yav! Bir de kızı bir görseniz; incecik, naif, sevimli, hassas ve çok korkmuş, çok.”
“Zavallı. Artık ömür boyu bu kâbusu yaşar hep” dedi Kadriye.
“Amirim, abisinin öldüğünü söylediniz mi?” diye sordu Çiğdem.
“Yok be kızım, dilim varmadı, söyleyemedim. Zaten kız lal olmuş yaşadıklarından, bir de abin öldü diye nasıl derim? Diyemedim.”
“Siz ne derseniz deyin, bu kız abisine âşık” dedi İsmet Komiser.
“Öyle gibi. Yaz dedim, bir defter verdim eline, çocukluğundan bu yana ne yaşadıysan, hepsini yaz, dedim. Bakalım neler öğreneceğiz.”
Elini Lokman’a uzatıp “rica edeyim” dedi İsmet, “bunları da kendinde tutacak değilsin herhalde.”
“Bir ara kopyasını gönder ama” diyerek kağıt tomarını meslektaşına verdi Lokman. “DNA sonuçlarını ne zaman alacağız çocuklar?” diye elemanlarına sordu sonra.
“En az bir haftası var, amirim.”
“Daha önce olmuyor, biliyorsun” derken yerinden kalktı İsmet. “Biz de bekliyoruz. Ha, bu arada, İrfan itinin telefon numarasından başkası çıkıyor. Alakasız bir telefonun numaralarını tuşlamış hizmetçi kız. Bir hizmetçi bunu neden yapsın?”
“Çok uyanık bir kadın o” dedi Osman. “İrfan gelmemiş mi evine, İsmet Komiser’im?”
“Gelmemiş. Çocuklar oradalar. Neyse, artık ben gideyim. Sağolun çocuklar. Merak etmeyin, emekleriniz karşılıksız kalmayacak.”
“Ne yapacaksın? İkramiye mi vereceksin?”
“Belli mi olur?” derken gülüyordu İsmet.
Odada yalnız kalırkalmaz “bir ipucu bulduk, amirim” diye atıldı Osman, “deminden beri söyleyemedim, çatlayacaktım.”
“Hadi ya, neymiş bakalım?”
“Siz medya görüntülerini istemiştiniz ya amirim; sizin işiniz çıkınca zamandan kazanmak için biz montajlatıp inceledik, efendim. Bir kadın var, kara çarşaflı. Üçüncüsü hariç tüm cinayet görüntülerinde, halkın arasında o kadın var. Tesadüf olması imkansız.”
“Hadi be! Aferin çocuklar, aferin. Kadın hakkında bir şeyler öğrenebildiniz mi?”
“Yok, amirim. Kadının her yanı kapalı; hiçbir yeri görünmüyor ki; bir sürü kara kumaş.”
“Eee, ne olacak o zaman? Bir boka yaramayacak bulduğunuz ipucu; neye seviniyorsunuz, anlamadım.”
Dört polis memurunun da omuzları düşüverdi. Hiç memnun edemeyecekler miydi bu adamı?
“Ama efendim” diye söze girdi Bora, “bu da çok önemli, değil mi? Hem kızların yardımıyla, lens taktığını da biliyoruz. Koyu renk lens taktığına göre gözleri açık renk.”
“Aferin kızlar, aferin. Başka?”
“Ellerine, ayaklarına baktık; iri iri. Mokasen ayakkabı giymiş, ellerine de eldiven takmış; yani kadın mı, erkek mi, anlayamadık.”
“E, her çarşaflıya saldırıp gözüne parmak sokacak değiliz herhalde” dedi Lokman. “Bu bilgi, aklımızın bir kenarında dursun bakalım. Asıl benim size somut verilerim var. Şu tahtada yazılanlardan bir şey anladınız mı bakalım?”
“Anladık tabii amirim ama siz anlatırsanız daha iyi anlarız” dedi Çiğdem sırıtarak.
“İyi. Dinleyin o zaman.”
Lokman, katilin hangi mantık silsilesine göre cinayetleri işlediğini memurlarına uzun uzun anlattıktan sonra “haydi, şimdi yazalım” dedi.
Adı A, soyadı Z harfiyle başlıyan biri var listede.
AZ
Berivan Yorgun
CV
DU
ErguvanTerim
Fikri Şereflioğlu
GS
HR
ItırParlar
İÖ
JO
KN
Ve Allah’a şükür yaşıyorum ama maalesef ben;
LokmanMansuroğlu
Şimdi, çocuklar, besbelli boşlukları dolduracak bu manyak. Onun için bu kişileri derhal bulmalıyız. Önce dikkatlice bakın bakalım, çağrışım yapan uyumlu isim, soyadı var mı? Biraz düşünelim.”
Odayı sessizlik kapladı. Hepsi gözlerini kısmış, listeye derin derin bakıyorlardı. Çiğdem birden “Harun!” diye bağırdı, “bakın, Harun uyuyor; Harun Rençber, H R. Ve öldü.”
“Sahi be! Aferin kız sana!”
“Ama amirim, Harun’u bizimki öldürmüş olamaz. Her şeyi yerli yerindeymiş maktulün ve de ne rakam varmış bedenine yazılı, ne de harf” diye atıldı Kadriye.
“Sana da aferin. Bu H.R.’yi beyninizin bir köşesine yazın, çocuklar. Aslına bakarsanız, benim de aklıma biri geliyor.”
“Kim amirim, kim?”
“Önce bir telefon etmem lazım.”
Lokman, tuşlara bastı, kısa bir süre bekledikten sonra “Alo” dedi, “Lerzan, sana bir şey soracağım ama kimseye çaktırma ve sonra da ağzını sıkı tut, anlatma sakın, tamam mı? Derya’nın soyadı neydi? Ya... Yok, yok bir şey canım. Hani, şahitlik filan için gerekirse diye sordum. E, söyleme şimdi canım, tedirgin olmasın kadın. Zehra yazıyor mu? Dolmakalem mi istedi? La havle... İyi, alırız bir tane. Heves etti zaar. Hadi, görüşürüz canım. Öptüm.”
Ahizeyi yerine koyarken “maalesef bu da uyuyor” dedi, “Derya Uğur. D.U. Ve bir de İ.Ö, İrfan Örücü. Şu zengin herif.”
“Şükür Allah’ıma, listede biz yokuz” diye mırıldandı Kadriye.
“Çocuklar, bu sıralamada görülen ilk harflere göre İstanbul il sınırları içindeki herkesi tarayın.”
“Samanlıkta iğne mi arayacağız yani, amirim?”
“İğne, toz, bit; o isimler bulunacak. İsterse milyonlarca olsun, bulunacak.”
“Hepsini tek tek arayıp ‘yakında öldürüleceksiniz’ mi diyeceğiz amirim, telefon sapıkları gibi?”
“Hayır, özelliklerine göre eleyeceğiz. Kalanları da korumaya alacağız haber vermeden. Of! Çok zor bu iş yav! Çok zaman kaybettirecek bize. İnşallah yakalarız da bütün bunlara gerek kalmaz ama siz şimdi doğru bilgisayar başına. Haydi, göreyim sizi çocuklar.”
Memurları, oflaya puflaya odadan çıktılar. Lokman, tam düşüncelerini toplayıp Derya’yla Harun’un ve İrfan’ın listede bulunma olasılığı üstüne odaklanmaya çalışıyordu ki, İsmet Komiser, kapıyı filan vurmadan paldır güldür odaya daldı.
“Adamımız vurulmuş.”
“Ne! İrfan’ın kapısına diktiğin memurlardan biri mi vurulmuş!”
“Yok be! Allah korusun! İrfan vurulmuş, cesedi Polonezköy yolunda, bir hendekte bulunmuş.”
“Hadi yav! Ölü mü, yaralı mı?”
“Ölmüş, hemen oracıkta.”
“Tüh be! Konuşturamayacağız yani.”
“Olay narkotikte. Büyük parti ihbarı varmış zaten. Çıkar çatışması ve grav grav.”
“Uyuşturucu mu satıyormuş yani?”
“Baba partiler halinde hem de.”
“Belliydi bir boklar karıştırdığı zaten. Evde arama yapmışlar mı?”
“Yapmışlardır herhalde, sormadım. Belki Harun da uyuşturucu yüzünden öldürüldü.”
“Sanmam yav, adam meteliğe kurşun atıyordu; bahçevanlık yapıyor, kulübede yaşıyordu. O da bu işlerin içinde olsa ne demeye elalemin toprağını kazarak para kazanmaya çalışsın ki? İrfan’ın evinde çalışanları da almışlar mı?”
“Almışlar ama garip olan bir şey var Lokman, hepsi erkek; kız yok.”
“Olur mu yav, kız vardı ya, kapıyı açan kız.”
“Biliyorum ama o yok piyasada.”
“Söyledin mi narkotiğe?”
“Söyledim, tarif ettim, adını verdim.”
“Yav, yoksa hepimiz aynı adamın peşinde miyiz? Amma komik olur ha!”
“Komik momik, inşallah öyledir de biz de faili bulduk der dosyaları kapatırız.”
“İnşallah. Valla hepimizin canı çıktı şu manyak yüzünden. Nasıl vurulmuş, neyle?”
“Balistikten gelen rapora göre iki el ateş edilmiş; biri kalbine, öteki beynine. Profesyonel işi. Temiz iş.”
“Vay anasını yav! Neyse, biz kendi işimize bakalım.”
“Beni şu kızla ne zaman karşılaştıracaksın Lokman?”
“Dur yav, bekle azıcık. Senin için yazıyor kızcağız işte. Ha, dolmakalem istemiş, e alırsın artık bir tane.”
“Ben tanımadığım kimseye çöp bile almam arkadaşım. Madem o kadar kıymetli, kıyı bucak saklıyorsun kızı, dolmakalemini de sen al. Hadi eyvallah.”
İsmet Komiser kapıyı kapatınca Lokman, telefona uzanıp dahili numaraları tuşladı.
“Alo? Ben Cinayet Masası’ndan Komiser Lokman Mansuroğlu. Şu İrfan Örücü olayıyla ilgili bir sorum olacaktı. Dosya kimde?”
“Ben memur Şevket, komiserim. Dosya bizim ekipte. Buyurun?”
“Evde sıkı bir arama yaptınız, değil mi?”
“Tabii.”
“Enteresan bir şey buldunuz mu? Hani sıradışı, orada olmaması gereken?”
“Ne gibi, komiserim? Ne arıyorsunuz?”
“Karaçarşaf.”
“Çarşaf mı? Yatak takımları hakkında bir bilgim yok efendim. Hemen araştırır, size dönerim.”
“Yatağa serilen çarşaf değil be oğlum, hani kadınların giydiklerinden.”
“Ha... Pardon... Hayır, bulunmadı ama neden, komiserim? Olması mı gerekiyordu?”
“Bilmiyorum. Bir ihtimal, belki olabilir demiştim. Peki, yanında çalışanlar kaç kişiymiş? Hepsini yakaladınız mı?”
“Eldeki bilgilere göre evet, beş kişiyi aldık ama gizli çalışanları varsa, pis işlerini halledenler filan, onu bilmem.”
“İriyarı iki adam var mı içlerinde, ızbandut gibi?”
“Hepsi öyle, efendim. Neden soruyorsunuz komiserim, şüphelendiğiniz bir şeyler mi var?”
“Var ya... İsmet Komiser anlatmadı mı?”
“Az önce amirimle konuşuyorlardı ama henüz bizim bir bilgimiz yok. Öneriniz var mı?”
“Evet. Hepsinin tırnak içlerinden örnek alıp analiz ettirin ve lütfen sonucu bana ve İsmet Komiser’e bildirin. Sizin olayın bizim dosyalarla ilintisi olduğunu düşünüyoruz.”
“Öyle mi? Emredersiniz amirim ama bu talebi yazılı olarak birime bildirmeniz gerekiyor, biliyorsunuz.”
“Biliyorum, biliyorum. Neyse, tamam, sağol oğlum.”
‘Aslında’ diye düşündü Lokman kapattığı ahizeden gözlerini almadan, sanki az önce konuştuğu memura söyler gibi, ‘aslında bizim kesik dil cinayetleriyle bir alâkası yok gibi ama sen yine de dediğimi yap aslanım; ne olur, ne olmaz.’
Üzerinde katilin cinayet listesi olduğu varsayılan sıralı harflerin yazılı olduğu beyaz tahtayı masasının tam karşısına koyarak yerine geçen Lokman, maktullerin bedenine yakılarak yazılan denklemlerin yazılı olduğu kağıdı sümeninin üstüne koydu. Bir tahtaya, bir kağıda bakarak düşünmeye başladı, bilgilerin ve verilerin üstünden bir kez daha geçti. ‘Ulan’ dedi kendi kendine, ‘en sinir olduğum da, koca bekleyen kızlar gibi el el üstünde, el şey üstünde oturup beklemek. Bir halt yok ki elimizde, Osman’ın dediği gibi çıkarsımalar yapalım da olaya bodoslamadan dalalım, hareket olsun. Öyle oturuyoruz; düşün babam, düşün. Allah’tan şu şifrecibaşılar şunları buldular da biraz ilerleyebildik diyebiliyoruz. Allah kahretsin senin gibi katili, e mi! Elimiz, kolumuz bağlı kaldık, yav!
Yav, neden dil kesip duruyor bu yedi sülalesini şey ettiğimin manyağı? Ne alıp veremediği var elalemin diliyle? Hem neden b’yi atlamış ki? Bunda da bir bit yeniği var; yazdığı bütün değerlerin karşılığı var ama sıralı gidilince denklemlerde olması gereken b yok; olmayınca değeri de yok tabii. Bunu bulmak lazım; şu değersiz b, bir yerlerden çıkabilir, hem de büyük bir değerle. Yoksa anahtar o mu? Ooof! Daraldım!’
Tekrar telefona uzanan Lokman, bir süre karşı tarafın sesini duymak için bekledi. “Hah! Neredesiniz yav!”
“Zehra’nın yazdıklarını okuyorduk Lokman abi.”
“Yazıyor mu? İyi, iyi. Sen Lerzan’ı ver bakayım bana artiz hanım.”
“Artizliğim mi kaldı be Lokman abi! Hatırlatma allasen, içim yanıyor. Dur, veriyorum.”
“Alo? Canım?”
“N’aber karıcığım?”
“Hiç, ne olsun? Bıraktığın gibiyiz.”
“Ne yaptınız benden sonra?”
“Zehra’ya banyo yaptırdık. Kızcağızın üstünde hâlâ o aşağılıkların pisliği duruyordu. İğrenç yaratıklar! Sonra rehavet çöktü herhalde, bir saat filan uyudu. Şimdi de yazıyor, işte.”
“E, sevgili arkadaşınla kaynatmışsınızdır artık.”
“Yok, daha ona sıra gelmedi, gece inşallah.”
“Gece mi? Hadi be! Neyse, Lerzan, bi zeytinyağlı attırıversene.”
“A a! Geliyor musun?”
“Hemen değil. Gelirken balık, roka filan alacağım. İstediğin bir şey var mı?”
“Ya... Şey... Lokman, ucuzundan mucuzundan bir dolmakalem alıverir misin kızcağıza? Yazısının ilk satırı ne biliyor musun? ‘Senin hiç dolmakalemin oldu mu polis abi?’ Ağladım vallahi.”
“Hadi yav! Alırım, alırım, merak etme. Hadi, görüşürüz.”
“Görüşürüz canım.”
‘Niye dolmakaleme bu kadar takmış ki?’ diye düşündü Lokman. ‘Neyse, gidince anlarız.’
Kapı vuruldu ve içeri Osman girdi. “Amirim, medya ordusu aşağıda sizi bekliyor” dedi. “Ne emredersiniz?” Derin bir of çeken Lokman, “vur!” dedi, “ya onları, ya beni vur! Ne diyeceğim şimdi ben onlara yav! Nereden çıktılar şimdi durup dururken? Yeni olay yok, bir bok yok; bir yerlerine kim ne batırdı da, kapıya dayandılar!”
“Valla bilmiyorum, amirim. Ne yapacaksınız?”
“Hiç. Kaçacak halim yok herhalde, çıkıp şey edile edile demecimizi vereceğiz. Siz ne yaptınız?”
“Var gücümüzle çalışıyoruz, efendim.”
“Aferin, aferin, çalışın. Çalışmayana ekmek yok.”
Osman, dilinin ucuna kadar gelenleri tutup yutmak için epey zorlandıktan sonra, “haklısınız amirim” dedi, “bir emriniz var mı?”
“Hayır. Ben çıkıyorum.”
Ana kapıdan çıkar çıkmaz medya saldırısıyla karşılaştı. “Tamam arkadaşlar, tamam. Takdir edersiniz ki, sizlere fazla bilgi veremeyeceğim ancak şu kadarını söyleyebilirim; sona geldik. O caninin yakalanması gün kadar kısa bir zamanda gerçekleşecektir. Vatandaşımız müsterih olsun.”
“O zaman çok önemli şeyler buldunuz. Neler olduğunu bize de söyler misiniz?”
“Arkadaşlar” dedi Lokman sinir içinde, “siz kimden yanasınız? Suçludan mı? Bildiklerimi size söylersem katilin ekmeğine yağ, bal sürmüş olmaz mıyım? Neden cevaplamayacağım sorular soruyorsunuz! Sizin bize yardımcı olmanız gerekmiyor mu! Arkadaşlar, lütfen! Lütfen! Çok yakında o iblisi karşınıza çıkaracağım diyorum. Bu kadar!”
Lokman, iyice hırslanmıştı. Aslında kızgınlıkla söylediklerine söyler söylemez pişman olmuştu; medyayla takışmanın bir âlemi yoktu ama bazen öyle saçma, gereksiz, cevapsız sorular soruyorlardı ki, delirmemek işten bile olmuyordu.
Kaportacı bir tanışının ‘doktor hanımdan valla’ diyerek kakaladığı bilmem kaçıncı el takasına binerken ‘gün kadar kısa zamanda yakalayacağız, dedim; iyi halt ettim. İki gün sonra bunlar ensemde boza pişirmeye başlarlar’ diye düşündü. ‘Yandın oğlum Lokman.’ Gaza basıp caddeye çıkınca dikiz aynasından arkasına baktı, medyacılar katarı ardından geliyorlardı. ‘Beni mi takip ediyorlar yav! Bir bu eksikti!’
Sıraselviler Caddesi’nden sokağa saptı. Arkasından gelen tek bir araç bile kalmamıştı. Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü’nün çıkmazına girip arabayı parketti. Arabadan inip içeri girdi, meslektaşlarını bir çay içimlik ziyaret ettikten sonra oradan ayrıldı. Yürüyerek İstiklal Caddesi’ne çıktı. Rotası Balık Pazarı’ydı ama bu arada Zehra’ya dolmakalem alması gerekiyordu. Mis Sokak’a girdi, sol tarafta bir kırtasiyeci olduğunu hatırlamıştı. Yaşlı adam çeşit çeşit dolmakalemleri dizdi tezgaha, Lokman orta halli bir tanesini seçerek aldı. Pasajdan tekrar İstiklal’e çıktı, Balık Pazarı’nın mis kokulu hengâmesine daldı.
- 8 -
Bir tabak fındık, fıstık ve iki soğuk birayla kocasının yanına gelen Şükufe, “bana da biraz yer aç Hico” dedi, “amma yayılmışsın, ha.”
Hicabi, ayaklarını kanapeden indirirken “gel, bir tanem” dedi, “bak, birazdan o yarışma başlayacak.”
“Hangisi? Yarışmadan bol bir şey yok ki şu aralar.”
“Ya, bize gelen kızın katıldığı var ya; neydi adı?”
“Kızın mı? Rana.”
“Ha, işte, o kızın katıldığı yarışma başlayacakmış. İlk bölüm.”
“Ne çabuk ayol! Daha dün bir, bugün iki.”
“Ne bileyim, öyle anons ettiler.”
“İyi, seyrederiz tabii. Hico, ne olacak bu Şebboy’un hali?”
“Koskoca kadın, bana ne be Şükufe?”
“Bana ne olur mu hiç! Ablan o senin.”
“Valla, karışmam onun işine. Biliyorsun huyunu; karışırsam, ne olursa olsun, senin yüzünden der, ihale benim üstüme kalır; ondan sonra ömür boyu vicdan azabı çek, dur. Tabii bir de Şebboy Hanım’ın dırdırı da cabası. Bana ne, ne yaparsa yapsın; ister boşansın, ister nikah tazelesin! Umurumda değil, Şükufe. Ya, boş ver, tadımızı kaçırmayalım be karıcığım. Sen ver bakayım benim biramı. Hadi gel, şerefe.”
“Şerefe, canımın içi.”
Bir elleri aralarında duran yemiş tabağına devamlı gire çıka televizyon izlemeye başladılar. Program başladı; sunucu bayan, sanki kırk yıldır görmediği akrabalarına kavuşmuş gibi kollarını iki yana açarak, ağzı kulaklarında sahneye çıktı, jüri tanıtıldı, kamera salonu dolduran seyircilerin üstünde dolaştı. Konuyla ilgili, ilgisiz kağıtlar kaldırıldı, eller sallandı ve nihayet yarışmacıların sıralarını bekledikleri oda görüntüye geldi. Hepsi elele tutuşmuşlar, heyecan içinde bekleşip duruyorlardı.
“A, bak Hico, Rana’ya bak!”
Hico, Rana’ya baktı, gözlerinde tedirginlik gördü. “Heyecandandır” dedi Şükufe. “Dur, Kısmet’e haber vereyim de o da izlesin.”
Kısmet, heyecan içindeydi. “Kız Şuşu, o herif de orada!” diye bağırdı.
“Hangi herif?”
“Rana’yı döven o aşağılık! Orada, seyircilerin içinde! Kıza bir şey yapmasın sakın?”
“Sahi mi diyorsun?”
“Vallahi diyorum. Televizyonda görmüştük ya, tanıdım; yemin olsun o!”
“Eyvah! N’apıcaz?”
“Bilmem ki? Oraya gitsek mi?”
“O-hooo! Biz oraya gidinceye kadar atı alan Üsküdar’ı geçer be Kısmet. Dur, ben komisere haber vereyim.”
“Hah! En iyisi o. Vereceksin ama değil mi?”
“Tamam Kısmet. Hemen arayacağım. Hadi, kapat sen şimdi.”
Kısmet telefonu kapatır kapatmaz Şükufe, Lokman’ı aramak üzere tuşlara basarken “duydun mu Hico?” dedi, “o dayakçı herif seyircilerin arasındaymış. Komiseri arıyorum şimdi.”
“Alemin derdi yine mi sizi gerdi” diye çıkıştı Hicabi. “Ortalığı velveleye vermeyin. Ne olmuş oradaysa? Adam, eski sevgilisini izlemeye gitmiş. Ne var bunda?”
“Üf! Ne geniş adamsın, ha! Dur, çalıyor. Alo? Komiserim?”
“Ben, polis memuru Osman. Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?”
“Osman Bey kardeşim, ben Şükufe Şişman. Hico, ay, Hicabi Şişman’ın karısı.”
“İyi akşamlar Şükufe Hanım. Hayırdır, bir şey mi oldu?”
“Henüz olmadı ama olabilir. Lokman Komiserle hemen konuşmalıyım.”
“Üzgünüm, komiserim dışarıda. Yarın sabah görüşebilirsiniz ancak.”
“Ay, sen ne diyorsun Osman kardeş! Her an kötü bir şeyler olabilir!”
“Konu nedir? Ben yardımcı olayım.”
Şükufe, olabiliri bitebiliri bir çırpıda anlattı. “Siz rahat rahat programı izleyin” dedi Osman, “biz gereğini yaparız.”
“Ah, çok sağolun, çok sağolun. Allah sizden razı olsun. İyi akşamlar.” Telefonu kapatıp haber vermek üzere Kısmet’in telefon numarasını tuşlamaya başladı.
Öte yandan Osman, ne yapacağını bilemeden telefonun başında kalakalmıştı. Amirini arasa bir türlü, aramasa bir türlüydü. Arasa, zılgıtı yiyebilirdi; aramasa, ya sahiden de her şeye maydanoz kadının dediği gibi adam kıza bir şey yapmaya kalkarsa, Şükufe de ben dedimdi diye amirine gammazlarsa –ki, bu yüzde yüz garantiydi- o zaman ne olacaktı?
Cep telefonu çaldığında Lokman, rakısından aldığı ilk yudumun ağzında bıraktığı tadın keyfini yeni yeni çıkarmaya başlıyordu. “Alo? Ne var Osman?”
“Sormayın amirim, yine o kadın aradı.”
“Hangi kadın yav?”
“Şükufe Şişman.”
“Of ya! Yine mi?”
“Televizyon açık mı, amirim?”
“Evet.”
“Hangi programı izliyorsunuz, efendim?”
“Elinin körü programını, Osman! Sana ne be! Kafayı mı üşüttün, nedir?”
“Amirim, dayak yiyen kız vardı ya, hani onlarla gelen.”
“Anladık, anladık. Yarışma yayınlanıyor, canlı ve biz de onu seyrediyoruz Osman. Tamam mı! Onu haber vermek için mi aramış, çatlak?”
“Evet amirim ama seyircilerin arasında Samet de varmış.”
“Samet mi! Çıplak dayakçı mı? Ne işi varmış onun orada?”
“Bilmiyorum ama kız için çok endişeliler, efendim. Ya bir şey yaparsa diyorlar.”
“Delidir, ne bok yese yeridir be Osman. Sanmıyorum aslında, cesaret edemez ama belli de olmaz. Sen iki adam gönder oraya. Samet’ten gözlerini ayırmasınlar, özellikle de Rana sahneye çıkınca. Tamam mı oğlum?”
“Şey, amirim, Çiğdem’le ben gitsek?”
“Çıkışta da bir disko misko yaparsınız artık! Deli misin, nesin Osman! Beynin sulanmış senin! Oğlum, adam sizi tanımıyor mu! Hele Çiğdem’i kokusundan bile tanır be! Adama bak yav, işi gücü bırakıp şarkı yarışmasına gitmeye hevesleniyor! Hadi, hadi, iş başına!”
Telefonu kapatıp küt diye masaya atınca korkudan Zehra’nın elinden çatal düşüverdi. Gözleri kocaman kocaman açılmış halde, korkuya karışan biraz da hayal kırıklığıyla polis abisine baktı. Lokman, gülümseyerek göz kırptı. “Sana bir sürprizim var” dedi şirinlik yapmaya çalışarak; oysa Osman’ın söylediği salaklık ötesi laflara çok ama çok sinirlenmişti. Kızgınlığını bastırmaya çalışarak iskemlesinin arkasına astığı ceketinin cebine elini daldırdı ve paketi çıkardı. “Bil bakalım sana ne aldım?” Zehra, çekinerek pakete uzandı, elleri titreye titreye açtı ve kocaman bir ses çıkardı. Gözlerinden yaşlar gelerek yerinden koştu geldi, Lokman’ı iki yanağından öptü. “Te...e....ed...im..”
“Bir şey değil, güle güle kullan; güzel şeyler yaz” dedi Lokman. Yine burnunun direği sızlamıştı. Kendisine küskün bakan iki çift göze baktı sonra, “gelin” dedi, “koşun.” Çocuklarından birini bir bacağına, diğerini öteki bacağına oturtup saçlarını koklaya koklaya öptü. “Evimize dönünce, ilk hafta sonu, sizi sirke götüreceğim, söz.” Çocuklar sevinç içinde çığlıklar attılar. “Beni de, beni de” diye tutturdu Şerife Hanım. “Seni, beni mi var bu işin, anacığım? Hep beraber gideceğiz, ful kadro. Ama şimdi gözümün televizyonda olması lazım, önüme geçmeyin.”
“Ayol, ne oldu sana böyle Lokman? Sanki kocam gitmiş de başkası gelmiş gibi.”
“Anlamadım!” diye çıkıştı Lokman.
“Sen nefret edersin böyle programlardan; bana bile seyrettirmezsin. Şimdi ne oldu?”
“İş, hanım, iş.”
“Haydi çocuklar, inin babanızın tepesinden. Yemeğiniz bitti mi? Hı, bitmiş. Aferin size. Elinizi, ağzınızı yıkadıktan sonra televizyon seyredersiniz.”
“Çocuklar, adı Rana olan yarışmacı çıkınca bana haber verin.” Çocuklar, bir ağızdan “tamam baba” diyerek itişe kakışa banyoya koştular.
Sofraya bir sessizlik çöktü. Neden sonra “beğendin mi?” diye sordu Lokman. Zehra, dolmakaleme dalmış gitmişti ama şimdi az önceki mutluluğundan eser yoktu. Başını salladı. “Neyin var, ne oldu?” Kız, bir koşu odaya gidip defterini getirdi, bir şey yazıp Lokman’a uzattı. ‘Abim?’ Okuduğu o tek kelimeyle yıkıldı Lokman. Ne diyecekti şimdi bu kızcağıza? Yalan söylemek istemiyordu fakat doğruyu da söylemeye dili varmıyordu. “Arıyoruz” dedi, “merak etme, bulacağız.” Sonra defterin ilk sayfasına döndü ve kahır içinde rakısını yudumlarken Zehra’nın gündüz yazdıklarını okumaya başladı.
‘Senin hiç dolmakalemin oldu mu, polis abi? Benim olmadı. Abimin de. Ama o cadı Mebrure’nin bir dolmakalemi vardı.’
‘Mebrure mi?’ diye kendi kendine sordu Lokman. ‘İrfan’ın annesi Mebrure mi?’
‘Öğrencileri o kalemden de, Mebrure’den de nefret ederlerdi. Mebrure, abimin öğretmeniydi, polis abi. Çok kötü bir kadındı, çok. Ama herşeyi en baştan anlatmam lazım.
Annemle babam, ben çok küçükken ayrılmışlar. Babamı hiç hatırlamıyorum. Gitmiş, Avrupa’da bir yere gitmiş; annem öyle demişti. Sonra annem Hasan Amca’yla evlendi. Hasan Amca’nın önceki evliliğinden bir oğlu vardı; abim Harun. Hasan Amca habire abimi döverdi; ben çok korkardım Hasan Amca’dan. Annem de, ne yapsam bana kızmaya başlamıştı, ne yapsam suç oluyordu. Herhalde annem de korkuyordu. Bu itilmeler, kakılmalar abimle beni yakınlaştırdı. Önceleri birbirimize sarılıp ağlardık, sonra acılarımızı, üzüntülerimizi bastırmak içindi herhalde, işi oyuna döktük. Bu biraz da başkaldırıydı. İkimiz de çok ama çok mecbur kalmadıkça birbirimizin dışındakilerle konuşmamaya başladık. Bunun başka bir sebebi daha vardı; abim r harfini söyleyemiyordu, polis abi. Hasan Amca da dayağa bahane yaratmak için durmadan rüzgar de, kurban de filan diyordu. Tabii abim ğüzgar, kuğban diyordu. Yiyordu dayağı, oturuyordu. Mebrure denilen kadın da, adımı söyle bakiiim, benim adım ne, diye her Allah’ın günü, sınıfa girince soruyormuş abime. Abim, Mebğuğe deyince de tahtaya dikip dolmakaleminin ucuyla kafasına vura vura bağırıyormuş, adımı doğru söyle, diye. Zavallı abiciğimin başı hep şiş oluyordu. Öyle üzülüyordum ki, polis abi. Bir gün dedim ki abime, ben de rleri söylemeyeceğim. Olmaz, dedi, sonra seni de döverler. O zaman ben de hiç konuşmam, dedim. Tamam, dedi, ben de konuşmayacağım. Sustuk ikimiz de. Abim mecburen okulda konuşuyordu tabii ama mesela öğretmeni, adımı söyle, dediğinde hiçbir şey söylemiyordu. İki kardeş birbirimize destek olduk, polis abi. Birbirimizi öyle seviyorduk ki, öyle bağlıydık ki... Ne olur bulun onu polis abi, yalvarıyorum size, bulun bana abimi. Ben onsuz ne yaparım?
Yıllar geçti, biz büyüdük. Hasan Amca öldü. Abim, mahalleden Hayriye Abla’nın çiçekçi dükkanında çalışmaya başladı. Hasan Amca öldüğü ve abim Mebrure cadısından kurtulduğu için artık konuşmaya başlamıştık. Annem meydanı boş bulunca abime çok işkence etmeye başladı, polis abi. Bir gece abim bana dedi ki, ‘dayanamıyorum artık, gidiyorum.’ Neye uğradığımı şaşırmıştım. Ağladım, yalvardım gitme diye ama ‘gelip seni alacağım’ dedi, ‘istediğin her şey üstüne yemin ederim ki, gelip seni alacağım.’ Gitti; gözü arkada, aklı bende gitti. Hafta sonları, sabaha karşı gelir, camı tıklatırdı. Gizli gizli sarılır, ağlaşır, koklaşırdık ama hasretimizi gideremezdik yine de. Sonra yine böyle bir gece geldiğinde ‘hazır ol’ dedi, ‘bohçanı hazır et, götüreceğim seni.’ Nasıl sevindiğimi anlatamam size, polis abi; sanki dünyalar benim olmuştu.Şimdi diyeceksin ki, anneni bırakıp, habersiz nereye gidiyorsun? Ama annem beni istemiyordu ki, polis abi! ‘Evlensen de kurtulsam senden’ diyordu. ‘Ben de insanım, bir erkeğe ihtiyacım var ama senin yüzünden kuruyacağım bir başıma’ diyordu. Evde gelinlik kız varken eri olamazmış. Bir gün ‘merak etme, yakında benden kurtulacaksın!’ diye bağırdım. ‘Hani, nerede o günler’ dedi bana. Çok ağırıma gitmişti, çok ağlamıştım. Annem, beni istemiyordu, polis abi. Zaten abim gittiğinde de çok sevinmişti. ‘Gitti soysuz! Oh! Kurtuldum!’ demişti.
Bir gece geldi abim. Aldı beni koltuğunun altına, kaçırdı o işkence evinden. Ama yine de içim paramparça oldu giderken, çok ağladım yollarda polis abi. Ne de olsa annemdi, seviyordum. O beni sevmedi, annem beni hiç sevmedi polis abi. Beni bir tek abim sevdi. Bul bana onu. Kulun kölen olayım polis abi, bul bana abimi.’
Lokman, defteri bir kenara bırakır bırakmaz kendini tuvalete dar attı. İki kelime daha okusa oracıkta hüngür hüngür ağlayacağını biliyordu. Başını soğuk suyun altına tuttu, dakikalarca öylece durdu kaldı. Ancak kapının vurulmasıyla kendine gelebildi.
“Babaaa! Sıra Rana’ya geldi, babaaa!”
“Tamam, geliyorum.” Yüzünü, saçlarını alelacele kurulayıp banyodan çıktı.
Rana, siyah uzun bir tuvalet giymişti, çok güzel görünüyordu. Jüriyi ve seyircileri zarif bir reveransla selamladıktan sonra şarkısına başladı; ‘kader, kime şikayet edeyim seni, bilemem/ Alnıma yazılmış yazısın, derinsin; silemem.’
‘Anlaşılan Samet’i görmedi’ diye düşündü Lokman. Bu sırada Derya, Lerzan ve Şerife üçlüsü vır vır konuşuyor, Rana’nın şarkı icrası, kıyafeti, takıları ve saçı hakkında yorum üstüne yorum yapıyorlardı.
“Yav, iki dakika susamadınız, ha!” diye çıkıştı Lokman. “Bir susun be!” Hepsi anında dut yemiş bülbüle dönüverdiler.
Şarkı bitti, halk büyük bir beğeniyle dakikalarca alkışladı. Rana, sunucu tarafından jürinin önüne götürüldü. Üyeler sırayla konuşmaya başlamak üzereyken kamera halka döndü ve Lokman’la Rana, Samet’i aynı anda gördüler. Samet, Rana’nın kendisini gördüğünden emin olunca elindeki pankartı başının üstüne kaldırdı. Pankartta ‘elbet bir gün buluşacağız/ Bu böyle yarım kalmayacak/ yazıyordu. Buram buram tehdit kokan bu iki mısrayı okuyan Lokman, dişlerinin arasından okkalı bir küfür savurdu. Rana’nın başı döndü, sallandı. Sunucu kolundan tutmasa düşecekti.
“Özür dilerim” dedi Rana, “çok heyecanlıyım da.”
Jüri üyeleri, uzun etmeden çok beğendiklerini, yolunun açık olduğunu söylediler ve Rana alkışlar arasında sahneyi terketti.
Lokman, derin bir nefes aldı; kâbus bitmişti. Rana’nın sahneden ayrılmasıyla emniyette olacağını, dışarıdan kimseyle görüştürülmediklerini biliyordu. Hem zaten iki adamı, otele girene kadar izlerlerdi hiç kuşkusuz.
Tekrar masaya dönen Lokman, rakısını tazeledi, koca bir yudum aldı, ağzına bir parça beyaz peynir attıktan sonra Zehra’nın anılarını okumaya devam etti.
‘Abim, yaşlı bir çiftin yazlığında iş bulmuştu; hem bekçilik yapıyordu, hem bahçevanlık. Evin arka tarafındaki kulübede kalıyordu. Ben rahat edeyim diye tek divanı bana vermişti canım abim, kendisi yerde yatıyordu. Koca ev boştu, anahtarı abimdeydi, istese orada kalabilir ya da oradan bir şilte getirir rahat rahat uyuyabilirdi ama yapmadı; işte abim böyle doğru dürüst bir adamdır polis abi.
Herşey iyiydi, hoştu. Ta ki o güne kadar. Bir gün dedi ki abim, ‘biraz işim var Zehracığım, iki, üç saate kalmaz gelirim.’ Ama gelmedi, polis abi. Onun yerine iki tane ızbandut gibi adam geldiler. Benim ağzımı bantladılar, elimi kolumu bağladılar. Bir arabaya bindirip gösterdiğim kulübeye götürdüler. Sonrasını yazamam polis abi, utanırım; çok ayıp. Çok kötüydü, çok acıydı, hayvan gibilerdi polis abi. Ben bittim polis abi, ben kirlendim. Ne yapsam temizlenmez bu pislik. Abimi düşünmesem çoktan öldürürdüm kendimi, çoktan. Ama yapamadım; abim ne yapar sonra bensiz? Bizim birbirimizden başka kimsemiz yok ki. Bizi birbirimizden daha fazla kimse sevemez ki, polis abi. Biliyor musun, abim öğrenince dünyayı yakacak polis abi. Bunu onların yanına koyar mı hiç! Benim yüzümden başı belaya girecek diye öyle korkuyorum ki! Hani sen demiştin ya polis abi, şikayette bulun diye; abimi bekliyorum. Abim gelince şikayette bulunacağım ki, onları siz yakalayın da abimin başı derde girmesin.
İşte böyle polis abi. Konuşamıyorum diye üzülme e mi? Abimi görür görmez sevinçten dilim çözülecek, adım gibi biliyorum.
Abimi bul polis abi.’
Lokman, rakısını fondipledikten sonra masadan kalktı, çocuklarını öptükten sonra “haydi kızlar, eyvallah” dedi, “yolcudur Abbas.”
“A a! Ayol nereye? Gecenin bir körü gidilir mi?”
“Gidilir, karıcığım. Ne olur, ne olmaz; şehirde olayım. Ha, Zehra, defteri alıyorum. Lerzan Abla’n sana yeni defter verir. Haydi iyi geceler.”
Karısını öptükten sonra evden çıktı.
Lokman, yol boyunca düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Kafası çorba gibi olmuştu. Yüreği daralıyordu. Zehra’ya Harun’un öldüğünü nasıl söyleyeceğini düşünüyor, düşünüyor, bir türlü bulamıyordu. Peki, Zehra ne olacaktı? Bir başına ne yapacaktı? Annesine dönmek istemiyordu ve sanki dönmemesi daha sağlıklıydı. Daraldı, daraldı, daraldı ve radyoyu imanına kadar açıp gaza bastı.
Eve geldiğinde kapıda, paspasın üstünde bir zarf buldu. Önce reklam, tanıtım filan sandı ama eline alınca öyle olmadığını anladı; zarfta bir şey vardı. Açtı, içinden küçük balık şeklinde bir anahtarlığa takılı iki anahtar çıktı. “Hayırdır inşallah. Biri bize acıdı da ev mi bağışladı, ne” dedi kendisiyle dalga geçerek. Anahtarları cebine attı. Zarfta bir de kağıt vardı; çıkardı, sönen otomatiği yaktı ve okuyunca “anam!” dedi, “n’oluyoruz be!”
Kağıtta aynen şunlar yazıyordu; ‘Tüm sorularının cevabını bu adreste bulacaksın. Aradığın b, orada.’
“b mi? Şu yazılmayan b mi? Anlamıştım ben abi, bir yerde karşıma çıkacağını anlamıştım. Adres neresiymiş? Cihangir. Hadi bakalım Lokman, şimdi ne halt edeceksin bakalım? Tuzak bu, kesin tuzak. Diyelim ki tuzak, diyelim ki beni Tahtalıköy’e postaladılar. Ne geçecek ellerine? Hiç. Bir Lokman gider, öbür Lokman gelir. Bilmiyor mu bunu; bal gibi biliyor. Peki, bu ne lahana turşusu o zaman? Var bunda bir antirizorkalık ya... Hadi hayırlısı bakalım; başımıza neler gelecek; yaşayalım, görelim.”
Eve girmeden gerisin geriye dönüp arabasına bindi. Yolda Osman’ı aradı. Neden sonra açılan telefondan duyulan ilk ses, Osman’ın esnek esnek esnemesi oldu ama amirinin sesini duyunca şimdiye kadar ağzından çıkan en enerjik ‘emredin amirim’le esneme kesildi.
“Neredesin?”
“Merkezde, amirim. Bilgisayarın başında kaymış gitmişim. Özür dilerim.”
“Çocuklar neredeler?”
“Onları gönderdim, efendim.”
“İyi yapmışsın. Osman, garip şeyler oluyor” dedikten sonra olanları anlattı Lokman. “Şimdi ben adrese gidiyorum. Bir saate kadar benden ses çıkmazsa hemen gelin. Adresi yazdın, değil mi?”
“Yazdım, amirim. Ben de gelsem?”
“Gerek yok. Sen benden haber alıncaya kadar telefonun başından ayrılma.”
“Emredersiniz, amirim. Dikkatli olun, efendim.”
“Sen söyledin ya, olurum artık.”
Verilen adresi eliyle koymuş gibi buldu; zaten vaktiyle buralar ondan sorulurdu. Arabadan inmeden apartmana baktı. Bazı dairelerde hâlâ ışık vardı. ‘Geceleri yaşayanların semti, Cihangir’ dedi, ‘bakalım bu gece bana ne sürprizler hazırladın?’ Daire 9 yazıyordu kağıtta. ‘E, hepi topu üç kat var? Nasıl 9 daire olur burada yav? Ha, irtifa farkından iki daire bodrum katında, altı daire de üst katlarda, etti sekiz. Demek ki bu anahtarların açacağı kapı teras katında. Haydi bismillah’ diyerek arabadan çıktı. Apartman kapısı kapalıydı. Anahtarları denedi, ikincisi açtı. İçeri girip basamakları çıkmaya başladı. Teras katına çıkarken parmaklarının ucuna basmaya başlamıştı. Bu katta tek kapı vardı. Soluğu düzene girene kadar bekledikten sonra kulağını kapıya dayadı; klasik müzik çalıyordu. ‘Ev boş değil galiba’ diye düşündü. Bir süre ikircikli kaldıktan sonra her ihtimale karşı zili çaldı, açan olmadı. Bir daha, bir daha bastı butona ama ne gelen vardı, ne giden. ‘Eh’ dedi, ‘benden günah gitti. Zaten bu anahtarlar da aksesuar olsun diye gönderilmedi bana herhalde.’
Anahtarı usulca kapıya soktu, çevirdi ve kendi evinin kapısından daha kolay açabildiğine şaştığı kapıyı yavaşça itti. Holün ve salonun bir kısmı görüş alanının içindeydi. Tabancasını sağ eline geçirdi, sırtını duvara vererek içeri süzüldü. Kapıyı yavaşça kapattı.
Heyecanlanmıştı. Uzun zamandır böyle keyifli operasyonlar yaşamıyordu; yine adrenalini zıplamıştı. Ani bir hareketle mutfağa daldı, kimse yoktu. Salona girip kendini arkaya yasladı, hem gözleriyle hem silahının namlusuyla etrafı taradı; ne bir nefes, ne bir ses duyamadı, kimseleri göremedi. Perdeler kapalıydı ve ardında büyük bir terasın olduğuna yemin edebilirdi. Panter adımlarıyla pencereye gitti, perdenin kenarını namluyla araladı; terasta in cin top oynuyordu. Sıra koridora ve yatak odalarıyla banyoya gelmişti ama önce şu gıygıyı susturmalıydı. Müzik setini buldu, gözleri koridorda, kapatma tuşuna basarken ‘kusura bakma,’ dedi, ‘sevemedim seni bir türlü.’
Koridora girdi, ilk kapıyı gürültüyle açıp banyoya daldı. Oradan çıkıp usul usul ilerlerken bir ses duydu, zınk diye olduğu yerde kaldı. Vücudunu bir anda ince bir ter tabakası kaplamıştı. Ses, koridorun ucundaki odadan geliyordu. Yavaş yavaş o yöne doğru ilerlerken sesi daha güçlü duydu; biri inliyor gibiydi. Üç adımda kapıya ulaştı, kendini koruyarak kapıya bir tekme salladı; kapı gürültüyle ardına kadar açıldı. Lokman, gördüğü manzara karşısında gülsün mü, erkeklik onuru adına ağlasın mı bilemedi. Çırılçıplak bir adam, kolları ve bacakları iki yana açılmış bir halde yatakta yatıyordu. Adamın kollarıyla bacakları yatağın başlığına ve ayakucuna sıkı sıkı bağlanmıştı, ağzı bantlıydı. Bu kadarı hayli trajikti ama adamın apışarasına yatmış, gözlerini süze süze yalanan kedi, olayı trajikomik bir hale getirmişti. Kedi, Lokman’ı görünce yalanmayı bıraktı, ters ters baktı. Sinirlenmişti. Adamın organının yanında ikinci bir penis gibi duran kuyruğu hızlı hızlı sallanmaya başladı; işte bu manzara gerçekten görülmeye değerdi. Lokman, gülmesini daha fazla tutamayacağını biliyordu, onun için kediyi bir an önce buradan uzaklaştırmalıydı. “Pist!” dedi, “pist!” Kedi, adeta azarlarcasına miyavlayarak yataktan indi.
Adam, yalvaran gözlerle Lokman’a bakıyordu. Lokman, silahını kemerine sıkıştırdı, yatağa yaklaştı. Adamın ağzını kapatan bandı bir hamlede çekip çıkardı.
“Kimsin bilmiyorum, ama iyi ki geldin. Allah razı olsun” dedi adam, canının acısını bastırmaya çalışarak. “Haydi, çöz beni.”
“Yağma yok” dedi Lokman. “Önce anlat bakalım, neler oldu burada?”
“Kimsiniz?”
“Burada soruları soracak kişi benim ama madem merak ettin, söyleyeyim; Cinayet Masası’ndan Komiser Lokman Mansuroğlu.”
“Ne!” diye bağırdı adam, “kim öldü?”
“Ölen çok” dedi Lokman. “Kalan sağlardan biri olarak anlat bakalım, kim getirdi seni bu hale?”
“Aslı” dedi adam.
“Aslı mı? O da kim? Sevgilin mi?”
“Evet.”
“E, hani, nerede? Yoksa seni böyle bırakıp da kaçtı mı?”
“Lütfen çözer misiniz beni? Çok rica ediyorum, lütfen. Böyle yatmak...”
“Haklısın, utanç verici” dedi Lokman gülerek. “Çözerim ama bak, bir yamuk yapmaya kalkma, fena yamulturum.”
“Size? Cinayet Masası komiserine mi yamuk yapacağım?”
“Ha şöyle, aferin” dedi Lokman adamı çözerken, “kimsin sen? Ne iş yaparsın?”
“Avukatım.”
“Hem de!”
“Avukatların da fantezileri vardır” dedi adam bozuk bozuk.
“Al sana fantezi! Giyin de salona geçelim.”
Lokman, adam giyinirken başında bekledi. Salona geçtiklerinde “bir viskiye ihtiyacım var” dedi adam. “Siz de alır mıydınız?”
“Hayır. Adım ne demiştiniz?”
“Dememiştim; Gafur Sermest.”
“Otur bakalım Gafur Bey. Anlat.”
“Anlatacak pek fazla bir şey yok aslında” dedi Gafur. “Aslı’yla epeydir çıkıyoruz. Haftanın en az üç gecesi burada buluşuruz. Burası Aslı’nın evi. Akşam yemek yedik evde, içtik. Sonra her buluşmamızda olduğu gibi gecenin ilerleyen saatlerinde sıra yatak faslına geldi. Benim ta delikanlılığımdan beri yapmak istediğim şeydi bu ama kimseye güvenip de isteyememiştim. Bu gece Aslı teklif edince öyle şaşırdım, öyle sevindim ki! Bayıla bayıla kabul ettim tabii. Ellerimi, ayaklarımı yatağa bağladı. Ben gözlerimi kapatıp olacakları beklemeye başladım ama birden ağzıma bant yapıştırılınca neye uğradığımı şaşırdım. Aslı, deliler gibi gülüyordu. Sonra odaya Sevda girdi. İkisi iki yandan oramı buramı mıncıklayıp, çimdikleyip güldüler. Manyak gibiydiler. Bir süre benimle eğlendikten sonra el sallayıp gittiler.”
“Sevda kim?
“Aslı’nın en yakın arkadaşı.”
“Soyadını biliyor musun?
“Sevda’nın mı? Mmm, hatırlayamayacağım.”
“Nasıl biri bu?”
“Orta boylu, balıketinde, kızıl saçlı, yeşil gözlü; fena değildir.”
“Bir de Aslı’yı tarif et bakayım.”
“Aslı bayağı uzun boyludur. İri kemikli, boylu posludur.”
“Başka, başka?”
“Sarışın, uzun saçlıdır ama saçları boya. Çıkık elmacık kemikli, kalın dudaklıdır. Gözleri, kaşları hafif çekiktir. Gözleri, lacivert. Ben onu tip olarak şeye benzetirim, şarkıcı Leyla Çelikel’e.”
“Ya, demek Leyla Çelikel’e benziyor” derken Lokman, telefona sarılmıştı bile. “Alo? Osman, hemen her yere; havalimanına, tüm kapılara, tüm birimlere haber ver. Aradığımız Sevda ile Aslı...” Gafur’a dönüp sordu, “Aslı’nın soyadı ne?”
“Zorlu.”
“Osman, yaz oğlum. Aslı Zorlu’yla Sevda bilmemneyi arıyoruz. Bak, önemli bir bilgi; Aslı denilen kadın, şarkıcı Leyla Çelikel’e benziyor. Eşgallerini veriyorum.”
Lokman, kadınların fiziğini tarif ettikten sonra “büyük bir ihtimalle ikisi beraberler” dedi. “Gafur, kızlar nereye gitmiş olabilirler?”
“Bilmiyorum ama Tuzla’daki eve gitmiş olabilirler.”
“Sen biliyor musun o evin adresini?”
“Tabii. Arada sırada giderdik.”
“Söyle o zaman.”
Tuzla’daki evin adresi verildi Osman’a. “Oğlum, eve hemen baskın yapılsın. Biz şimdi havalimanına gidiyoruz. Uykucuları da kaldır, gelsinler. Hadi aslanlarım, çalışın, çalışın!”
Telefonu kapattıktan sonra “hadi bakalım Gafur Bey, gidiyoruz” dedi Lokman. Gafur, Lokman’ın bu hararetli emir vermelerine, heyecanına anlam verememişti. “Ama neden?” dedi, “ben şikayetçi değilim ki!”
“Ama biz çok şikayetçiyiz. Hadi, yürü.”
Yol alırlarken Lokman, gözünün önüne katilin maktulleri listesini getirmeye çalıştı durdu, olduramadı. Aklından harfleri sıraladı ve tombala! Gafur listeye uyuyordu, Aslı da. Aslı Zorlu, A.Z. ve Gafur Sermest, G.S.”
“Sen b misin?” diye sordu Lokman Gafur’a.
“Pardon?”
“Yok bir şey.”
Bir süre daha sessizce yol aldılar. ‘Sevda’ diye düşündü Lokman, ‘O Sevda, bu Sevda olabilir mi? Dur, şuna bir olta atayım bakayım.’
“İrfan’ı tanır mısın? İrfan Örücü’yü?”
“İrfan mı? Ne olmuş İrfan’a?”
“Ölmüş. Tanır mısın?”
“Aslı tanıştırmıştı. Pek fazla tanımam.”
“Aslı mı tanıştırmıştı? Ne zaman?”
“İrfan’ın verdiği havuzbaşı partilerinden birinde tanışmıştık. Aslı’yı Sevda tanıştırmış onunla. Arkadaş olmuşlar filan.”
Lokman’ın yüreği hop etti. Evet, işte buydu! O Sevda, bu Sevda’ydı! Osman’a söylememeye karar verdi. Sevda’yı gördüğünde Osman’ın tepkisini görmek istiyordu; bunca stresin içinde bu kadarcık eğlenmeya hakkı vardı.
“Bu iş giderek güzelleşiyor.”
“Hangi iş?”
“Boş ver sen şimdi işi mişi de söyle bakalım, Aslı sık sık gider mi İrfan’ın evine?”
“Bilmem. Gider herhalde; ne de olsa en yakın arkadaşı orada çalışıyor.”
“Hizmetçi olarak.”
“Hizmetçi mi? Hayır. Vekilharç gibi, idareci olarak.”
“Yani İrfan, Sevda’ya o kadar güveniyordu, ha?”
“Öyle olmalı, Allah taksiratını affetsin.”
“Sen biliyor muydun öldüğünü?”
“Evet, duymuştum.”
“Seni bulduğumda ne kadar zamandır o halde yatıyordun? Yani kızlar gideli ne kadar olmuştu?
“Tam olarak bir şey söyleyemem ama sanırım bir saat kadar. Belki beş, on dakika fazlası vardır.”
“Yollar açık.”
“Evet.”
“Arabası var, değil mi? Plakası?”
Plakayı Gafur Lokman’a, Lokman da Osman’a söyledi. Az sonra gerekli bilgiler tüm trafik birimlerine verilecekti.
“Giderken bir şeyler aldılar mı? Mücevher, para, çanta, valiz filan?”
“Bilmiyorum, görmedim.”
“Peki, daha önce senden hiç para istedi mi?”
“E, şey... Pek fazla değil; beş bin kadar.”
“Sen de verdin, ha?”
“Tabii, neden vermeyeyim?”
“Enteresan, çok enteresan.”
Havaalanına varmalarına daha en azından onbeş dakikalık yol vardı. Sustular.
- 9 -
Tuzla Emniyeti’ne bağlı ekiptekiler, verilen adresin müstakil bir ev olduğunu biliyorlardı. Genellikle kimsenin oturmadığı, sakinlerinin zaman zaman gelip birkaç gün kaldıkları, bahçeli, güzel bir evdi. Oldukça ıssız bir yerde oluşu polislerin işini kolaylaştırmıştı. Evin çevresini sardılar.
Salonun ve odalardan birinin ışığı yanıyordu. “Tamam” dedi ekip şefi, “giriyoruz çocuklar ama önce içeriyi görmeye çalışalım.”
Salon boştu, yatak odasının perdeleri sıkı sıkı kapalı olduğu için içerisi görülmüyordu.
“Araba burada” diye fısıldadı bir memur, “motoru hâlâ sıcak.”
“İyi. Bakın bakalım, açık pencere var mı?”
O sırada içeride bir şeyin yere düşüp parçalandığını duydular. Aynı anda bir kadın “orospu!” diye bağırdı, “kalleş kancık! Böyle mi konuşmuştuk, böyle mi anlaşmıştık! Beni sırtımdan vuracaktın, ha!”
“Sanki sen yapmayacaktın! Fırsat kolluyordun! Alışıksın zaten, değil mi! Katil şıllık!”
“Sus dedim sana! Sus! Geberteceğim seni! Geberteceğim!”
“Asıl sen gebereceksin!”
“Aaaaay! İmdaaat!”
Polisler paldır güldür içeri daldılar. Yatak odasında, yerde yatan kızıl saçlı bir kadın debelenip duruyor, üstüne çıkıp boğazına sarılan diğer kadının kollarına yapışmış itmeye çalışıyordu. Polisler iki kadını zorlukla ayırdılar. Kadınlar, burunlarından soluyarak birbirlerine kinle baktılar ancak bu bakışlardaki konuşmama komutunu ve tehditi polisler farkedemediler.
Havaalanının park yerine henüz girmişlerdi ki Lokman’ın telefonu çaldı. Arayan Osman’dı. “Amirim” dedi Osman, konuşurken sevinçten bülbül gibi şakıyordu, “kızlar enselendiler, amirim.”
“Hadi ya! Bravo! Nerede?”
“Tuzla’daki evde. Arkadaşlar gittiklerinde kızlar kavga ediyorlarmış. Sonra kavga büyümüş, cinayet teşebbüsüne dönüşmüş. Bizimkiler de içeri dalıp ayıklamışlar, amirim.”
“Aferin, aferin! Gidin, alın. Hastaneden sonra hemen getirin de şanımıza yakışır bir şekilde ağırlayalım güzel konuklarımızı. Ha, Osman, Tuzla’lı arkadaşlara teşekkürlerimi ve minnetimi bildirmeyi sakın unutma. Ayrıca bir gün özel olarak ziyaretlerine gideceğimi de. Ben merkeze geliyorum.”
“Emredersiniz, amirim.”
“Gözünaydın Gafur kardeş, sevgiline az sonra kavuşacaksın.”
“Büyük bir özlemle bekliyorum, komiserim” dedi Gafur midesini tutarken.
“Ne oldu? Miden mi ağrıyor?”
“Gastritim var da.”
“Yol üstünde yirmidört saat açık bir lokanta var; çorbası meşhurdur. Bir uğrayalım, ben de acıktım.”
“İyi olur komiserim. Bu gece uzun olacak.”
“Hem de çok uzun.”
Ezogelin çorbasını sahanda sucuklu yumurta takip etti. Ardından da birer keşkülü mideye indirince ikisini de rehavet basmıştı.
“Çay içelim” dedi Lokman, “yoksa burada uyuyup kalacağız.”
İkinci bardak çaylarını içerlerken “ne iş yapıyor bu Aslı?” diye sordu Lokman.
“Çeviri meviri ama ailesi de zenginmiş zaten.”
“Allah Allah! Peki, neden senden para istedi o zaman?”
“Artık onlardan para istemeye utanıyorum, demişti.”
“Yaaa... Sevda’yla ne zaman tanışmışlar?”
“Çok eskiden tanışırlarmış. Zaman söylememişlerdi.”
“Anladım. Hadi, kalkalım artık. Oğlum, hesap” diye seslendi garsona.
* * *
Osman, Bora ve bir memur arkadaşıyla Tuzla’ya geldiğinde kızlar nezarethaneye atılmışlardı. Hiç konuşmadan volta atıyorlardı. Konuşmaya kalksalardı bile kapıda dikilen polisin bunu engelleyeceği kesindi. Adamı uzaklaştırmak için Aslı, “nikotinim geldi” dedi, “şu arkadaştan bir tane istesene.” Az ötede bir memur, sigarasını yakmakla meşguldü.
“Emredersin” diye terslendi polis, “yanına viski filan da alır mıydınız?”
“Viski sevmiyorum.”
“Vah, vah! Çok üzüldüm. Kapa çeneni, otur oturduğun yerde!”
“Başüstüne. Gel Sevdacığım, oturacakmışız” diyerek Aslı Sevda’ya doğru gitti. Sevda, korkuyla kapıya doğru atıldı ama Aslı, onun kolundan tutup yanına çekti, sarılır gibi yapıp kulağına “konuşursan gebertirim seni” diye fısıldadı, “parça parça ederim.”
Sevda, Aslı’dan kurtulup yere çömeldi, voltasına devam eden Aslı’yı gözleriyle takip etmeye başladı. Polis, dikkatle onları izliyordu.
Osman ve arkadaşları, Tuzla Emniyeti’nin nöbetçi amirinden, evde yapılan aramada bavul içinde döviz ve Türk Lira’sı, makyaj çantası dolusu takı bulunduğunu öğrendiler. “İşin enteresan tarafı, evin bodrumunda kadınların giydiği çarşaftan bulduk, karaçarşaf” diye bilgi vermeye devam etti amir. Bora’yla Osman gözgöze geldiler. Osman’ı ateş basmıştı. “Başka?” diye heyecanla sordu, “başka bir şey?”
“Ne gibi?”
“Eee, mesela tel, küçük havya, bıçak, başka kesici alet?”
“Mutfakta bıçak seti vardı tabii ama havya filan... hayır, yoktu ama onların yerine bir tabanca versek?” dedi amir gülerek.
“Tabanca mı!”
“Evet, yatağın altına atılmıştı. Ya, kızıl saçlının elindeydi, öteki eline vurup düşürdü, ya da önceden oraya saklanmıştı. Artık onu siz öğrenirsiniz nasıl olsa.”
“Vay canına! Nasıl kadın bunlar be! Neyse, çok teşekkür ederiz amirim. İşlemler tamamlandı mı?”
“Evet.”
“Lokman Komiser’im teşekkürlerini ve minnetini iletmemi istedi. Bir gün ziyaretinize gelecekmiş.”
“Şeref duyarız.”
Emniyet Müdürlüğü Cinayet Masası’yla Tuzla Emniyeti arasındaki gerekli işlemler yapıldı; evrak teatisinde bulunuldu.
“Artık emanetleri almanın zamanı geldi” dedi Osman. Ve az sonra kapı vuruldu; iki kadın, birbirlerine kelepçelenmiş bir halde, polis eşliğinde getirilip kapı ağzında bekletildiler. Osman ve arkadaşları yerlerinden kalktılar, Osman amirle tokalaştı ve odadan çıkmak üzere kapıya döndü. Döndüğü anda da dondu kaldı; “siz!”
“Ve de siz!” dedi Sevda.
“Sayın amirim” dedi Osman, “hanımefendinin soyadı Çınar’dır; kayıtlarınıza geçebilirsiniz.” Sonra kadınlara dönerek, “buyurun bayanlar” dedi, “ben ve arkadaşlarım size yol arkadaşlığı yapmaktan memnuniyet duyacağız.”
Aslı, “bunlar bir sürü paramızı aldılar” dedi, “paramızı istiyoruz.”
“Ve de takılarınızı ve son kreasyon siyah giysinizle tabanca aksesuarınızı, hı?” dedi Bora dalga geçerek, “merak etmeyin, hepsi bizde.”
Polis, birbirine kelepçeli kadınları kendisine kelepçeledi ve otomobilin arkasına oturdular. Direksiyona Bora geçti. Osman’ın içi içine sığmıyordu, komiserini zıplatacak bilgiler ve kişiler götürüyordu ona. Bir an önce haber vermek istiyordu ancak sürpriz yapmak daha keyifli olacaktı. Koltukta kaykıldı, dudaklarında geniş bir gülümsemeyle altlarından kayıp giden yola bakmaya başladı.
Merkeze geldiklerinde iki kadın doğru nezarete atıldılar ama konuşmamaları için ayrı ayrı yerlerde kalacaklardı. Paralar ve mücevherler emanetin zimmetine geçirildi, tabanca balistiğe gönderildi ve Bora’yla Osman, dosyayla beraber yukarı çıktılar.
Kapıyı çalıp içeri girdiklerinde Lokman’la Gafur kahve içiyorlardı. “Hoşgeldiniz” dedi Lokman. Osman’a bakarken gözlerinin içi gülüyordu. “Ne var, ne yok?”
“Neler yok ki, amirim” dedi Osman cıvıl cıvıl ama ötesini getirmedi. Lokman, memurunun neden konuşmadığını anlamıştı.
“Gelin çocuklar, gelin” dedi, “bu bey, Aslı Hanım’ın sevgilisi Gafur Sermest. Kendisi avukattır.”
Memurlar başlarıyla selamladılar. “Biliyoruz, amirim” dedi Bora. “Yolda gelirken Aslı Zorlu avukatını istediğini söyledi ve beyefendinin adını verdi ama tabii sevgilisi olduğundan haberdar değildik.”
“Ne!” dedi Gafur. “Onca şeyden sonra bir de avukatlığını mı yapacakmışım! Avucunu yalar! Yüzsüzlüğün de bu kadarı olmaz! Pes be, pes!”
“Sakin ol Gafur kardeş” dedi Lokman gülerek, “sakin ol. Seni burada daha fazla tutmanın bir alemi yok. Aslında sevgilini bir gör istemiştim, artık kolay kolay görüşemeyeceksiniz; mahkemeden mahkemeye, o da belki.”
“Şeytan görsün yüzünü! Komiserim, ben saygın bir insanım, bir kariyerim var. Eğer bu rezillikler duyulursa mahvolurum. Lütfen beni işin içine karıştırmayın” diye adeta yalvaran Gafur’a Lokman “bunu daha önce düşünecektin arkadaşım” diye cevap verdi, “neyse elimizden geleni yaparız ama söz veremem.”
“Aman diyorum, lütfen..”
“Bakarız. Seni burada tutmamın asıl amacı kimlik tesbitiydi ama görüldüğü gibi gerek yok. Artık gidebilirsin fakat bir yere sakın ayrılayım deme. Telefonu açtık mı sesini duymalıyız, gel dediğimizde on dakika sonra burada olmalısın.”
“Tabii” dedi Gafur ve odadakilere tek tek teşekkür ettikten sonra İnsidon içip deliksiz bir uyku çekmek üzere evine yollandı.
Gafur odadan çıkar çıkmaz Osman “amirim” dedi, “size müthiş haberlerim var.” Lokman, kıkır kıkır gülüyordu. “Ne?” dedi, “yoksa artık kusmadan öpüşebiliyor musunuz?” İki genç adam, utanarak gülümsediler. Osman “çok yakında, amirim” dedi ve devam etti, “Tuzla’daki iki kadın var ya, biri kim, biliyor musunuz?”
“Yok yav” dedi Lokman, “nereden bileyim? Müneccim miyim ben?”
“Sevda, amirim; Sevda Çınar!”
“Sevda Çınar mı? Kimdi o yav? Şu sarışın şarkıcı kadın mı?”
“Amirim, nasıl hatırlamazsınız” derken birden Lokman’ın kendisiyle dalga geçtiğini anladı, sustu, Lokman’ın gözünün bebeğine, bebeğine baktı. “Biliyordunuz, değil mi?”
Lokman, kahkahalar arasında “biliyordum tabii, oğlum; amirinden kaçar mı hiç!” dedi, “sana sürpriz yapayım dedim.”
“Ama asıl sürprizi şimdi biz size yapacağız, efendim. Değil mi, Bora? Bombayı patlatıyorum, amirim” dedi ve Aslı’nın Sevda’yı öldürmeye kalkışmasından başladı, karaçarşaftan, tabancadan devam etti, para ve mücevherlerden çıktı. Lokman, memurunu dinledikçe hayretten hayrete düşüyor, sevinçten ne yapacağını bilemiyordu. Sonunda, “sabah oldu çocuklar” dedi, “Kadriye’yle Çiğdem’i de alın, kızları hastaneye götürün de sorgulamaya başlayalım. Ha, İsmet’in kulağına gitmesin sakın” diye de sıkı sıkı tembih etti. “Hele biz bir ifadelerini alalım da sonra İsmet’e devrederiz.”
“Emredersiniz, amirim.”
- 10 -
Doktor Figen, o gece sabaha kadar uyumamıştı. Son günlerde Orhan’la zaten limonilerdi, buna bir de aniden çıkıveren iş seyahati eklenince akşam evde fırtınalar kopmuştu. Yoktu işte adam, basmış gitmişti ve işin kötüsü, o kavga hengamesinde kocasına ne zaman geleceğini sormayı da unutmuştu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi gecenin bir köründe İlkin Bey ayağa dikilip, onların yüzünden uykusunun kaçtığını söyleyerek bir güzel suçladıktan sonra hesap sormalara kalkmıştı; yok efendim neden kavga ediyorlarmış, gözleri dönüyormuş da oğullarının varlığını bile unutuyorlarmış, hiç yakışır mıymış, yaşlarını başlarını almışlarmış da falan da filan. Figen de hırsını oğlundan çıkarmış, “siz beni öldürmeye yemin mi ettiniz!” diye bas bas bağırmıştı. Gerim gerim gerildiği için de uyuyamamıştı tabii.
Gözleri yanıyordu, sarhoş gibiydi. Migreni ufak ufak sinyaller göndermeye başlamıştı. ‘İki Ergafein içersem ancak kendime gelirim’ diye düşündü. Tam çantasına davranacakken kapı vuruldu ve hemşire kapıdan başını uzatarak “emniyetten geldiler doktor hanım, muayenesi yapılacak iki bayan var” dedi.
“İyi, alın içeri” diye yanıtladı Figen. İlacını daha sonra alacaktı, ağrısına iki muayenelik dayanabilirdi.
Sevda, hastane polisinin camlı odasına alınmıştı, elleri kelepçeliydi. Kadriye, zangoç gibi tepesinde dikilmişti. Sevda, polisleri oldu olası sevmezdi ama bu kadına özel olarak gıcık olmuştu. Bora denilen adamı zaten tanıyordu; o da odanın önünde, hastane polislerinden biriyle sohbete dalmıştı.
Etrafa bakınırken kaçma planları yapmaya başladı. Aslı kahpesi konuşma demişti ama adı gibi biliyordu ki, kendisi şakır şakır şakıyacak, bütün suçu onun üstüne atacaktı; kimbilir ne senaryolar yazmıştı; malını bilmez miydi! Onun için ne yapıp edip, bir punduna getirip kaçmalıydı. Çok zor görünüyordu ama kapıya o kadar yakındı ki, belki becerebilirim, diye düşündü.
Öte yanda Aslı, doktorun odasına Çiğdem’le girmişti. Osman, dışarıda bekliyordu.
“Polis Hanım, lütfen kelepçeleri çıkartın” dedi Figen, kelepçeler çıkartılınca “soyunun” diye talimat verdi. Aslı soyundu, muayenesi yapıldı. Henüz giyinmişti ki, dışarıdan bir çığlık duyuldu. Hastanede koşuşturmalar, bağırışlar gırla gidiyordu. Çiğdem, dışarı çıktı, Osman’ı göremedi. Kalabalığın içinde Kadriye’nin alı al, moru mor kendisine doğru koştuğunu gördü. Nefes nefese “kaçtı” dedi Kadriye, “nasıl oldu anlamadım, kaşla göz arasında fırladı gitti. Osman’la Bora peşindeler.”
“Şimdi yakalar getirirler, endişelenme” dedi Çiğdem, “caddeye bile çıkamaz. Ne cesaret! Hayret!”
“Ah! Komiser’im beni öldürecek, öldürecek!”
“Ya, bir şey olmaz; gelirler şimdi. Hadi, ben içeri giriyorum.”
“Tamam. Dua et de yakalansın, n’olur dua et.”
“Ederim” deyip odaya giren Çiğdem, içeri girer girmez “Allah kahretsin!” diye feryat etti, “kahretsin, kahretsin, kahretsin!” Çünkü gördüğü manzara, mesleğinin kâbusu olan görüntüydü; korktuğu başına gelmiş, kâbusu gerçek olmuştu. Aslı, doktorun arkasına geçip bir kolunu kadının boğazına dolamıştı ve diğer elindeki ucu sivri makası batırmak üzere doktorun gözüne nişan almıştı. “Bir adım atarsan bu gözü oyarım” diye bağırdı, “hiç acımam!”
“Tamam, dur, sakin ol” dedi Çiğdem, “neden yapıyorsun bunu? Durumunu daha da kötüleştiriyorsun.”
“Çekil, yol aç.”
“Yapma, buradan çıkamazsın.”
“Çıkamazsam bu kadın ölür, polis hanım. Göze alabilir misin bunu? Hadi, şimdi önden önden git de yolumu aç! Çabuk!”
“Bak Aslı, yapma. Vurulursun. Dışarıda polis dolu.”
“Rehinem varken sıkar biraz, zor vururlar. Çok konuşma, hadi!”
Çiğdem, doktora baktı; kadın bayılmak üzereydi. “Doktor Hanım’ı bırak” dedi “onun yerine beni rehin al.”
“Yok ya, anan güzel mi senin! O arada sen de bana kelepçeyi vuruver, di mi? Bende mongol tipi mi var! Haydi dedim sana!”
O sırada kapı aralandı, hemşirenin başı içeri uzandı, hayret ve dehşet içeren çığlık attıktan sonra hemen kapıyı kapatıp çıktı. Aslı, sunturlu bir küfür savurdu ve makasın ucunu Figen’in gözünden çekip kalbine dayadı. “Kusura bakma doktorcuğum” dedi, “az önce bir gözden olacaktın ama şimdi hayatın tehlikede.”
“Aman Allah’ım!” diye inledi kadın.
Aslı kadar Çiğdem de, hemşirenin güvenliğe ve de geldilerse ekip arkadaşlarına durumu haber vereceğini biliyordu. Onun için de Aslı’yı oyalaması gerekiyordu. “Yanlış yapıyorsun” dedi, “cezan artacak. Nasıl olsa kaçamazsın buradan, Aslı. Neden kendine kötülük yapıyorsun?”
“Ne çok konuşuyorsun be!” diye çıkıştı Aslı. Ama yavaş yavaş paniklemeye başlamıştı. O sırada Osman’la Bora’nın başları pencere dibinden yükselmeye başladı. Ufuktaki gemi gibi önce saçlarını gördü Çiğdem, sonra alınlarını ve nihayet gözlerini. Fakat arkadaşlarının pencereden girip müdahalede bulunmaları mümkün değildi çünkü hem parmaklık vardı, hem pencere kapalıydı. Bu şartlarda yapabilecekleri tek şey vardı; Aslı’yı arkadan vurmak.
“Bak” dedi, “şimdi kapının önüne polis dolmuştur ve hastaneyi çevirmişlerdir. Gel, vazgeç bu sevdadan.”
“Geçmem!”
“Vuracaklar seni, öleceksin! Doktoru bir saniyede senden ayırır, nerene gelirse sıkarlar kurşunu!”
“O kadar kolay mı be!”
“Polise karşı geliyorsun, doktoru rehin alıyorsun; tabii o kadar kolay! O kadar fazla neden yarattın ki! Hadi, bırak Doktor Hanım’ı.”
“Burası hastane polisanım, bir sürü insan var etrafta; bir halt yiyemezsiniz!”
“Sen öyle san! Çoktan boşaltmışlardır hastaneyi! Hadi, bırak elinden makası.”
Bir an düşünen Aslı, “Lokman gelsin” dedi.
“Ne!”
“Amirin gelsin, diyorum! Sağır mısın!”
“Sen nereden biliyorsun amirimin adını?” Aslı, pis pis güldü. “Çağır.”
“Aslı, bak, iyice saçmalamaya başladın. Neden gelsin adam? Neyin pazarlığını yapacaksın? Saçmalama!”
“Sana çağır, dedim!” diye bağırdı Aslı, “çabuk!”
Çiğdem, dışarıya çıkmaya davranırken “buradan” dedi Aslı, “buradan ara.” Çiğdem’in tepesinden aşağı kaynar sular boşaldı. Nasıl izah edecek, nasıl anlatacaktı durumu? Bu karabasan gibi günün en dehşet verici zamanını yaşıyordu. Korkudan titreye titreye telefona uzandı.
* * *
Lokman, memurları gittiğinden beri Zehra’nın durumunu düşünüyordu. Ne yapacaktı, nerede kalacak, ne yiyip ne içecekti; nasıl yaşayacaktı bu kız bundan sonra? Annesini buldurup telefon etmişti az önce; kadın ‘bana ne! Kazık kadar kız! Ne hâli varsa görsün’ demişti. Harun’un öldürülmesine de zerre kadar üzülmemiş, ‘su testisi su yolunda kırılır’ diye adeta çemkirmişti. Hangi su yolu, diye düşündü Lokman, bir mana veremedi. Herkes zavallı adam için iyi şeyler konuşuyordu, bir bu kadın hariç. Sonra aklına Şükufe’nin arkadaşı geldi, hani şu zor durumda kalan hemcinslerine yardım eden kadın. Hemen telefona sarılıp Hicabi’yi aradı, eşiyle ve mümkünse Kısmet Hanım’la acilen merkeze gelmelerini rica etti. Karıkoca hemen davete avdet ettiler. Kısmet’e ulaşamamışlardı. Lokman, durumu anlattıktan sonra “sizden yardım rica ediyorum” dedi. “Bu kızın kimi kimsesi kalmadı, annesi de istemiyor.”
“Annesi istemiyor mu! Bu nasıl anne! Köpekler bile doğurduklarına sahip çıkıyorlar be!”
Lokman, “haklısınız. Ne yapacağız, sokağa mı atacağız zavallıyı? Biliyorsunuz, yetimhaneler bile baktıklarıyla onsekizinden sonra ilgilenmiyorlar. Saldım çayıra, Mevla’m kayıra. E, ben de alamam. Bir başına kalakaldı garibim. Ciddi şekilde endişeleniyorum” diye dert yandı.
“Hani, sığındığı bir kadın vardı, amirim; o almaz mı?” diye ümitle sordu Hicabi.
Bir an düşünen Lokman, “yok” dedi, “alsa bile ben bırakmam. Acaba Kısmet Hanım bir şeyler yapabilir mi?”
“Ayol” diye lafa daldı Şükufe, “o ne yapıyor ki? Kadınları toplayıp toplayıp bize getiriyor.”
“Acaba diyorum” derken çekiniyordu Lokman ama sorması şarttı, “acaba hiç değilse bir süreliğine sizde kalabilir mi? Ayaklarının üstünde durana kadar. Ne de olsa eski arkadaşınızın kardeşi, Harun’un yadigarı. Hem Hicabi Bey, siz bu kızcağızın minicikliğini biliyorsunuz, öyle değil mi?”
“Öyle, öyle” dedi Hico, düşünceli düşünceli. “Düşündüm de, belki annemin yanına yerleştirebiliriz, komiserim.”
“Hayatta olmaz!” diye atıldı Şükufe. “Ablan orada olduğu sürece asla izin vermem buna Hico, bilesin.” Sonra Lokman’a dönerek açıklamada bulundu, “bir görümcem var ki, Allah Allah! Kızı ezer ezer de suyunu çıkartır vallahi. Ama şöyle olabilir, görümcem evine dönene kadar kız bizde kalır, gidince anneme yerleştiririz. Bu arada da Hico kıza markette bir iş verir; hem çalışır, oyalanır, hem para kazanır, kendine güveni artar.”
“Harika!” diye atıldı Lokman. Sanki üstünden tonlarla yük kalkmış gibiydi ancak bazı gerçekler vardı ki, karşısında oturan iyi kalpli çiftin bunlardan haberi olması şarttı. “Yalnız” dedi, “Zehra, abisinin öldüğünü henüz bilmiyor. Öğrenince neler olur, ne hale gelir, bilmem. Ve kız o korkunç olaydan sonra konuşamaz olmuş. Geçici tabii ama şimdiki durum bu.”
Hicabi, “Ooof, of!” dedi yanık yanık.
“Merak etmeyin komiserim; biz kötü haberi, kızı usul usul hazırlayarak veririz. Dilini de Kısmet’le beraber öyle bir çözeriz ki, bir daha hiç susmaz” dedi. “Tamam, Zehra’nın sorumluluğunu üstümüze alıyoruz. Doktora falan da götürürüz. Tamam mı Hico?”
Çaresizlik ve kahır içindeki Hicabi, karısının kararını başıyla onayladı. Lokman, konuklarını minnet ve şükran duyguları içinde henüz yolcu etmişti ki, telefon çaldı.
“Alo?” demesine bile fırsat kalmadan Çiğdem’in titreyen sesini duydu. “Amirim, korkunç şeyler oldu.”
“Ne? Nasıl korkunç şeyler?”
“Aslı, doktoru rehin aldı, amirim.”
“Ne dedin sen, ne dedin! Rehin mi aldı? Siz ne bok yiyordunuz o sırada, ha! Nasıl... nasıl! Allah kahretsin sizi!”
“Amirim,” Çiğdem ağlamaya başlamıştı. “Amirim, bu kadın sizinle konuşmak istiyormuş.”
“Hay sıçtığımın...! Ver, ver!”
“Telefonda değil efendim, buraya gelmenizi istiyor.”
“Allah belanızı versin! Rezil ettiniz beni! Bunca yıllık kariyerimin içine ettiniz! Şu badireyi atlatalım da bak, neler olacak! Hele bir atlatalım da, bakalım sizi elimden kim kurtaracak!”
Telefonu küt diye kapattı. Burnundan soluyordu. Kan, ter içinde kalmıştı. Tansiyonu fırlamıştı, kulakları uğulduyordu. Kapıyı vurdu çıktı.
Hastanenin girişini televizyon kanallarının canlı bağlantı arabaları doldurmuştu. Her yerde elinde kamera ya da fotoğraf makinası bulunan insanlar vardı.
“Arka kapıya” dedi Lokman.
“Ama efendim, o kapı hep kapalı oluyor.”
Lokman, memuruna öldürecekmiş gibi baktı.
“Emredersiniz, efendim.”
Lokman, nihayet hastaneye girebilmişti, hem de medyaya görünmeden. Doğru hastane polisinin ofisine gitti. Sevda’yı kelepçeyle kalorifer borusuna bağlı bulunca şaşırdı. Üstelik kadının kolu sargı beziyle sarılmıştı. “Buna ne oldu?” diye gürledi. Kadriye, kıpkırmızı olmuş yüzünü yerden kaldıramadan, “kaçmaya yeltendi, efendim” dedi. Sonra sevindirik bir ifadeyle ekledi, “ama görüyorsunuz ki yakaladık.”
“Vurarak, öyle mi!”
“Sadece sıyırdı, amirim.”
“Özrünüz kabahatinizden büyük! Allah kahretsin! Öbürleri nerede?”
“Çiğdem odada, Osman’la Bora da dışarıdalar, efendim; pencereden odayı gözlüyorlar.”
Amir ve memuru bunları konuşurlarken Sevda, dalga geçer gibi sırıtıyordu. Lokman, “bakalım merkezde de böyle gülebilecek misin!” diye bağırdı ve kocaman adımlarla oradan uzaklaştı.
Doktor Figen, artık ayakta duracak gibi değildi; masasına dayanmış, ondan kuvvet almaya çalışıyordu ama bayılması an meselesiydi. Beyni çatlıyor, midesi bulanıyordu; kirpiğinin oynaması bile büyük azap vermeye başlamıştı; hali haraptı. “Allah’ım bana kuvvet ver. Ne olur bu işkence bir an önce bitsin, dayanamıyorum” diye içinden yalvarırken gözlerinin dolmasını engelleyemedi. O sırada kapı vuruldu ve aynı anda makasın ucu etine biraz daha battı.
“Çiğdem” dedi dışarıdaki ses, “içeri giriyorum.”
“Amirim geldi” dedi heyecanla Çiğdem. “Tamam amirim, girin.” Aslı, doktorun boğazına sarılı kolunu iyice sıktı.
Lokman, temkini elden bırakmadan içeri süzüldü ve daha kapıyı kapatmadan “Çiğdem, dışarı” dedi, “kapının önünden ayrılma.”
“Hayır, gidemez!” diye atıldı Aslı.
Lokman Aslı’ya uzunca bir süre baktıktan sonra “ben de seni akıllı bir şey sanmıştım” dedi. “Küçücük odada birden fazla polis senin için fazlasıyla tehlike demektir ama bizim güvenliğimize ihtiyacın varsa, o başka. İstersen dışarıdakileri de çağırayım.”
Lokman’ın bu umursamaz tavrı Aslı’yı çok şaşırtmıştı. Bu şaşkınlık bir an duraklamasına neden oldu. “Tamam” dedi sonra “hadi, çık.”
Çiğdem, kendini dışarı dar attı. Kapı kapanmıştı. “E,” dedi Lokman, “böyle ayakta mı dikileceğiz? Valla kusura bakmayın hanımlar, ben oturuyorum.” Doktor Figen, inledi. Lokman, gayet rahat pozlarda en yakınındaki bir iskemleyi çekip oturdu. “Doktor Hanım’ın durumu doktorluk olmuş” dedi. “Bırak, gitsin.”
“Hayır!”
“Kızım, senin işin benimle değil mi? Bırak kadını gitsin işte.”
“Olmaz!”
“Bak, istersem seni anında paketler bir de üstüne fiyonk atarım. Bu arada Doktor Hanım’ın da burnu bile kanamaz. Eğer beni buna mecbur bırakırsan, tahmin edersin ki yakın gelecekte hiç de hoş şeyler yaşamazsın. Onun için şimdi doktoru bırak da ne konuşacaksak konuşalım.”
Aslı bir an düşündü. Lokman’la yapacağı pazarlık duyulsun istemiyordu. Hem gerçekten de istese kıskıvrak yakalardı bu adam. “Peki” dedi, “lanet olsun, peki.” Kadını serbest bırakıp kapıya doğru itti. Doktor, sendeledi ve Lokman’ın yardımıyla dışarı çıktı. Lokman tekrar yerine oturdu. “Sen de otur” dedi, “anlat bakalım, seni dinliyorum.”
“Hapse girmek istemiyorum.”
“Hadi ya! Bak sen.. Eee?”
“Beni koruyun.”
“Koruyalım mı? Deli misin kızım sen? Biz suçluları da korumak zorundayız ama asli görevimiz mazlumları korumak. Ne diyorsun sen allasen?”
“İçeri gireceğimi biliyorum. Beni koruyun.”
“İçeride mi?” diye hayretle sordu Lokman.
“Evet, içeride.”
“İyi ama neden? Kimden?”
“Onu, söz verirseniz, başıma içeride bir şey gelmeyeceğine dair garanti verirseniz anlatacağım.”
“Olmayacak şeyler istiyorsun benden. Kızım, ben komiserim, senin yatacağın koğuşun gardiyanı değil. Nasıl garanti verebilirim sana? Olmaz öyle şey!”
“Ama beni kesinlikle öldürürler” diye sızlandı Aslı, “sağ bırakmazlar.”
“Kimler? Neden?”
“Anlatamam dedim ya!”
“Bak, bu şartlarda böyle bir şey söz konusu bile olamaz, bu kesin. Ancak, emniyete gidince her ama her şeyi güzel güzel anlatırsan ve gerekçen gerçekten ciddiye alınacak gibiyse o zaman korunma talebin için bir dilekçe yazabiliriz.”
“Söz mü?”
“Söz. Hadi, yeteri kadar işgal ettik burayı; gidelim.”
“Ama söz mü?”
“La havle! Çiğdem!”
Çiğdem, korka korka içeri girdi. “Ver şu kelepçeleri. Öteki kadın muayene oldu mu?”
“Oldu, amirim.”
“Söyle çocuklara, arka kapıdan çıkacağız. Medyaya çaktırmadan bir taksi çağırın, arka tarafa gelsin. Biz iki araba gideceğiz. Öndeki arabayı almaya sonra birisini gönderin.”
“Emredersiniz, amirim.”
“Hadi bakalım Aslı Hanım, yürü.”
- 11 -
Kalbi, gırtlağında atıyordu. Bağırdı, avazı çıktığı kadar bağırdı, sesi çıkmadı. Korkuyordu, dehşet içindeydi. Karanlığa baktı, titredi. Çıplak vücudundan sızan terin keskin kokusuna karışan leş kokuları genzini yakıyordu. Korkunç bir sessizliğin ve zifirinin içindeydi. Sonra bir çıtırtı duydu, yüreğine bıçak saplanır gibi oldu. Gözlerini sımsıkı yumdu. Çıtırtılar çoğaldı, çoğaldı ve kulağının dibine kadar geldi. O kadar korkuyordu ki, gözlerini açamadı. Sonra vücudu yavaş yavaş karıncalanmaya başladı. ‘Ölüyorum galiba’ diye düşündü. Karıncalanma arttı, arttı; şimdi bedeninin her yanı, en ücra yerleri bile ısırılmaya, dişlenmeye başlanmıştı; acıdan yüreği dağlandı. ‘Kanımı emiyorlar’ diye dehşet içinde düşündü, ‘beni yiyorlar.’ Üzerinde yattığı taşın soğuk ıslaklığı ısınır gibi olmaya başladı; ‘kanım... kanım akıyor; ölüyorum.’ İçi çekildi. Elleri, kolları çarmıha gerilmiş gibi bağlanmıştı; sımsıkıydı, kımıldayamıyordu. Acı sonunu kabullendi, yapacak bir şeyi yoktu. Kirpiklerini araladı; başı döndü. Üzerinde vıngır vıngır kaynayan, etini kemiren, kanını emen binlerce insan kafalı böcek durup ona baktılar. Binlerce iğrenç böcek vücutlu, aynı yüzlü kadınlar, ona baktılar. Gözleri karardı. Hızla ölüm boşluğuna düşüyor, o korkunç girdaba kapılıyordu.
Kulağına gelen keskin, tiz sesle kendine gelir gibi oldu. ‘Kıyamet’ kelimesi belli belirsiz geçti aklından. ‘Ölüler dirilecek.’ Bu bir komuttu sanki, ilâhi emirdi. Gözlerini açtı.
“Siktir!” dedi, “rüyaymış!” Nefesini düzene sokmaya çalışarak uzun zamandır çalan telefona uzandı, “alo?”
“Gafur abi?”
“Evet?”
“Ben, Şamil. Odabaşı Şamil, abi.”
“Ne var Şamil” dedi Gafur, yarı kızgın, yarı bezgin.
“Abi, kusura kalma, rahatsız ettim. Hanı temizleyen Sülü var ya, senin büronun ışığının yandığını haber verdi bana. Gittim, baktım; koridor karanlıkkken sahiden de kapının altından sarı ışık sızıyor. Kapıya vurdum ettim ama ses çıkmadı. Meraklandım abi. Klima da vınlayıp duruyor.”
“Dün temizlik vardı, kadın açık unuttu herhalde Şamil, merak etme. Bir ara gelir hallederim ben.”
“Tamam abi, kusura kalma; bir haber edeyim dedimdi.”
“Sağol, sağol; eksik olma.”
“E, iyi madem. Görüşürük.”
“Görüşürüz.”
Telefonu kapatırken ‘bir bu eksikti’ diye düşündü. Başını tekrar yastığa koymak için içi gidiyordu ama kâbusuna geri dönmekten de aklı çıkıyordu. Banyoya giderken, ‘ne biçim rüyaydı’ dedi, ‘inanılmazdı. Ulan Aslı, ulan Aslı, ulan böcek karı! Yedin ulan beni, yedin bitirdin; hâlâ doymadın demek ki, rüyalarımda devam ediyorsun kanımı emmeye. Bir de avukatın olucam, ha! Bir de avukatın olucam demek! Kıçımı ye!”
Aynı dakikalarda, sorgulama odasındaki Aslı, ‘avukatımı istiyorum’ diye tutturmuştu, ‘Gafur Sermest’i istiyorum.”
“Ne yüzle?” diye sordu Lokman. “Gerçekten gelmesini bekliyor musun?”
“Tabii gelecek! Avukatım değil mi!”
“Cıscıbıl yatağa bağlayıp bırakıp gittiğin sevgilin değil mi?”
Lokman’a şaşkınlık ve şüpheyle bakan Aslı “ne... ne münasebet” dedi, “nereden çıkartıyorsunuz bunları?”
“Boşuna inkar etme, gözlerimle gördüm” dedi Lokman, “daha şimdiden yalanları sıralamaya başladın; anlaşma bozulmuştur.”
“Hayır! Olamaz! Söz vermiştiniz!”
“Sen de doğruları konuşmaya söz vermiştin.”
“Tamam, tamam; ben bağladım.”
“Ve Sevda’yla bir olup adamı mıncıkladıktan sonra o halde bırakıp gittiniz.”
“Şakaydı.”
“Deme be! Ben de inandım! Bak kızım, Gafur avukatın olmayı kabul etmiyor. Etse şaşardım zaten. Kendine başka bir avukat bulacaksın artık. Şimdi anlat bakalım, neydi derdin? Arkadaşını neden boğmaya kalktın? O paraları, mücevherleri nereden tırtıkladınız? Tabancayı kimden aldınız? Hele sen bunların cevabını bir ver, dehşet soruyu ondan sonra soracağım.”
“Dehşet soru mu? Ne?”
“Sorunca öğrenirsin. Çok merak ediyorum, bakalım ona nasıl cevap vereceksin. Kaçarın kalmadı Aslı Hanım. Onun için güzel güzel öt bakalım.”
“Paraların da, mücevherlerin de hepsi benim.”
“Ama Sevda öyle demiyor?”
“Demiyor mu? Demez tabii. Neden boğmaya kalktığımı sordunuz, değil mi? Tamam, anlatacağım. Evden çıkınca Tuzla’ya doğru yola çıktık. Bahçeye arabayı henüz parketmiştim ki, bu, çantasından tabancayı çıkartıp alnıma dayadı. ‘Herşey benim olacak’ dedi, ‘hepsi benim hakkım.’ Nereden hakkı oluyorsa? ‘Fifti fifti’ dedim, ‘öyle konuşmuştuk.’ ‘Hayır’ dedi, ‘kusura bakma Aslı ama seni öldüreceğim.’ Kusura bakmaymış! ‘Rica ederim’ diye cevap verdim ben de, ‘asıl sen kusura bakma çünkü ben seni geberteceğim.’ Elimin yanıyla bir vurdum, tabanca elinden düştü, hemen yerden kaptım ama o sırada Sevda kapıyı açtı, eve koştu. Evde ciddi bir arbede yaşadık, final müsabakası gibiydi; ikimiz de yakın dövüş tekniklerini iyi biliriz. O sırada da polisler evi bastı zaten.”
“İkiniz de, ha? Nerede öğrendiniz? Nereden çıktı bu merak?”
“Dedim ya, onları sonra anlatacağım.”
“Tabii anlatacaksın. Demek senindi onca para, mücevher, ha? Nasıl kazandın da edindin bunca şeyi?”
“Çalıştım.”
“Alnının teriyle yani? Hiç inandırıcı değil. Peki, neden yarısını ona vermeyi kabul ettin? Çok saçma Aslı Hanım, çok saçma; buna çocuklar bile inanmaz. E, anlaşmanız bozulmasaydı da eşit paylaşsaydınız, sonra ne yapacaktınız?”
“Herkes kendi yoluna gidecekti.”
“Senin yolun ne tarafa doğruydu?”
“Paris.”
“Hadi be! İyiymiş. Neden Paris? Bekleyenin mi var orada?”
“Hayır, bekleyenim yok ama bilirim Paris’i. Yeni bir hayat kurmak için güzel şehir.”
“Yani daha önce gittin oralara?”
“Gittim.”
Aynı dakikalarda, izole edilmiş diğer odada Sevda da aşağı yukarı aynı şeyleri Osman’a ve olaydan haberdar olunca çıngar çıkartan İsmet Komiser’e anlatıyordu. Ona göre Aslı, tabancayı onun alnına dayamıştı ama kendisi elinden kurtulup eve kaçmıştı. Evde olanları zaten biliyorlardı. Malların hepsi kendisinindi ama Aslı da pay istemişti. Bir miktar verecekti zaten fakat Aslı yarısını isteyince nevri dönmüştü.
“Peki tabanca?” diye sordu Osman.
“Tabanca da onundu” diye atıldı Sevda. “Zaten bayılır silahlara.”
“Demek bayılır. Sen İrfan’ın hizmetçisi değil misin? İki kuruş maaşla nasıl yaptın onca parayı filan?” Bunu soran İsmet’ti.
“Birikmişime maaşlarımı kattım. O evde yaşadığım için masrafım olmuyor, maaşımın tamamı bana kalıyordu.”
“Bak, yalan söylediğin gün gibi ortada. Şunun doğrusunu adam gibi anlat. Onlar Aslı’nın mıydı? Aslı nasıl kazandı onca parayı?
“Hayır! Nereden onun olacak? Tamam, telelikte iyi para var ama bu kadar da değil.”
“Ne! Aslı, telekız mı?”
“Ne sanıyordunuz? Profesör filan mı?”
“Peki, Gafur’la uzun zamandır çıkıyorlarmış; biliyor muydu Gafur?”
“O salak mı? Güldürme beni! Gözüyle görse inanmaz angut. Sırılsıklam aşıktır o Aslı’ya. Hoş, amaç da oydu ya.”
“Ne amacı? Kimin amacı?”
“Ne? Yok bir şey.”
“Söyle dedim!”
“Canım işte, Gafur’u kendisine aşık edip, soyup soğana çevirmekti Aslı’nın amacı.”
“Becermiş de. Peki sen Sevda Hanım, sen de patronunu soyup soğana çevirdin mi?”
“Ben mi? İrfan Bey’i mi? Deli miyim ben? Ölmeye niyetim yok benim!”
“Ölü, nasıl öldürsün? O vurulduktan sonra, ha?”
“Hayır. Ben nereden bileyim neyini nereye sakladığını? Hayır.”
“Neden kalkıştınız bu işlere?” diye sordu Lokman.
“Başka bir ülkede yeni bir hayata başlamak için.”
“Yeni mi? Niye? Ölümden beter mi yaşıyordunuz eskisinde? Hem suyu mu çıktı güzelim Türkiye’nin?”
“Burada kalmam sakıncalı olmaya başlamıştı da ondan” diye cevapladı Aslı, “gitmeliydim.”
“Bu gizemlilik sinirlerimi bozmaya başladı. Peki, Gafur’dan ne istedin?”
“Hiç. O paravandı benim için, arkasında gizlendiğim avukat marka bir paravan. Parası pulu da vardı.”
“Paravan ha? Peşinde birileri mi vardı? Belalın, kanlın?”
“Evet.”
O sırada kapı açıldı ve içeri Çiğdem girdi. Beti benzi atmış, gözleri yerinden fırlamış bir halde tir tir titreyerek Lokman’ın yanına geldi, kulağına birşeyler fısıldadı.
“Ne! Ne dedin, ne! Olamaz! Mümkün değil! Mümkün değil!” diye bağırırken Lokman yerinden fırlamıştı. “Osman’a da haber ver” dedi. Sonra kapıdaki polise dönüp “Agah, hanımı götür” diye emretti.
“Emredersiniz.”
Otomobilde giderlerken Lokman, “kim haber verdi?” diye sordu Bora’ya.
“Büronun sahibi.Gafur Bey, özellikle sizinle konuşmak istemiş, efendim.”
“Bunda bir yanlışlık olmalı, ya da bir numara. Ne zaman olmuş olay?”
“Henüz bilmiyoruz efendim.”
“Anlarız, anlarız. Hadi, bas gaza oğlum.”
Avukat Gafur Sermest’in ofisinin bulunduğu katın koridoru meraklı han sakinleriyle dolmuştu. Lokman’ın memurları onları dağıtırlarken o, olay yeri ekibiyle beraber içeri girdi. Manzara korkunçtu. Masanın hemen dibinde, duvardan duvara kaplanmış devetüyü rengindeki halının üstünde boylu boyunca yatan kadını gördü önce. Ağzından akan kan, yüzünün bir yanını ve halıyı sarmış, donmuş, pıhtılaşmıştı. Kadının başının biraz ötesinde de, yerde kan izi vardı.
“Masanın üstüne koymuş, manyak!”
Lokman, sesin geldiği tarafa baktı; Gafur, maktule en uzak mesafedeki koltukta bitik bir halde oturuyordu. Lokman, deri oturma gurubuna doğru yürüdü. “Neyi?” diye sordu alacağı cevaptan korkarak.
“Dili.”
“Aman Allah’ım! Olmamalıydı, olmamalıydı! Herşeye ters! Allah kahretsin! Dün Aslı’yla kaçta buluştun?”
“Sekizbuçuk filandı. Doğru evine gittim.”
Lokman, tekrar ofisin diğer tarafına geçti, dile baktı; içi kalktı. “Kadının herhangi bir yerinde bir şey yazıyor mu? Bedeninde ya da belki bir kağıtta?” diye sordu peşpeşe yutkunarak.
“Hayır efendim. Bu, diğerlerine pek benzemiyor. Yanık yok, denklem yok ve boğulmamış.”
“Peki, nasıl öldürülmüş?”
“Boynu kırılmış. Profesyonel işi. Katil, bu işin eğitimini almış belli ki. Hem bu, daha öncekiler gibi dikkatli de değil, amirim; bir sürü parmak izi bırakmış.”
“Nereden biliyorsun katilin parmak izi olduğunu? Belki Gafur’un ya da zavallı kadıncağızındır.”
“Kanlı parmak izleri, amirim.”
“Kanlı mı? Bulduk mu yani? Katili bulduk mu?”
“Kanıt temiz, ancak sadece bu cinayeti bağlar, efendim. Gördüğünüz gibi diğerlerinden bayağı farklı.”
“Evet. Hatta tek benzer yanı dil olayı da diyebiliriz.”
“Ve amaç, hırsızlık. Kasayı açmış, hem de hiç zorlamadan.”
“Zorlamadan mı, dedin? O zaman...” Uzun adımlarla Gafur’un yanına giden Lokman, “sekreterin filan var mı, Gafur?” diye sordu.
“Hayır. Neden?”
“Kasan zorlanmadan açılmış. Kasanın anahtarı senden başka kimde var?”
“Kimsede.”
“Yedeği?”
Gafur, koltuktan kalkıp kütüphanesine gitti. Portatif, ahşap merdiveni açıp basamakları çıktı, en üst rafa uzandı. Cilt cilt sıralanmış hukuk kitaplarından birini çekip aldı, kitaptan kalan boşluğa elini uzattı. Geri çektiğinde elinde kasanın yedek anahtarı duruyordu. “Burada” dedi, “işte.”
“Kim biliyordu onun orada olduğunu?”
“Hiç kimse.”
“Peki, asıl anahtarı nerede muhafaza ediyordun?”
“Cebimde.”
“Bir ara Aslı almış olabilir mi?”
“Mümkün değil. Bürodan çıkmadan az önce kullandım anahtarı. Sonra Kezban’ı bekledim. O gelince de çıktım.”
“Peki, işi bitince kapıyı nasıl kapatacaktı Kezban?”
“Onda anahtar var, vermiştim. Şimdi de, madem anahtarı var, neden bekledin, diye soracaksın, değil mi? Kocası geçenlerde öldü. Küçük bir kızı var, o da hasta. Tedavi masrafları için biraz yardım etmek istedim, onun için beklemiştim.”
“Yani, o senden para filan istemedi?”
“Yok canım, öyle biri değildir Kezban. Yani, değildi.”
“Saat kaçta çıktın ofisten?”
“Galiba iki filandı.”
Adli tabibin yanına giden Lokman sordu, “öleli ne kadar olmuş, doktorcuğum?”
“Yirmi dört saat diyebiliriz.”
“Yani, dün üçbuçukta. Birbuçuk saat burada çalışmış yani. Bakalım; camlar silinmiş, çöp dökülmüş, halı süpürülmüş ama silinmemiş. Tozları alırken olay vuku bulmuş. Baksana doktorcuğum, kadının elinde hâlâ toz bezi var. Gafur, bu kadının kimi kimsesi yok mu arayacak, merak edecek?”
“Bildiğim kadarıyla anne ve babasıyla oturuyor ve tabii bir de kızıyla. Hakkında pek fazla bir şey bilmiyorum. Ama dürüst, namuslu bir kadıncağız olduğundan eminim.”
“Vah, vah! Yazık olmuş kadına. Kasanda ne vardı ya da ne kadar, ne vardı?”
“Döviz ve Lira. Toplam yirmi üç bin kadar. Tabii hepsinin yerinde yeller esiyor şimdi. Lokman Komiser’im, paraya üzülmedim dersem yalan olur ama giden para olsun; ben Kezban’a kahroldum. Üstelik küçücük masum bir yavrucak hem anasız, hem babasız kaldı. Karar verdim, eğitimini ben üstleneceğim. Elimden geleni yapacağım.”
“Sana da bu yakışır. Ne de olsa senin büronda öldü anası. Hadi, gel, gidelim. Zabıt tutulacak.”
* * *
Saat beşe geliyordu. Lokman ve ekibi uykusuzluktan ve yorgunluktan perişan haldeydiler. “Tamam” dedi Lokman, “Yeter bu kadar. Şimdi hepimiz evlerimize gidiyoruz ve pazartesiye kadar doya doya uyuyup dinleniyoruz.”
“Aslı’yla Sevda’nın sorgulanması ne olacak, amirim?” diye sordu Çiğdem.
“Gidecekleri yerde burayı çok arayacaklar; onun için bırakalım da kral dairesinin tadını çıkarsınlar. Ayrı tutun kadınları yoksa akşama kalmaz iki cinayetle daha karşı karşıya kalabiliriz.”
“Ayrılar efendim; birbirlerine seslenip haberleşemezler bile. Zaten Agah nefes aldırmaz onlara.”
“İyi, iyi. Yüzdük, yüzdük, kuyruğuna geldik çocuklar. Dişi şeytanların işini pazartesi günü bitiririz. Gerekirse soruşturma için Savcı Bey’den ek süre de alabiliriz. Bugün cumartesi, hepi topu bir günümüz var dinlenebilmek için; kıymetini bilin, iyi değerlendirin. Ha, Osman, telefonları kapatacağım; acil bir şey olursa eve gelip haber verirsin, bir zahmet.”
“Emriniz olur, amirim.”
“İyi tatiller arkadaşlar, gidebilirsiniz. Bir dakika, bir dakika, durun; hastanede yediğiniz herzeleri unuttum sanmayın sakın. Hepsinin hesabını bir bir vereceksiniz, söylemedi demeyin. Hadi şimdi güle güle.”
Lokman, eve gider gitmez önce uzun uzun banyo yaptı. Çıktığında kendini bayağı hafiflemiş, rahatlamış hissediyordu. Çayını demledikten sonra Lerzan’ı aradı. Az kalmıştı, eve dönmelerine çok az kalmıştı. Çocuklarını sordu, kaynanasını, Zehra’yı sordu; Derya’yı es geçti ama karısı onun da iyi olduğu haberini verdi. Zehra da daha iyiye gidiyordu; biraz biraz konuşmaya bile başlamıştı. Dolmakalemini kullanmak için de abisinin gelmesini bekliyordu. Hepsi Lokman’ı çok özlemişlerdi. Gelmeyecek miydi? “Yok” dedi Lokman, “gelmeyeceğim karıcığım. Yorgunluktan geberiyorum; telefonları kapatıp pazartesiye kadar uyuyacağım. Merak etme.” Lerzan’ın içine kurt düşüverdi; günlerce uyunur muydu hiç? Kocası sakın bir haltlar karıştırıyor olmasındı? Sordu ve zılgıtı yedi. Neyse ki gerilen konuşma sonra tatlıya bağlandı da öpücüklerle kapatıldı telefonlar. Lokman, çayını yudumlarken fırsat bulup da bir türlü okuyup bitiremediği kitabını aldı. Şimdi dinlenme ve keyif zamanıydı.
- 12 -
Pazartesi sabahı Lokman ve ekibi ne kadar dinç ve sağlıklı görünüyorlarsa, Aslı ve Sevda da bir o kadar yorgun ve perişan resim veriyorlardı. Osman ve İsmet Komiser Sevda’yı, Lokman ise Aslı’yı sorgulamaktaydılar. İki ekibin diğer elemanlarıysa, aynaların arkasındaki küçük odalarda olanları izlemekteydiler.
Gözlerini karşısında oturan kadının gözlerine diken Lokman “bak Aslı” dedi, “boşuna inkar edip kendini de, bizi de yorma. Paraları da, diğerlerini de Gafur’dan ve İrfan’dan çaldığınızı biliyoruz.”
“Çalmadık diyorum size, hepsi benim.”
“Ama Sevda itiraf etti. Tabanca da seninmiş.”
“Yalan söylüyor, şıllık!”
“Höt! Höt! Doğru konuş! Hadi diyelim ki, çaldığınız paraların bir kısmıyla bulunan mücevherleri aldınız. Peki, tabancayı nereden tedarik ettiniz?” Aslı, sustu. “Kızım, bak, biz biliyoruz. O tabancayla ne halt karıştırdığınızı da biliyoruz. Balistik çözdü olayı.”
“Biliyorsanız neden soruyorsunuz? Bir şey bildiğiniz yok! Bizi hiçbir şeyle suçlayamazsınız! Avukat istiyorum!”
“Hadi ya! Polise karşı gelmek, kaçmaya kalkmak, doktoru rehin almak suç değil mi! Ve ....”
Aslı, korkuyla Lokman’a baktı.
“Ve... İrfan’ı öldürmek. Ya, Aslı Hanım, bütün bunlar ortaya çıkmayacak mı sanıyordun?”
“Onu ben öldürmedim!”
“Balistik öyle demiyor ama. O tabancadan çıkan kurşunlarla ölmüş adam.”
“Bu, benim öldürdüğümü kanıtlamaz ama, öyle değil mi?”
“Parmak izlerin var.”
“Tabii olacak; dün gece ben de tuttum silahı.”
“Kurtulamayacaksın Aslı, boşuna debeleniyorsun. Bak, Sevda senin kadar inatçı değil; maşallah bülbül gibi şakıyor.”
“Ve herşeyi benim üstüme yıkıyor.”
“b sen misin?” diye damdan düşer gibi sordu Lokman.
“Kim ben miyim?”
“b.”
“b mi? O ne?”
“Yav, bırak numara yapmayı! Cuma akşamı evimin kapısındaki paspasın üstüne bıraktığın zarftaki notta öyle yazmamış mıydın? Hani, anahtarın da içinde olduğu zarftaki not.”
“Ne zarfı, ne notu, ne anahtarı? Bakın, hazır şunları yakalamışken faili meçhulleri de onlara kakalayalım diye düşünüyorsanız, geçin, Komiser Bey. Ben suçsuzum dedikçe siz benim üstüme yeni yeni suçlar yüklemeye kalkıyorsunuz. Avukat istiyorum.”
“İsteriz Baro’dan, verirler, merak etme. Hangi şanssız avukat olacaksa artık? Neyse, demek sen yazmadın o notu?”
“Hayır, hayır, hayır!”
“Ama anahtarlar, senin evin anahtarlarıydı?”
“Ne! Ne! Size zarf içinde evimin anahtarları mı verildi? Olamaz! Ama neden?”
“Bilmem? Ben de sana onu soruyorum işte! Madem sen değilsin, kim olabilir? Kime verdin evinin anahtarını?”
“Nerede o! Nerede o kalleş orospu!” Aslı, yerinden fırlayıp deli danalar gibi burnundan soluya soluya odada dört dönmeye başladı. Duvara bir yumruk attı, havaya bir tekme. “Nerede dedim!”
“Çok konuşma da otur yerine!” diye bağırdı Lokman. “Tepemi attırma! Otur!”
Aslı, iskemleyi çekip oturdu. Sinirden kuduruyordu. “Sigara istiyorum” dedi, “sigara istiyorum!”
“Burası babanın kahvesi değil! Sabrımı zorlama! Dökül bakalım, anlat.”
“Anlatacağım, anlatacağım tabii. Vay...”
“Demek İrfan’ı sen öldürmedin? O zaman Aslı öldürdü” dedi İsmet Komiser. “İkinizden biri.”
“Tabanca o gün Aslı’daydı, o öldürmüştür.”
“Ha, senin haberin yok yani” dedi Osman sinir sinir gülerek. “Bakın Sevda Hanım, bize yalan söyleyenler sonradan çok pişman olurlar” dedi. Yüzü aniden değişmişti. “Hele bizimle kafa bulmaya kalkanlar, keşke ölseydim de bu yanlışı yapmasaydım, derler. Bilmem anlatabildim mi?” Masaya güm diye yumruğunu indirirken bağırdı, “Tabancadan söz ediyoruz; allıktan, rujdan değil! O gün Aslı’da, öteki gün sende, ha? Sırayla mı kullanıyorsunuz bu mereti! Maval okuma! Maval okuma!”
“Tamam, Osman” diyerek araya girdi iyi polis İsmet Komiser. “Sevda Hanım, şimdi herşeyi anlatacak bize, öyle değil mi?”
“İrfan’ı ben öldürmedim. Niye öldüreyim? O benim ekmek kapımdı.”
“Aslı’nın nesiydi peki?”
“Kimsesi değildi.”
“Peki, Aslı neden öldürdü İrfan’ı?”
“O mu öldürmüş? Sahi mi?”
“Amirim” dedi Osman, “ben eski usule döneceğim. Bu böyle olmayacak. Lütfen izin verin bana, lütfen! İki dakikada her şeyi söyletmezsem, adam değilim!”
“Dur oğlum, dur. Sakin ol.” Sonra Sevda’ya dönerek “bak” dedi İsmet Komiser, “anlat artık. Osman’ı daha fazla dizginleyebileceğimi sanmıyorum.”
Osman’a korkuyla bakan Sevda, “tamam” dedi, “peki, anlatacağım.”
“Sevda benim çok eski arkadaşım” diye anlatmaya başladı Aslı. “Birlikte çok şeyler paylaştık, çok şeyler yaşadık.”
“Ne gibi?” diye sordu Lokman. “Telekızlık gibi mi?”
“Ne! Ne telekızlığı?”
“Sevda, senin için öyle dedi de...”
“Ne? Ben... ben... Yo, öldüreceğim ben bunu, öldüreceğim! Keşke o gece elimden almasalardı!”
“Devam et!”
“Allah kahretsin! Çok sinirlendim!”
“Devam et, dedim!”
“Kader birliği yapmıştık.”
“Nasıl tanıştınız? Nerede?”
“Ah, işte bu kilit soru.”
“Hayır. Kilit soru bu değil. Devam, devam.”
“Yıllar önceydi. Ben, bazı arkadaşlarım kanalıyla bir örgüte girdim.”
“Ne! Ne örgütü? Hangisi?”
“İki büyükten biriydi. Doğuda eğitim aldım.”
“Ne eğitimiymiş bu? İnsan öldürme mi?”
“Savaş eğitimi, yakın dövüş teknikleri ve tabii silah, bomba ve cinayet.”
“Bak, bak, baaak. Sen neymişsin be!”
“Bakın, bu konuyla ilgili her şeyi Devlet’e anlattım ve afedildim. O sayfa kapandı. Neyse, henüz eğitim safhasındayken pişmanlık yasası çıktı.”
“26 Ağustos 1999. 3419 sayılı kanunun birinci maddesi; evet. Yani hiçbir eyleme katılmadın, ha?”
“Hayır; henüz eğitim safhasındaydık. Sevda da oradaydı. Aşağı yukarı aynı zamanda katılmıştık örgüte. Pişmanlık yasası çıkınca gizli gizli plan yaptık ve kaçıp Devlet’e sığındık. Çok zor oldu kaçmamız, ömrümün yarısı gitti.”
“Hepsinin gitmediğine şükret. Sonra? Örgüt hakkında bilgi de verdiniz tabii.”
“Bildiğimiz kadarıyla. Sonra estetik ameliyat olduk, bayağı değişti tipimiz ama yine de korkuyorduk. Yurtdışına kaçtık. Aradan zaman geçsin, arası soğusun, memlekete gideriz, dedik. Paris’te bir süre kaldıktan sonra Türkiye’ye döndük.”
“Dönünce ne yaptınız? Neyle geçindiniz?”
“Sevda, hukuktan ayrılmadır. Ben.... ben... üniversite okumadım. Geçici işlere takıldık. Sonra Sevda bu işi buldu.”
“Hukukçu hizmetçi, ha?”
“Hizmetçi değildi. İrfan Bey, evin tüm idaresini Sevda’ya vermişti. İyi de para alıyordu.”
“Enteresan. Peki, sen ne yaptın?”
“Sekreterlik. En son Gafur Bey’in sekreterliğini yaptım. O arada da, işte, bildiğiniz gibi sevgili olduk.”
“Sadede gelirsek?”
“Sevda, işe girdikten bir süre sonra İrfan Bey’in karanlık işler çevirdiğini anladı. Onun anladığını da İrfan anlamıştı. Sevda’yı tehdit etmiş; konuşursan öldürürüm, demiş. İşten ayrılmaya kalkınca da bırakmamış. Ben ölünceye kadar buradasın, demiş. Sevda, korkunç baskı altındaydı. Sonunda canına yetti, özgürlüğüne kavuşabilmek için öldürdü işte. Sonra beni aradı, olanları anlattı. Paris’e kaçıyorum, dedi. Ben de, hani kader birliği yapmıştık; anca beraber, kanca beraber; ben de geliyorum, dedim. İşte, Paris’e gidecektik.”
“Neden hapiste korunma garantisi istedin? Örgüt yüzünden mi?”
“Evet. Her ne kadar Sevda’nın olayı nedeniyle kaçıyor olsak da, endişelerimiz büyüktü. İzimizi bulduklarından şüphelenmeye başlamıştık. Evet, tipimiz de, kimliğimiz de değişmişti ama onlar çok sıkı çalışırlar. Korkuyoruz. Hele hapiste kaçacak yer de yok. Kesin ikimizi de öldürürler, kesin. Korunmamız lazım.”
“Onu zamanı gelince düşünürüz. Gafur’un paralarını niye çaldın?”
“Gafur’un paralarını mı? Çalmama gerek yoktu ki. Ne zaman istesem veriyordu zaten.”
“Bir kere vermiş.”
“Öyle mi dedi? Açgözlü değilimdir.”
“Cuma günü öğleden sonra üç sularında neredeydin?”
“Cuma günü mü? Alışverişteydim. Akşam Gafur gelecekti; yemeklik filan aldım.”
“İspat edebilir misin?”
“Elbette.”
“Veda yemeği, ha? Ne veda ama! Düşman başına.”
“O bilmiyordu. Aslında üzülmüyor da değildim.”
“Çok üzüldüğün için mi adamı kıskıvrak bağladın! Nasıl kadınsınız siz, yav! Neyse, şimdilik bu kadar yeter. Aslı Hanım, işiniz zor. Agah! Hanım’ı götürebilirsin.”
“Demek öyle” dedi Osman. “Sence neden birbirlerini görür görmez gıcık olmuşlardı?”
“Bilmiyorum. Aslı da, İrfan da birbirlerine sinir oluyorlardı; yıldızları barışmadı herhalde. Sanırım İrfan, karanlık işlerinin Aslı tarafından öğrenilip başına iş açılmasından çekiniyordu. Aslı’nın bir nedeni yoktu; sinirine gitmişti işte.”
“Sırf sinir olduğu için adam öldürür mü insan? O zaman Aslı değil sen bitirdin adamın işini .”
“Bakın, ben öldürmedim diyorum size. Neden öldürdüğünü Aslı’ya sorun, bana ne soruyorsunuz!”
“İsmet Komiser’im, bu kadın yine canımı sıkmaya başladı. Lütfen, izin verin.”
“Osman, sen biraz dışarı çık. Biraz havalan da öyle gel.”
“Emredersiniz.”
Osman dışarı çıktıktan sonra “İrfan’ın evine gelen giden çok oluyormuş” dedi İsmet. İçlerinde Harun isminde biri var mıydı?”
“Harun mu? Ben bir Harun tanıyorum ama o....”
“Ne?”
“Bir ara, kısa bir süre bahçevanlık yapan Harun’u tanıyorum. Yani eve misafir olarak gelen tiplerden değil.”
“Bahçevanlık mı yaptı?”
“Evet. Harun’un anlattığına göre İrfan Bey’in çocukluk arkadaşıymış. Bilseydim semtine bile uğramazdım, demişti; çok iyi hatırlıyorum. Galiba küçükken pek geçinemezlermiş. Bilmeden iş başvurusunda bulunmuş. Benimle konuştu, anlaştık. Sonra patronla tanıştırmak için Harun’u üst kata çıkardım. Birbirlerini gördüklerinde ikisi de şok oldular. İrfan Bey, beni çalışma odasından dışarı çıkarttı. Uzun süre başbaşa konuştular. Bir ara sesler bayağı yükselmişti ama ne dediklerini anlayamamıştım; tartışıyor gibiydiler. Odadan çıktığında Harun’un yüzü kıpkırmızıydı. Çok sinirliydi. Ama işten hemen ayrılmadı, bir süre çalıştı. Bir gün bir baktık ki, Harun yok. Gidiş, o gidiş. İrfan Bey yıkmıştı ortalığı. Siz nereden biliyorsunuz Harun’u?”
“Ölümünden. Öldürüldü.”
“Ne! Çok üzüldüm, gerçekten çok üzüldüm.”
“Ya Sevda Hanım, masum insanlar, işte böyle gözü dönmüşlerin kurbanı oluyorlar maalesef. Gelelim size. Siz, İrfan Örücü’nün ölümünden sonra çalışma odasındaki kasayı açtınız ve ne var ne yoksa silip süpürdünüz. Kasa elektronikti ve siz sistemin nasıl işlediğini öğrenmiştiniz.”
“Nasıl öğrenebilirim? Mümkün değil.”
“Mümkün. İrfan, başına bir iş gelmesin diye çalışma odasına kamera koydurmuştu. Siz de, kasayı açarken izlediniz ve mekanizmanın nasıl çalıştığını öğrendiniz. Monitörün başındaki arkadaş, biraz uçkuru gevşekti ve mutfakta çalışan kızla arasında bir ilişki vardı. Siz bunu biliyordunuz. Olanı biteni gözlemek istediğinizde ikisinin buluşmasına göz yumuyordunuz ve monitörün başında en azından yarım saat rahat rahat oturabiliyordunuz. Kasayı açtığınız zaman da aynı taktiği uyguladınız.”
“Bunların hepsi hayal ürünü.”
“Çalışanları da sorguladığımızı unutuyorsunuz. İrfan’ın paraları çok cezbediciydi. Kasada çok para olduğunu biliyordunuz. Adam karanlık işler çeviriyordu ve siz bunu da öğrenmiştiniz. Yani öldürseniz başınız hiç ağrımazdı; zaten bir sürü düşmanı vardı, birinden birinin hakladığını düşünecekti polis. Bir gece, hangi bahaneyle bilmem, beraber arabayla çıktınız ve yine hangi nedenle bilmem, arabayı kenara çektirdiniz. İner inmez de İrfan’ın işini bitirdiniz. Sizden hiç böyle bir şey beklemediği için boş bulundu İrfan. Ve maalesef gafil avlandı ve öldü.”
“İspat edin.”
“Edeceğiz elbette, edeceğiz.”
O sırada kapı açıldı ve Lokman içeri girdi. “Ooo, bakıyorum koyu bir sohbete dalmışsınız. Maşallah, maşallah. İsmet, hadi artık yukarı çıkalım. Sana anlatacaklarım var.”
“Benim de” dedi İsmet Komiser. “Aklın şaşacak.”
“Senin mi, benim mi?”
İki meslektaş merdivenleri çıkarlarken yukarıdan Osman’ın yıldırım hızıyla ve basamakları ikişer üçer atlayarak indiğini gördüler. Çok heyecanlıydı.
“Amirim” dedi nefes nefese, “ben de size geliyordum. Dünkü vukuatın parmakizi raporu geldi.”
“İyi, iyi. Ver bakayım.”
Lokman, raporu okurken “vay canına!” dedi, “Kezban’ı öldüren Sevda’ymış!”
“Sevda mı?” diye şaşırarak sordu İsmet. “İyi de, niye?”
“Bilmem? Ama öğreneceğiz elbette. Kanlı parmak izlerinin Sevda’ya ait olduğu yazıyor raporda. Kasada ve kapıda da aynı izler tesbit edilmiş. Bu kadar iz bırakması garip gelmedi mi size de? Salak bir şey olsa neyse ama cin gibi ikisi de.”
“Evet ya. Çok garip geldi bana da.”
“Efendim, Kadriye’yle Çiğdem döndüler. Yukarıda sizi bekliyorlar.”
“Söyle, odama gelsinler.”
“Emredersiniz amirim.” Osman, koştura koştura yukarı çıktı.
“Lokman be, şu işleri halledince hanımları da alıp felekten bir gece çalalım mı arkadaşım?” diye o günün hasretiyle yana yana sordu İsmet.
“Çalalım, anasını satiiim be İsmet. Ama pahalı bir yer olmasın, ha. Malûm, cep delik, cepken delik.”
“Kevgir misin be kardeşlik” deyip kahkahayı patlatan İsmet, “sen düşünme bunları anam, babam. Hesaplar benden. Hem de en grand yere götüreceğim sizi.”
“Ne o? Mirasa mı kondun?” diyen Lokman, birden durup arkadaşının yüzüne dik dik bakmaya başladı. “Bana bak, yoksa sen aşağıdaki kızların işbirlikçisi misin? Yoksa b sen misin!”
“Hadi lan! Pişman etme insanı! Yürü!”
Gülüşerek Lokman’ın odasına geldiler. Hanım elemanlar kapıda bekleşiyorlardı.
“Gelin kızlar, gelin” dedi Lokman. “Neler buldunuz bakalım?”
Daha kapıdan girer girmez Çiğdem anlatmaya başladı. “Amirim, Aslı’yla Sevda’nın fotoğraflarını hanın içindeki, dışındaki herkese gösterdik. İkisini de tanıdılar, amirim.”
“Aslı’yı daha sık gördüklerini söylediler ama Sevda’yı da birkaç kez görmüşler” diye bilgi vermeye devam etti Kadriye.
“Yalnız mı?”
“Hayır, Aslı’yla görülmüş efendim, ta ki cinayet gününe kadar.”
“Ne! Nasıl, kim görmüş?”
“Aynı kattaki ofislerden birinde çalışan bir sekreter kız, kat tuvaletine girdiğinde Kezban’ı kovaya su doldururken görmüş. Ellerini yıkarken biraz konuşmuşlar ve kız, Kezban’dan önce tuvaletten çıkmış. Tam o sırada Sevda, Gafur’un ofisine girmek üzereymiş. Hatta gözgöze gelmişler. Gözgöze gelince Sevda ofise girmekten vazgeçmiş, merdiven başına geçip birine telefon etmiş. Sekreter kız da o sırada kendi bürosuna girmiş. Ama içeri girer girmez de merak edip başını kapıdan uzatmış, bakmış ki Sevda telefonu kapatmış, Gafur’un ofisine giriyor.”
“E, daha önce sormadınız mı, içeri giren çıkan gördünüz mü, diye? Neden o zaman söylememiş?”
“Sorduk amirim, sormaz olur muyuz hiç? Cumartesi günleri çalışmıyormuş, yani maktul bulunduğunda orada değilmiş.”
“Ha, anladım. Sekreter kızın ifadesi çok iyi oldu, yav! Parmak izlerini destekleyecek. Aferin kızlar, aferin! Agah’a söyleyin, aşağıda akşam kim nöbetçiyse ona söylesin de, katilin o olduğunu bildiğimizi, ispatladığımızı Sevda’nın kulağına fısıldasın sanki iyilik yapıyormuş, sır veriyormuş gibi. Anlaşıldı mı?”
“Anlaşıldı, amirim” diye cevapladı kadınlar düeti.
“İyi. Hadi, şimdi dışarı.”
“Lokman ya, şu senin dilsiz kız İrfan’ı tanır mıydı acaba? Yazdıklarına baktım, adamın adı geçmiyor. Mebrure Hanım’dan sözetmiş ama oğluyla ilgili bir şey anlatmamış.”
“Doğru diyorsun. Dur, bir arayalım....... Alo? Derya, sen misin? Lerzan’ı ver bana. Banyoda mı? Ha, tamam. Çocuklar nasıl? İyi, iyi. Zehra’yı telefona çağır. Ne? Hadi ya? Konuşamıyor mu? Vah vah! Ne zamandan beri? Bak, hiç haberim olmadıydı. Salak mıyım ben be! La havle! La havle! Çağır diyorsam, çağır. Yanında mı? İyi. Alo? Zehra, kızım? Ben, polis abin. Bak canım, şimdi sana bazı sorular soracağım; cevaplarını ve konuyla ilgili bütün bildiklerini bir kağıda yazacaksın, tamam mı? Ben bir saat sonra tekrar arayacağım, Lerzan Abla’n yazdıklarını bana okuyacak. Hani, daha önce yazdığın bir kadın vardı; abinin öğretmeni Mebrure Hanım. Onun bir oğlu vardı, İrfan. Sen onu tanıyor muydun? Abinle arkadaş mıydı? Size gelip gider miydi? Abin onlara gider miydi? Araları nasıldı? Samimi arkadaşlar mıydı? İşte, İrfan’la ilgili ne biliyorsan yaz. Hadi kızım, kapatıyorum şimdi; sen yazmaya başla.”
Ahizeyi yerine koyarken “bir saat sonra cevapları alırız” dedi. “Şimdi sıkı dur, sana müthiş şeyler anlatacağım.”
“Ben de, ben de” diye yanıtladı İsmet. “Önce sen anlat ama başlamadan birer okkalı kahve söyleyelim.”
İki komiserin de ağızları kulaklarındaydı.
- 13 -
“Polis abi, Cadı Mebrure’nin bir oğlu, bir de kızı vardı; İrfan’la İhsan. İhsan Abla, ismini hiç sevmezdi, abisi de kızdırmak için ‘İhsan, oğlum’ diyerek onunla hep dalga geçerdi. Abim, onlarla arkadaştı ama İrfan’ı pek sevmezdi. Daha çok İhsan’la anlaşırlardı. Büyüyüp genç olduklarında İrfan’la abim düşman oldular.
Bir gün abim eve sinir içinde geldi, eli ayağı titriyordu. Ne oldu, diye sordum. Akşam, odaya geçince anlattı. Meğerse İhsan, abime aşık olmuş. Abimin de ona karşı duyguları vardı, bana çıtlatmıştı. Elele oturup konuşurlarken İrfan, bunları görmüş. Kardeşine iki tokat patlatıp odasına yollamış. Sonra abime ‘ben ne dersem yapacaksın, yoksa olanları İhsan’a da, herkese de anlatırım’ demiş. ‘Ne olmuştu ki’ diye sorduğumda abim, ‘çok kötü şeyler ama sana anlatamam’ demişti. İkisinin arasında sırmış. Abim, hem millete rezil olmamak için, hem de İhsan üzülmesin diye İrfan’ın her dediğini yapmış, yıllarca kölesi gibi olmuş. Senden ne istiyor bu deli, diye sorunca cevap vermiyordu ama sinirden kuduruyor, kulaklarına kadar kızarıyordu. Yakalandıkları günün ertesi günü abiciğim ağlayarak eve geldi. Öyle ağlıyordu ki, susturamıyordum. Meğer, o kavga sonrasında İrfan’la İhsan çok kötü kavga etmişler. Sonra İrfan kapıyı vurmuş gitmiş. Akşam eve gelmişler ki İhsan Abla yok. Kız, evden kaçmış. Aramadık yer bırakmamışlar; tanıdıklara bakmışlar, hastanelere sormuşlar, polise haber vermişler; yok, yok. Aradan on beş gün mü ne geçmişti polis abi, abim eve bir geldi; robot mu desem, mumya mı desem; bir acayip halde. İhsan intihar etmiş, dedi. Yıkıldım. Ben severdim İhsan Abla’yı; sessiz, sakin, çok iyi kızdı. Cenazeyi almaya bile gitmediler polis abi. Umurlarında olmadı. Mebrure cadısı demiş ki, o evden gittiği gün öldü, demiş. Abim, ‘bak canım,’ dedi bana. ‘İhsan’ın ölümüne sebep İrfan itiyle anasıdır. Bu herif bulaşıp duruyor bana. Elimden bir kaza çıkacak. Bir yandan annen, bir yandan bunlar; daha fazla dayanamayacağım. Ben gidiyorum ama söz, seni alacağım.’ Gerisini biliyorsunuz zaten.
Ben bunları size daha önce anlatmadım ama vallahi aklıma bile gelmedi. Bilemedim polis abi, özür dilerim.”
“Tamam Lerzan, sağol. Şimdi kapatmak zorundayım. Sonra ararım ben sizi.” Lokman, telefonu kapattıktan sonra dinlediklerini İsmet Komiser’e anlattı. “Demek ki” dedi, “aralarında ta çocukluktan beri bir husumet varmış. İyi de, yıllar sonra ne oldu da, İrfan Harun’u öldürdü? Hem Zehra’nın yazdıklarına bakarsan, Harun’un o herifi zımbalaması daha anlaşılır bir durum olurdu. Değil mi?”
“Öyle. Yazık olmuş kızcağıza. Belli ki Harun’a da. Bak şimdi, aradan uzun zaman geçtikten sonra Harun’la İrfan tekrar karşılaşıyorlar. Harun, çok zor durumdaydı herhalde ki, İrfan’ın yanında bahçevan olarak çalışmaya razı oluyor. Kısa bir süre sonra da basıp gidiyor. Lokman, anladığım şu; çalıştığı süre zarfında Harun başka iş aradı. Kardeşine söz vermişti, onu da yanına alabileceği bir iş arıyordu. Zaten İrfan’ın evinde çalışmak için bu yüzden başvurmuştu ama ne yazık ki karşısına maziye gömmeye çalıştığı düşmanı çıkmıştı. Harun bir yandan iş arar, öte yandan çalışırken, kalıbımı basarım ki İrfan, ona kuryelik filan da yapması için baskı yaptı.”
“Doğru diyorsun, arkadaşım. Harun, dürüst adam; kabul etmedi. İrfan da, ötmesin diye zavallıyı öldürdü.”
“Evet. Aynen öyle.”
“Yani bu durumda senin dosya kapanmış mı oluyor, İsmet? Ama bir şey kanıtlayamadın ki!”
“Arabanın lastiğindeki kum, diken var. Harun’un başka düşmanı olamayacağına, melek gibi biri olduğuna dair şahitler gani. Tabancanın kaydı kuydu yok, biliyorsun. Balistik, daha önceki vurulma olaylarıyla ilişkilendirmedi. Dediğin doğru, somut bir kanıt yok. Herif de öldü. Valla, dosyayı bu haliyle vereceğim. Artık gerisini bilmem.”
“Sen bilirsin ama acele etme istersen. Şu kadınları biraz daha sıkıştıralım. Sevda belki bir şeyler biliyordur Harun’un ölümü hakkında.”
O sırada Osman içeri girdi. “Bir emriniz var mı, amirim?”
“Yukarıya, kadınların gerçek kimliklerini sordun mu?”
Osman, inleyerek elini alnına vurdu. Kıpkırmızı olmuştu. “Amirim, afedin amirim. Hemen şimdi soracağım, amirim.” Kendini kapıya attı. “Sabah masamda olacak!” diye arkasından bağırdı Lokman. “Duydun mu beni!”
“Ben çıkıyorum” dedi İsmet. “Sen daha kalacak mısın?”
“Nereye? Eve mi?”
“Hı. Gün bekliyoruz, malum; geldi gelecek.”
“Kim yav? Kaynanan mı?”
“Kaynanam çoktan geldi bile. Bebekten bahsediyorum.”
“Ne! Yenge hamile mi? Aaa, haberim yoktu. Hayırlı olsun arkadaşım, hayırlı olsun. Valla, cesaretine hayranım; bu zamanda, bu maaşla, üstelik bu yaşta?”
“Ne varmış yaşımda be? Ben mi doğuruyorum? Hayretsin ha!”
“Dur, dur, dur! Seni uyanık, seni! Hesaplar senden, ha? Felekten bir gece çalalım, ha? Grand, ha? Babam da yenmeyecek yemekleri grand bir yerde ısmarlar da hesabı da bir değil bin kere öder!”
“Neden yenmeyecekmiş?”
“Gidilmeyecek de ondan. Bebek geldi, kaynanam gitti, hanım hasta, ben usta; bahane, bahane, bahane! Nasıl olsa gitmeyecektik, değil mi! Yav, senden korkulur vallahi! Pes!”
“Allah Allah! Gerinden uydurup durma be! Götüreceğim dediysem, götüreceğim! Hadi eyvallah.”
“Öyle olsun bakalım. Eyvallah İsmet Efendi.”
“Yine efendi olduk” diyen İsmet, gülerek odadan çıktı.
* * *
Lokman Komiser’in talimatını alan Agah, o gün nöbetçi olan meslektaşına olanları ve amirinin isteğini anlatmıştı. Süleyman, nöbetine renk katacak bu gelişmeye pek sevinmiş, Sevda’yı önceden ikirciklendirmek için de, kapatıldığı nezarethanenin önünden sık sık geçmeye başlamıştı. Geçerken de yan yan bakıyor, sonra cıkcıklayarak başını iki yana sallayıp yürüyüp gidiyordu.
Sevda, bu aynasızın kendisine yönelttiği özel ilgiden gerçekten de içgillenmiş, bir punduna getirip ağzından laf almak için planlar kurmaya başlamıştı. Süleyman’ın da istediği buydu; kendiliğinden gidip konuşmayı değil, o çağırdığı ve zorladığı için acıyıp da bilgi veriyor havalara girmeyi istiyordu. Nitekim bir süre sonra av tuzağa düştü ve Sevda, “bakar mısınız, memur bey” dedi, “çok susadım. Acaba mümkün mü, bir bardak su alabilir miyim?” Süleyman, ters ters baktıktan sonra başını salladı ve gözden kayboldu. Biraz sonra büyükçe bir kağıt bardakta suyu getirip verdi. Teşekkür edip suyu içen Sevda, “şey” dedi, “bardak bende kalabilir mi? Nasıl olsa bununla canıma kastedemem.”
“Neden?” diye aksilenerek sordu Süleyman.
“Gecenin ilerleyen saatlerinde tuvalet ihtiyacım olursa diye dedim; sizi rahatsız etmek istemem.”
“Ne de düşüncelisin.”
“A, gerçekten de öyleyimdir memur bey. Siz bakmayın beni buraya tıktıklarına; ben iyi bir vatandaşım.”
“Ben öyle duymadım ama” dedikten sonra aceleyle iki yanına bakınan Süleyman, Sevda’ya yaklaşmasını işaret etti. “Bak” dedi fısıldayarak, “benden duymuş olma ama.... hizmetçi kadını senin öldürdüğün kanıtlandı. Patronunu da sen öldürmüşsün. Arkadaşın var ya, neler neler anlatmış; şimdi başka cinayetleri de araştırıyorlar. Benden söylemesi. Bana bak, bunları sana söylediğimi ağzından kaçırırsan, öyle bir iftira atarım ki, hiçbir suçun olmasa bile en az on yıl yersin” deyip yürüdü gitti. Sevda, adamın arkasından bakakalmıştı. ‘Bu ne be?’ dedi, ‘iki saniyede hayatımı bitirdi gitti adam! Allah kahretsin! Demek Aslı karısı konuştu, ha? Keşke halletseydim işini şu kaltağın! Birşeyler yapmalıyım, kesinlikle birşeyler yapmalıyım!’
Sevda, harıl harıl ne yapacağını düşünürken Süleyman, demlediği çaydan bir kağıt bardağa koyarak Aslı’ya götürmüştü bile. ‘Al bacım’ dedi, ‘dışarısı fokur fokur kaynarken bile burası buz damı gibi olur. Üşümüşsündür, için ısınsın.”
Şaşkınlık ve tereddütle bardağı alan Aslı, çayı kokladıktan sonra “bunun içinde bir şey yok, değil mi?” diye sordu.
“Aşkolsun ama” diye gücenik bir sesle cevap verdi Süleyman, “ben burada senin için yasaklara karşı geleyim, sen kalk benden şüphelen. Çok kırıldım. Ver o zaman, içme.”
“Yok, yok” dedi telaşla Aslı, gerçekten de nemli soğuk içine işlemişti. “Kusura bakma. Adın ne senin?”
“Boşver adımı” diyerek parmaklığa iyice yanaşan Süleyman, “bak ne diyeceğim” dedi. “Senin şu arkadaşın var ya, senin sevgilinin hizmetçisini öldürmüş.”
“Sevgilimin hizmetçisi mi? Öldürmüş mü? Ne diyorsun sen Allah aşkına? Gafur’un hizmetçisi yok ki!”
“Büroya temizliğe gelen kadını öldürmüş Cuma günü. Hem belki de amacı sevgilini öldürmekti? Karşısına kadın çıkınca kırıvermiş boynunu. O da yetmemiş, bir de zavallının dilini kesmiş, gaddar karı.”
“Ne! Ne! Ciddi misin?”
“Burada şakaya yer yoktur, hanım!”
Aslı, kısa bir süre düşündükten sonra “demek ki, onun için.... vay, vay, vay! Sabah! Sabah! Çabuk gel!”
“Ne olacak sabah olunca?”
“Bekle de gör. Çok sağol kardeş. Hadi sana iyi nöbetler.”
Süleyman, vazifesini layıkıyla yerine getirmenin keyfiyle koridorda ilerlerken Aslı, Lokman Komiser’e ifade vereceği saatleri iple çekmeye başlamıştı bile. Demek kadının dilini kesmişti, ha! ‘Salak!’ diye gülerek söylendi, ‘Salak işte, salak!’
Sabaha karşı dört sularıydı. Emniyet Amirliği’nin bodrum katının koridorlarında canhıraş bir çığlık yankılandı ama feryadı o kattakilerden başka duyan olamazdı, olmadı da. Süleyman, koşarak sese gitti.
Sevda, dehşetle açılmış gözlerle, içinde daha önce su olan kaba bakıyor, “kan işiyorum! Kan işiyorum!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Gerçekten de kabın içindeki idrarın kanlı olduğu ta karşıdan bile görünüyordu. Süleyman, hemen reviri aradı ve doktoru durumdan haberdar etti. “getir ama açıkçası ben pek inanmadım” dedi doktor. “Bunda başka bir numara var.”
“Ama gördüm, idrarı kanlı. Bardağa işemiş.”
“İyi. Bardağı da getirin. Bana bak, bir şey yapmadınız, değil mi? Tekme filan?”
“Yok vallahi, doktor. Elimizi bile sürmedik.”
“Aybaşı olmuştur. Bayat numaralar bunlar ama sen getir yine de. Sonra bakmadılar filan der, durduk yerde başımıza iş almayalım.”
“Tamam, getiriyorum.”
Doktor revire girer girmez, “iki hanım polis gönderin buraya” dedi. “Siz de oturun şuraya.”
Sevda, poposunun yanıyla sandalyeye oturur gibi yaptı. Doktor, bu durumu gördü ama bir şey demedi. Onun yerine “nasıl oldu?” diye sordu.
“Tuvaletim gelmişti. Nöbetçi arkadaşı rahatsız etmemek için bu kaba yaptım. İdrarımda kan görünce çok korktum.”
“Kanamanız idrar yolundan mı, vajinadan mı?”
“Çişimle geldi kan. Doktor, bana işkence yaptılar.”
“Ne! Ne! Ne zaman yaptık, be! Yalana bak! Dokunmadık bile!”
“Yalan söylüyorlar, doktor. Üstüme bir sürü cinayeti yıkmak için, ben yaptım, dedirtmek için işkence yaptılar!”
Kapı açıldı ve iki bayan polis memuru içeri girdiler. “Hayırdır?” dedi bir tanesi, “bize iş mi çıktı?”
“Bu hanımın idrarı kanlıymış” dedi doktor kinayeli bir tonlamayla.
“Ha, anlaşıldı” diyerek Sevda’nın yanına geldi diğer bayan polis. “Anlarız şimdi. Beyler, dışarı!”
Süleyman’la doktor kapının önüne çıktılar. Henüz iki dakika geçmemişti ki, içeriden yere düşen metal bir şeylerin tıngırtısıyla birlikte çığlık, küfür ve tokat sesi duydular. Odaya daldıklarında Sevda’nın kıskıvrak yakalanıp ellerinin arkada kelepçelendiğini gördüler. Bir yanağı, koca bir avuç ve beş parmak şeklinde kızarmıştı. Bayan memurlardan biri yaralanmıştı, elinden kan akıyordu.
“Ne oldu?”
“Hanımefendi, regl olmuş; kanaması ondan ve tabii daha önceki ileri zekalılar gibi işkence hikayelerine yatacaktı.”
“Ben onu sormuyorum” diye sabırsızlıkla atıldı doktor.
“Muayene sırasında hanımefendi, şu aletin adı neyse, onu kaptı. Biz elinden almaya çalışırken de olan oldu” dedi elini göstererek.
“Kendini mi öldürecektin?” diye sordu Süleyman. Gözlerinden ateş püskürüyordu. “İstersen senin yerine memnuniyetle yaparım. Ha, ne dersin?”
Sevda, zangır zangır titrerken kin, nefret dolu bakışlarını tek tek hepsinin üstünde gezdiriyordu.
“Zabıt tutalım, arkadaşlar. Bunu da yatırın şuraya, iki kolundan da yatağa kelepçeleyin. Yarın, komiser gereğini düşünür. İkiniz de başından bir saniye ayrılmayın, ben uğraşamam bununla.”
“Aşağıya indirmem lazım.”diye itiraz etti Süleyman.
“Çok sinirlisin, arkadaşım. Burada kalsın.”
“Ama benim görev yerim burası değil.”
“Tamam, yazarız benim isteğimle burada kaldığını.”
Süleyman, ikircikli duygular içindeydi, içi hiç rahat değildi.
Doktor, “gel güzelim,” dedi bayan memura, “şu eline bir bakalım, bakalım. Her tarafın kan içinde kalmış.”
O sırada zayıf bir ses duyuldu; “pet var mı acaba?”
- 14 -
‘Salı sallanır derler ya, inşallah öyle olmaz da şu kadınların dosyasını kapatabiliriz bu gün’ diye düşündü Lokman. ‘Bizim sapık katil de, hâlâ sokaklarda. Kendi işimizle adam gibi ilgilenemiyoruz ki bir türlü. Şu son cinayette niye Kezban’ın dilini kesti acaba Sevda denilen kadın? Zaten zavallının boynunu kırmışsın, nasıl konuşacak da senin yediğin herzeleri anlatacak garibim? Cinayet, bizim sapığın üstüne kalsın diye mi yaptı acaba? Onu da yarım yamalak yapmış ya, embesil. Şu çarşaf, kara çarşaf çok önemli. Bu karıların bizim işle de bir ilgisi var gibi ya, çözemedim bir türlü.’ Böyle düşüne düşüne odasına doğru giderken koridorda Mustafa’yla karşılaştı.
“Günaydın, efendim.”
“Günaydın. Amirine haber et de, bana kadar bir geliversin.”
“Gelemez, efendim. Hastanede.”
“Hastanede mi? Ne oldu yav? Birine bir şey mi oldu?”
“Yengenin sancıları tutmuş, efendim. Öğleden sonra gelmeye çalışacağını söyledi komiserim.”
“Öyle mi? Hadi bakalım, hayırlısı olsun, hayırlısı olsun. Gelince bana bir haber veriverin.”
“Emredersiniz.”
Lokman, odasına girdiğinde ilk önce masasına baktı. Sümeninin üstünde bir değil iki rapor okunmak üzere onu bekliyordu. Birini aldı; bu, Sevda’nın sabaha karşı çıkardığı karışıklığın raporuydu. ‘Haberi alınca poposu tutuştu tabii’ diye düşündü gülerek. ‘Cinayeti, işkenceyle onun üstüne yıkıyormuşuz. Bak sen, bak!” Diğer raporu aldı, okudukça hayretle ağzı açılmaya başladı, şaşkınlıktan şaşkınlığa düştü. “Vay anasını!” dedi, “vay, yav! Yuh, yav! Bu nasıl bir şey, yav! Bu ne anasını sattığımın entrikasıdır, yav!”
Telefonun butonlarını tuşladı. “Osman. Ne yapıyorsunuz, oğlum? Birbirinize suçluyu elden kaçırma maceralarınızı mı anlatıyorsunuz? Sevda’yı revirden alıp sorgulamaya indirin. Çabuk!” Telefonu kapatırken ‘gevşekler’ diye söylendi. İki raporu da kilitli çekmecesine koyup odadan çıktı.
Aslı, sabırsızdı. İçi içine sığmıyordu. Sabaha kadar düşünmüş, Lokman Komiser’e anlatacaklarını aklında bir bir sıralamıştı. İşte şimdi Sevda’nın çırası yanacaktı. Aptal, kendi kazdığı kuyuya kendi düşecekti; haberi yoktu. İyi de, neden hâlâ sorgulama için çağırmıyorlardı? “Memur Bey” diye seslendi. İlk kez gördüğü bir polis, başını uzatıp “ne var?” diye seslendi.
“Beni neden sorgulamaya çağırmıyorlar?”
“Ne bileyim ben!”
“Rica etsem, öğrenemez misiniz?”
“Hayır.”
‘Geber’ dedi içinden memura, ‘pis aynasız!’
“Duyduğuma göre, geceniz hayli hareketli geçmiş” dedi Lokman odaya girer girmez. “Eski alışkanlık olmalı.”
“Anlamadım” dedi Sevda. Gözlerinin altı mor mor halkalanmıştı.
“Eskiden, diyorum, günleriniz pek hareketli geçermiş ya; talimler filan.”
Sevda, gözlerini kaçırarak “dediklerinizden bir şey anlamıyorum” diye inkara yeltendi.
“Şu örgüt günlerinizden bahsediyorum, Sevda Hanım. İsterseniz detayları da söyleyebilirim. Her bir haltınızı biliyorum.”
“Devlet’e hesabımı verdim.”
“E, biz neyiz? Biz de Devlet’iz. Şimdi de bize hesap verin bakalım. Milleti soyup Paris’e kaçma hayalleri kurup da enselenmek nasıl bir şey, onu anlatın mesela. Ya da elin zavallı kadınını öldürmenin size verdiği dayanılmaz sapkın zevki. Peki ya dil kesmek neler hissettiriyor size? Anlatın bakalım, neden öldürdünüz elin namusuyla çalışan zavallı kadınını?”
Sevda’dan ses çıkmayınca “tamam, ben anlatayım o zaman” diyen Lokman sözüne devam etti. “Her şeyi planlamıştınız. İki kafadar malı mülkü toplayıp Paris’e kaçacaktınız ama senin aklın Gafur’un kasasındakilerde kaldı. Onları da almazsan için rahat etmeyecekti. Gafur’un bankaya para yatırmak gibi bir alışkanlığı olmadığını biliyordun.”
“Nereden bilecektim? Benim değil Aslı’nın sevgilisi o.”
“Belki Aslı söyledi, belki de sen bir şekilde öğrendin. Bunu da biliyoruz ama bir de senden duyalım. Cevap yok, ha? Peki. O gün Gafur’un ofisten erken çıkacağını biliyordun çünkü o akşam Aslı’yla buluşacaklardı ve her buluşma öncesi Gafur evine gider, duşunu alır, temiz pak giyinir, sonra da saçlarına fön çektirirdi; bunu da biliyordun. Hanın karşı sırasındaki muhallebiciye girip oturdun. Gafur’un saat iki gibi handan çıktığını gördün ama ne olur ne olmaz diye biraz beklemek istedin. Bu sırada cep telefonun çaldı; arayan seninle buluşmak istiyordu. Bulunduğun yere gelmeyi teklif etti ama sen reddettin çünkü orada olmanı nasıl açıklayacağını bilmiyordun. Neden? Çünkü arayan Aslı’ydı. Senin yapmayı planladığın bu hırsızlık olayından Aslı’nın haberi yoktu, ondan saklamıştın çünkü Gafur’un kasasındakiler sana kalsın istiyordun.”
“Çok iyi yazıyorsunuz.”
“Ben yazmıyorum, hepsi şahitlerin verdikleri ifadelerden çıkıyor. Muhallebicide çalışanlar, handakiler ve kanıtlar. Sen apar topar muhallebiciden çıkıp gittin. Saat üçbuçuk sıralarında tekrar geldin, doğru hana girdin ve bir baktın ki ofisin kapısı aralık. Tam o sırada tuvaletten bir kız çıktı, onunla gözgöze geldin. Gerisin geriye dönüp merdiven başında durdun ve bir yeri aradın. O aradığın, kapısının önüne kadar geldiğin Gafur’un işyerinin telefonuydu. Telefon açılmayınca içeride kimsenin olmadığını anladın. Ofise girip kapıyı kapattın ama girdiğini o genç hanım görmüştü, sen onu görmedin. Tam kasayı açıyordun ki, içeri temizlikçi kadın girdi. Seni Gafur Bey’in müvekkillerinden biri sandı ve gelmeyeceğini söyledi ama şaşkındı çünkü seni kasanın başında görmüştü. Sen, şüphelenip bağırmaması için konuşarak, yani kimbilir ne yalanlar kıvırarak kadının yanına kadar gittin ve bir hamlede kadıncağızın boynunu kırıverdin. Terör kampında öğrendiklerini uyguladın. Zavallı Kezban, gıkını bile çıkaramamıştı; geride yaşlı bir ana baba ve hasta bir evlat bırakarak öldü gitti. Vicdansız! Hadi konuşmasın diye öldürdün, ne demeye dilini kestin!”
Bir süre sinirinin geçmesini bekleyen Lokman devam etti, “sonra da babanın malı gibi anahtarla kasayı tıngır mıngır açıp içinde ne var ne yoksa aldın. Bunları biliyoruz. Her yerde parmak izlerini bırakmışsın. Tabii, nasıl olsa birkaç saat sonra Paris’te olacaktın. Onun için titiz çalışmana gerek yoktu. Şimdi sana üç sorum var; bir, Gafur’un bütün varını yoğunu kasasında tuttuğunu nereden biliyordun? İki, kasanın anahtarının sende ne işi vardı? İki anahtar da Gafur’daydı. Üçüncü anahtarı nasıl tedarik ettin? Üç, temizlikçi kadının dilini neden kestin? Evet, seni dinliyorum.”
“Avukat istiyorum.”
“Olur, isteriz.”
“Avukatım gelmeden konuşmayı reddediyorum.”
“Öyle mi? Sen bilirsin. Nasıl olsa Aslı konuştu. Seni değil bir avukat, Baro gelse kurtaramayacak Sevda Hanım. Haberin ola. Şimdi gidiyorum. Az sonra geldiğimde de konuşmazsan, eh, o zaman olacaklardan ben sorumlu olmam.”
“Ne olacakmış!”
“Yaşa ve gör.”
Lokman, aynalı odada orta şekerli kahvesini içerken Aslı, diğer sorgu odasına alındı. “İkisi de gece gözlerini kırpmamışlar anlaşılan” dedi Lokman. “Kızıl çatlağı biliyoruz ama sarı da uyumamış.”
“Amirim” dedi Çiğdem, “kim olduklarını nasıl olsa öğrendik. Neden yüzlerine vurmuyorsunuz?”
“Zamanı gelince onu da yapacağım elbet. Hadi bakalım, başlayalım.”
Lokman, sorgu odasına geçti, bir şey demeden uzun uzun Aslı’ya baktıktan sonra, “e” dedi, “öbür âlemden ne var, ne yok? Ne de olsa gittin, geldin; bilirsin”
Aslı, gözleri yerinden fırlayarak Lokman’a baktı, yüzü kireç gibi oldu ve olduğu yere yığıldı kaldı. Lokman, “ayıltın şunu” diye bağırdı memurlarına. Kadriye ile Çiğdem, suyla kolonya getirdiler, yüzüne serptiler, koklattılar. Ufak ufak tokatladılar. Aslı’nın gözleri aralandı. Kadriye’nin verdiği suyu kana kana içti. “Dışarı” dedi Lokman memurlarına, “bizi yalnız bırakın.” Sonra, “gördüğün gibi, her şeyi biliyoruz” dedi. “İstersen anlat artık.”
“Anlatacağım” dedi Aslı, sık sık soluk alıp veriyordu. “Ben de bıktım artık. Ne olacaksa olsun.”
“İyi. Dinliyorum.”
“Cinayetlerle benim ilgim yok. Tamam, Gafur’dan beş bin aldım, Sevda’nın gırtlağına yapıştım, doktoru rehin aldım ama cinayet işlemedim.”
“Ben de bir şey anlatacaksın sandımdı. Bu muydu söyleyeceğin?”
“Hayır. Sevda, Gafur’un temizlikçisini de öldürmüş, değil mi? Öyle duydum.”
“Ne! Sen nereden biliyorsun!” diye numaradan bağırdı Lokman.
“Bakın, nereden bildiğim önemli değil. Asıl şimdi anlatacaklarım çok önemli. Kesik dil cinayetleri var ya, hepsi Sevda’nın işi.”
Lokman, iskemlesinde zıpladı. “Sen” dedi, “sen ne dediğinin farkında mısın? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”
“Evet, komiserim” dedi Aslı. “Kadıncağızın da dilini kesmiş, değil mi? Hastalık haline geldi Sevda’da dil kesmek. Takıntı oldu.”
“Neden?” diye sordu Lokman. Şaşkınlığını üzerinden atamamıştı.
“Örgütte, eğitimdeyken yaşadıklarından. Sevda, biraz gevezeydi o zamanlar. Çok konuşanı öyle ortamlarda sevmezler. Birkaç defa ikaz aldı ama biliyorsunuz, can çıkar, huy çıkmaz derler. Yine konuşmaya devam etti. Bir gün bunu kıskıvrak yakalayıp çeke sürüye götürdüler. Geldiğinde felaket haldeydi. İkide bir dilini kesmeye kalkmışlar, sonra bırakmışlar. Tekrar bıçağı dayamışlar diline, sonra tekrar bırakmışlar. Bu bir hafta sürmüş. İşte, o yüzden Sevda böyle oldu. Örgütten kaçtık, kurtulduk ama izlerini silemedik, hâlâ içimizde taşıyoruz.”
“Peki, teslim olduğunuzda anlatmadınız mı olanları? Tedavi edilirdi.”
“Tımarhaneye kapatılırım, ne olur söyleme, dedi. Ben de kıyamadım. Bunu anlatmamıştık ama ben nereden bilebilirdim böyle manyakça dışa vuracağını?”
“Nasıl anladın peki? Baştan beri biliyor muydun?”
“Hayır, bilmiyordum. İrfan’ın ölümünden sonra yani daha çok yeni anlattı bana. Dehşet içinde kaldım. Cinayetleri duyduğumda aklıma gelmedi değil ama ne zaman arasam İrfan’ın evinde buluyordum Sevda’yı. Sonra dikkatimi çekti, cinayetler hep pazartesi günleri işleniyordu ve Sevda’nın izin günü pazartesiydi. Yine de konduramamıştım. Sonunda kendisi itiraf etti.”
“Yani sen, suç ortaklığı yapmadın, öyle mi?”
“Olur mu hiç komiserim! Emin olsam zaten ben engellerdim Sevda’yı.”
“Başka ne anlattı itirafı sırasında?”
“Bir listeden sözetti ama içeriğini bilmiyorum. Zaten ondan sonra aklımız fikrimiz kaçmaktaydı.”
“Ya, demek öyle. Peki, Sevda’nın Gafur’la olan yakınlığını biliyor musun?”
“Gafur’la mı? Sevgilimle mi?”
“Eski sevgilinle diyelim.”
“Nasıl yani? Yoksa... yoksa onunla da mı yatıp kalkıyormuş!”
“Bilmiyor muydun? Hiç inandırıcı değilsin” dedi Lokman. “Artık doğruları konuşmaya başlasan iyi olacak. Hem bize anlatacağın başka şeyler de var, biliyorsun.”
“Hayır, bilmiyorum” dedi Aslı. “Seri katilin Sevda olduğunu söyledim, daha ne?”
“Eksik olma.” dedi Lokman. “Şöyle biraz gerilere gitmen gerekiyor; mesela çocukluğuna ya da ergenliğine kadar bir yolculuğa ne dersin?”
“Ergenliğime mi?” diye kekelleyerek sordu Aslı.
Lokman, “örgüte katılmadan önceki hayatına” dedi ve odadan çıktı. “Karaçarşafı getirin” dedi elemanlarına, “ama ben içeri isteyinceye kadar sizde dursun.” Ve Sevda’nın sorgulandığı odaya geçti.
“Evet” dedi, “üç cevap. Başla.”
“Konuşmayacağım.”
“Öyle mi? Peki, konuşma ama sonuçlarına katlanmayı göze alabiliyorsan. Yani, yiyorsa konuşma!”
“Ne yapacaksınız! İşkence mi!”
“O senin uzmanlık alanın, dil manyağı! Milletin dilini, tırnak keser gibi kestiğini bilmediğimi mi sanıyorsun! Altında yatan sapıklığı bilmediğimi mi sanıyorsun!”
“Millet mi? Millet de kim?”
“Altı zavallı kurbanın! Yine mi inkar ediyorsun, ha? Sayayım mı? Çağrı, Itır, Berivan, Fikri, Erguvan ve Kezban! Ne istedin zavallı insancıklardan! Sana ne yaptılar! Anlat, çabuk anlat; bak, sabrım taşıyor, çok kötü şeyler olabilir! Çabuk anlat diyorum sana!”
“Ben kimsenin dilini kesmedim! Kesmedim diyorum size!”
“Bak, hâlâ yalan söylüyor, yav! Kezban’ın dilini kesmedin mi!”
“Bir tek onun” diye ağzının içinden cevap veren Sevda’nın tepesine dikilen Lokman, “bana bak” dedi, “doğruyu konuşmazsan asıl senin dilin kesilecek! Konuş! Neden kestin ölmüş kadının dilini!”
“Aslı öldürdü sanılsın diye.”
“Aslı mı?”
“Evet, Aslı! Milleti öldürüp öldürüp dillerini kesen, oralarına buralarına denklemler yazan Aslı! Ben değilim, değilim!”
Lokman, iki kadının da birbirlerinden temelli kurtulmak için medyadaki haberlerden öğrendikleri cinayetleri, birbirlerinin üstüne atmaya çalıştıklarını düşündü ama o zaman o kara çarşafın bunlarda işi neydi? Tamam, Dünya üstünde bir tane yoktu o karanlık kıyafetten ama bu kadınlar ultra modern giyiniyorlardı; ne işi vardı o giysinin bunların evinde, hem de bodruma saklanmış olarak? Gerçekten de ikisinden biri miydi aylardır aradıkları sapık seri katil? Bunu öğrenmenin bir yolu vardı elbet ama daha değil. Şimdi değildi zamanı. Hele biraz daha konuşsunlardı da ondan sonra dananın kuyruğunu kopartacaktı Lokman.
“Aslı öyle anlatmadı” dedi. “Örgütteyken sana verilen gözdağının yansımalarıymış işlediğin bütün cinayetler. Senin kesik dil cinayetlerinin faili olduğunu söyledi. Çok da inandırıcı nedenleriyle.”
“Biliyordum” dedi Sevda, “böyle bir adilik yapacağını biliyordum. Bakın, Aslı, kafayı yedi. Ne dediğini bilmiyor. Lütfen inanın bana.”
“Dua et de ben kafayı yemeyim. Söyle bakalım, b sen misin?”
Sevda, bir süre Lokman’ın gözünün ta içine baktıktan sonra “hayır” dedi. “Hayır, ben değilim.”
“Ha, yani biliyorsun denklemleri. Aferin. İtiraf etmeye başladın. Demek ki Aslı değil, sen işledin onca cinayeti.”
“Hayır! Hayır! Hayıııır!
“Peki, b kim?”
“Aslı. Aslı Zorlu. A.Z. Yani b=2”
“Aslı mı? b=2, Aslı mı? Bak, dediğime geldin. Hani cinayetleri Aslı işlemişti? Kendikendini mi öldürecekti? Peki, dilini nasıl kesecekti? Nasıl da ele verdin kendini! Nasıl da açık verdin! Çok akıllı geçiniyorsunuz ama işte böyle faka bastırırlar adamı! O liste neydi? Hangi manyak düşüncelerle yaptın o listeyi? Neden o insanları seçtin öldürmek için? Neden öldürdün be kadın onca insanı, neden!”
“Ben öldürmedim, diyorum size! Ben öldürmedim! Ben öldürmedim! Hepsini yapan Aslı’ydı, diyorum size!”
“Neden!”
“Harun’un yüzünden!”
“Harun mu? Harun mu! Harun! Harun!” Lokman, şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı. Tamam, biliyordu, bunların gelmişini geçmişini öğrenmişti ama bunu beklemiyordu, bu kadarı fazlaydı. Yoksa kafası karışmıştı da sağlıklı düşünemez mi olmuştu?
“Osman!”
Osman, içeri girdiğinde en az amiri kadar şaşkındı. “Emredin.”
“Şu sandalyeyi köşeye götür ve Sevda’yı oturtup arkadan kelepçele.”
Sevda, titremeye başladı. “Neden? Ne yapacaksınız bana?” İki polis de cevap vermediler. Osman, amirinin dediğini yaptı.
“Şimdi öteki sandalyeyi de karşı çapraz köşeye koy.”
Emir yerine getirildi.
“İsmet geldi mi?”
“Hayır, amirim.”
“Neyse, kayıtlardan izler sonra. Şimdi, Aslı’yı buraya getirin ve hepiniz içeri girin. İsmet’in ekibi de gelsin.”
Osman, amirinin yüzüne baktı. Ne yapmaya çalışıyordu bu adam?
“Ne duruyorsun hâlâ? Çabuk dediğimi yap!”
“Emredersiniz, amirim.”
Osman dışarı çıkarken Lokman’ın dediklerini duyan İsmet’in ve kendi ekibinin elemanları içeri girdiler.
“İkiye ayrılın” diye emretti Lokman. “Yarınız Sevda’nın olduğu köşeye, yarınız da öteki köşeye geçin.”
Memurlar, denileni yaptılar. Osman, Aslı’yla içeri girdi. Aslı, Sevda’yı görünce panikledi, korkarak sorgu odasında gözlerini dolaştırdı. Lokman, sandalyeyi göstererek “otur” dedi. “Arkadan kelepçeleyin.” Emirleri yerine getirilince “hadi bakalım” dedi, “şimdi yiyin birbirinizi.”
Ortalığı bir sessizlik kapladı. O kadar insanın bulunduğu küçük odada çıt çıkmıyordu.
“Ne oldu? Birbiriniz için atıp tutuyordunuz, şimdi ne oldu? Peki, sohbetinizi ben başlatayım o zaman. E, söyle bakalım Aslı Hanım, Harun adı sana ne hatırlatıyor?”
Aslı, iskemleden fırlamaya yeltendi. “Alçak!”
“Alçakmış!” diye bağırdı Sevda öteki köşeden. “Sen bütün herşeyi benim üstüme yıkmaya kalk, ondan sonra da alçak olan ben olayım, ha!”
“Sen yoksun artık, kızım! Bittin sen, bittin!”
“Birazdan ben ikinizi de bitireceğim, merak etmeyin” diyerek Lokman araya girdi. “İstersen ben anlatayım Aslı. Yoksa İhsan mı demeliyim? Hangisini tercih edersiniz Bayan İhsan Örücü?”
O anda iki kadının da kanları çekildi, kalpleri sıkıştı, başları döndü.
“E, Aslı Hanım, istediğin kadar yüzünü, gözünü, kimliğini değiştir; geçmişini değiştiremiyorsun işte. Bak, gördüğün gibi her şeyi biliyoruz. Yalana, dolana kaçmadan bir de sen anlat bakalım hayat öykünü. Annenden başla, Mebrure Hanım’dan.”
“Gebersin!”
“O zaman abinden başlayalım. Nasıl olsa o geberdi.”
“Cehennemde yansın!”
“Peki, Harun?”
Harun adını duyar duymaz, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Aslı; duramıyordu, durduramıyordu. Lokman, bekledi. Ne de olsa aşk ağlıyordu karşısında, dağlanmış bir kalp ağlıyordu, hasret ağlıyordu; pişmanlıklar ve yıllar ağlıyordu. Aslı, doya doya ağladı. Kadriye, bir bardak su verdi, Çiğdem, mendil.
“Bu gözyaşları cezanı hafifletmeyecek Aslı” dedi Lokman. “Hadi artık, bitirelim şu işi.”
“Birbirimizi çok seviyorduk” diye dudakları titreyerek anlatmaya başladı Aslı. “Gizli gizli buluşuyorduk. Bir gün, annem olacak o kadın okuldayken, Harun’u eve çağırdım. Elele oturup konuşuyorken abim geldi. Bizi öyle görünce ağzına geleni söyledi, Harun’u kovdu. Sonra bana..” Ağlaması şiddetlendi. “Sonra bana dedi ki, ‘kızım, Harun hötöröf. Daha ilkokuldayken ben becerdim onu.’ Neye uğradığımı şaşırdım. İnanmadım. Yalan söylüyor sandım ama o anlatmaya devam etti. Bir gün, annem dolmakalemini evde unutmuş okula giderken. Yine Harun’u dövesi gelmiş; kalemle kafasına vuracakmış yine ama bakmış çantasında yok. ‘Git evden al’ demiş Harun’a. ‘İrfan’a söyle, versin.’ Ben anneannemdeydim o zaman. Harun, bize gelmiş ama abim, o hayvan, o aşağılık herif, o sırada şey... şey yapıyormuş.”
“Ne?”
“Çıplakların resimlerine bakarak kendisiyle oynuyormuş. Harun’u içeri almış. ‘Kalemi bir şartla veririm’ demiş, ‘istediğimi yaparsan.’ Eli boş giderse annemin onu mahvedeceğini biliyor tabii. ‘Ne istiyorsun’ diye sormuş Harun. Söyleyince karşı çıkmış ama işte, sonrasında da tecavüz etmiş abim zavallı Harun’a. Ben inanmadım. Bu ilkokuldayken olan şey. Hep yüreğimin bir yanı bu olayla yandı durdu. Sonra büyüdük, genç insanlar olduk. Abime çok kinliydim. Ondan nefret ediyordum. Zaten pisliğin biriydi, kimse sevmezdi. Harun, okuyamadı; çalışmak zorundaydı ve bu, bizimkilerin onu daha da aşağılamasına sebep oldu. Zaten r harfini söyleyemediği için başına gelmedik kalmamıştı zavallının. Annem de, abim de yıllarca etmediklerini bırakmadılar. Abim, annemden güç alıyordu. İkisinden de nefret ediyorum.! Nefret, nefret, nefret ediyorum!”
“Sonra ne oldu?”
“Sonra? Sonra... Abim bunun bir kere olmadığını söyledi. Tehditle, dayakla, yani Harun annemin öğrencisi olmaktan kurtuluncaya kadar ara ara devam etmiş. Bizi yakaladığı gün, hepsini bağıra çağıra anlattı. Onu tepe tepe kullandığını, r özürlü ibneyi bir daha benim yakınımda görürse arkadaşlarına her şeyi anlatacağını, hepsini Harun’un üstüne salacağını, dağa kaldırıp sırayla üstünden geçeceklerini söyledi. Nasıl korktuğumu anlatamam. Harun, dünya iyisi, melek gibi bir insandı. İnsandı! İnsan gibi insandı! Adam gibi adamdı! Kahroldum! Abimin üstüne yürüdüm. Beni dövdü, çok kötü dövdü. Sonra da gitti. Artık o evde bir saniye bile kalamazdım. Kaçtım.”
“Seni aramadılar mı?”
“Bulamazlardı ki. Kaçtığımda Harun’un çalıştığı çiçekçiye gitmekti amacım, Harun’u bulmaktı ama bir baktım, abim çiçekçinin oralarda volta atıyor. Arka sokaktan sıvıştım. Anneannemin komşusunun kızı vardı, arkadaşım. Ona telefon ettim, buluştuk. Onun bir arkadaşında kaldım bir süre. İntikam yemini ettim. Harun’un intikamını almaya yemin ettim ve tabii bana yaptıklarının da. Ama ben sineği bile öldüremezdim o zamanlar. Evinde kaldığım gençler ve arkadaşlarıyla plan yaptık. Sözde ben intihar edecektim, eve öyle haber uçuracaktık. Ben de o sırada Doğu’ya gidecektim. Sözde, gömülmüş olacaktım onlar gelinceye kadar. Ailenize laf gelmesin, gazetelerde çıkmasın diye hemen defnettik, diyeceklerdi ama gerek kalmamış. Gelmemişler bile. Mezarımın yerini bile sormamışlar. Beni hiç sevmediler... Annem beni hiç sevmedi.. Bir Harun vardı... Bir Harun.. Harun.. Ben... ben... fena oluyorum...”
“Tamam. Sen kendini toparlamaya çalışırken biraz da arkadaşınla konuşalım. Gelelim senin örgüt öncesi yaşantına. Çocukluğunla filan ilgilenmiyoruz senin. Evliliğini anlat bize.”
“Evliliğimi mi? Ben evlenmedim.”
“Bak Sevda, inkar etme boşuna. Biliyoruz, kayıtlar elimizde. Kızlık adın, Ceren Vargın. Yani C.V. O da eşittir, altı. İyi çözmüş müyüm? De, anlamadığım, kendinizi listeye neden eklediğiniz? Neyse, elbet açıklayacaksınız. Tabii L.M.’yi, yani 28’i de. Evet, Ceren Vargın Hanım, bir gün bir adamla tanışır ve sever. Adam da onu sevmiştir. Evlenirler. Ceren Vargın olur mu sana Ceren Sermest! Yani avukat Gafur Sermest’in sevgili karısı! Bak sen Allah’ın işine! Nereden nereye, değil mi çocuklar? Boşanma nedeniniz ne, bilmiyorum ve hiç de merak etmiyorum.
Aklın hep kötüye işlediğinden, gün gelecek bu anahtarları nasıl olsa kullanacağım diye düşündün ve evi terketmeden önce Gafur’un kasasının ikinci yedek anahtarını çantana atıverdin. Zaten Gafur’un bankaya para yatırmadığını, hep ofisindeki kasada tuttuğunu biliyordun. O anahtarı yıllarca sıkı sıkı sakladın. Sonra örgüte katıldın; nasılı ve nedeni de konumuz dışı. Örgütte, Aslı’yla tanıştın. İkiniz o yoklukta yakın arkadaş oldunuz. Talimler, eğitimler, katı kurallar zamanla size fazla gelmeye başladı. Bin pişman olmuştunuz ama dönüş yoktu. Sonra bir gün, Pişmanlık Yasası’nın çıktığını duydunuz. İşte, fırsat ayağınıza gelmişti. Etrafa belli etmeden plan yaptınız ve nasıl becerdiyseniz becerdiniz, kaçıp Devlet’e teslim oldunuz. Malum prosedürlerden ve operasyonlardan sonra birlikte Paris’e gittiniz.”
“Gitmeden önce”” diye Lokman’ın sözünü kesti İhsan, “Harun’u bulmaya çalıştım. Hâlâ çiçekçide çalışıyordu. Gittim, sık sık gidip çiçek aldım ama o beni tanımadı. Estetik ameliyatı olmuştum, tanımaması doğaldı. Kendimi tanıtamadım, çekindim. İnanmazdı zaten. Beni öldü biliyordu. Son gidişimde abim olacak hayvan da geldi dükkana. Bayılacaktım neredeyse. Harun’u dışarı çağırdı ama emreder gibi. Harun, ‘müşterim var, görmüyor musun’ diye tersledi. Ama çiçekçi bayan tedirginleşmişti, gerilmişti kadın. Harun’a ‘sen git, ben bayanla ilgilenirim’ dedi. Gözüm onlardaydı. Dışarıda, ikisi tartışmaya başladılar. Sonra abim tehdit eder gibi bir şey söyledi ve ceketini açıp beline sıkıştırdığı tabancayı gösterdi. O arada benim işim bitmişti dükkanda; daha fazla kalamazdım. Bacaklarım titreye, titreye dışarı çıktım. İlerlerken İrfan’ın ‘Mebğuğe öğğetmenim, Mebğuğe öğğetmenim’ dediğini duydum. Manyak, hâlâ Harun’la dalga geçiyordu. Eşek kadar herif olmuştu ama hâlâ rleri söyleyememesiyle dalga geçiyordu. Fakat aralarında başka şeyler de olduğu belliydi. Tartışmalar, tabanca göstermeler filan. Harun’u eziyordu yine. Yeminimi tutacaktım. Daha da kinlenmiştim. Onu çok kötü yapacaktım ama acele etmemem ve çok iyi plan yapmam gerekiyordu. Başım yerde, oradan uzaklaştım.”
“İyi de hem annen, hem abin neden bu kadar takmışlardı Harun’a?”
“Abiminki sanırım cinsellikle ilgiliydi, sapık serseri! Annem herkese karşı öyleydi, tek Harun’a değildi şiddet uygulaması. Ama Harun’un konuşmasındaki bozukluk, bahanesi oluyordu.”
“Peki, sen ne yaptın Ceren Hanım? Sen de kocanın peşine mi düştün yoksa?”
“Yo, düşmedim ama kısa bir araştırmayla durumunun daha da iyileştiğini öğrendim. Bana ettiklerini ödeyecekti ama zamanı geldiğinde.”
“Ne yaptı ki sana? Geçinememiş ayrılmışsınız; ne var bunda?”
“Dayak, ters ilişki; cebren ve hile ile çıplak fotoğraflarımı çekmeler. Yetmez mi? En güzel yıllarımı işkence evinde gibi geçirdim.”
“Gafur mu yaptı bütün bunları? Allah Allah. Aslı, sen de sevgilisi oldun; sana da yaptı mı öyle şeyler?”
“Hah! Sıkar biraz! Her kuşun etini dilediğince yiyemeyeceğini bilecek kadar akıllıdır o.”
“Benim de yiyemezdi” diye atıldı Sevda, “ama küçüktüm o zamanlar. Şimdiki gibi değildim hem.”
“Tamam, Paris’ten döndünüz. Sonra? Sen anlat Ceren.”
“Paristeyken bir gün Aslı bana dedi ki, ‘Harun’un intikamını İrfan’dan alacağım. Hem, öyle bir alacağım ki, herkes şaşacak. Ama sen de bana yardım edeceksin.’ Tamam, dedim. Eline bir kağıt kalem aldı ve başladı harfleri sıralamaya. Abecenin ilk harfiyle son harfini yanyana yazdı önce, sonra da diğerlerini o şekilde sıraladı. ‘Şimdi bu harflerle başlayan ad ve soyadları bulacağız ama hepsinin içinde r harfi olacak.’ Ne olacak bunlar, diye sordum. ‘Hepsini öldürüp dillerini keseceğim’ dedi. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Dehşete kapıldım, itiraz ettim.”
“Yalancı! Bu fikri bana veren sen değil miydin! Herşeyi biliyordun, anlatmıştım. Manyak karı! Sen demedin mi bana böyle böyle yapalım, bütün cinayetler İrfan’ın üstünde kalacak şekilde öldürelim, diye! Hatta sen demedin mi, ben seve seve yaparım, gönüllüyüm bu işe, diye! Zaten içimde kalmıştı, benim dilimi kesmeye kalkan heriflerin canına okuyamadım, bari böyle kıfımı indireyim, diye! Ha, sen demedin mi! Zaten öyle de oldu Komiser Bey. Planı beraber yaptık, tamam, ama cinayetleri işleyen Sevda’dır.”
“Allah belanı versin! Kaltak!”
“Eeee! Susun be! Karılar hamamına çevirdiniz burayı! Sen anlat bakalım Aslı, bir de senden dinleyelim; nasıl en yakın arkadaşının eski kocasının yeni sevgilisi olduğunu anlat bize.”
“Anlatayım. Bu kadın, cinayetlerle ilgili fikirleri verdi, ben yaparım, dedi ama o da bana bir şart koştu. Ben de Gafur’u bir şekilde tavlayıp sevgilisi olacak, adama kan kusturacak ama ayrılmayacaktım. Bu arada da alabildiğim kadar parasını alacaktım. Aslında listede Gafur da vardı.”
“Onu biliyoruz. Devam et.”
“Tekrar Paris’e kaçmadan önce de en son Gafur’u haklayacaktık ama ben karşı çıktım. Adam, bunun anlattığı kadar da kötü değildi, hatta hiç kötü değildi. Onca zaman beraberliğimiz olmuştu; hoşlanmıştım da.”
“Ne! Ne! Kocamdan hoşlanmış mıydın!”
“Şimdi kıymetli mi oldu Gafur Efendi? Öldürmeyi planladığın adam, bunca yıldır kin beslediğin adam şimdi kıymetli mi oldu?” diye şaşkın şaşkın sordu Lokman. “Kör ölür, badem gözlü olur; kel ölür, sırma saçlı olur. Şu kadın milleti amma da garip, yav! Devam, devam!”
“Buraya döndükten sonra planımızı uygulamaya başladık ama sonunu istediğimiz gibi getiremedik. Planlar bozuldu.”
“Vah vah. Neden acaba?”
“Çünkü bu salak İrfan’ı öldürdü!”
“Sahi, neden öldürdün İrfan’ı Ceren?”
“Sevda.”
“Yav, ne boksan işte; neden öldürdün adamı?”
“Canım istedi, öldürdüm!”
“Hadi ya! Canını yesinler senin! Konuş!”
“Bir pislik daha eksildi; daha ne! Haketmişti!”
“Bana bak, adam gibi anlatacak mısın, anlatmayacak mısın? Yoksa ben mi anlattırayım!”
“Ben anlatayım” diye araya girdi Aslı. “Abimin Harun’a yaptıklarını ben anlatmıştım. Tabii bana yaptıklarını da. İşe girerken zaten kinliydi. Sonra Harun gelince, abimin ona karşı tutumu..”
Dayanamayıp “aşağılık köpek, hâlâ daha sarkıyordu Harun’a” diyerek anlatmayı sürdürdü Sevda. “Bahçenin ta öbür ucunda, Harun’un kaldığı bir odadan ibaret baraka gibi bir şey vardı. Bir gece İrfan’ın oraya doğru gittiğini gördüm, takip ettim. Takip ettim çünkü huylanmıştım. Harun, kapı önünde oturuyordu; dalmış gitmişti. İrfan, yavşak yavşak neden bir sürü oda varken evde kalmadığını sordu; Harun ters ters baktı. Sonra İrfan, bu harabede kalmakla kendisinden kurtulamayacağını, onu çok özlediğini, artık kaçmamasını, onunla olursa paraya para demeyeceğini söyledi. Harun, ‘seni öldürürüm’ dedi, ‘bana dokunduğun an, gebertirim seni! Benden uzak dur! Elimi kana bulatma!’ İrfan, çok sinirlendi. ‘O zaman kızkardeşini gözden çıkartmak zorundasın, aşkım’ dedi Harun’a. ‘Yarına kadar mühlet sana. Sabah odama geldin, geldin; gelmedin, bir daha kardeşini göremezsin.’”
“Ne! Ne! Duydunuz mu çocuklar! Duydunuz mu! Vah zavallı kız, vah! Vay, aşağılık herif, vay! Sonra ne oldu?” Lokman, Zehra’nın başına gelenleri yapanları bulduğuna sevinirken, bir yandan da köpürüyordu çünkü çıbanın başı ölmüştü.
“İrfan, yürüdü gitti. Harun da odaya girdi. Duyduklarıma inanamıyordum. Bir an Harun’un yanına gitmeyi düşündüm ama sonra vazgeçtim. Kimseye bir şey söylemedim. Bu herifin bir an önce gebermesi gerekiyordu yoksa ya Harun katil olacaktı, ya da zavallı bir kızcağızın hayatı kayacaktı. Sabaha kadar hırsımdan, kızgınlığımdan uyuyamadım. Sabahın köründe İrfan’ın deli danalar gibi böğürmesiyle fırladım odamdan. Harun, gitmişti. Sevindim, ne yalan söyleyeyim, çok sevindim. Hem kendini, hem kardeşini kurtarmak için gitmişti çünkü. Ben de İrfan’ı gebertme planımdan vazgeçtim.”
“İyi de, sana ne? Alemin derdi seni niye gerdi, anlamadım.”
“Çünkü, bu şıllık abimle yatıyordu!” diye lafa daldı Aslı.
“Yalan söyleme! Ne biliyorsun yattığımı? Yanımızda mıydın! Manyak!”
“Ne yani; Harun katil olmasın diye mi öldürmek istedin İrfan’ı, yoksa hiç tanımadığın bir kızın başına gelecekler için mi? Bana yediremezsin kızım bu yalanları; ben senin ciğerini bilirim; bana yediremezsin! Kıskandı, Komiser Bey, kıskandı. Hepsi bu.”
“Evet, yattım! Var mı diyeceğin, yattım, yattım, yattım! Ama neden? Abine bayıldığımdan mı? O öküzün nesine bayılacaktım! Sırf senden intikam almak için. Sen nasıl benim eski, meski de olsa kocamla yatıyorsan, a ha, ben de böyle senin abinle günümü gün ederim işte, diye yattım.”
“Ya, sen salaksın kızım! Benden gizleyerek nasıl intikam alıyordun be? Cins işte! Hem bana ne? Üstelik, sen demedin mi, kocamın sevgilisi ol, diye? Hasta işte, kafasız!”
“Kesin tantanayı!” diye gürledi Lokman. “Madem İrfan’ı gebertmekten vazgeçmiştin, sonra ne demeye öte tarafa gönderdin öyleyse?”
“Çünkü adamlarına ‘bulun o ibneyi’ dediğini duydum. Bulamamaları için dua edip duruyordum ama bu arada da İrfan’ı takipteydim. Bir gün, bir telefon konuşmasından sonra İrfan’ın koşar adımlarla evden çıktığını gördüm. Kendi kendine söylenip duruyordu ama keyifliydi. ‘Şimdi ananı belledim senin’ dediğini duydum, ‘hem ananı, hem seni, Harun!’ O zaman Harun’u bulduklarını anladım. Ne yapacağımı bilemedim. Harun’u bulup uyarmam imkansızdı. Mecburen bekledim.”
“Bana niye haber vermedin!” diye bağırmaya başladı Aslı. “Madem öyleydi de, bana neden telefon etmedin, Allah’ın belası! Belki şimdi Harun yaşıyor olacaktı!”
“N’apacaktın? Nasıl engel olacaktın? Salak salak konuşma!”
“Haydi, haydi hanımlar! Olanla ölene çare yok. Devam et Sevda.”
“O gece hava çok kötüydü. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. İrfan, sabaha karşı geldi eve; sarhoştu, ağlıyordu. Neler oldu, diye sordum. ‘Harun, öldü’ dedi ama sonra hemen düzeltti, ‘ölmüş.’ Olan bitenden haberimin olduğunu bilmiyordu tabii. Onun öldürdüğü gün gibi ortadaydı. Ama çok ağladı, gerçekten ağladı, yana yana ağladı. Salonda sabahladı. Gün ağarırken bir yere telefon etti, ‘kızı kaldırın’ dedi. Benim yattığımı sanıyordu ama ben kolonun arkasına sinmiş onu gözlüyordum. Aslı’nın olanları bilmemesi gerekiyordu çünkü Harun’un öldüğünü öğrenirse ortalık karışacaktı. O zaman da her şey, tüm çektiklerimiz, planlarımız boşa gidecekti ve geleceğim kararacaktı. Bir şekilde öğrense bile İrfan’ın karşısına dikilmemeliydi. Bunu engellemenin bir yolu vardı; ben de onu yaptım ve İrfan’ı geberttim, hem de hiç acımadan.”
“Peki, sen nasıl öğrendin?” diye sordu Lokman Aslı’ya.
“Daha önce anlatmıştım ya, İrfan’ı öldürdüğünü söyledi bana bu şapşal. Çok kızdım. Yıllardır kurduğum plan, özlemle beklediğim son, bir anda yerle bir olmuştu. Benim amacım İrfan’ın ömrü boyunca hapiste kalmasıydı. Bu denyo, herşeyin içine etmişti. Ben bas bas bağırınca, ‘abin, sevdiğin adamı öldürdü’ diye bağırdı o da. ‘Harun yok artık! Öldü! Öldürüldü! İrfan öldürdü!’ O anda bitti herşey, bitti, bittim; hayatım karardı, dünyam yıkıldı. ‘İyi yapmışsın’ dedim, ‘ellerine sağlık.’
“O zaman da milleti öldürüp öldürüp dillerini kesmekten vazgeçtiniz.”
“Ben değil, o” dedi Aslı.
“Hayır” diye bağırdı Sevda, “hayır!”
“Peki, o denklemler neyin nesiydi?”
“Ne denklemi?” diye sorarken Aslı, aptal aptal Lokman’ın yüzüne bakıyordu.
“Cesetlerin üstüne yakarak yazdığınız denklemler.”
“Benim haberim yok” dedi Aslı, hayretler içindeydi.
“Ama Sevda biliyor. Değil mi Sevda?”
Sevda, bir süre yanıt vermedi.
“Değil mi?”
“Konuşmama hakkımı kullanıyorum.”
“Hadi canım! Ciddi mi? Var mı öyle bir hakkın? Çiğdem, getir içeriden o karanlık şeyi.”
İki kadın bakıştılar. Çiğdem, kara çarşafla içeri girdi. Lokman kıyafeti sallayarak sordu, “bu, hanginizin?”
İkisi de, bir ağızdan “onun” dediler. “Şimdi anlarız” dedi Lokman. Beli lastikli uzun eteği Aslı’ya doğru ölçüyormuş gibi tutarak “bu tıpatıp uyuyor sana” dedi, “ne dersin?”
“Benim değil, Sevda’nın.”
“Sevda’ya uzun gelir.”
“Belini kıvırınca herkese tam gelir” diye terslendi Lokman’a Aslı. “Eteğin boyu bir şey kanıtlamaz.”
“Peki, eldivenlerle mokasen ayakkabı nerede? Tuzla’daki evde yoktu. Nereye attınız?”
Kadınlar cevap vermediler. Odayı bir süre sessizlik kapladı. Neden sonra Lokman, “götürün bunları” dedi. “Osman, sen benimle gel.”
Yukarı çıktıklarında Lokman’ı çok güzel bir haber bekliyordu. İrfan’ın yardımcıları; Zehra’ya tecavüz eden ve kulübede cesedi bulunan adamı öldüren iki kişi Kapıkule’den çıkış yapmaya çalışırlarken yakalanmışlardı. Lokman’ın içine serpilen su, yangınını söndüremeyecek kadar cılızdı.
* * *
“Geldiğin için çok teşekkür ederim” dedi Lokman konuğuna. “Vallahi, hanım vır vır beynimi yedi; yoksa seni işinden gücünden edip çağırmazdım buralara kadar.”
“Ne demek, Komiser’im, ne demek; yardımcı olabilirsem ne mutlu bana.”
“Sağolasın. Şimdi, benim hanımın bir arkadaşı var, oyuncu. Dizilerde filan oynuyor. Bu hanım, bir vukuattan dolayı, yani dosyası henüz kapanmamış bir olaydan dolayı korumada çünkü görgü tanığı. Hayatı tehlikede olduğu için koruma altına aldık. Ama bir de şöyle bir durum var, arkadaşım; kadın, bir diziye başlamıştı. Bazı sahneleri çekilmiş, yani ya hepsinde oynayacak, ya da o zamana kadar çekilen sahneleri yanacak, aynı sahneler başkasıyla baştan çekilecek. Bu da filmi çekene zarar tabii.”
“Tabii.”
“Ben sete gitmiştim. Odaya çekip kadınla konuştum filan. Yönetmen hemen haber uçurmuş yapımcıya, adam da sete gelip acilen bir sözleşme imzalatmış ben gittikten sonra. Sözleşme sözümona oyuncuyu korumak amaçlıymış, kadına öyle demiş adam. Kadın da sevinmiş tabii. Zaten vukuattan dolayı korku içinde; imzalayıvermiş okumadan etmeden. Daha yeni aymış da, bu sabah okumaya kalkmış. Bir de ne görsün; ‘oyuncu, eğer sete şu kadar gün gelmezse yapımcı şirkete bilmem ne kadar tazminat öder’ diye bir madde var. Ve o kadar gündür işe gitmiyor bu kadın. Etekleri tutuşmuş tabii. Oysa ben haber vermiştim, Devlet’e hizmet etmek için bir süre gelemeyecek, demiştim. Bana hiç öyle bir maddeden sözetmediler. Şimdi, bu durumda kız yine tazminat öder mi?”
“Valla Komiser’im, sözleşmeyi görmem lazım. Ama Devlet söz konusu olunca onların attırık sözleşmeleri geçerliliğini yitirir.”
“Tabii ya, ben de öyle dedim ama kime laf anlatıyorsun? Bir panik, bir panik. Kadın milleti işte.”
O sırada kapı vuruldu ve Osman, içeri girdi.
“Geldin mi Osman? Tamam mı?”
“Tamam, amirim.”
“Her iki yerde mi?”
“Evet, amirim.”
“Ve?”
“Ve, zafer bizimdir, amirim. Ganimetler bizde.”
“Hadi ya! Aslanlarım benim!”
“Sözleşmeyi ne zaman görebilirim?” diye araya girdi Lokman’ın konuğu.
“Birazdan” dedi Lokman. “Hele seni bir tutuklayayım da... Gafur Sermest, seni beş kişiyi öldürmekten tutukluyorum.”
Gafur, sinirli sinirli güldü. “Mizah anlayışınız biraz garip” dedi.
“Ben çok ciddiyim. Tak kelepçeleri, Osman.”
* * *
Emniyet Müdürlüğü’nün alt katındaki spor salonu, o güne kadar görülmedik bir maça sahne olmak üzereydi. Basket potalarından birine Sevda kelepçelenmişti, diğerine Aslı. Şaşkın şaşkın etrafa bakınıp duruyorlardı. Ne işleri vardı burada? Neler oluyordu? Büyük demir kapı açıldı ve içeri Lokman’la ardından iki kişi girdiler.
“Bakın size kimi getirdim, kızlar” dedi Lokman. Boş salonda sesi çın çın çınlıyordu. Kenara çekildi ve kızlar, aynı anda çığlığı bastılar.
“Çok şaşırdınız, değil mi? Sürpriz! Osman, kalorifer borusuna bağla şu avukat bozuntusunu!”
Osman, denileni yaparken, kızlar hâlâ hayretler içinde Gafur’a bakıyorlardı.
“Hanımları çok dinledik” dedi Lokman, “sıra sende. Anlat bakalım.”
“Çok büyük bir hata yapıyorsunuz” diye bağırdı Gafur bulunduğu uzak köşeden. “Ben mağdurum, suçlu değil ki! Siz görmediniz mi o geceki halimi?”
“Gördüm, gördüm de asıl görmem gerekenleri görememişim maalesef. Nasıl da saklamışsın öyle.”
O sırada kapının metal sesi duyuldu ve İsmet içeri girdi. “Sorgu odaları küçük mü geldi Lokman? Yoksa sen mi daraldın?” diyerek Lokman’ın yanına doğru yürüdü.
“Merak etme, birazdan ikimiz de feril feril ferahlayacağız” diye gülerek meslektaşını yanıtladı Lokman.
İki kadına baktı İsmet. Sonra Gafur’u gördü. “Bu kim?”
“Üçün biri.” İkisi de güldüler bu espriye. “Ne oldu? Yenge nasıl?”
“Kahraman geldi, amcası. Artık bir tam altınla gelirsin ziyaretine.”
“Olur ama ben de senden külçe altın isterim.”
“Yok ya! Neden? Sen de mi doğurdun?”
“Evet. Senin dosyanı kapatacak kadar gürbüz bir çocuk hem de.”
“Deme be! Sahi mi diyorsun?”
“Dur, şu işim bitsin de sana teslimatı yapacağım.” Sonra basket alanının orta yerine geçip “size anlatacaklarım var” dedi. “Bayanlar, kesik dil cinayetleriyle ilgili yalan söylediğinizi biliyordum. Kara çarşaf sizin evinizde bulunmuştu ama cinayetlerde kullanılan diğer malzemelerle ayakkabı ve eldiven ortada yoktu. Evet, seri cinayeti siz planlamıştınız ancak faili başkasıydı. Siz de bilmiyordunuz kim olduğunu ancak bu olay sizin birbirinizden kurtulmanız için ikinize de iyi malzeme olabilirdi. Nitekim, ikiniz de öyle düşündünüz ve birbirinize yıkmaya çalıştınız.
Seri katilin kim olabileceğini siz düşünmediniz ama işim gereği ben düşünmek ve bulmak zorundaydım. Baştan bu yana gelişen olaylar yumağındaki şüphelenebileceğim hemen hemen herkes ölmüştü. Siz de yanıbaşımdaydınız. Geriye bir Gafur kalmıştı. Az önce evinde yaptığımız aramada cinayet aletlerini ve eldivenle ayakkabıyı bulduk. Ofisinde de ölüm listesini.”
“Sen mi? Sen mi öldürdün o insanları?” diye hayretler içinde sordu Aslı.
“Oyundu, bebek; oyundu.”
“Ama benim oyunumdu!” diye hırsla bağırdı Aslı.
“Kesin tatavayı!” diye araya girdi Lokman. “Anlat bakalım, Gafur Efendi.”
“Lanet olsun! Anlatmayıp da ne yapacağım bu saatten sonra!” Derin bir nefes aldıktan sonra “Aslı, bir garip kadındı” dedi. “Çok neşeli, hayata bağlı, vurdumduymaz, sorunsuz ve seks delisiydi ama derinlerinde büyük acılar yaşadığını anlamıştım; gözlerinden okumuştum; saklayamamıştı benden. Daha yeni yeni beraber olmaya başladığımız sıralardı; bir gün içti, içti, çok sarhoş oldu. Usul usul deştim bunu, öpe koklaya çözdüm. Büyük planını o zaman anlattı. Ertesi gün, sırrını bildiğimi söyledim. Panikle inkar etti, anlattığını hatırlamıyordu. Tekrarladım bana anlattıklarını. Kimseye bir şey söylemeyeceğime yemin ettirdikten sonra detayları anlattı. İki arkadaş liste çıkarmışlardı ve o listeye göre içinde r harfi olan isimler bulacak ve onları önce çabuk yoldan öldürüp sonra Harun’un adını ana ana dilini kesecekti. Yapacağına aklım kesmiyordu. Arada sırada liste oyunu oynuyorduk. İsimler uyduruyor, gülüyorduk. Arada sırada Sevda da katılırdı bu oyunlara.”
“Bu ne biçim oyun!” diye bağırdı Lokman. “Bunların üçü de birbirinden manyak, yav!”
“Ben her olaydan çok bilinmeyenli oyunlar çıkarmayı severim; pazıl gibi, mantık bulmacası gibi. Bunu da oyun olarak aldım ve Aslı’ya da öyle empoze etmeye çalıştım ki, olayın katılığından, vehametinden uzaklaşsın da cinayet filan işlemekten vazgeçsin. Ama bir gün baktım ki, harekete geçmek üzere. Ancak başkası yaparsa Aslı durabilirdi, o da şaşkınlıktan. Ve ister istemez neler olduğunu anlamak için bekleme dönemine girecekti.”
“Yani, Aslı’yı kurtarmak için kendini mi yaktığını söylüyorsun?”
“Hem öyle, hem değil. Öyle, çünkü Aslı’yı seviyordum. Değil, çünkü bu oyunu sevmeye başlamıştım. Kendimce bir liste yaptım.”
“Neye göre?”
“Onların sistemine göre, internetten bazı listelere bakarak buldum. Zaman zaman bazılarını değiştirdim tabii.”
“Hiç inandırıcı olmadı Gafur Efendi. Bu kadar basit olamaz. Anlattıklarının altında yatan asıl neden neydi?”
“Sizden de bir şey kaçmıyor” diye homurdandı Gafur. “İrfan’dı tabii.”
Salonun her köşesinden “İrfan mı? İrfan mı?” sözcükleri ekolandı.
“Seni ben tanıştırmamış mıydım? Niye İrfan?”
“Hayır, bebek. Biz zaten tanışıyorduk. Ve de birbirimize kin kusuyorduk ama tabii size belli etmedik.”
“Neden?” diye sordu Lokman.
“Bir şekilde, bir yerde karşılaşmış, tanışmıştık ama sonra bu şekil, şekil değiştirmeye başlayınca büyük olaylar çıktı. Bir önemi var mı? Anlatmam şart mı? Neticede İrfan benim düşmanımdı. Onunla mümkün olduğu kadar karşılaşmamaya çalışıyordum ama Aslı’nın bu planı, intikam almam için biçilmiş kaftandı. Bütün cinayetler onun üstüne kalacaktı ve ben de hem kendimin, hem Aslı’nın intikamını almış olacaktım.”
“Yani Aslı’nın gerçek kimliğini biliyordun, öyle mi?”
“Tabii, İrfan’ın kardeşi İhsan olduğunu biliyordum.”
“Peki, denklemler neydi?”
“Oyun. İşi daha eğlenceli hale getirmek için yaptığım bir şey. Sadece oyun.”
“Madem oyundu da, neden evimin kapısı... Yo, olamaz. O sen değildin. Hanginiz evime.... Evet ya, evet! Sevda, neyi sorduğumu biliyorsun, değil mi? Neden?”
“Buldunuz, bendim. İlkinde bir an önce çözmeniz için ipucu getirdim size. Ama fazlaca bir ilerleme olmadığını görünce de Cuma günü Aslı’nın evini basmanız içindi ikinci ziyaretim. Siz gelene kadar biz nasıl olsa Türkiye’den çıkmış olacaktık. Öyle hesaplamıştım.”
“Ama evdeki hesap çarşıya uymadı işte. Peki, sen nereden biliyordun?”
“Bilmez miyim! Bu adamın manyak manyak oyunlar kurmaya olan merakını ben bilmeyeceğim de kim bilecek?”
“Allah Allah! Sen nereden bileceksin!” diye bağırdı Gafur, “sanki babamın kızı!”
“Sen devam et Sevda. Cinayetlerin failinin Gafur olduğunu nereden anladın?”
“Önce bir şey anlamadım. İkinci cinayetten sonra şüphelendim. Evin anahtarı bendeydi.”
“Hangi evin?” diye yine atıldı köşesinden Gafur.
“Senin evin, salak! Evde küçük bir arama yaptım ve listeyi buldum. Bazı isimlerin karşısında denklemler yazılıydı. Ama dediği gibi sonradan anladım ki bazılarında değişiklik yapmış.”
“Neden insanları uyarmadın?”
“Ne diyecektim? Sizi yakında bir adam boğazınızı kesip öldürecek, sonra da dilinizi kesecek, bedeninizi yakacak mı? Deli miyim ben!”
“Aslı” diye seslendi Gafur, “arkadaşın nasıl girer evime! Nasıl karıştırır orayı burayı!”
“Bana ne soruyorsun? Bak, kendisi karşında.”
“Bu ne cüret! Haneye tecavüz bu! Kimsin kardeşim sen, sen kimsin kardeşim!”
“Karın” dedi Lokman.
“Ne? Ne karısı? Ben evli değilim ki.”
“Embesil! Benim, ben, Ceren!”
“Ha, ha, ha! Ceren’miş. Memnun oldum. Ben de Tom Cruise. Saçmalama be! Ben Ceren’i tanımaz mıyım!”
“Çözün, çözün beni de, mabadımdaki doğum lekesini göstereyim.”
“Yok devenin nalı!” diye bağırdı Lokman, “kendinize gelin! Evet Gafur Efendi, Sevda Hanım, senin eski karın Ceren Vargın Sermest.”
“Ama... ama nasıl olur?” diye kekeledi Gafur.
“Aslı’nın estetikçisinde pazarcı zihniyeti varmış anlaşılan; iki tane alana biri bedava, zihniyeti. İşte, ikisi birden çıkıvermiş.”
Hayretler içinde Sevda’ya bakan Gafur, “sahiden sen Ceren misin?” diye şapşal şapşal sordu.
“Ve de bu Ceren, yani Sevda aynı zamanda kim, biliyor musun?” diye sordu Lokman. “Senin hırsızın, Kezban’ın katili.”
“Ne! Ne! Ne!”
“Oh olsun! Canıma değsin! Şükürler olsun sana Allah’ım! Bana bu günü gösterdin ya, şükürler olsun! Ya sevgili kocacığım; alma mazlumun ahını, işte böyle çıkar aheste aheste.”
“Sen... sen... ama sen...”
“Peki beni niye listene aldın, avukatların yüzkarası?”
“Yo, benim listemde siz yoksunuz..”
“Öyle mi? Sevda, bu da mı senin işin?”
“Evet. Onun denklemlerine baktım. L.M.’in karşısında yazılı denklemi size uyarladım.”
“Neden?”
“Karınızın da adının L’yle başladığını biliyordum. Üstelik onun adında r harfi de vardı. Kendiniz için olmasa da eşiniz için endişelenecek ve daha da hırslanacak, cinayetleri çözmeye daha da sıkı sarılacaktınız. Aslında ben size yardım ettim ama nedense değerim bilinmiyor.”
“İşte, bu böyledir” diye araya girdi Aslı, “ağzı dursa, başka yeriyle konuşur. O da olmazsa, yazar.”
“Valla, sağol Sevda” dedi Lokman, “b=2 de mi senin marifetin?“
Sevda, “evet” dedi gülerek, “aramızda kalsın.”
“Kalsın bakalım, n’olucaksa bunca şeyden sonra? Yalnız bilmediğin bir şey var; ailelerimiz tehlikede olmasa da biz işimize sıkı sarılırız. Kaçanı da yakalarız, uçanı da. Bu, böyle biline. Ancak, şunu itiraf etmek zorundayım ki; bu cinayetler zincirinin seri katili çok zekiydi, tamam, ama nasıl oldu da bazılarında hiç kan izi olmadı ve nasıl hiç delil bırakmadan becerdi onca cinayeti; işte bunu anlayabilmiş değilim. E, Gafur, zeki adam, söz sende.”
Gafur’dan ses çıkmayınca Lokman bağırdı, “dökül! Dökül!”
“Ya, bu o kadar zor bir şey değil” dedi Gafur. “Önce kurbanı takip edip iyice tanımaya çalışıyordum. Sonra ona göre bir senaryo yazıyor ve yakınlık kuruyordum ya da ani çıkışlarla sersemletip benimle gelmesini sağlıyordum. Mesela hemşire olayında, vapurda sohbete girdim. Hastanede gördüğümü, hemşire olduğunu bildiğimi, hasta ve yatalak bir annem olduğunu ve onun devamlı bir hemşirenin gözetimi altında olması gerektiğini filan söyledim. Tabii bu arada bekar olduğumu da ekledim ki, ümitlensin. Bir de üstüne astronomik bir maaşla iş teklif edince yelkenleri indirdi. Vapurdan inince arabama bindik, eve diye yola çıktık. Sözde annemle tanıştıracaktım. Gerisi malum. İşte, hepsine böyle numaralar çektim, onlar da güvenip benimle geldiler.”
“Peki cinayet safhası?”
“Telle boğmak en kolay yanıydı.”
“Sonra da sakatat bölümüne geçiyordun, ha?”
“Hayır. Hemen dilini kesmiyordum.”
“Neden?”
“Teknik bir nedenle.”
“Teknik bir nedenle mi? Teknik mi? Kardeşim, biçki dikiş kursunda mı öğrendin onu bunu kesmeyi de teknikten bahsediyorsun! Bu ne sapıklıktır, yav! Bunlar adamı katil ederler, yav! Allah Allah, yav! Allah Allah, yav!”
“Elbette teknik” diye diklendi Gafur. “Kan çok akmasın diye. Önce denklemleri yazıyordum, sonra da”
“Dur, dur! Neyle yazıyordun? Neyle yakıyordun zavallıların etlerini?”
“Havya, şarjlı havyayla.”
Lokman’ın elemanları gururla birbirlerine baktılar. Kadriye’yle Bora, Lokman’a göstermeden birbirlerini hararetle kutladılar.
“Ulan manyak!” diye bağırdı Lokman, “kalem neyine yetmiyordu!”
“Sıradanlığı sevmem” diye yanıt verdi Gafur, “tadı olmuyor.”
Lokman, “duydun mu İsmet, duydun mu?” diye bağırdı meslektaşına, “tadı olmuyormuş! Allah rızası için söyle bana arkadaşım, ben ne yapayım şimdi bu sapığa, ha!”
İsmet, kafası karışmış, dehşet ve hayret içinde Lokman’a baktı. “Bana ver.”
“Yemezler. O, benim.” Sonra Gafur’a döndü, “söyle Allah’ın belası, daha ne ucubelikler yapıyordun, söyle!”
“Lavman pompasını bilir misiniz?”
Herkes iyice şaşırdı, apışıp kaldı. Lokman, “lavman pompası mı?” diye hayretler içinde sordu. Altından ne çıkacağını tahmin bile edemiyordu
“Evet. Onlar çeşitli ebattadırlar. Bendeki, bulabildiğim en büyük boyuydu.”
“Sen... sen...bir de lavman mı yapıyordun yani cesetlere? Ne diyorsun sen? Allah’ım, daha neler duyacağım? Neler duyacağım? Aklıma mugayyet ol, ya Rabbim. Çıldıracağım yav, çıldıracağım! İblis bu! İblis!”
“Yok, bir de şeyleriyle uğraşacaktım!” diye karşı çıktı Gafur. “Lavman şırıngalarının, bilirsiniz, pompaları vardır; bendekinin pompası büyüktü. Şöyle anlatayım; dişçilerde tükürük ve salyaları çeken bir hortumlu aparat vardır ya, pompa da aynı işi görüyordu. Ucunu ağızın içine, dil altına yerleştiriyor, akan kanı, ki ölümün gerçekleşmesinden sonra epeyce bir zaman geçmiş olduğu için oluk oluk kan akmıyordu, pompayla çekiyordum. İşte, ondan siz kan görmüyordunuz, tabii bazıları hariç. Berivan’la Erguvan’da pompa kullanmaya gerek duymadım. Biri kazandaydı, öteki küvette.”
“Nasıl yapabildin, yav! Nasıl bu kadar soğukkanlı anlatabiliyorsun, yav! İblissin sen, iblissin sen, iblis! İblis! İblis!”
“Üzgünüm.”
“Hah! Üzgün iblis! O kadar insanı kes, doğra, yak; ondan sonra da, üzgünüm, ha!”
“Ben onun için üzgün değilim ki!”
“Ya, öyle mi; o kadar insanı katlettiğine üzülmedin de neye üzüldün peki!”
“Bütün emeklerimin boşa gitmesine. İrfan’ı yakamadığıma. Kim gebertti ulan o pisliği, kim?”
“Kim olacak” diye atıldı Aslı, “çok sevgili eski karın Ceren Hanım! Manyak karı, mahvetti her şeyi!”
“Elime sağlık” diye bağırdı Sevda, “Ya Gafur Bey, fincanı taştan oyarlar, sana da böyle koyarlar işte! Aldım intikamımı, aldım işte! Oh, içim yağ bal bağladı! Çürü şimdi hapislerde!”
“Götürün bunları!” diye gürledi Lokman. “Derhal götürün bunları, yoksa elimden bir kaza çıkacak! Ama dur, dur, seninle daha işim bitmedi Gafur sapığı, sen kal. Millet, beni bu iblisle yalnız bırakın!”
“Yapma Lokman” dedi İsmet, “hadi gel, yukarı çıkalım.”
“Olmaz arkadaşım, gelemem. Çocuklar sana teslimatı yapsınlar.”
“Hangisini alacağım?”
“Hiçbirini.”
“Nasıl, hiçbirini?”
“Çünkü Harun’u öldüren İrfan’dı. İrfan’ı öldüren de Sevda. Yani, sana teslimatımız sadece içinde katilin ölüm raporu olan bir dosya, arkadaşım.”
“Peki, öbür herifler? İrfan’ın adamları ne olacak?”
“Onlara olanlar oldu” derken Lokman’ın ağzından alevler fışkırıyordu. “Kolilendiler, arkadaşım; yoldalar. Birazdan teslim alırız. Hele bir elime geçireyim, o ırz düşmanlarını hele bir elime geçireyim de gör bak, neler ediyorum! Etlerini cımbızla tek tek yolmazsam, bilmemnerelerini kaynak makinasıyla dağlamazsam, hayalarını kerpetenle sökmezsem cümle âlem yüzüme tükürsün! Ben var ya, ben... ben var ya, onların... Söyletme beni daha fazla, İsmet. Söyletme beni daha fazla! Hadi, gidin artık, gidin!”
Herkes çıktı. Koca spor salonunda ikisi yalnız kalmışlardı. Lokman, Gafur’a doğru ağır adımlarla yürürken gözlerini avukatın gözlerine dikmiş, tarifi imkansız bir nefret ve tiksintiyle bakıyordu.
“Ne yapacaksın bana?” diye titreyek sordu Gafur, “üzgünüm, dedim.”
“Ne oldu?” diye tükürürcesine sordu Lokman, “şimdi neden titriyorsun? Korktun mu? Kork, kork benden, iblis, kork.”
“Senden korkmuyorum” dedi alçak sesle, suçlu. “Benim korkum başka.”
Lokman, Gafur’un burnunun dibine kadar girmişti. Birbirlerinin nefeslerini yüzlerinde hissediyorlardı.
“Benim korkum...” Gafur’un gözleri doldu, dudakları titremeye başladı. Bir şey söyledi ama sesi çıkmadı. Onun bu halini görünce Lokman, ‘lanet olsun!’ diye söylendi içinden, ‘bu pisliğe elimi sürüp de kirletmenin alemi yok. Sakin ol oğlum Lokman, sakin ol. Ettiğini bulacak nasıl olsa. Yoksa sıkı bir yakın muameleyi hakediyor ya, neyse.’ Doğruldu ve kapıya doğru yürümeye başladı.
“Zehra?”
Lokman’a inme inmiş gibi oldu, olduğu yerde beton kesildi. Biri Zehra mı demişti? Yanlış mı duymuştu? Yerinden bir milim bile kımıldamadan sordu, “bir şey mi dedin?”
“Zehra nerede?” Gafur’un titreyen kahır dolu sesi zor duyuluyordu. “Ne olur söyleyin, Zehra’m nerede?” Gafur, artık hıçkırıklarını tutamaz olmuştu. “O benim herşeyim, o benim bir tanem, o benim gözbebeğim. Engel olamadım, İrfan’a engel olamadım. Adamlarına engel olamadım. Bebeğim nerede? Yalvarıyorum size Komiser’im, Zehra’mı bulun.”
Lokman’ın başı dönmeye başladı. Ne diyordu bu adam? Zehra’yı ne biliyordu? O kızcağız nereden gözbebeği oluyordu bu manyak sapık katilin? Derin bir nefes alıp Gafur’u yanına döndü, bir iskemle çekip oturdu.
“Anlat.”
Gafur, derin ve içli içli bir nefes aldıktan sonra gözyaşları içinde sordu, “Nuri İyem’in kadınlarını bilir misiniz komiserim?”
“Ben nereden bileyim lan elin adamının karısını, kızını! Adam gibi anlat şunu!”
“Nuri İyem’in kadınları hüzünlüdür, gizemlidir. Kocaman gözleriyle esrik bir özlemle bakarlar dünyaya. Kader, onları yüreklerine esir etmiştir; onlar ufka akıtırlar gizli acılarını, bilmedikleri uzaklara. Susarlar, hep susarlar; gözleridir konuşan, bir de dudaklarının kenarındaki o ince çizgiler. O çizgiler ki, haykırırlar..”
“Kes be, kes! Başlayacağım şimdi çizginden de, ufkundan da! Hâlâ oyunlardasın, ha! Tamam, bende de bir bilmece var, bakalım bilecek misin seni manyakoğlu manyak; bilmece bildirmece, el üstünden vurdurmaca!” Lokman, bilmeceyi sorarken yumruğunu Gafur’un çenesine çaktı. “Bunun bir de ayak üstünden, diz üstünden, dirsek üstünden, kafa üstünden şeklinde değişik versiyonları var. İster misin, sorayım mı onları da? Daha fazla sabrımı taşırmadan az ve öz olarak derhal Zehra’yla ilgini anlat!”
Gafur, sanki başka alemdeydi; Lokman’ın bağırtısını duymamıştı bile. Yumruğun bile farkında değildi.
“Zehra.... Zehra da o kadınlar gibiydi. Onu ilk gördüğümde daha çocuktu. Çöp gibi bir kız, parmaklıklı pencerenin ardından gözlerini yola daldırmış, derin derin düşünüyordu. Küçücüktü ama hüzünlere boğulmuştu. Kocaman kara gözleri, çıkık elmacık kemikleri, solgun yüzü ve üzgün bakışlarıyla tam bir tabloydu; İyem tablosu.”
“İyem tablosu mu? Haaa.. “
“Onu öyle sevdim, daha doğrusu o görüntüyle öylesine büyülendim ki, her gün o resmi görmek için dayanılmaz arzu duydum. Kendimi ona göstermiyordum, beni hiç bilmedi Kutsal Bakire’m. Gözlerimin önünde büyüdü hep aynı tabloda. Ona garip bir şekilde bağlanmıştım. Duygularımı adlandıramıyordum; sanki, sanki ikondu; bir kutsal yanı vardı sanki.
Onların evinin gören apartmanlardan birinde ailemle oturuyordum ama evlenince ayrı eve geçmek zorunda kaldım. Artık gönlümce göremez olmuştum; çok özlüyordum, rüyalarıma giriyordu. Bir gece annemi ziyaretten bir başıma dönerken onları gördüm; evin merdivenine oturmuşlardı; birbirlerine sarılmışlar hem konuşuyor, hem ağlaşıyorlardı. O kadar kızdım ki, neredeyse kendimi tutamayıp Harun’un kollarını kıracaktım.”
“Harun’un mu?”
Gafur, artık kimseyi duymuyordu. “Onlar bana şöyle bir bakıp kendilerine döndüler yine. Harun’un onun abisi olduğunu, birbirlerine delice düşkün olduklarını biliyordum ama ona dokunmamalıydı, Zehra’ma dokunmamalıydı! Kutsallığı, bakirliği gidiyordu; kirleniyordu. Harun’un ‘İrfan’ dediğini duydum, sesinin tınısı nefret kusuyordu. O anda kafamda bir şimşek çaktı; yıllar öncesinden bir vizyon belirdi gözlerimin önünde. Bir gençlik partisi. Kalabalık. Kızlı, oğlanlı zıpırlar güruhu. Ben de oradayım. Pencerenin yanında bir başıma durmuşum, arkadaş hatırına geldiğim bu gürültü, içki ve seks çukurundan nasıl kaçacağımı düşünüyorum. Salonun bir köşesindeki dört, beş kişilik bir gurup iğrenç iğrenç gülüyorlar. Ortalarında, bizim mahallenin iti İrfan, bir şeyler anlatıyor. O yana doğru yanaşıyorum. Harun’dan sözediyor. Kulaklarıma inanamıyorum. Öyle mide bulandırıcı şeyler anlatıyor ki, kusasım geliyor. Sonra ‘sıra kardeşinde’ diyor, ‘ama daha çok çıtır, biraz daha büyüsün de hele, biraz daha ele avuca gelsin de onun da icabına bakacağım.’ Başım dönüyor, midem bulanıyor, soğuk terler döküyorum. İğrenç yaratıkların arasına dalıp İrfan’ın üstüne atlıyorum. ‘Ona dokunursan seni öldürürüm’ diye bağırdığımı hatırlıyorum. Gerisi karanlık. Gece yarısı kendime geliyorum. Ormandayım. Her yanım ağrıyor. Ve çıplağım. Harun’a yaptıklarını bana da yaptığını anlıyorum, hem de arkadaşlarıyla. Nasıl ayılmadığımı, nasıl anlamadığımı anlayamıyorum. Zehra’yı korumaya çalışmak boynumun borcu oluyor; hep onu gözlüyorum.”
Gafur, sustu; dakikalarca sustu. Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıta akıta sustu.
“Sonra?”
O an’a dönmeye çalıştı Gafur, “Sonra... sonra o iti aradım hep; bulduğum yerde gebertecektim. Bulamadım. Evi barkı terkedip gitmiş.
Ve evlendim. Kısa bir süre sonra da bitti zaten. İrfan’la olan olayımı ve onu gebertme isteğimi bastırmıştım evlilik süresi içinde. Bir karım, bir işim, toplumda saygın bir yerim vardı. Yine de Zehra’yı görebilmek, iyi olduğunu anlayabilmek, İrfan’ın ona dokunmadığını bilebilmek için sık sık annemi ziyaret bahanesiyle mahalleye gidiyordum. Bu arada Ceren’le boşandık. Aradan zaman geçti, Aslı’yla tanıştım. Sonrasını biliyorsunuz.”
“Yani, Zehra’yla Harun’u gördüğünde Aslı’yla beraberdin, öyle mi? Peki, Aslı seni nasıl tanımadı? Ne de olsa aynı mahallenin çocuklarıydınız.”
“Ama aynı sokağın değil. İhsan, zaten dışarı çıkan bir kız değildi. Sonra da, biliyorsunuz, öldü yani öyle sanılıyordu. Ben de onu doğrudürüst tanımazdım zaten; o manyağın kardeşi olduğunu öğrenince tanıdım. Ne demiştiniz? Ha, iki kardeşin ağlaşarak konuştuğunu gördüğüm zaman Aslı’yla beraberdik elbette. Hatta her şeyi öğrenmiş ve kendi planımı uygulamaya bile başlamıştım. O gece Harun’un ‘İrfan’ dediğini duyunca, o itin yine onlara tebelleş olduğunu anladım. Zehra’yı korumalıydım ama beceremedim, beceremedim.
Ah! Onu ben öldürmeliydim! İrfan denilen o aşağılığı ben öldürmeliydim! Allah seni nasıl bilirse öyle yapsın Ceren kaltağı! Hep onun yüzünden, hep, hep onun yüzünden! Komiser’im, Zehra’m nerede? Yalvarıyorum, onu bulun, ona sahip çıkın. Kulunuz köleniz olayım, ayaklarınızı öpeyim, Zehra’mı bulun.”
“Merak etme” dedi Lokman. Karmakarışık duygular içindeydi. Ne düşüneceğini, ne hissedeceğini şaşırmıştı. “Merak etme, Zehra iyi.”
“Doğru mu söylüyorsunuz? Gerçekten iyi mi? Verin, elinizi öpeyim, Komiser’im. Ayaklarınıza kapanayım, Komiser’im! Öl deyin, öleyim, Komiser’im.”
“Sen zaten kendini öldürmüşsün be Avukat Bey, ben ne öl diyeceğim” dedi Lokman. İç çekerek yerinden doğruldu. “Hadi bakalım, gitme vakti.”
S O N