Dünya haritalarına baktığımda durağanmış gibi görünen bir dünya ile karşılaşıyorum hep. Amerika, Afrika, Asya, Avustralya kendi hallerinde, sanki anayoldan geçerken rastladığımız reklam panolarındaki donuk, ölü ve boş fotoğraflar gibi duruyorlar.
Halbuki o anı düşünüp baktığımda, harita üzerindeki dünyada yeni doğan binlerce bebeğin ağlama sesini, binlerce ölümleri, ıstırapları, yakarışları, isyanları, trafik kazalarını, tecavüzleri, cinayetleri, diplomasını alan bir gurup öğrenciyi, eşinden henüz ayrılmış bir kadının huzurunu, kansere yakalandığını anlayan bir hastanın iç sıkıntısını ve bunun gibi olası olasılıkların hepsini görüyorum. Olasılık diyorum ama yaşandığının garantisini verebiliyorum. İşin en ilginç yanı da bu. Bu saydığım örneklerin hepsini kurguladım, hayal ettim. Oysa biliyorum ki bunların hepsi yaşanıyor.
Sonra kafamdaki bu gerçekçi kurgu beni kendime çekiyor. Ben bunların hangisini yaşayacağım? Daha açık ve net bir şekilde sorarsam; biz mi bu yaşanan deneyimleri yaratıyoruz, yoksa bu olgular ve olaylar vardı da biz mi bunların ortasına düştük?
İnsan yıllandıkça fiillerini kendi oluşturuyor yani deneyimlerini yaratıyor ve yaşıyor. Öte yandan, yeni doğan bir bebek olguların ve olayların tam ortasına düşüyor. İlk yıllarında özgürlüğe doğan bebek aslında yokluktan varoluşa geldiği için kendi kendini kısıtlamış oluyor. Başkasının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter gibi artık klişeleşmiş sözler insanlara özgürlüğü vaat etmek bir yana, özgür olamamaktan zevk almanın gerektiğini dolaylı bir yoldan anlatıyor veya ima ediyor.
Kısıtlı özgürlükten zevk almak medeniyetin anahtarı oluyor bir anda. Hangi kurgunun içinde yaşıyoruz ve neyi kurguluyoruz bilinmiyor. Bildiğim tek bir şey var, o da kendimize göre olduğumuz.
İstenmeyerek yenmiş bir Elma ile elimizden alınan özgürlüğümüz Nuhun Gemisi ile bize tekrar geri veriliyor. Elbette, eskisinin yerini tutmayan bir özgürlük bu. Dalgalarla boğuşan bir gemi haritada yerini bilmediğim bir tepeye konuyor. Biz yokken kavuştuğumuz varlığımız tehlike altına girip yokluktan dönüyor. Bu, var mıyım, yoksa yok muyum? gibi sorular hayatımızın hangi anında bizi özgür bırakıyor ki?
Ne zaman kısıtlandığımızı, ne zaman özgür olduğumuzu anlayamaz hale geldiğimiz vakit insan varlığından şüphe ediyor. Sonra kafaları karıştıran başka bir soru daha çıkıyor ortaya: var mıyız, yok muyuz?
Varlığından şüphe eden bir insan varolabilir mi? sorusu ise belirtmek isteğim karmaşıklığı su yüzüne çıkartıyor. Varlığını fark etmeyen insan yokken, yokluğunu hissetmeyen insan yok olmaya mahkum oluyor. Yani var olmak için varlığının farkında olmak da yetmiyor insana, aynı zamanda yokluğunu da bilmek gerekiyor. Yazımı bir şiir ile bitirmek istiyorum.
Osman Yenerin dilimize çevirdiği Lao Tzu, Tao Te Ching, Yol ve Erdemin Kitabında Otuz ok bir merkezde buluşur adlı şiir, varlığın gerekliliğinin yanı sıra yokluğunda gerekliliğini vurgulamaktadır:
Otuz ok bir merkezde buluşur:
Tekeri kullanışlı kılan,
Okların olmadığı yerdir.
Çömlekçinin çarkı çömlek yapar,
Çömleği kullanışlı kılan
İçindeki boşluktur.
Bir odaya kapı ve pencereler açsan,
Onları kullanışlı yapan,
İçlerindeki boşluktur.
Bu yüzden varlık yararlıysa
Yokluk kullanışlıdır.