Paranız varsa toprak alın. Artık üretmiyorlar. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
KAZAN Arkasında cezaevinin cümle kapısı gürültüyle kapanıp, bismillah diyerek, dışarı çıktığında, başının üstünde kara bulutlar dolaşıyor, her an bir fırtına patlamak üzereydi. Elinde siyah bir çanta, hızla yola doğru yürürken, görünen taksiye işaret etti. Önünde duran arabaya arka kapıdan binerek, keli görünen şoföre; - Otogara sür! Dedi. Hemen hareket eden taksi yoğun İstanbul trafiğine katılırken, adam düşünceliydi. Yağmur başlamış, damlalar aracın tavanını dövüp, görüşü engellenen şoför cam sileceklerini çalıştırsa da, kesif yağmur ilerlemeği yavaşlatıp, taksi ister istemez yavaşlıyordu. Fakat acelesi olan müşteri adam: -Biraz hızlan. Diyordu. Müşterinin ses tonundaki saldırganlık şoförü tedirgin etmiş, onu aldığına pişman olmuş, lakin, esnaflığı uyarınca, yatıştırıcı bir tonla müşterisine cevaben; -Anlıyorum, aceleniz olmalı, fakat yolun durumunu görüyorsunuz Ağabey. -Ben onu bunu bilmem, paranı hak etmek istiyorsan söyleneni yap; sana hızlan dedim! Şoförü bir telaş sarıp, uzuvları zonklamağa, hatta uyuşmağa başlıyordu. Kendini zorlayarak; -Hiç merak etmeyin beyefendi, zamanında otagara varırız. Buna mukabil, dişlerinin arasından yılan tıslaması gibi bir tonla seslenen adam: -Bana maval okuyacağına, gaza bas! Belanın daniskasına çatmış olduğuna artık iyice inanan Şoför, içinden dualar okuyor, kazasız belasız evine, bekleyen çocuklarına kavuşmayı diliyordu. Bu arada, ister istemez gaza yüklenirken; -Tamam efendim, lütfen sinirlenmeyin, hemen hızlanıyorum. Tam arkasında oturan, adamı dikiz aynasında inceleyen şoförün içine korkunun soğuk buğuları dolmaktaydı. Onu cehennemi kabuslara sevk eden uzun boylu, orta yaşlı, geniş ve yüksek alınlı, kısa sakallı biriydi. Şakağında eskiden kalan bir nedbe vardı. Kahverengi gözlerindeki öfke, çatacak birini aradığına gösterir gibiydi. Bereket versin, gidilecek yer şehir içiydi. Böyle bir yolcu ile uzun yola gitmek istemezdi. Bir ara adam, yanında taşıdığı siyah çantanın fermuarını açıp, namlu ucunda susturucu takılı, 22mm’lik bir Shmit&Wesson çıkarmıştı. Onu gören şoförünün gözleri korkudan fal taşı gibi açılmış, dehşetle titremişti… Adam şarjörü kontrol edip, onu yerine koymuş ve az sonra bir başka silah çıkmıştı. Bu uzun namlulu bir 44lük Magnumdu. Onun mermi dolu topunu da kontrol edip, kemerine sokmuştu. Şoför bir yandan dili tutulmuşçasına onu izlerken, öte yandan kaza yapmamak için azami dikkat sarf ediyordu. Az sonra, yağmurun kesafeti azalmıştı. Adam ensesinden seslenerek: -Şu ilerde, yandaki trafonun önünde dur. Ha, bu arada, borcum ne? Şoför bunu duyunca çok sevinip, rahatlamıştı olarak; -Yok efendim, borcunuz falan yok. İçerden yeni çıktınız sanırım, bu da bizden bir ikram olsun. -Olmaz, miktarı söyle, gerisini kurcalama, tamam mı? -Tamam ağabey, üç milyon verirsen yeter. Adam elini ceketinin yan cebine uzatıp, oradan çıkardığı bir deste para içinden üç milyonu şoföre uzatmıştı. Bu arada istenen yere varılıp, duran taksiden bir çırpıda inen adam, az ilerde gri BMW 525i’ ye binmişti. Bunun direksiyonunda oturan bayan hemen gaza basıp, otomobil harekete geçmişti. Onu bir an izleyen Taksi şoförü bu olaydan sağ selim kurtulduğuna inanmıyor, Tanrısına şükranlar sunuyordu… Tam bu sırada, ansızın yanına sokulan kara pardösülü bir adam, arka kapıyı açarak içeriye girmiş, cebinden çıkardığı kimlik kartını acele gösterip, geri sokarken de: - Emniyet mensubuyum, giden arabayı hemen takibe geç! Diyordu. Şoför duyduklarına adeta inanamamış, şaşkınlığın daniskasında, dikiz aynasından yeni binen adama bakıyordu. Bunu fark eden adanma kızarak: -Bırak beni incelemeyi be adam, bak gözden kaybediyoruz onları, çabuk, takip et şu gri Ford’u! Diye yükleniyordu… Alternatifsiz, gaza basan şoför, takibe başlıyordu. Fakat önde giden araç çok seriydi. Ona yetişmek kolay değildi. Şoför yeni yolcusu olan emniyet mensubuna dönerek: -Kimdir o, neden takip etmek istediğinizi sorabilir miyim memur bey? - Hayır, sen işini yap, ona yetiş ve gözden kaybetme, bu yeter. -Bana kalırsa tehlikeli birine benziyor. -Sen kimden bahsediyorsun Tanrı aşkına? -Öndeki araca binen adamdan tabii ki, siz ne sandınız? -Çattık yav, ne adamı kardeşim, sen işine bak, gerisini bana bırak dedim, fazla soru sorma ve yola dikkat et. -Tamam ağabey, anladık. Anlaşılan, bu gün bizi adam yerine koyan çıkmayacak. Onu yitirdik sizi bulduk vallahi. -Sahi sen, o, derken kimi kast ettin demin? -Öndeki arabaya binmiş olan çifte silahlı adamdan bahsediyorum. Ajan mı, kaçak mı her neyse? onu takip etmemi emretmediniz mi az önce memur bey? -Ne silahlısı be adam, o dediğin içerden az önce çıktı, yani, eski bir mahkum. -Sahi, onu cezaevinin önünden almıştım lakin, üzerinde taşıdığı mermi dolu silahları da gözümle gördüm..!? -Deme yav, olmaz böyle şey. Sakın yanılmış olmayasın? -Yok efendim, eminim ne gördüğümden. Adam silahları bir çantada taşıyor. Biri toplu, diğeri şarjörlü. Üstelik ikisi de büyük kalibre. -Peki, ya adam mahkum değilse? Sonra eşkali nasıldı, onu tarif edebilir misin? -Ondan emin değilim tabii. Eşkaline gelince; uzun boylu, kara yağız, kıvrak hareket eden, çevik biriydi… - Bu tarife uyan binlerce adam var İstanbul’da. Onu teşhis edemez misin yani şimdi? -Belki, ama bir şartla; şu senin oturduğun koltuğa tekrar oturursa. -Yani, sadece aynı pozisyonda görürsem tanırım diyorsun, öyle mi? -Aynen öyle! -Anlaşıldı, anlaşıldı. Sen işine bak. Bu sırada iki yüz metre kadar uzaklaşmış olan arabada oturan adam ve kadın arkadan gelen taksinin farkındaydılar. Ama nedense telaş ettikleri yoktu. Neşeli kadın, şuh bir kahkahadan sonra: -Seni hiç beklemiyorlar, karşılarında görünce fena şaşıracaklar. -Bu kadar emin olma, içerden çıkacağımı duymuş olabilirler. Orada adamları olmadığını var sayamayız. -Doğru, ama bunu bilselerdi karşılayan çıkmaz mıydı şimdiye kadar? -Evet, eli boş çıkmadığımı biliyor olmalılar. - Umarım, Cezmi taksicinin ağzını yoklar, hakkında ne kaptıysa hafızasından siler. - İşinin ehlidir, bunda kuşku yok. - Haklısın, bence de öyle… - Şimdi hızlan, bir zikzakla gözden kaybolup, Cezmi ile buluşacağımız yere varalım. Onlar hızlanıp, gözden kaybolurken, takside bir telaş başlıyordu. -Sana hızlı git, Fordu gözden kaçırma demiştim. Hani, nereye kayboldu şimdi?! Diyen adam, şoförün dikkatini ölçmek için giden arabanın markasını kasten yanlış telaffuz etmişti. -Ağabey, bana kalırsa bunlar sağa dönüp, üst geçide çıkmış olmalılar. Baksanıza, görünürde onlardan eser yok. - Kaçırdık anlaşılan. Ama neyse, boş ver. Ben sağda, müsait bir yerde inip, az sonra gelecek olan ekibi bekleyim. Taksi ücretini uğrar, Asayiş Bölge Amirliğinden alırsın, tamam mı? - Yok yok, gerekmez. Artık yakamı bırakın, bu bana yeter. - Benden söylemesi. Sonra, polis bana angarya iş yaptırdı, demeyesin ha! -Yok yok, demem… Cezmi sağda inmiş, taksi tek yönlü yolda akan trafiğe karışıp, gözden uzaklaşmıştı. Az sonra gelen gri BMW durup, onu almıştı. Kara gözlüklü genç kadının kullandığı araba şimdi Fatih Sultan Mehmet Köprüsü istikametinde ilerliyor, erkekler konuşuyordu: -O iş tamam, şoför seni teşhis edecek durumda değil. Artık limana gidebiliriz. -Umarım onları bir arada yakalayabiliriz. -Gemide yatıp, kalkıyorlar. Bir aksilik olmazsa ordadırlar, değil mi Nurcan? -Evet, ama Anita ile Frank şu sıra Hiltonda kalıyorlar. Onları bir arada yakalamanın vakti kanımca saat üç sularıdır. -O halde üçe kadar Çamlıca da, senin villada bekleyelim. -Tamam, ben de bunu önerecektim. Cezmi, bu arada sen çıkar bir kolaçan edersin. -Yok birader, en iyisi, köprüyü geçince ineyim. Sonra size telefonla durumu bildiririm. -Tamam, anlaştık öyleyse. Cezmi yolda inmiş, Nurcan ve Kazan villaya ulaşmışlardı. Burada kendi başına yaşayan Nurcan, İsviçre’de Arkeoloji okumuş, lakin mesleki faaliyet olarak, armatör Kemal’in sekreterliği ile ara sıra mankenlik yapmak için yurt dışı seyahatlere çıkıyordu. Nurcan, Cezmi’nin karısı olan Serabın çocukluk arkadaşı, Cezmi ise Kemalin tarihi eser kaçakçılığı yaptığı iş ortağıydı. Ellerinde bulunan değerli antik eseri yurt dışına çıkaracakları sırada, ansızın gemiye baskın veren polis, mallara el koyup, az kalsın onları da tevkif edeceklerdi. Bu işi Kemal veadamlarının tezgahladığı anlaşılmış, şimdi bu eserlerin geri alınması gerekiyordu. Aynı kişiler, Cezmi’nin çok yakın arkadaşı olarak bildikleri Kazanı, sözde, gemiye sabotaj yapmak planından ötürü, ihbar edip, tutuklatmışlardı. Üç gündür içerde tutulan Kazan, Cezmi’nin avukatı tarafından yatırılan üç milyarlık kefaletle serbest bırakılmış ve yine onun tarafından baş gardiyana teslim edilen mahut çantayla içerden çıkmıştı. Eve geldiklerinde elinde çanta banyoya giren Kazan, az sonra uzun saçlı ve sakallı olarak çıkmıştı. Bu sırada viski içen Nurcan, şöminenin karşında oturmuş, elindeki kumandayla televizyon kanallarını tarıyordu. Yeni görünüşüyle onu fark edince, gülerek; - Kazan bey, bu kılıkta seni annenin tanıyacağına kuşku duyarım. - Sahi mi? Buna sevindim. Böyle olmasaydı kılık değiştirmenin anlamı olmazdı. Ha, bu arada Cezmiden bir haber çıktı mı? - Yok, henüz aramadı. - Biliyor musun, kadın olarak hayli cesursun. Seni kutlamak gerek. Bağışla ama, bunun özel bir nedeni var mı, diye sormadan edemiyorum. - Rica ederim. Bu sebepsiz değil, çünkü Serabı kardeşim gibi severim. - Serap mı? - Evet, Serap Cezmi’nin eşidir, bilmiyor muydun yoksa? Onunla çocukluktan arkadaşız. - Hımm... Ben, Cezmi ile daha özel bir bağınız var sanmıştım. - Hayır. Dediğim gibi. - Buna sevindim. - Neden? - Hiç, çünkü Cezmi’yi karısına sadık biri olarak bildiğim halde bir an kuşku duymuştum. - Sahi, sence karı-koca arasında sadakat çok mu önemlidir? - Eh, her halde. Yoksa neden evlenmiş olsunlardı ki? - Sence bunun asla bir başka sebebi olamaz mı yani? -Kim bilir, olabilir belki? - Evlilik, kesin sadakat gerektiren bir kurum mu sence? - Sence öyle değil mi? - Bilmem, düşünmedim. Zira evlenmeği düşünmedim. - Eski patronun Kemal bey ile olan alakanızın düzeyi ne diye sorsam? - O sadece ticari iş paylaştığım biriydi. - Ne yani, sana hiç mi teklif edip, yakınlık göstermedi? - Hayır. Belki buna ihtiyaç duymadı… -Anlıyorum. Öte yandan, bence, evlilikte her şey gönüllülük esasına göre olmalı. Sence? - Bence de, ama kadınlar çoğunlukla bu şekilde düşünmezler. - Ben de erkekler için aynı şeyi söyleyecektim. Çünkü erkekler bir kadına her şeyi ile ve daima sahip olmak isterler. Öyle ki, kadın onlara göre, her hangi özel bir eşyaları gibidir. - Bu konuda haksız olduğunuzu söylemek istemiyorum, çünkü kadınlar da bence öyledir. - Denemeden bir şeyi bilmek mümkün değildir. - Hah hah haaa! Doğru söze ne denir. - Haklısın galiba. - Bu bir yana, bir kadeh içki alabilir miydim? - Teklife gerek yok. İstersen doldurayım? Ondan beklemeden, kendi kendisine bir bardak buzlu viski dolduran Kazan, bir yudum alarak, Nurcan’ın karşısındaki kanepeye oturmuştu. Az sonra içkisini bitirip, yan taraftaki piyanonun başına geçen Nurcan, parmakları hızla tuşların üzerinde gezinirken, salonu hoş bir melodi dolduruyordu. Kazan gülümseyerek içkisini yudumlarken telefon çalmaya başlamıştı. Nurcan ahizeyi kulağına kaldırmış, kendisine yöneltilen soruya; “Bakar, duruma göre sana haber ederiz” demişti. Karşıdaki ses; “Tamam. Dostum Kazana selam söyle” diyerek, bitirmişti. Telefonu kapatan Nurcan, biraz kaygılı, Kazana dönmüştü. Kazan merakla: - Ne olmuş, arayan Cezmi idi sanırım? - Evet. Gemide kimse yokmuş. Bu nasıl iş anlamadım. - Adamlar bizden haber almış olmalı. Durup, hedef tahtası olmak istemeyecekleri malum. Onları aramalı ve bulmalıyız. - Doğru ama nasıl, nerede? - Sen de bilmiyorsan, işimiz zor demektir. - Evet, ben de bilmiyorum. Ama birkaç telefon numarası çevirip, bir bakalım. Nurcan bu kez cep telefonunu almış, hafızayı tarayarak, Kemale ait cep numaralarını sırayla aramaya başlamıştı. Lakin açık hat yok ve ilgili numaraya ulaşım kapalıydı. Bir süre konuşarak zaman geçirmiş, sonra birlikte çıkmışlardı. Önce Harem’e gitmişlerdi. Boğazdan araba vapuru ile karşıya geçip, otomobili Eminönü’de bir oto parka bırakmışlardı. Sonra yemek için bir restorana girmişlerdi. Akşam olmak üzereydi. Restoran temiz, intizamlı ve güzel döşenmiş bir mekandı. Onları tanıyan kimse yoktu. Karşılıklı oturup, balık mönüsünden yemek seçmiş, üstüne birer kadeh beyaz şarap, dışarı çıkmış, otomobili parktan alıp, Peray’a sürmüşlerdi. Nurcan, Kemalin mekanlarından birinin burada olduğunu biliyordu. Oraya yakın bir yerde, tek yönlü yolun kenarında duran Nurcan, adresi Kazan’a tarif edip, kendisi arabada bekliyordu. Söz konusu yer Kemalin eğlence klüplerinden biriydi. Kürt Memet buranın işletme ortağıydı. Kazan onu tanıyordu. Zemin katta, geniş ve loş mekan hayli kalabalıktı. Yuvarlak, alçak masalar kahkaha atan, dekolte kızlar ve snop, hippi tipi adamlarla doluydu. Hard-rok müzik, dört köşeye yerleştirilmiş büyük hoparlörlerden bas ağırlıklı çalınırken, o, kalabalığı yararak barın önüne gelmişti. Sıradan bir müşteri gibi, bir duble viski-kola içmiş, yan tarafta kurulu masada oturan şef garsona yaklaşarak; - Kemal Bey’i görmek istiyordum. - Ben bilemem, Memet ağbiye soralım. O da dışarı çıktı ama, şimdi gelir. Siz şöyle buyurup, içkinizi içerek bekleyin. - Vaktim yok. Ama beş dakika bekleyelim. Derken adamın yanında boş duran koltuğa oturmuş, arkası duvara yönelikti. Şef garson uzun boylu, ince yapılı orta yaşlı bir gençti. Kalın kaşları ve kara gözleri ile doğulu olduğu izlenimi veriyordu. Kazanın ağzını yoklamak ister gibi, ona doğru eğilerek; - Kemal beyi niçin aramıştınız? - Elimde onun ilgi alanına girecek çok özel bir mal var, onun için. - Nasıl yani, onun ilgi alanı dediğiniz hangisi, ne malı? - Bilmezden gelmene gerek yok dostum. Tabii ki antika, eski eser demek istiyorum. - Ya, neymiş bu? - Roma devrine ait bir heykel; som altın. - Olabilir, ama Kemal bey bu işlere bakmıyor artık. - Emin misin? - Evet, çünkü son zamanlarda bu işler başını ağrıtmış. Muhtemelen şimdi yurt dışındadır. - Memet bey de gelmeyecek galiba, ben daha sonra yine uğrarım. - Nasıl isterseniz. Böylece Kazan oradan ayrılmış, sonra Haydarpaşa yönüne sürmüşlerdi. Bu sırada arkada, özel bölümünde oturan Kürt Memedin yanına giden şef garson ondan bahsedip, dışarı çıkarken. Kürt Memet cep telefonundan Kemali arıyordu. Bağlantı az sonra kurulmuştu; - Kemal Bey, ben Memo, az önce orta boylu, uzun saçlı ve sakallı bir adam seni sorup, elinde bir altın heykel olduğundan bahsetti. - İsim, adres, numara bıraktı mı? - Hayır, tekrar uğrayacağını söyledi. - Sonra da elini kolunu sallayarak çekip gitti deme sakın. Takibine adam koymadın mı ulan Kürdo? - Yok ağabey, seni her soranın ardına adam mı koyacağız bundan böyle? - Ulan anlamıyor musun, adam bizim ne işle uğraştığımızı biliyor, her gelen bunu bilebilir mi, sen de hiç mi beyin yok? - Anladım, ama onunla kendim konuşmamıştım ağabey, kusura kalma, bundan sonra dikkat ederiz. - Hemen birilerini çıkar, eşkale göre onu arasın, rastlayınca bana bildirin. Tamam mı? - Olur ağabey, baş üstüne. Telefonu kapatan Memo, asık suratla dışarı çıkıp, şef garsonu bir işaretle yanına çağırmış, gereken emri veriyordu; - Ulan hırbo, senin yüzünden patrondan fırça yedim. Neden sanki benimle görüştürmedin o herifi. Haydi hemen çocuklardan ikisini onu aramağa gönder, derhal dışarı çıkıp, bulunca haber iletsinler. - Tamam ağabey, ne bileydim onun böyle birden önem kazanacağını. Şef garson salonun içinde kuytu bir köşede oturmuş, kafaları çekip, sohbet etmekte olan iki kişinin yanına çökmüştü; - Selam, sohbetiniz bol olsun ağalar. - Ooo, buyur Haso gardaş, istersen sana da bir kadeh doldurayım. - Yok, yok onun için gelmedim. - O halde, hayrola, bir diyeceğin mi vardı. Buyurasın babam, ne emrin varsa baş-göz üstüne. - Evet, size işim düştü. - Buyur, her neyse canla, başla. Gardaşım Hüso ile emrine amadeyik. - Bak Hüso, az önce yanıma uzun saçlı, sakallı bir adam gelmişti ya, eminim dikkat etmişsindir. - Evet, hem gri pardösüsü, siyah balıkçı kazağı vardı, değil mi? - Hay sen yaşa be Fırat. İşte onu acilen bulup, büyük patrona iletmemiz lazım. - Tamam ağam, biz hemen kalkar, peşine düşerik. - Çok iyi, bende işte bunu diyecektim. - Eyvallah, biz hemen kalkarız. Ama koca İstanbul’da onu bulmamız tamamen şansa kalmıştır, bilirsin. - Olsun, siz yine de şöyle bir dolaşın, tesadüf bile ancak araştırmakla olur. Derken kalkıp, mekanın önünde duran yerli bir arabaya binmişlerdi. Sokaklarda dolaşarak, etrafa göz atacaklardı. Fırat ile Hüseyin cezaevi arkadaşıydılar. Uzun yıllar birlikte yatmış, feleğin çemberinden geçmişlerdi. Yaşları otuzun üzerinde ve ikisi de henüz bekardı. Fırat ortaokul ikiden terk, Hüseyin Mülkiye dördüncü sınıftan ayrılmak zorunda kalmıştı. Birkaç ay daha okusa, belki bir kaymakam olacaktı. Fakat bir kız yüzünden başı derde girmiş, bir okul arkadaşının tahriki sonucu onu öldürüp, içeri girmişti. Fırat okulu terk ederek bu işleri ta başından seçmişti. Kendi çapında bir kabadayı ve bu alemin kurdu olmuştu. Hüso ile içerde başlayan dostlukları sürmüş, o, nispeten kısa yatarak önce çıktığından, Hüso’ya, yanına gelmesini söylemişti. Fırat kısa boylu, Hüso nispeten uzun ve geniş omuzluydu. Okul yılları boyunca spor yapmış, atletik bir bedeni vardı. Derken Sirkecide arabadan inmiş, kaldırımda yürüyorlardı. Birden duran Fırat: - Bak ne geldi aklıma Hüso, bu adam Kemal beyi aradığına ve onu tanıdığına göre, bana kalırsa şimdi Haydarpaşa tarafında bir yerlerde olabilir. Çünkü malum, armatör Kemalin görkemli yatı “Deniz Kızı” orada bir yerde demir atardı. - Doğru, o halde hemen oraya geçelim. Artık karanlık basmış, cadde boyu neonlar ve sokak lambaları yanmıştı. Megapol İstanbul’un karışık yolları her zaman ki gibi kalabalık, insan seli bir o yana, bir bu yana akarken, işportacılar yüksek sesle müşteri çekmeğe çalışıyordu. Hüso ile Fırat Galata köprüsünü geçmiş, Haydarpaşa Garının arkasında bir parkta arabadan çıkmışlardı. İleri doğru yürüyorlardı. Rıhtıma vardıkları sırada kıyıya yaklaşan, nispeten küçük bir tekne görmüş ve bunun bordasında, ayakta duran adamı seçmişlerdi. Fırat hemen atılarak; - Şuraya bak Hüso, bu bizim Kemal bey işte. Yani patronun patronu. Bu adamda zibil gibi para var ha. Onunla mümkün olsa da yakından tanışabilsek. - Evet, ama nasıl? - Belki bir yolunu buluruz. Sanırım bu ara başı dertte. Ayağına batan bir diken olmalı. Yani senin anlayacağın, adama ihtiyacı var, hem de bizim gibilerine… - Baksana, yanında üç adamı zaten var. Her halde bir orduyla karşı karşıya değildir. - Bazen tek bir adam, ordudan bile daha iyi ve o nispette tehlikelidir. - Yok canım, yokturdur öylesi. Çünkü böyle biri varsa onu biz de kurtaramayız, değil mi ama? - Evet, ama böylesi milyonda bir ancak çıkar, o da bize tesadüf edecek değil ya? - Evet, her neyse, bak adamlar rıhtıma atlıyor. Bildiğin bir numara varsa yap, tanışalım şu herifle. - Bence en iyisi, onları şimdilik uzaktan takip etmek. - Tamam, nasıl istersen. Ama bizim yaptığımızı görenler kim bilir ne der. Çünkü ne yapacaktık, ne yapıyoruz, değil mi? - Yo yoo, Hüso gardaş, sen bu işleri pek bilmezsin. Avcı aramakla bulunmaz. Onu bulmanın yolu avı bulmak ve onu pusuda beklemektir. Anlıyorsun değil mi? - Evet, gerçekten doğru bu dediğin. Hüso ile kurnaz Fırat hissedilmeyen bir mesafeden Kemal ve adamlarını izliyorlardı. Kırk adım ara ile rıhtım boyunca yürüyorlardı. Bu sırada yanda ki asfaltta ilerlemekte olan bir araba biraz ilerde ansızın durmuş ve ondan inen bir adam rıhtıma geçip, dört kişilik gruba karşı yürüyordu. Aralarında on metre kalınca birden durup, silaha davranırken: - Kimse kıpırdamasın, yoksa yakarım! Diyordu. Bu tehdidi ciddiye almayan Kemal’in adamları hemen silaha davranmıştı. Bunun üzerine silahını ateşleyen adam, ıskalamayıp, üçüne bel altından isabet ettirmiş, onlar yere serilince hemen ileri atılıp, namluyu Kemale dayamış ve soğuk bir tonla; - Sakın bir şeye kalkışma ve yürü! Kemal panikleyerek; - Ateş etme, beni bırak, ne istersen veririm. - Çok konuşma, yürü, yoksa basıyorum tetiğe. - Tamam, tamam, anlaşıldı. Derken yürümüş ve ilerde bekleyen arabaya arka kapıdan binmişlerdi. Bu 525i BMW’den başkası değildi. Az sonra harekete geçen araba, devir gücü yüksek motora gaz verilince asfaltta patinaj yapıp, kara dumanlar çıkaran lastiklerle oradan uzaklaşmıştı. Bizimkiler gördüklerine inanamamış, şaşkınlık içinde yerlerinden bile kıpırdayamamışlardı. Kemali kaçıran Kazan ile Nurcan, yolda Cezmi’yi arayıp,onu nereye getireceklerini öğrenmişlerdi. Adres Çağlayanda, Cezmi’ye ait bir aparmanın bodrumu idi. Bodrum katın muhkem demir kapısını arkadan kilitleyip, içeri girdiklerinde saat gecenin dokuzuydu. Kemali iplebir sandalyeye bağlamış, ağzını da bantlamış, Cezminin gelmesini beklemişlerdi. Nitekim, yarım saat sonra Cezmi gelip, Kemalin ağzını kapatan bandı sökmüş ve sorgulamaya başlamıştı. - Evet Kemal bey, sanırım bunu hiç beklemiyordun…? - Bütün bunları bırak ve benden ne istediğini söyle Cezmi? Neden yapıyorsun bana bunu? -Böyle konuşup, tepemi attırırsan cehenneme postalayacağım seni sefil herif. Hemen itiraf et işlediğin suçu? -Peki peki. Evet, yaptığıma pişmanım. Gerçekten. Ama merak etme, her şeyi misliyle tazmin ve telafi ederim. - Pekala. Önce, benden çaldığınız eserleri geri istiyorum. -Onları isteme, zira bu artık imkansız. Dışarı satılıp, çoktan gittiler. Ama aldığım parayı faiziyle sana ödemeğe hazırım. Lütfen çözün şu ellerimi, tazmin çeklerini hemen yazayım. -İyi. Ama sakın ola bir şeye kalkışma. Sakallı dostumun şakası olmadığını hatırlatırım. - Tamam, tamam biliyorum. Kemal ellerini bağlayan band sökülüp, ayağa kalkarken ceket cebinden çıkardığı çek defterinden üç yaprağa meblağ yazıp, imzalamıştı. Beş yüzer bin Franklık çekler bir İsviçre bankasına aitti. Ona düşen çeki cebine koyan Cezmi, oradan ayrılmıştı. Kazan ve Nurcan kılık değiştirmiş oldukları için Kemale iki yabancı gibiydiler. Kemal, serbest bırakılması karşılığında bütün servetini bırakmağa razı olduğunu söylüyordu. Hayatı Kazan ve Nurcan’ın vereceği ortak karara bağlıydı. Bunu anladığı için yalvarıyordu. Gerçi Kazan onu öldürmek istemiyordu, adamlarını da bilerek ölümcül yerlerinden vurmamıştı. Fakat onun boş durmayacağını, en azından Cezmi’ye zarar vermek isteyeceğini düşünüyordu. Nitekim onu karşısına oturtan Kazan; -Bak Kemal efendi, seni sağ bırakmak isterdim, lakin tahminim o ki, istesen bile bu işin arkasını bırakamayacaksın. Kimi dostların seni zorlar, ya da kendini zorlanmış hissedersin ilerde ve sonra …? -Hayır, bunu asla yapmayacağım, lütfen inanın bana. -Kemal Bey, kendini benim yerime koy ve düşün. Yerimde olsaydın ne yapardın? İnanır mıydın namlunun ucunda duran, size hasımlık etmiş ama sonra onuru incinmiş birinin sözlerine? -!? - Ben inanmak isterdim, lakin, biliyorsun ki, bu çok farklı durum, birini kendine inandırmanın olduğu kadar, kendisine inanılmanın temel düsturuna da zıttır. -!? - Yani, bu durumda böyle konuşmağa elin mahkum. Söylediğinin aksini yapmak durumunda değil, aksine, mutlak acizsin. Bu durumda ki bir adam, takdir etmelisin ki, artık bitmiş demektir. Bilmem anlatabiliyor muyum. -Haklısınız. İnanılmaz denli ifrati bir mantığı izliyor, hayat ve ölüm üzerinde hüküm verme durumunda bulunuyorsunuz. Tamam, beni ölmeğe, hatta çoktan ölmüş bulunduğuma ikna ettiniz ama, bari lütfen çekin şu tetiği bitsin bu artık iş. Kaderin tecellisine razıyım. - Şak! Şak! Şak! Bravo! Evet gerçekten bravo size bayım. - ?! - Çünkü, hayatın temel kuralı malum; ölüme hazır olmayana yaşamak haramdır. - ?! -Madem ki sen bunu kabul edip, ölmeğe de hazırsın, o halde yaşamayı hak ettin demektir. En azından yüce Tanrının biçtiği o meçhul ferdaya kadar bizden sana bir kötülük gelmeyecektir. -Bayım, niyetiniz her ne ise bilmem, ama lütfen benimle oynamayın. Çaresiz, savunmasız birine manevi işkence yapmak insana yakışmaz, velev ki o bunu hak etmiş bile olsa. Basın artık şu tetiğe ve vurun, bitsin bu işkence! -Müsterih ol Kemal bey, sizi vuracak değilim. Çünkü çok nadir bir feragat örneği gösterip, onca varlığınıza rağmen, hayattan vazgeçmeği göze alabildiniz. Tavrınız blöf değildi. Çünkü buna ne mahal, ne de imkanınız yoktu. Ayrıca, daha önemlisi, güttüğüm mantığın ne denli haklı olduğunu anlayıp, bunu, hayatınızı kaybetmek pahasına bile olsa, onayladınız. Bu durumda, insan ve kaderi yaratan yüce varlığın size yardım ihsan ettiği ortadadır. Sanırım hayata yeni bir sayfa açarak, bambaşka bir mantık ve anlayış düsturu ile yaklaşmağa hazırsınız. Ayrıca, hayatta kalmanızın bizden gelen bir lütuf olmayıp, onu bizzat hak ettiğinizi bilmenizi istiyor, bunun için sizi tebrik ediyorum. - Öyle ise yüce Tanrı’ya hamt, size de teşekkür ediyorum. - Artık sizi istediğiniz yere götürebiliriz. Buyurun, çıkalım. - Tamam. Beni aldığınız yerde bırakmanız ve bundan sonra yine izlemeniz son ricamdır. Zira, hakkımda yanılmadığınızı görmenizi isterim. - Tamam. Şimdiden size inanmaktayız Kemal Bey. Bundan emin olabilirsiniz. Derken, onu aldıkları yere yüz metre mesafede bırakarak, Çamlıca’ya dönmüşlerdi. Olay akabinde gelen polis yaralıları hastaneye götürmüş, gerekli tıbbi müdahale yapılmıştı. Hüso ile Fırat olan biten karşısında şoke olmuş, halen oralarda dolaşırken, Kemal bey motorun bağlı bulunduğu babaların başında durmuştu. Bu sırada rıhtım duvarının üstüne oturmuş, denize bakan dört kişi ayağa kalkmış, sarhoşlara has telaffuz tarzıyla konuşurken, yaylana, sendeleye ona doğru yürüyorlardı. İçlerinden, onu kast eden biri; - Hey, babalık! Burada ne bekliyorsun bakalım? Boğazda yüzmek istemiyorsan bize bir güzellik et. Diyordu. - Ne o gençler, içkiniz mi bitti, öyleyse mesele yok. Alın şunları, neşeniz bol olsun. Diyen Kemal bey, cebinden çıkardığı bir deste bozukluğu onlara uzatmıştı. Paraları eline alan sarhoşlardan biri; - Helalin var bre babalık. Bunlarla bir hafta idare ederiz valla. Sağ ol! Derken, diğer arkadaşı; - Dur hele be, bu adamda para fabrikası olmalı. Böyle kaynak çıkar mı bir daha karşımıza. Sen fazla uzatma da, biraz mangır daha tosla bakalım babalık! - Şu an başka nakit yok yanımda çocuklar, olsa zaten baştan verecektim. - Nakit yoksa çek verirsin o zaman. Hadi fazla uzatma dedik sana! Diyen aynı tip, Kemal beyin üstüne yürüyordu. Diğer arkadaşları onu tutmak istedilerse de dinlemiyor, ağzını bozarak küfürler ediyordu. Bu şamatayı kaldırımdan geçenler de duymuş, herkes rıhtımdakilere bakıyordu. Bu sırada oraya gelen Hüso ile Fırat aralarında konuşarak; - Yav Hüso, şu bizim Kemal bey değil mi sence? - He yav, gerçekten. Ama nasıl olur bu? - Hele yürü bir bakalım. Zaten gördüklerimizi Memed ağabeylere haber vermeğe utandık, belki bir aferin alırız, yürü hele gardaş. Olay yerine geldiklerinde durumdan artık emindiler. Hemen müdahale ederek, sarhoşları sille tokat kovalayıp, Kemal beyi bu tacizden kurtarmışlardı. Kemal bey; - Sağ olun gençler. Sarhoşluk değilse de, yoksulluk böyledir işte. - Siz sağ olun Kemal ağabey, maalesef daha önceki olaya yetişemedik. - Hangi olay? Yoksa siz beni tanıyor ve önce ne olduğunu gördünüz müydü? - Evet, biz Memed ağabeyin dostlarıyız. Olayı uzaktan gördük. - Hımm, anlaşıldı. Peki ona bir şey söylediniz mi olanlarhakkında. - Hayır, buna yüzümüz tutmadı, zaten o yüzden halen buralarda oyalanıyorduk. - İyi, işte bu isabetli olmuş. Haydin, şimdi şu motoru çalıştırıp gidelim. Derken, bekleyen motora atlayıp, Küçük Çekmecede demirli Deniz Kızı’na sürmüşlerdi. Kemal bey kullanıyordu motoru. Çok sürmeden menzile varmış ve hep birlikte geminin bordasına çıkmışlardı. Son derece konforlu gemide aşçıbaşı ve iki garsondan başka kimse yoktu. Doğruca salona geçmiş, donatılan masada yemek yiyip, konuşuyorlardı... - Kemal ağabey, diye başlayan Fırat, içini kemiren soruyu soruyordu; sahi ne oldu, o adamın elinden nasıl kurtuldunuz? - Gençler, bu inanılmaz bir olaydı. Anlatsam belki de anlayamazsınız. Onun için siz bunu boş verin de, biraz kendinizden bahsedin. Kimsiniz, ne iş yapar veya neler yapabilirsiniz? Böylece kendilerini tanıtıp, açık yüreklilikle Kemal beyden beklentilerini dile getirmişlerdi... Onları içtenlikle dinleyen Kemal: - Tamam, bundan sonra benim maiyetimde çalışacak ve umarım bir aksilik çıkmaz, bir daha asla içeri girmeyeceksiniz. Tamam mı? - Hay Allah senden razı olsun Ağabey. Bizden her bakımdan memnun olacaksın. Öyle değil mi Hüso gardaş? - Kuşkusuz. Fırat, gördün mü, Kemal Bey sandığımızdan iyiinsanmış. Sizin hizmetinizde bulunmak bizim için bir onur olacaktır. Efendim, bundan sonra biz iki arkadaş, her durumda ve sonuna kadar yanınızda olacağız. -Merak etmeyin gençler, biz artık ölümden başkasını mecbur saymayacak, diğer bütün konuları sadece sıradan şeyler olarak göreceğiz. Bunda elinizden geleni yapacağınıza ve birlikte güzel işler yapacağımıza inanıyorum. Bu arada sizden ricam, o konudan kimseye bahsetmemenizdir. -Söz ağabey. Diyen Fırat’ı; Bundan emin olabilirsiniz. Diyen Hüseyin izlemiş ve onu temin etmişlerdi. Nitekim Kürt Memed’i cepten arayan Kemal, onların şu an yanında olduklarını haber verip, bundan sonra birlikte çalışma isteklerini kabul ettiğini söylemişti. Memet bir an şaşırsa da, başka şey soramamıştı… Cezmi, Kazan ve Nurcan Çamlıca’da ki villada, sigara içerek konuşuyorlardı. Sigarasından bir duman daha çeken Nurcan; -Kemal beyi hayatta bıraktığımıza en az senin kadar şaşıyorum Cezmi. Ama orada, benim yerimde olsan başka türlüsünü yapamazdın. -Esasen şaşırmış sayılmam. Çünkü Kazanın asla kesin bir kararı olmadığını bilirim. Yerine göre son dakikada karar verir ve kolay kolay da yanılmaz. Bu güne kadar böyle yapmıştır çünkü. Sen durumu söyleyince güldüm sadece. Demek ki, milyonda bir istisnalar dahi gerçek olabiliyor, demiştim kendi kendime. Kazan dudak bükerek; -Hayır, milyonda değil, milyarda bir dostum. Bu durumda, takdir edersin ki aksine davranamazdım, davranmış olsam sonunda pişman olup, kendimi affetmezdim. Çünkü biliyorsun benim hayat felsefem;. “Sonunda pişman olacağın bir şeyi yapma, yaptığın şeyden de asla pişmanlık duyma”, idi. Nurcan bu arada söze karışarak; -Peki ama, yanlış yapıp pişman olamaz mı bir insan? Dahası, hata yapmak insanlık icabı değil midir Kazan Bey? -Evet, öyledir. Ancak nedense, ben kendime karşı o denli hoşgörülü değilim. Pişman olmak, kendini affetmenin bir başka adıdır çünkü. Sizce öyle değil mi? - Bence doğru. Diyen Cezmi idi. Nurcan itiraz ederek: - Yo, ben böyle düşünmüyorum. Çünkü bence her insan yanılabilir ve yanılgının sonucu bu denli korkunç bir ceza olmamalı. Belki bu yanılgısına göre değişir, diyenler olur. Ama bence insan yine de tolerans kapısını açık bırakmalı, hayata bir şans daha vermelidir. Kazan gülümseyerek: -Bir kez yanıldıktan sonra, ikinci yanılmanın gelmeyeceğini kim temin edebilir? Diyen Kazan’a yanıt Cezmi’den gelmişti. -Tabii ki kimse edemez. Nurcan’a bakan Kazan: -O halde herkes yaptığı hatanın bedeli her ne ise, gözünü kırpmadan buna razı olmalı. Nurcan dudak bükerek: -Doğru ama, sonucun bir yanılgı olduğunu kim tayin edecek? Kazan: - Önce kişinin kendi vicdanı, sonra da bu yanılgıdan zarar gören o kimse. Nurcan alnını kaşıyarak: - Bu bana yine de pek karışık bir konu gibi geliyor. Anlamıyorum bir türlü. - Hah hah haaa! Diye, gülen Kazandı. Cezmi lafa karışarak: -Anlamağa çalışma, sadece böyle bir davranış türü olduğunu bil yeter. Belki bir gün, yeni bir durum vuku bulur, alışılmışın dışında bir davranış denemek istersin. -Tamam, aklımda tutacağım. Ama Kemal’in bundan sonra nasıl davranacağını merak etmiyor değilim. Umarım onu sağ bırakmamız hanemize yazılan kötü bir hata değildir. Kazan kendinden emin: -Hayır, bu bence bir hata değildi. Hatta bu yüzden hayatlarımızı kaybetsek bile. Çünkü insani hayatın en mühim kuralı, erdemlilik’e göre davrandık. Bu nedenle ölecek olmamıza hiç ihtimal veriyorum. Nurcan; - Emin değilsin ama? -Bu durum için bu sözü tercih etmem. Çünkü, temin edilmek gibi bir ihtiyacımız yoktur. Trafikte örneğin, ne kadar emin olabilirsin kaza yapıp, hayatını kaybetmeyeceğinden? Bu durum karşısında kim seni temin edebilir ki? - Bu aynı şey değil. -Ben kaybedeceğim şeye bakarım. Hayatım bir tane. Kaybedecek olduktan sonra, şu yada bu şekilde olmuş, bundan ne çıkar. Kemalin beni öldürmeyeceğine iddiaya girmiyorum ki, sonunda belki, bu iddiayı kaybetmiş olayım, değil mi? Ha, illa da bir teminata gerek duyarsam, bunu kendim sağlar; mesela, uyanık olur, attığım adım ve hedefte şaşmamağa bakarım. Şahsen müsterihim ve bu sadece şahısım adına değil. Nurcan; - Peki. Ama yarın bir gün yine karşılaşacağız Kemal beyle. Kazan gülerek; -İstersen şimdi telefon edip, onu tekrar bulalım. Cezmi; -Buna gerek yok. Adamı şimdilik kendi haline bırakalım. Benden bir isteğiniz yoksa müsaade arkadaşlar. Yarın saat on uçağından yer ayırttım, gelmek isteyen varsa birlikte uçalım. Kazan; - Hayır, ben kalıyorum. Nurcan; -Ben de, ama bir şartla; burada, bir kaç gün benimle kalacaksın, tamam mı? Kazan gülerek; -Şayet sohbetlerimden sıkılmaz, korumalık ücretimi de peşin ödersen olur. Nurcan kahkaha atarak; -Hımm, seni köftehor, Kemali niye sağ bıraktığın şimdi anlaşılıyor. Böylece kendine emin bir iş imkanı yaratacaktın, değil mi? Buna hep birlikte gülmüşlerdi. Sonra Cezmi kalkıp, evine yollanmıştı. Saat akşamın on sularıydı. Kazan yatacağı odaya geçmiş, Nurcan çay içerek Tv’de film izliyordu. İki saat kadar sonra, dışarıda yağmur yağıyor, şimşekler çakıyordu. Nurcan yatağa girmiş, fakat gürültüden gözüne uyku girmiyordu. Belki başka nedenleri de vardı bunun. Kendine itiraf etmese de korkuyordu. Odasında gece lambası yanıyordu. Bir ara müthiş bir gürültü duymuş, sonra lamba sönmüştü. Yakınlarda bir yere yıldırım düşmüş olmalıydı. Koyu karanlık oda onu iyice korkutuyordu. Ne de olsa bir kadındı. Gururunu yenebilse, gidip Kazanı uyandıracaktı. Hayır hayır, gidip uyandırmak ne kelime, bir imdat çığlığı atıp, onu yanına çağıracaktı. Fakat korkuyor, yataktan çıkamıyordu. İşte tam bu sırada odanın kapısı usulca vurularak: -Nurcan! kork muyorsun değil mi? Bunu cana minnet sayan Nurcan, can havliyle yanıt verirken, yerinden fırlıyordu. - Ha, hayır korkum yok, ama şu gürültüler canımı sıkıyor yani. Sen de mi uyuyamadın? - Evet. İstersen dışarı gel, şöminenin başında oturalım, ne dersin? - Tamam, geliyorum. Derken el yordamıyla kapıyı bulup, dışarı çıkan Nurcan’ı Kazan kapı önünde bekliyordu. Birlikte Kazan’ın az önce tutuşturduğu şöminenin yanına yürümüşlerdi. Orada ki yumuşak koltuklara karşılıklı oturmuş, Kazan’ın doldurduğu bardaklardan şarap içiyorlardı. Şömine alevlerinden yansıyan ışıkta sanki bir sihir vardı. Nurcan inanılmaz güzel ve albenili görünüyordu. Aynı duyumsamayı o da hissetmiş olmalıydı ki, bunu ilk açıklayan olmuştu: -Kazan, gülme sakın, ama bu kadar yakışıklı olduğunu bilmiyordum. Kazan buna iki nedenle güldüğünü açıklıyordu. -Benden çok yaşayacaksın galiba Nurcan, niye mi; çünkü aynı şeyi ben sana söylemek üzereydim. Açıkçası, çok güzel görünüyorsun, bilhassa bu gece. -Aşk olsun, demek sadece bu geceye mahsus bir izlenim bu. Sabah, veya yarın fikrin değişecek, öyle mi? - Siz kadın milleti neden böyle, söylenmeyen şeyleri bile vaki sayar, üstünde yorum yaparsınız, anlamıyorum. Lakin eğer hoşuna gidecekse söyleyeyim; sen her zaman güzeldin, güzelim. Ama bu gün, şu anda bir harikasın. Tamam mı? -Teşekkür ederim. Güzel bir iltifattı. -Ne sayarsan say. Ama seni seyretmek hoşuma gidiyor. Biraz da korkmuş gibisin. Belki bunun da tesiri var halinde. Çünkü kadınların aşırı cesuru erkeğe benzer ve erkekleri kendime yakın bulmam. -Ben tam aksine, cesur erkeklere bayılırım. Senden bu kadar hoşlandığımın sebebi varmış. -Bırak şimdi iltifatı. Korktuğun için böyle düşünüyorsun, değil mi? -Yok, inan ki, korkmuyorum lakin şimdi bu. Oysa, itiraf ederim ki, biraz önce müthiş korkuyordum. Ama hislerim korkunun eseri değil. - Peki, inandım. Sağol. Bir bardak daha şarap ister misin? - Evet, çok iyi olur. Şarap şişesi elinde, Nurcan’ın yanına yaklaşan Kazan, onun uzattığı boş bardağı doldurmuş, geri çekilmek üzereydi ki, Nurcan kolundan yakalayarak; -Lütfen uzaklaşma, yanımda kal. -Tamam güzelim, yeter ki sen emret. İstersen, yani uykun geldiyse seni odana götürür, baş ucunda nöbet tutarım sabaha kadar. - Tanrım sana çok şükür! Çok iyisin Kazan. Senin gibi biriyle bütün ömrümü geçirmek isterdim. -Sen de çok tatlısın, lakin onu aklından çıkar. Çünkü senin erkekler, benim kadınlar hakkında ki görüşlerimiz çok farklı. Biz kesinlikle karı-koca olamayız. Ben senin korumanım ve istersen mukaveleyi epey daha uzatabiliriz? -Kazan çok hainsin. Demek onun için beni konuşturup, ağzımdan laf alıyordun, öyle mi? -Demek kabul ediyorsun bütün bunları. - Hayır, ben sana yalan söyledim bu konuda. - Ne yani, erkeğin dominant olduğunu kabul mü ediyorsun? - Tabii ki, bu doğa kanunu değil mi. Ben neyim ki o yasayı geçersiz sayabileyim? - İnanayım mı yani? -Evet, lütfen. Bu sırada bir birlerine çok yaklaşmışlardı. Nurcan dalgalı saçlarını geri atmış, muntazam yüzünde bir gül goncasının taç yapraklarını andıran, etli dudaklarını ihtirasla aralamıştı. Onun bu hali, Kazan’ın sönmüş volkana benzeyen soğukkanlılığını ansızın patlamak üzere olan bir yanardağa çeviriyordu. Bir birine sarılan ihtiraslı bedenler, şöminenin önünde serili iri ayı postunun üzerine iniyorlardı. Ateş, çatırtılar çıkararak yanarken, onlar sevdanın has bahçelerinde sermest oluyor, haz denizlerinde yüzüyorlardı... Nihayet yeni bir gün ve sabah olduğunda aynı yatakta bulunuyorlardı. Gece başlayan muhabbet, şöminenin sönmesine kadar sürmüş, sonra Nurcan’ın yatağına taşınmışlardı. Keşif turları tan ağarmasına değin sürmüş, aşk yorgunluğunu atmak için nihayet uykuya dalmışlardı. Yataktan ilk kalkan Nurcan olmuş, banyodan sonra kahvaltı hazırlamak için mutfağa girmişti. Onu Kazan izlemişti. Çok mutluydular. Nurcan tam bir evcimen kadın gibi davranıyor, bu haliyle onu şaşırtıyordu. Kazan düşündüğünü açığa vurarak; -Senin bu kadar becerikli bir ev hanımı olacağını bilsem, görür görmez evlenme teklifi yapardım. Nurcan gülerek: -Dalga geç miyorsun, değil mi? - Ne münasebet güzelim. Gerçekten böyle düşünüyorum. Çünkü hakkında çok yanılmışım. - İşin doğrusu, ben bile böyle olduğumu yeni keşfediyorum. Bana kadınlığımı hatırlatmak için senin gelmen gerekmiş anlaşılan. - Yok yok, sen tam bir kadınsın tatlım. - Sen hakeza bir erkek. Ama umarım, yine de dün konuştuğun gibi değilsindir. - Doğrusu bunu zaman gösterecek. Ama senin kast ettiğin hususu henüz anlamış değilim. - Doğru, bunu zaman gösterecek. - Şimdi hazırlanıp, çıkmam gerek. Ortamı araştırıp, polisin ne yaptığını öğrenmeliyim. - Bunu dışarı çıkmadan da öğrenebiliriz. Dostlarımız olduğunu unutuyor musun? - Hayır, ama şöyle bir dolaşıp gelsem diyordum. -Sen bilirsin. Onlar ne yapacaklarına karar vermeğe çalışırken, Kemalin adamları Alman hastanesinde yoğun bakımdan çıkmışlardı. Polis yaralıları sorgulamakla işe başlamıştı. Adamları konuşturmak mümkün değildi. Söyledikleri sadece; ansızın üzerlerine ateş açılmış olduğu ve faili tanıyamadıkları idi. Komiser Refik bununla yetinmek istemiyor, lakin üzerlerinde suç delili sayılan hiç bir şey bulunmamış olması işi zorlaştırıyordu. Çünkü polis olay yerine gelmeden silahlarını yok ederek, olası tek kanıtı da bertaraf etmişlerdi. Faili meçhul bir şekilde yaralanmış olmaları suç isnadı için yetmiyordu . İsim ve adres alan komiser; -Baylar, gözüm üzerinizde olacak. Çünkü olayı aydınlatmak için bana hiç yardımcı olmadınız. Hadi, yine de geçmiş olsun! Diyerek, hastaneden çıkmıştı. Bu sırada Kemal bey, görkemli yatıyla Akdeniz’e doğru yola çıkmış, Rotası önce İzmir, Fethiye ve Antalya idi. Sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine ait olan Magosa şehrine gidilecekti. Bu sırada hem dinlenecek, hem de yeni girişeceği işlere dair projeler yapacaktı. Dürüst, ağır başlı ve kültürlü bulduğu Hüseyin’in mizacı hoşuna gitmiş, onu yanında götürüyordu. Fırat şimdilik İstanbul’da kalıp, hastanede ki adamlarla ilgilenirken, polisin çalışmalarını izleyecek ve gerektiğinde ona bilgi verecekti. Bu hizmetlerine karşı tahmininden çok daha yüksek bir maaş alacak olan Fırat, iki aylık tutarı kadar avansı cebine koyunca çok memnun olmuş, ilk fırsatta sevgilisi Müjgan ile evlenecekti. Kızcağız elan bir tekstil fabrikasında çalışıyor ve yıllardır onun yolunu beklerken, evlenip, yuva kurmak hayalleri kuruyordu. Devamlı bir işi bulunmadığı için günübirlik yaşamak zorunda olan Fırat, onun adına üzülüyor, gelecekten bir şey beklemiyordu. Kemal beyin düşünüp, faaliyet yapmak istediği konular, öncesine göre çok farklıydı. Yaşadığı mahut olay bütün manevi dünyasını etkilemiş, yaşama gayesine adeta yeni bir yön vermişti. Önceleri sadece kendini düşünüp, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi para yığıyor, şahsi emel ve ihtirasları için yaşıyordu. Paraya hiç doymuyor, daha kazanmak için her yolu mubah sayıyordu. Kanaat ve sadakati kendi bilmez, lakin herkesten bunları beklerdi. Ona göre sadakat bir zafiyet sonucuydu. Oysa bağlılık duygusunun anahtarı para ve maddi güce sahip olmaktı. Yani, sadakat ya satın alınarak veya metazori bir şekilde sağlanabilirdi. Milli duyguları hiç yoktu. İlişkide olduğu kişiler arasında asla dinsel ve ulusal fark gözetmez, herkesi aynı kefede ölçer, parasal durumuna göre tartardı. Aslında Kemal beyin bu değişimine sebep, kendine sorduğu bir soru ve buna verdiği cevaptı. Soru; bu olayı bir başka ülke ve farklı kökene ait rakipler karşısında yaşamış olsam, sonuç nasıl olurdu? Cevap; muhtemelen tam aksi olurdu. Örneğin İtalya veyaFransa’da olsam, adamlar önce bütün maddi varlığıma el koyar, sonra kafama bir kurşun sıkarlardı... Oysa o adam, şahsen kim olursa olsun, muhtemelen bir Türk veya bu ülke kültüründe yetişmiş, en azından bir Müslüman’dı. İlk niyetinin aksine, her halde kökeninden gelen asli özellikleri dolayısıyla, son anda karar değiştirip, böyle emsali görülemez bir kararı verebilmişti. Kemal bey işte o nedenle, bu ülke insanlarını özellikle sevip-saymak ve bundan böyle yapacağı bütün işlerde ulusal yararı gözetmek istiyordu. Giderek zayıfladığını düşündüğü milli hasletleri yaygınlaştırıp, her bakımdan geliştirecek olan eğitim mekanları açmak istiyordu. Bunun için düşündüğü hedef kitle, sınırlı üniversite imkanları dolayısıyla, boşta kalan genç öğrenciler olacaktı. Maddi varlığı olanlardan cüzi bir ücret alınacak, fakirlere ise tamamen ücretsiz eğitim imkanı verilecekti. Ancak bu mekanların adı ile tabi olacakları müfredat programının M.E.B’ lığı yada devlet düzeni ile uyumlaştırılması gerekecekti.Yapmak istedikleri işin karşısına, kuşkusuz bazı mevzuat ve bürokratik engeller çıkacaktı. Bu işleri daha kolay yapacağı kanısıyla ilk denemeyi Kıbrıs’ta gerçekleştirmek istiyordu. Hemen uygun ve hazır bir bina satın alıp, faaliyete başlayacaktı. En önemli husus, ders verecek kabiliyeti haiz eğitmenlerin bulunmasıydı. Müfredat konuları bu mekanda yetişen öğrencilerin nerede ve hangi maksatla istihdam edileceği belirlendikten sonra ortaya çıkacağı için, amaçlanan gayenin tespiti gerekirdi. Birinci gaye; alışıldığın üstünde genel kültür eğitimi sağlamak, ana dil başta olmak üzere, yazma ve konuşma kabiliyetlerinin inkişafına ilaveten tarih, din ve felsefe dersleri verilerek, baskın Batı kültürünün yol açtığı zihinsel işgal ve dejenerasyona set çekilmeliydi. Bu gayeye, daha ziyade İbni Sina, Farabi ve Muhyiddin Arabi tarafından yazılmış olan klasik eserlerden yararlanılarak varılacağını düşünüyordu. Kemal bey bu düşüncelerini nihayet Hüseyin’e açtığında hayreti görülmeğe değerdi. -Bu müthiş bir şey Kemal Bey. Sanırım niyetiniz, bu ülkeye gerçek anlamda sahip çıkacak kişiler yetiştirmektir. Ancak, bu ulvi amaca hizmet edebilecek hoca bulmak konusu çok mühim. Umarım bu konuda size yardımcı olabilirim. - Seni yanımda getiriş nedenim buydu zaten Hüseyin. Umarım düşündüğümüz gibi olur. Hocaların bulunması hususu dışında kalan işler kolay, çünkü bu işlerin tümü maddiyata dayanır. Parayı bastırdık mı, yapılmayacak iş kalmaz. Ama hocalar kimlerden olmalı ve onlara nasıl ulaşabileceğiz? -Haklısınız efendim. Ben, hoca namzedi olarak en azından bir kişi biliyorum. Bu konuda o da tıpkı sizin gibi düşünüyordu. Bundan haberdar edilince, sevinçten havaya uçacaktır. Bu yaptığınız çok idealistçe bir şey. Çok sağ olun Kemal bey. Siz bu millete, yüce Tanrının bir lütfu olmalısınız. -Sen de sağ ol Hüseyin. Lakin bu fikriyatın salt bana mal edilmesi doğru değil. Çünkü beni bu düşünceye getiren, daha ziyade, o akşam yaşadıklarım olmuştur. -Olsun efendim, bu dürüstlüğünüz bile demin söylediklerimi haklı kılmaya fazlasıyla yetmektedir. Lütfen müsterih olunuz. Onlar böyle konuşurken, Deniz Kızı Ege’de tam yol ilerliyordu. Gemiyi sevk ve idare eden tecrübeli bir kaptan ve yeterince yardımcısı vardı. Dünyayı dolaşmış olan mürettebat, bu tür yolculuklara alışkındı. Kemal Bey’in altı büyük gemisi daha vardı. Bunlar uluslar arası sularda, kimi ham petrol, kimi endüstri ürünleri ve sair yük taşıyorlardı. Elli yaşında, sıhhatli ve iyi görünümlü olan Kemal Bey, beş yıl önce karısından boşanmış, bekar hayatı yaşıyordu. İki kız babasıydı ve bunlar Amerika’da, okuyorlardı. Ona kalsa, en kısa zamanda onları buraya getirmek istiyordu. Büyük kızı Cemile Ekonomi okumuş, yakında mezun olacaktı. Küçük kızı Safinaz mimari okuyor ve şu an ikinci sınıftaydı. Onun düşündüğü daha ziyade Safinaz’dı. Çünkü ablası gelince yalnız kalacaktı. Acaba ne düşünüyordu? Yatay geçişle burada ki bir üniversiteye gelmek ister miydi? Bunlar da ayrı bir meseleydi... Kemal bey kendi kamarasına geçmiş, kızlarını telefonla aramak istiyordu. Az sonra numarayı çevirmiş ve hattın öteki ucundan yumuşak bir ses; - Alo! Demişti. -Ben baban, nasılsın kızım? - Ah, sen miydin babacığım? Kaç gündür hiç aramadın, merak etmiştik. - Merak edecek bir şey yok kızım, ben iyiyim, siz nasılsınız bakayım. Ablan yok mu? - Şu an dışarıda, ama çok sürmez gelir. İkimiz de çok iyiyiz, bizi merak etme babacığım. - Kızım, Safinaz, ablan gelince beni arayın. Araç numarasından arayacaksınız ha. Şu an yoldayım. - Tamam baba, merak etme ararız. - Hadi, öpüyorum, ablana selam söyle, onu da öpüyorum. Kendinize dikkat edin, emi? - Tamam, biz de seni Hoşça kal, iyi yolculuklar... Böylece konuşma bitmiş, Kemal bey rahatlamıştı. Ama yine de kızlarının sonunu merak ediyor, onlar için güvenli ve mutlu bir gelecek kurmak istiyordu. Kamaradan çıkarken neşeliydi, emrindekiler hemen toparlanıp, ona saygıda kusur etmiyorlardı. Hüseyin dışarı çıkmış, yakınından geçmekte oldukları adaları, başına değmek istermiş gibi alçalıp, sonra yükselen martıları seyrediyordu. Hava serin, gökyüzü açık gri bir bulut tabakasıyla kaplıydı... Bu sırada hastaneye giden Fırat, yatan hastaları ziyaret etmişti. Adamlar ameliyat olmuş, hızla iyileşmekteydiler. Lakin Patrona karşı mahcup hissediyorlardı kendilerini. Çünkü onlara kızıp, beceriksizlikle suçlayabileceğinden korkuyorlardı. Patronu cepten arayan Fırat, telefonu hastalara vererek hepsiyle görüşmesini sağlamıştı. Patronun kendileriyle şahsen konuşmak istediğini duyunca hepsi bir an irkilmiş, bundan kaçınmak istemişlerdi. Fakat onunla konuşunca çok sevinip, suçluluk kompleksinden tamamen arınmışlardı. Hastaneden çıkan Fırat, Kürt Memo’nun işlettiği kulübe uğramıştı. Arkadaşı Şef garson onun geldiğini duyunca hemen ofisinde oturan Memo’ya haber vermiş, kapıya çıkarak onu yanına çağırmıştı. Memo olup, biteni çok merak ediyor, işin aslını öğrenmek istiyordu. Bu nedenle Fırat’a çok nazik davranıyor, sanki kırk yıllık dostuymuş gibi, yağ çekiyordu; -Vay Fırat gardaşım, hele buyur da bir kahve içelim şöyle baş başa. Kaç gündür gözümüz yolda kaldı yav. Ne için gitmiştiniz buradan, sonra bir daha haber alana aşk olsun. Noldu, başlarına bir bela mı geldi, diye içimiz içimizi yedi vallahi. E, eh, hadi anlat bakalım, neler oldu, Kemale, sonra nasıl rastladınız? Fırat anasının gözüydü. Ne o vuruşma olayından, ne de şimdi hastanede yatan adamlardan bahsetmişti. Onun deyindiği sadece Kemal beyi tacize yeltenen sarhoşlar olayı idi; - Valla Memo gardaş, hani buradan çıkmış, o gri pardösülü, sakallı adamı arayacaktık ya. - Hee, sonra ne oldu? - Öte beriyi dolaştık ama nafile. Baktık koca İstanbul’da böyle dolaşmakla kimse bulunmaz, aklımıza bizim Patronun sıkça demir attığı rıhtım geldi. Onu arayan, eğer bir tanıdığı ise, ki öyleymiş, o halde oralarda olabilir demiştik. Fakat önce yanılmıştık. Çünkü ona değil, bizzat Kemal beye rastlamıştık. İyi ki de rastlaşmışız. Birkaç zibidi sarhoş, Kemal beyi taciz etmeğe kalkışmış, hemen yetişip herifleri sille tokat kovalamıştık. - Peki ama, Kemal ne yapıyormuş orada yalnız başına ki? Korumaları neredelermiş? -Valla bunu bilemem, sormadık. Fakat rıhtıma bağlı motor hazır bekliyordu, hemen atlayıp, Çekmecede ki yatına gittik. Sonrasını biliyorsun işte. -Hımm, anlıyorum. Ama, bak Fırat, bilirsin seni hemşeri sayar, severiz. Bu yüzden seni uyarmak isterim ki, sonra bir durum olursa bana gücenmeyesin. Tamam mı? - Anlayamadım Memo, ne olabilirmiş ki sana darılayım? - Sen bilmezsin, ama bu Kemal bey tehlikeli işler de çevirmektedir. - Ya, peki ne gibi. Beyaz işi falan mı? -Onu bilemem, ama bildiğim o ki, onlar tarihi eser işi yaparlar. Hem de her biri bir servet eden tür şeyler. Anlıyor musun. Sonra başın derde girmesin? -Sağ ol Memo gardaş. Anladım. Ama bu iş o kadar tehlikeli sayılmaz. -Olur mu, yakayı hele bir ele ver, bak kaç yıl yersin. Zaten yeni çıkmışsın kodesten? -Korkma korkma bir şey olmaz. Kemal bey her halde onları bize taşıtacak değildir. Hem sanki sen yapmadın mı zamanında bu işleri. Seni niye buraya ortak etti? -Deli deli konuşma Fırat, o işleri eskiden yaptık biz, o zamanlar kimse bilmiyordu bunları. Polis artık bu işlere iyice uyandı. Ben senin için söylüyorum, ama ne istersen onu yap. -Benim görevim başkadır Memo, kahve için sağ ol. Hadi bana eyvallah. Böylece oradan ayrılan Fırat, artık sevgilisine gitmek ve müjdeyi vermek istiyordu. Ücreti ödeyip, arabadan inmişti. Fabrikanın paydos saati olduğundan, orada çalışan çoğu bayan, işçiler bir bir çıkıyordu. Nihayet onun Müjgan da görünmüştü. Onu fark edince çok sevinmiş, koşarak yanına gelmişti. Aslında onu hemen kucaklamak ve öpmek istiyordu, ama çevreye ayıp olmasın diye, bunu yapmamıştı. El ele tutuşarak kaldırım boyunca yürümeğe başlamışlardı. Hava buruk, etrafta bir yerden lağım kokusu geliyordu. Sağ taraflarında bulunan denizde irili ufaklı gemiler görünüyor, balıkçı tekneleri kıyıya yanaşıyordu. Yanlarından iki de bir yaya yolunun kullanan bisikletliler geçiyordu. Sevdiğinin elini sıkarak bir an durup; -Biliyor musun Müjgan, Demiş, sonra tekrar yürümüştü. Kız onun bu halinde bir gariplik olduğunu daha başından hissetmişti. Çünkü üstünde ki giysiler yeni ve kaliteliydi. Bu haliyle daha yakışıklı görünüyordu. Sonra tekrar durup, kara gözlerini kızınkilere dikerek; - Müjgan, yakında evleneceğiz! - ! -İnanamadın değil mi? Ah zavallı sevgilim. Seni çok seviyor ve mutlu etmek istiyorum, hem de çok mutlu. Yeter çektirdiklerim. Evinin kadını olacak, artık başkasına çalışmaya gitmeyeceksin, nasıl? Sevinmedin mi? -Sevinmek ne kelime Fırat.Bu dediklerin karşısında havalara uçuyorum, içim içime sığmıyor. Tanrım, inşallah bu bir düş değildir. Düş değil, he mi Fırat? -Yok yok, hakikat. Ciddi söylüyorum. - Peki ama bu nasıl oldu? Daha doğrusu, nasıl olacak? - Artık çok iyi bir işim var sevgilim. İyi para kazanıyorum. Daha ne olsun? - Tanrım sana çok şükür. Demek ki bu günleri de görecekmişiz. - Evet, Tanrıya şükür. Böylece yürümüş ve zaten uzak olmayan Müjganların evin önüne gelmişlerdi. Müjgan’ın annesi ev hanımı, babası inşaatlarda bekçilik ediyordu. Bir de küçük oğlan kardeşi vardı. Annesi Fırat’ı görünce, önce yüzünü buruşturmuş, fakat sonra yapmacık gülümsemeyle; -İçeri gel deli oğlan, niye dışarda bekliyorsun? Demişti. Fakat Fırat girmeyip; -Az sonra geliyorum anne. Diyerek, oradan uzaklaşmıştı. Dalgınlığından, eve eli boş gelmişti. Hemen en yakın markete uğrayıp, birkaç poşet dolusu hediye ve yiyecek alarak dönmüştü. Bunları gören anne damadını güler yüzle karşılayıp, sevinçle eve buyur etmişti. O akşam herkes mutluydu. En kısa zamanda düğün yapıp, yeni bir eve taşınacaklardı. Anne evin yakınlarda olması gerektiğini, hatta münasip bir daire bildiğini söylüyordu. Onlar karar verirse, gidip evi tutabilirdi. Fırat üç gün içinde düğünü yapmak istiyordu. Bu durumu telefonla arkadaşı Hüso’ya haber vermiş, o da patrona söylemişti. Patron bu olaya sevinmiş ve yüklü bir düğün harcı havale ettirmişti. Bu durumda Fırat’ın ağzı kulaklarına varıyor, mutluluktan havalara uçarken, arkadaşı Hüso’yu düğününe davet ediyordu. Bunu anlayışla karşılayan patron, günü gelince uçağa atlar gidersin, diyordu... Kazan ve Nurcan akşam üzeri Cezmi’nin Üsküdar’daki evindeydiler. Cezmi’nin uçağı saat 23.oo de Atatürk Hava Limanına inecek, gidip onu alacaklardı. İsviçre bankasından çekleri tahsil etmiş, herkesin payı havale yolu ile Türkiye’de ki banka hesaplarına yatmıştı. Cezmi’nin karısı Serap çok iyi bir insandı. O an evde olmayan kızları Eda Lise ikiye gidiyordu. Onlar salonda otururken, Serap mutfaktan çay getirmiş, içerek konuşuyor, bu arada Tv’den haberleri izliyorlardı. Amerika ve müttefiklerine ait silahlı kuvvetler, Kuveyt’i işgal ettirmesi nedeni ile Saddam’a ve dolayısı ile Irak’a müdahale etmiş, savaş bütün şiddetiyle sürüyordu. Televizyon ekranına yansıyan görüntüler sinema salonunda rastlanılası türden, bilim-kurgu türü sahneleri andırıyordu. Biteviye kalkıp-inen savaş uçakları ve vınlayarak uçan roketlerin yer hedeflerini vurması sonucu havaya yükselen alev topları... Bağdat alevler içinde yanıyordu... Bombalandığı söylenen masal kenti, sanki tahrip edilmiyor, bilakis, gecenin koyu karanlığında parlayan rengarenk havai fişeklerle müthiş bir bayram sevincini yaşar gibiydi. Tıpkı ağlamak ve gülmenin benzeştiği gibi. Fark sadece içte duyulan duygulardaydı. Birinde ıstırap ve acı, diğerinde neşe ve mutluluk... Televizyonları başında çoğu insanlar gibi, onlar da oturmuş, olanları inanamayan gözlerle seyrediyorlardı. Tesadüf bile olsa, vurulmuş olan sivil bir evde oturan insanlar olabileceğini kimse düşünmüyordu. Haberler tam bitmek üzereydi ki, sunucu bir son dakika haberi veriyordu;“ Zürich, İstanbul arasında sefer yapan 28 sayılı Türk yolcu uçağı düştü. Kazada tamamen yanan uçağın 286 yolcusundan kurtulan olmadığı sanılıyor...” Deniyordu.O an içeri bomba düşmüş gibi, herkes şoka girip, ses, seda kesilmiş, kimse “Bu Cezmi’nin uçağı, değil mi?” Diye, soramadığı gibi, bunu düşünmek dahi istemiyordu. Serap o sırada yine mutfakta idi. Hemen televizyonu kapatan Nurcan, dışarı fırlamış, arkasından giden Kazan onu tekrar içeri getirmişti. Bunu bir şekilde Serap’tan saklamak istiyorlardı. Mutfağa giren Nurcan, Serap’a, çıkmak istediklerini söylerken yüzü sararmıştı. Bu hali Serabın dikkatini çekerek, nedenini sorunca; -Biraz tansiyonum düştü. Demiş, sonra ekleyerek; -Televizyonda bir uçak kazası olduğu söylendi de...Diye ağzından kaçırmıştı. Bunu duyan Serap, birden sendeleyerek düşecek olmuş, fakat onu tutan Nurcan sandalyeye oturmasını sağlayarak; -Ne oluyorsun böyle şekerim. Neden hemen kötü şeyler düşünüyorsun sanki? -Sen böyle düşünmüyor musun? Nurcan, bir şey duydunsa lütfen benden gerçeği saklama. -Doğrusu, bir an ben de böyle düşündüm. Fakat aklıma İsviçre’den İstanbul’a sadece bir uçağın geliyor olmayacağı fikri geldi. -Biliyor musun kardeşim, ben dün gece düşümde kötü şeyler görmüş, bir şeyler olacağından zaten korkuyordum. Tanrım... Dilerim Cezmi hayattadır... -Metin ol kardeşim. Biz şimdi çıkar, araştırır ve sana doğru ve hayırlı haberi veririz. Sen merak etme. Oradan ayrılmış ve hemen ilgili hava yolu şirketinin burada ki bürosuna gitmişlerdi. Gerçi kazada hayatını kaybeden yolcu ailelerine tazminat ödenecekti, lakin haber ne yazık ki doğruydu. Bu olay her ikisini de çok üzmüş, Seraba nasıl söyleyeceklerini bilmiyorlardı. Fakat başka çareleri olmadığı için eve tekrar gidip, alıştırarak açıklamak kararı almışlardı. Güzel bir liseli genç kız olan Cezmi’nin kızı Seyyal de evdeydi. Anne, kız oturmuş, ağlıyorlardı. O gece Nurcan orada kalmış, Kazan Çamlıca’ya yalnız dönmüştü. Şöminenin karşısına oturmuş, düşünüyordu. Arkadaşı Cezmi için döktüğü göz yaşları içine akıyordu. İçi yanıyordu, çünkü bu olaydan ötürü sorumlu tutabileceği kimse yoktu. Metin olmalıydı... Çok iyi geçinen iki arkadaştan Cezmi, kendine göre inançlı ve dürüst bir insandı. Ramazan gelince oruç tutar, ağzına içki koymaz, Cuma namazlarını kaçırmazdı. Kazan’ı severdi. Ama yine de ara sıra tartışırlardı. Çünkü Kazan ne Cuma’ya gider, ne de oruç tutardı. Bu tutumuna dair sebebi kimseye açıklamaz, böyle bir ihtiyaç duymaz, ısrar kabul etmez, ama dost oldukları için Cezmi’yle konuşurdu. Her birinin hareket saikları farklıydı. Cezmi’ye dini inancı konusunda ne aile çevresi, ne de başka bir yerde baskı yapılmamış, tamamen serbest büyümüştü. Evde ki bütün büyükleri ibadet yapan insanlar oldukları için, zamanla onlara benzemiş ve içinden geldiği gibi davranıyordu. Kazan’ın durumu tam tersi olmuştu. Uzun yıllarını zoraki gönderildiği din eğitimi veren kurs ve okullarda geçirmiş, mecbur tutulduğu için olacak, din öğretilerini benimsememişti. Tanrıya, tek başına kaldığı zamanlarda içinden geldiği gibi yönelmiş, onu kah kendi içinde, kah çok uzaklarda veya hiç yok gibi saymıştı. Bazen türlü nedenlere dayalı olarak, namaz dahi kıldığı olmuştu. Namazı, şekilsel bir ibadet tarzı olarak, insan tabiatına uygun buluyor, lakin bunu belli vakitler ve katı bir ritüele bağlamadan yapmayı yeğliyordu. Kısacası, ne zaman istenç duyarsa o zaman ibadet ediyordu. Şahsi ilkeleri hariç, Kazan’ın sonuna kadar uyup, bağlandığı kural yoktu. Kimseye karşı kural dayatmaz, herkesi, sonuçlarına katlanmak kaydıyla, istediği gibi davranmakta serbest bırakırdı. Bu bakımda Cumhuriyetin temel bir ilkesi olan Laikliği tutuyordu. Çünkü bu ilke her yurttaşa kişisel inanç ve vicdan özgürlüğü tanıyordu... Hal böyle iken, ülke çapında, zamanla toplumsal bir sorun olan “Baş örtüsü meselesi” dikkatini çekiyordu. Bazıları bunu, kendi inanç ölçülerine göre inatla, savunurken, kimileri aynı tür inatla karşı çıkıyorlardı. Kazan ne savunanlara, ki bunlar çokluk üniversite öğrencisi kızlardı, ne de karşı çıkanlara hak veremiyordu. Bilakis, her iki tarafı da kendi içinde tutarsız görüp, samimiyetsizlikle suçluyordu. Bir kez, baş örtülü oldukları için, içeri alınmadıkları okulları önünde ders çalışan ve kimi zaman kendilerini demir parmaklıklara kilitlemek gösterişleri yapan, onları uzaklaştırmak isteyen polise ağlayarak direnen kız öğrencilerin yanına gitmişti. İçlerinden birine bunun gerekçesini sorduğunda, düşüncelerini şöyle açıklıyordu; - Dinsel inancımızın gereği… bunun her hangi bir siyasal akımla alakası yoktur. Oysa, karşı çıkanların inatlaşmak gerekçeleri basına şöyle aksediyordu; ”Bunlar belli bir İslamcı siyasi akımın militanlığını yaparken, baş örtüsünü (Türban) bir sembol olarak kullanıyor, bu tutumları ile, kendileri gibi olmayanlar üzerinde manevi baskı oluşturuyor ki, bu da laiklik ilkesine aykırıdır” deniyordu. Buna ek olarak, “Bunlar ve arkalarında ki siyasi güçlerin asıl amaçları, Cumhuriyetin devlet yapısını Şeriat yönetimine çevirmektir” deniyordu. Kazana göre; iki taraf da yanlış yapıyordu. Bu konu dahilinde sergiledikleri tutumla büyük Atatürk’ün kurduğu devleti dünya önünde gülünç duruma düşürmekteydiler. Çünkü Atatürk; “Bağımsızlık ve hürriyet benim karakterimdir” demişti. Aksi durumda, yani, mahkum edilmedikleri ve şu durumda özgür oldukları halde, bunu lâyığı ile idrak edememiş olanlar ile, laikiz, dedikleri halde, aksine davrananların sıfatı aynı ve bunu ise; karaktersizlik, diye tanımlıyordu. Çünkü baş örtüsünü savunanların kaçınamadıkları bir zafiyet, ona karşı çıkanlarda başka bir zafiyete yol açarak, aslında herkesin savunmakla yükümlü olduğu, temel bir Cumhuriyet ilkesi olan laikliğe ters düşülüp, onun yozlaştırılmasına yol açılıyordu. Kazan bu görüşlerini İlahiyat Fakültesi öğrencilerine açtığında, her şeye rağmen ona itiraz edip, yanıldığını iddia edenlere şöyle diyordu; -Bu, dinsel inancımızla ilgilidir, din ise tinsel hayatımızın temelidir derken, ona ne büyük bir önem verdiğiniz anlaşılıyor. Hiç böyle büyük ve hatta sınırsız bedel biçilen bir şey, sınırlı bir feragatle elde edilebilir mi? Kaldı ki, inanç sahibi olmak ve bunu göstermek’in sonuncu sırasında sayılabilecek baş örtüsü takmak konusunda gösterilen bu ısrar, işte böyle, gereksiz bir karşı tepkiyi doğurmaktadır. Yanılıyor muyum? - Evet, bunun asıl nedeni bizi yönetenlerin hoş görüsüzlüğüdür. Bu sözün sahibi genç kıza cevap veren Kazan; - Sizlere, bu durumda ne yapılması gerektiğini açıklamağa gerek yok, zira akıl sahibi ve mantıklı düşünecek çağda, birer üniversite öğrencisi olmuşsunuz. Fakat bence asıl sorununuz, savunduğunuz mefhum konusunda emin olmamanızdır. Sizler gerçek anlamda emin olmağın ne demek olduğunu dahi bilmiyorsunuz. Çünkü gerçekten emin ve buna hakikaten inanmış olsaydınız, böyle mahdut edilemezdiniz. - Bizi inançsızlıkla itham ediyorsunuz? Bu soru karşısında Kazan çaresiz gülerek; - Hayır. Ben sadece, gerçek inanışın insana nasıl bir hürriyet his ve anlayışı kazandırması gerektirdiğini biliyor, sizinkinin buna benzemediğinden bahsediyorum. Aksi halde böyle bir sorun hiç mesahesinde olurdu. - Yani o anlayışı bizlerde göremiyorsunuz, öyle mi? - Evet. - Fakat biz, er kişi değil, birer bayanız nihayet. - Bayan olmak insanı kişi olmaktan uzaklaştıran özellik midir? - Değil, ama yine de bir bayan olarak kişiliğimizi yaşamak daha zor oluyor. - Sanırım asıl zorluk bireysel kişiliklerinizin oluşması aşamasında başlıyor, buradan kaynaklanıyor. Çünkü bunu çoğunlukla hazır kalıplardan alıyor, kendi kararınızı vermiyorsunuz. - Fakat, o kalıp dediğiniz kişilikler, ilkeler, din büyüklerimize aittir. Böyle mükemmel kişilikler varken, kendi kişiliğimizi oluşturmak zor bir yolu tutmak değil midir? Bunu mu bize önermek istiyorsunuz? - Bu sorunuz için söylenmesi gereken daha çok şeyler var. Bu tutumunuzla, bütün din büyüklerinin kişiliklerini tek bir kişilikte birleştirmek istiyor olduğunuzun farkında bile değilsiniz. Bunun başarılamayacak kadar zor bir iş olduğu kesin ve bu haliniz de bunun kanıtı olsa gerek. - Ama biz, daha ziyade bu kişiliklerin ahlaki düstur ve tutumlarını benimsiyoruz. - Onun için mi baş örtüsü takmakta ısrar ediyorsunuz? - Evet. - Şu halde, sizce baş örtüsü takmayanlar ahlaksızlık etmiş oluyorlar. Öyle mi? -!? Diyor ve oradan uzaklaşıyordu. Onun gidişini izleyen diğer kızlar arkadaşlarının yanına geliyor, ne konuştuklarını soruyorlardı. Bir süre sonra, yeniden buluşmak üzere onlar da eylem yerini terk ediyorlardı. Bu arada Hüseyin, Kazan’ı muhakkak bulması için Fırat’a haber göndermişti.İstanbul’u, gerekirse karış karış aramalı ve onu bulmalıydı. Fakat bu iş kolay olacağa benzemiyordu. Çünkü Kazan artık tebdili kıyafet gezmiyor, bu bakımdan Fırat’ın elinde ki eşkal ona uymuyordu. Aramayı sürdüren Fırat, sonunda Cezmi’nin evini ve böylece ona götürecek yolun başlangıç noktasını bulmuştu. Fırat bunda haklıydı, çünkü Nurcan ve Kazan oraya birlikte geliyorlardı. Fakat bu adam ne öyle uzun saçlı, ne de sakal taşıyordu. Onları izleyerek Çamlıca da ki villayı öğrenen Fırat şimdi bir yolunu bulup, onlara yaklaşmak ve yakından soruşturmak istiyordu. Ancak henüz bilmediği bir husus, onun için tehlikeli olabilirdi. Çünkü Kazan onu fark etmiş, hissettirmeden onu izlemekteydi. Onu sivil polis sanmıştı. Kendisine karşı kullanılacak geçerli bir delil bulunmadığı için durumu tehlike saymıyordu lakin, onu takip edip de hiçbir zaman emniyete ait binalara girmediğini görünce, kararı değişmiş, kuşkulanmağa başlamıştı. İlk fırsatta doğrudan karşılaşmak kararı almıştı. Ne tesadüfse, aynı kararı alan Fırat bir akşam üstü gelerek kapıyı çalmıştı. O sırada evde olduklarını biliyordu. Zil sesini duyan Kazan kapıyı açmak için Nurcan’ı göndermiş, kendisi eli tetikte bekliyordu. Kapıyı açan Nurcan; - Buyurun, kimi aramıştınız? - Affedersin abla, sizinle bir konu hakkında görüşmek istiyordum. - Benimle mi? - Hayır, yani eşinizle. Kendisi buradaysa tabii? - Evet, buyurun, salona geçin, ben haber vereyim. - Sağ ol abla, fazla zamanınızı almayacağım. - Tamam, şöyle geçin. Fırat sağa sola bakınarak küçük koridorda, solda ki odaya girmişti. Bu sırada arkasında kalan koridorun diğer ucunda ki odada bulunan Kazan, o içeri girince yanına gelmişti. Fırat henüz ayakta duruyordu. - Hoş geldiniz, buyurun, şöyle oturun. - Sağ olasın ağabey, ben size birini soracaktım. - Kimi? - Siz uçak kazasında hayatını kaybetmiş olan Cezmi beyin arkadaşıydınız, değil mi? - Evet. - O halde soracağım adamı muhakkak tanır, veya en azından görmüşsünüzdür. - ! - Uzun saçlı, sakallı ve sizin boylarınızda biri... - Evet gördüm, hatta iyi de tanırım. Fakat siz onu neden arıyorsunuz? - Vallahi ağabey, bunu ben de tam bilemiyorum. Ama bizim patron, Kemal bey ona çok önem veriyor, mutlaka bulmamı emretti. - Amacı neymiş peki? - Buna cevap vermeden, ben o kişinin ne iş yaptığını, tahsilli biri olup olmadığını sorabilir miyim? -Hayret, bununla ne alakalı olabilir ki? - Alakası şu; Kemal bey şu sıra Antalya’da ve kurmakta olduğu yeni bir kurs için hocalar arıyor, orada bir tür ders vermek için. - Deme ya, amacı neymiş peki? - Ne bileyim ağabey, vallahi bilmiyorum. Ama çok ciddiler bu işte. Bir sürü de para harcanmış bu uğurda. -Allah, Allah... Kurs ha... Bu Kemal bey hayli ilginç biri, hatta biraz tuhaf. - Tuhaf değil ağabey, dostum Hüso’nun da dediği gibi, iyi niyetli biri ve bana sorarsanız resmen baba bir insan. - Enteresan... E, eh, sonra? - Kemal bey bir akşam, her ne yaşadıysa, kendisinde büyük değişiklik olmuş. O günden sonra bu gibi işlere iyice merak sarmış. -Bir akşamda ha. Yok canım, o kadar da değildir. -Vallahi doğru ağabey. Onun öncesini bilenler “Adam tam bir iyilik meleği” diyorlar. Şimdi bana o kişi hakkında bilgi verecek misiniz? - Olabilir, ama Kemal beyin onunla ne işi olduğunu öğrenmeden bunu yapmam doru olmaz. Değil mi? -Haklısın ağabey, esasen ben de yapmazdım. Ama sizi temin etmek için dostum Hüso’yu tekrar arasam. Olmaz mı? -İyi, ara bakalım. Nitekim Fırat telefon etmiş ve Hüso’dan beklediği cevapları almış olarak; - Tamam ağabey, aksi bir durum olursa, ki kesinlikle olmayacak, buna dair her türlü sorumluluğu üstleniyoruz. - Tamam, onun adı Kazan ve o benim. - Buna çok memnun oldum. Sizi bulduğumu haber verebilir miyim? - Olur, fakat Kemal beyin benden ne istediğini bilmiyorum, bunu öğrenirsen gerekeni düşünürüz. -Tamam.Hüso’yu tekrar arayan Fırat, Kemal beyin Kazandan hoca bulmak konusunda yardım istediğini öğrenmişti. Durumu Kazan’a açtığında, buna önce şaşırmış, sonra gülerek; - Nasıl bir hoca arıyorlar, ne dersi ve hangi şartlarda verecekmiş, bunları bilmeden bu konuda bir şey söylemek mümkün değil. - Kazan ağabey, bu teklifi kabul edip, yardım için gitmeniz halinde istediğiniz ücretin verileceğini ayrıca belirtmem istendi. - Bu önemli değil. Ama hangi konuda uzman hoca istendiğini öğrenirsen daha iyi olur. - Bunu sorar, öğrenirim. Telefon numaranızı verirseniz, sizinle daha sonra irtibata geçerim. Olmaz mı? -Olur. Böylece anlaşıp, ayrılmışlardı. Fırat’ın çıkmasından sonra Kazan konuyu Nurcan’a aktarmış, fakat o işkilli; bunun bir tuzak olabileceğinden kuşkulanıyordu. Lakin Kazan, her şeye rağmen bir deneme yapmak ve gidip çalışmaları yerinde görmek istiyordu.Kemal bey İstanbul’a dönmüş, yatından Kazana telefon açmıştı. Bir süre sonra Kazan ve Fırat gelmişlerdi. Kemal bey Kazanı karşılarken çok heyecanlıydı. Yüksek rıhtımdan bordaya geçen Kazanı muhabbetle kucaklarken; - Hoş geldin Kazan Bey. Davetime icabet ettiğin için çok sağ ol. - Hoş bulduk Kemal Bey. Sizi gördüğüme ben de memnun oldum. - Umarım teklifimi düşünmüşsündür? - Evet, Antalya’ya gideceğim. Umarım bir katkımız olur. - Bunda kuşkum yok. Ne zaman uçuyorsun? - Yarın. - Bu arada, Cezmi için cidden üzüldüğümü bildirmek isterim. Onun da sağ olup, bu günleri görmesini çok isterdim. - Eksik olmayın Kemal Bey. - Sanırım eşi ve bir de kızı vardı. Onlar için yapabileceğim bir şey olursa, bunu muhakkak bilmek isterim. - Sağ olun. - Buyur, şöyle içeri geçip, bir şeyler içelim. Derken salonda kahve içerek, bir müddet sohbet etmiş, sonra ayrılmışlardı. Devresi gün Kazan ve Nurcan Antalya’ya uçmuşlardı. Nurcan bir otele yerleşmiş, Kazan okulun idari işlerinden sorumlu ve kendisini almak üzere bekleyen Hüseyin’le yola çıkmıştı. Arabayı Hüseyin kullanıyor, yol alırken konuşuyorlardı. - Kazan Bey, Kemal Bey sizi bu iş için ta başından beri düşünüyordu. Fakat adınızı öğreneli henüz iki gün oldu. Sizinle tanıştığıma memnun oldum. -Ben de, fakat, doğrusunu isterseniz bu projede nasıl bir işlevim olacağını halen anlamış değilim. - Tevazu gösteriyorsunuz, ancak Kemal beyin bir bildiği vardır muhakkak. Hangi konularda ders verebilecek eğilime sahip olduğunuzu tespit etmek için, isterseniz önce özel ilgi alanlarınızı biraz sorgulayalım. Örneğin; hayat anlayışınız nedir? - Hayatı bir bütün olarak görür, onayımız sorulmadan getirildiğimiz bu yaşamda kalmanın ötesinde, bunu bir sanat gibi yaşamayı isterim. - O, oo Kazan Bey, meseleye çok geniş bir açıdan bakıyorsunuz. Hayret verici. Biraz açar mısınız? Örneğin, kadere inanır mısınız? - Kader, her halde yüce yaratıcının bir taktiri olarak, vardır. Ancak bu konu beni üçüncül derecede meşgul eder. Ben daha ziyade, bize meçhul bir irade icabı geldiğimiz bu dünya hayatını, beş duyumuzla nasıl algılar, nasıl daha iyi yaşarız, ona bakarım. - Ölümden sonrası alakadar etmez mi sizi peki? - Eder, ancak bana göre ölümden sonrasını bilmenin ve onu bir şekilde teminat altına almanın yolu, yaşarken buna dikkat etmektir. - Anlıyorum. Peki, ya Tanrıya inanır mısınız, desem? - Tabii ki, hem de kuşkusuz. Ancak, inanç tarzım kendime göredir her halde. Netice olarak, her şeyi kapsadığı gibi, aynı zamanda her şeyin dışında olabilen, süper latif özellikleri haiz, bir yüce Yaratıcı olduğuna inanıyorum. -Bu paylaşım için çok teşekkür ediyorum. Detayları gerçi henüz bilmiyorum, lakin yaklaşım tarzlarımızın benzeştiği kesin. Biraz sonra sizi diğer hocalarla tanıştıracağım. Hocalarımızın her biri kendine göre mümtaz şahsiyetlerdir. Derken yüksek tepeyi tırmanmışlardı. Burası eski çağlardan kalma surların içinde kurulmuş, kısmen restore edilen yapılardan oluşmuştu. Her şey düşünülmüş, her türlü imkanı haiz hale getirilmişti. Denize ve Akdeniz sahili boyunca uzayıp giden şehre yukarıdan bakıyordu. Şehirde ki gibi bunaltıcı olmayan açık havada, sofada oturup, mistik sohbetlere dalmak kim bilir ne kadar güzel olurdu. Arabayla kale kapısından girmiş, geniş alanda park ederek, kabul salonuna geçmişlerdi. Etrafta onları karşılayan iyi giyimli genç talebeler vardı. Saygı gösterip, hoş geldin diyorlardı. Saat ikindi sularıydı. Bu sırada herkes konferans salonunda toplanmıştı. Ön sırada gösterilen boş koltuklara oturmuşlardı. Konuşmacı orta yaş sanlarında, iri yapılı, davudi sesli bir hocaydı. Hüseyin onu kast ederek, alçak sesle: - Bu bizim Göktürk Hocadır. Tarihten bahsetmeğe doyamaz. Anlatılarının her biri bir romandan kesitler gibi akıcı ve sürükleyicidir. En aşina olduğu bölüm umumi Türk tarihi ve bilhassa ilkçağ zamanlarıdır. - Siz işi baya ilerletmişsiniz Hüseyin Bey, doğrusu bu kadarını beklemiyordum. - Faaliyetler gün geçtikçe şumullenip, sizinle daha bir renklenecek Kazan bey. Size de konuşma sırası gelecek, isterseniz şimdi biraz dinlenin. Hemen istirahata geçe bilirsiniz. Odanız tekmil ve sizi bekliyor. Ben şöyle bir izlenim edinmenizi istemiştim. Koridor nöbetçileri, aşçılar emrinize amadedir. Açlığınız varsa, hemen yemek getirsinler? - Doğru, biraz istirahat etmem iyi olacak. Acıkmadım henüz.. - Tamam hocam, buyurun çıkalım, ben odanızı göstereyim. Kazan devresi sabah yumuşak yatağında uyandığında saat erkendi. Geniş odada her türlü konfor düşünülmüştü. Bir kenarda lavabo ve duş kabini. Öte yanda hemen her konuya dair kitapların yer aldığı kitap rafı ve üzerinde son sistem bilgisayar ile faks-telefon cihazı bulunan maun bir çalışma masası. Ölçülerine göre düzenlenmiş dolu bir gardırop ve köşede ki şöminenin yanında, koltuk ve sehpaların yer aldığı her türlü içkinin bulunduğu mini bar. “Buranın böyle olduğunu bilsem, Nurcan’ı da birlikte getirirdim”, diye düşünmesine yol açıyordu. Bir süre bilgisayarla meşgul olduktan sonra, kahvaltıya çağrılmıştı. Yemekler toplu halde yemekhanede yeniyordu. Herkes çoktan kalkmış, servis yapılmış olan masalara toplanılmıştı. İki Hoca ve 15 öğrenci birleşik masalarda ve yan yana yedikleri gibi, bütün faaliyetlerde bir arada bulunuyorlardı. Esasen yüz kişinin barınabileceği imkanları haiz Zaviyede onbeş öğrencinin bulunması, henüz yeterince duyulup, tanınmamış olduğundandı. Faaliyet başlayalı zaten on gün ancak olmuştu. Herkesin memnun olduğu hallerinden belliydi. Hüseyin onun geldiğini görünce, hemen yanına gelmiş ve Kazan’ı diğer öğretmenlere takdim etmişti. -Arkadaşlar, bu Kazan Hoca, kendisi bir çok konuda bilgi ve deneyim sahibi olarak bize katılmış bulunuyor! -Bendeniz Alpdoğan Göktürk, Aramıza hoş geldiniz Kazan Bey! -Ben de Faik Eroğlu, sizi tanıdığıma sevindim Kazan Bey, aramıza hoş geldiniz! -Sağ olun arkadaşlar, ben de sizleri tanıdığıma sevindim. Kahvaltıdan sonra, her hoca beş öğrenci ile üç ayrı bir sınıfa girmişlerdi. Sınıflarda, sanıldığı gibi sıralar yoktu. Aksine, büyük bir yuvarlak masada oturuluyor, herkes kendini tanıttıktan sonra sırayla konuşuluyordu. Kazanla gelen beş gençten biri olan Cemal: -Hocam, sizce, bir insan için hayatta en önemli ve mutlaka öğrenilmesi gereken nedir? - Öncelikle belirtmek gerek ki, İnsanın öğrenmesi gereken şeylerin başında dil gelir. İnsanın bütün istemlerinin kökeninde buna ihtiyaç vardır. Gereksinim duymamış olsak, çok şeyi öğrenmek istemezdik. - O halde, sorumuzu, insan nelere ihtiyaç duyar ve ikinci olarak, neleri öğrenmek ister, diye sormalı, öyle mi hocam? - Evet, böylesi daha uygun. Lakin biz öncelikle ihtiyaç duyulan şeyleri saymağa çalışalım. Dili söyledik. Bütün arzu, istem ve taleplerimizi karşı tarafa iletebilmek içir dile gerek duyarız. O bakımdan dil en mühimidir, dene bilir. İkinci ihtiyaç duyulan şey sağlık ve sıhhatimizdir. Sonra sıra ile yeme-içme, barınma, güvenlik-savunma ve giyinme ihtiyaçlarımız gelir, tabii ki. - Hocam, savunma ihtiyacına biraz fazla önem veriyorsunuz, neden ki? Çünkü herkes bir aile içinde doğar ve büyür. Güvenliğini de ailesi sağlar. - Doğru, ama insan bütün hayatı boyunca ailesi ile yaşamaz. İşte sizin gibi, ailesinden ayrılıp, başka diyarlara da gidebilir. Gidilen yerden sağ ve sağlam dönmek önemli değil midir? -Evet, tabii, çok önemlidir. - O halde savunma da çok mühim bir ihtiyaçtır ve bunun en kısa zamanda öğrenilmesi gerek.. Buna ilişkin becerileri edinmek üzere, vakit kaybetmeksizin çalışmalara başlayacağız. -Savunmak diyince, bilhassa neyi kast ediyorsunuz hocam? -İnsan hayat ve masuniyetini tehdit edebilecek yapıda olan her şeyi. -Bunun için ne yapmak lazımdır peki? -Öncelikle bedeni olabildiğince güçlendirip, her hangi bir silaha gereksinim duymadan, asgari savunma yeteneklerini geliştirmeli ve yüzmeği öğrenmelidir. -Yüzme de bir savunma aracı mıdır hocam? -Elbette, zira yüzemeyen bir insan için dünyanın yüzde yetmiş beşini kapsayan suyun tabii bir tehdit sayılacağı kesindir. Bu işleri isteyenlere ben öğreteceğim. -Ne veya kime karşı lazım olacak bu bize? Neye karşı olacak, elbette ki size saldıran her şeye ve herkese karşı. Kendini savunma sanatını öğrenmek isteyenler el kaldırsın şimdi. Herkes el kaldırmıştı. -Tamam, diğer arkadaşlarınıza da sorar, katılmak isteyenlerin isimlerini idareye verirsiniz. Bundan sonra her akşam, bütün öğrenci ve hocaların iştiraki ile, iki saati fiziki, iki saati teorik çalışmalar için, düzenli derslere başlanılmıştı. Çalışmalar iyi gidiyor, herkes bu faaliyetten memnundu. Bir akşam yine, kültürfizik çalışmalarına ara verilmiş, nazari önemi olan konulara dair konuşuluyor, herkes kendi telakkisini anlatıyordu. Öğrencilerden biri: -Hocam, Bu-Do’ya başlarken en önemli olanın kişinin kendini tanıması olduğunu söylemiştiniz. Bu neden önemlidir. Her hangi bir insan olmak yetmez mi? Buna cevap vermek için ayağa kalkan Kazan, yüzünü o sırada batmakta olan turuncu güneşe dönmüş, gözlerinde alazlı pırıltılar uçuşuyordu: - Evet, kuşkusuz, tek başına bir insan olmak da yeterlidir. Ancak, Bu_Do’nun asal teması bunun üzerindedir. Yani, onun faaliyet alanı kişinin bireysel olarak sahip olduğu-olması gerektiği alan dır. O alanın niceliği ne, ve nasıl olmalıdır? Bu soruların bir cevabı olmalı değil midir? Evet. İşte o cevap, Bu-Do sanatının inceleme sahasıdır. Bir şey eğer yerinde aranmıyorsa bulunamaz, var olsa bile. O halde, bir şeyi bulmak için öncelikle onu nerede, hangi mahalde, hangi enlem ve boylam arasında olduğunu önceden bilmeliyiz. Bilmiyorsak, onu ilk rastladığımız insanın ki farz eder ve ihtimal ki, yanılırız. - Yani, kişide bir kişilik potansiyeli baştan beri olmalı, öyle mi hocam? - Evet. Ancak temel üzerine bina kurulur çünkü. Bu zemine sahip olanlar burada toplanmış, inşaat üzerine konuşuyoruz. Kişilik binasını kurmanın tabii ki bir çok yol ve yöntemi vardır. Ya mevcut Mimari tarzlardan biri benimsenir, veyahut da kişi kendine daha yakın bulduğu bir toplulukta geçerli düsturu benimser. Türlü topluluklar çatısı altına bütün milletler girmektedir. Burada toplananlar olarak bizler Türkleriz. Kendini başka bir üst aidiyete tabi görenler var mı, ki bu mümkündür? - Kürdüm hocam. - Abazayım hocam. - Gürcüyüm hocam. - Çerkezim hocam. - Hocam ben Karadenizli, Rizeliyim yani. Laz dersiniz ya hani. - Evet, Anadolu’yu yurt bilen bütün etnik tebaadan adam var aramızda. Şimdi gelelim Bu-Do okulu olarak, kendi düsturumuza. Bunu kendimiz belirliyor, sonra hemen uyguluyoruz. Başarılı her adım binayı daha çabuk kurmamızı sağlayacaktır. Lakin her taşın yapıya uygun hale getirilmesi işi yonucu ustasına düşer. O usta bu okuldur. Herkes bizde ki timsale göre çalışarak, bir an önce aynı resmin temel hatlarını tutturmağa bakmalı. Sapmalar kendi suretini yapmaya imkan verir. -Timsal dediniz soyut bir resim midir Hocam? Yoksa bu düsturun hocası olmanız nedeniyle, sizin şahsınızı mı anlamalıyız? - Evet, temsili resim olarak önce biz model olacağız biçimlemeğe, sonra herkes kendi resmine zorunlu sapmalarını ekleyip, kendine yeni bir karakter çizecek. -Bu mümkün mü hocam? - İhtimalsiz değil. Bunu başarmağa çalışacağız. - Her şeye rağmen, sonunda bir birimize çok benzeyeceğimize iddiaya girerim. Bunu diyen Cemaldi. Ötekiler de ona katılıyordu. Kazan gülerek; -İşte burada büyük bir uğraş olacak, biliyorsunuz, değil mi? -Bence hiç uğraşmağa lüzum yok. Size hiç ulaşamayacağımıza göre, en yakın bir noktaya gelmeğe bakacağız. Aşağılarda başka yöne aşırı sapmalar olursa, ki sanmam, sonuçta fazla bir farklılık görülmez aramızda. -Cemal çok keseden gidiyor ya, bakalım sonra ne olur. -Bence de öyle hocam. Etnik köken telaffuz etmeden söylüyorum; şahsi kanım arkadaşlarımla aynıdır. Yani hocam, çok farklı tek resim dahi çıkmaz aramızdan. -Buna karşı bir yasak olmadığı gibi, aksinin imkansız olduğuna dair bir iddia da yok. Yani, herkes vicdanınca düşünmekte hür olacaktır. -Uçmakta hürüz, ama uçamıyoruz işte hocam. Bunun için hem bir uçak, hem de uçmayı bilmek lazım. Bu minval üzere çalışılarak, aradan altı ay geçmiş, herkesi sınav korkusu almıştı. Çünkü altı aylık periyotlarla yapılan bu çalışmalar, her altı ayda yeni mezunlar veriyordu. Sınav soruları çok pragmatik idi. Buradan mezun olan kişi mühürlü icazeti alacaktı. Öğrenciler sırayla geliyor ve sorulara cevap veriyorlardı. - Fizik sınavını geçmiş, ruh sınavına giriyorsunuz. - Evet hocam. -O halde, kimliğinizle başlayalım: Kimsiniz? - Evet, ben Cemal, aranızdan öz benliğimle ayrılırken, burada aldığımız o ilk ışıktan kopamayacağımı biliyor, onun sonsuz mihveri yörüngesinde muhayyer bir menzili devam eylemek üzere veda ediyorum. Şu an nasılsak, yaşadıkça böyle kalacağımıza dair ant olsun! Ant olsun doğan güne! - Siyasetle ilgilenecek misin Cemal? - Evet. - Öncesi ile sonrası arasında, hangi noktadasın? - Önceleri sadece biliyordum, şimdi yaşıyorum. - Bildiklerinin kargaşasından kurtulduğuna emin misin? - Tabii ki, öncelikle; herkesin bildiğini bilmenin bilgi olmadığını öğrendim. Farklı kişi olan, herkesin yaptığını yapmayandır. Yeni durumlar, yeni ihtiyaçlar yaratır. Çok şükür; bu okulda bütün durum ve muhtemel ihtiyaçlara cevap öğrendik. -Şahadetnamemizi liyakatin şahikasında taşıyabileceğinden müsterihiz. Uğurun bol, yolun açık olsun. Son öğrenci de çıktıktan sonra okuldan ayrılan Kazan, o sıra yine Kemerde olan Nurcan’ın yanına gitmişti. Çalışmalarının onu çok mutlu kıldığını ve benliğinde adeta yeni bir inkişafı yaşadığını, bütün algılarının olumlu anlamda değiştiğini söylüyordu. Nurcan onun mutluluğundan neredeyse endişe edecek hale geliyor, bir anda, evliya oldum, demesinden korkuyordu. Parkta yürüyorlardı. Etraf sessizdi. Sonbaharın rengarenk gazelleri arasında yürürlerken, uçuşan yaprak sesleri duyuluyordu. Ansızın vınlayan bir kurşunla vurulan Kazan yere yıkılırken, Nurcan can havli ile imdat için haykırıyordu. Sonra siren sesleri ve gelen polisler; - Başınız sağ olsun. Beyefendi bir suikasta uğramış görünüyor. Uzun menzilli bir silahla vurulmuş. Eşiniz miydi? - Hayır, her şeyimdi o. Onu durdurmak için meyit ettiler. Ama meyitler ölmez... - İşte ambulans geldi. Umarım henüz çok geç olmamıştır. - Evet, umarım... Bir sedyeye konan yaralı, az ötede bekleyen araca taşınmış, can kurtaran siren çalarak yola koyulmuştu. Çok geçmeden devlet hastanesinde ameliyata alınan yaralı, kalbe isabet eden 22 kalibrelik çekirdekten kurtarılmış, lakin henüz yoğun bakımdan çıkamamıştı. Nurcan saatlerdir sağlık haberini bekliyordu. Bu arada olayı haber alan Hüseyin ve bütün hocalar hastaneye koşmuşlardı. Durumdan haberdar edilen Kemal Bey ilk uçakla hava alanına inmiş, birazdan hastanede olacaktı. Herkes bu işi kimin ve neden yaptığını merak ederken, polis araştırma yapıyor, olayı açıklamak istiyordu. Mermi takriben iki yüz metreden ateşlenmiş, hiç görgü tanığı yoktu. Bu gibi durumlarda adet olduğu üzere, suçluya ulaşmak için yaralının geçmişi mercek altına alınmış, lakin sonuca götüren somut bir ipucuna rastlamak mümkün olamıyordu. Adli tıp uzmanlarınca merminin hangi silahtan atılmış olduğunun belirlenmesi ilk ipucu olacaktı. Lakin bu iş uzun süreceği gibi, bir sonuç vereceği de kesin değildi. Kazanın henüz ölmeyip, kurtulma umudunun mevcut olduğunu duyması Kemal beyi biraz teselli etmiş, bu konunun bir an önce aydınlatılması için ne kadar nüfuz sahibi tanışı varsa arıyordu. Aksi halde, mahut olaydan ötürü Nurcan kendisinden dahi şüphelenebileceğini düşünüyordu. Koridorda bir sandalyede oturmuş, saatlerdir beklemekte olan Nurcan’ın yanına gelen bir hemşire, onu Kazan’ın odasına götürebileceğini, artık kendisine gelmiş olduğunu müjdeliyordu. Derhal yerinden kalkıp, hemşirenin arkasından yürümüştü. Kazan gerçekten kendindeydi. Bunu görünce gözlerine inanamamış, sevinçten ağlıyordu. Kazanın yanına, yatağın kenarına oturmuş, yüzünü onun serin ellerine sürüyordu. Onun bu halini gören Kazan gülerek; - Ne o güzelim, yoksa bir an ölüp, gittim mi sandın? -Seni bir an kaybettiğimi düşündüm. Tanrım, sana çok şükürler olsun. -Merak etme, birkaç güne kalmaz taburcu edileceğim söylendi. Nitekim, Nurcan’ın çıkmasından sonra Kemal ve diğerleri ona geçmiş olsun demişlerdi. Kemal samimi bir çehreyle: - Bunu yapanı mutlaka bulacağız, bundan hiç kuşkun olmasın Kazan. Bu, sen yaşamamış olsan bile böyle olacaktı. - Sağ ol Kemal Bey, bunu kimin veya kimlerin yapmış olacağını tasavvur edemiyorum. - Polis ve diğer istihbarat teşkilatlarında dostlarımız var, hemen onlarla irtibata geçip, soruşturmayı derinleştireceğim. - Bana kalırsa buna gerek yok. Hem nasılsa bir yararı olmaz. - Neden olmasın ki? - Benim için mühim olan, şu an hayatta olmaktır... Kemal Kazan’ın yanından ayrılır ayrılmaz ima ettiği dostlarını aramıştı. Fakat tahkikat yeni başladığı için söylenecek bir şey yoktu. Bir hafta sonra Kazan taburcu olmuş, İstanbul’a dönmüşlerdi. Biraz iyileştikten sonra Antalya’ya tekrar dönecekti. Fakat bu arada boş durmayıp, hayatına kast edenleri bulmak için düşünecekti. Şu an hiçbir şey bilip, tasavvur edemiyor olsa da, onları bulacağına inanıyordu. Çünkü onlar her kimse, muhtemelen kendi geçmişinde bir anın peşine düşmüş olmalıydılar... Günlerdir kah istirahat ediyor, kah bedensel eksersizler yaptıktan sonra yatıp, düşünüyordu. Nihayet dört hafta sonra eski sağlığına kavuşmuş ve olası gördüğü yerlerde ön araştırma yapmak istiyordu. Birkaç gün önce aldığı Kawasaki 1600, siyah deriden mamul motosiklet kıyafeti ve başında miğferi ile evden çıkmıştı. Akşam olmak üzereydi. İstanbul yolları her zaman ki gibi kalabalıktı. Ama bu o denli bir engel oluşturmuyor, güçlü motorun kıvrak manevraları hızla yol almasına imkan veriyordu. Boğaz köprüsünden geçmek istiyordu. Gişelerden henüz hareket etmişti. Köprünün orta noktasına geldiği sırada korkuluklardan öte yana geçmeğe çalışan birini fark etmiş ve hemen frene basmıştı. Henüz yirmili yaşlarda olan bir gencin intihar etmek üzere olduğunu anlamış, sağa yanaşıp, yavaşça motordan inerken, gence hitaben: - Hey, delikanlı! Dur hele, sen ne yapmak istiyorsun kardeşim? Onun kendisine doğru yaklaştığını gören genç: -Dur. Sakın gelme ağabey. Beni kendi halime bırak. Bıktım bu sefil hayattan. Yaşamak istemiyorum artık. - Dur biraz kardeşim. Dur da ne derdin varsa bir konuşalım, istersen yine atlarsın. - Bu benim sorunum, kimseye yük olmak istemiyorum. Kararımı verdim, lütfen beni kendi halime bırak. Köprü trafiği hiçbir şey olmuyormuş gibi akarken, Kazan, intihar etmeğe kararlı olduğunu söyleyen gencin yanına yaklaşıyor, onu oyalamak için konuşmasını sürdürüyordu. - Henüz çok gençsin koçum. Ne gördün hayattan ki, yazgın karşısında yenilgiyi kabul ediyor, hemen teslim bayrağını çekiyorsun. Yakışır mı bu sana? - Yok be ağabey, gördüklerim bana yeter, gına geldi artık işsiz, güçsüz dolaşmaktan. Çok yaklaştın, hemen dur yoksa atlıyorum!? - Tamam, tamam! Dur. Sakın atlama. Sorunun buysa çözeriz. Bunun için insan kendi hayatına kıyar mı hiç. - Yok ağabey, ben böyle diyenleri çok gördüm. İnsanlara ne inancım, ne de güvenim kaldı. - İsmin ne, nerelisin, neden böyle umutsuz konuşuyorsun kardeşim. Her sorunun bir çaresi vardır, seninki dert bile değil. Sana hemen iş bulacağıma dair söz veriyorum. - Yok ağabey, inanmam dedim. Lütfen yoluna git. Benim de bir onurum var, böyle onursuz yaşamaktansa ölmeği yeğlerim. - İsmini dahi söylemedin. - Erkan, ne önemi var sanki bunun? - Öyle deme, her insan bir olmaz. - Yok, bana göre bütün insanlar aynı. - Olur mu Erkan, bana bak! Hiç yalan söyler bir hal var mı bende? - Güldürme adamı ağabey, başındaki kasktan yüzün mü görünüyor ki? Bu halinle uzaylılara benziyorsun. - Tamam, hemen çıkarıyorum. Kusura bakma, telaşla bunu unutmuşum. Beni uzaylılara benzetişin çok ilginç, şu halde beni daha önce rastladığın kişilerden biri olarak görmüyorsun, değil mi? - Yok, onu söz gelişi söyledim. Ama yine de sen biraz daha farklı görünüyorsun. Her şeye rağmen ben gidiyorum. Haydi eyvallah! - Dur bir saniye Erkan. Tamam, yapma diye ısrar etmeyeceğim artık. Fakat beni tanımanı istiyorum. Adım Kazan ve benim sorunum seninkinden bile beter, biliyor musun? - Bırak ağabey, giderayak benimle dalga geçme. - Yok, yok inan ki. Hastaneden çıkalı henüz birkaç gün oldu. Kalbimden kurşun yedim, ama şükür ölmedim. - Deme ya, nasıl oldu, kim yaptı peki bunu? - İşte sorun bu ya. Kimin ve niçin yaptığını dahi henüz bilemiyorum. Uzaktan ateş edildi. Karşımda görünmeyen bir düşmanım var. - Allah, Allah! Böylesine ilk kez rastlıyorum. E, eh, şimdi ne yapacaksın peki? - Vallahi bilmem, işte çıkmış, beni vuranları arıyordum. Bana yardımcı olmak istemez misin? - E, şey. Yani isterim ama ne yapabilirim ki? - Güzel, gel öyleyse. Sonra bunun nasıl olacağını konuşuruz. - Beni atlamaktan vazgeçirmek için uydurmadın bunu değil mi? - Yok, emin olabilirsin. - İyi, haydi gidelim öyleyse. Böylece onu kucaklayan Kazan: -Bravo koçum, işte böyle. Haydi bakalım. Derken onu da motora alarak gaza basmış, asfaltı adeta yırtan motor sesinin ardından bir anda oradan uzaklaşmışlardı. Son durdukları yer boğaz manzaralı bir restorandı. Kazan buraya ara sıra uğrar, deniz ürünleri ile rakı içerdi. Yemek yerken konuşuyorlardı. Erkan bir an Kazanın yüzüne bakarak; -Senin gibi iyi bir insanı neden öldürmek isterler, anlamıyorum. Kazan gülerek; -Aldırma, bunu başaramadılar ya, sen ona bak. Şimdi sıra bende. Bakalım onların hayatta kalmak için böyle bir şansı olacak mı? -İyi ama onları tanımıyorsun, bunu nasıl yapacaksın? - Evet, ama bu şimdilik böyle. - Fakat daha sonra da onları görmen zor değil mi? Çünkü sana yaklaşmıyor, uzaktan ateş ediyorlar. - Doğru, fakat bu defa beni kolay kolay yaralayamazlar. Kazan konuşurken anorağının yakasını açmış, altından giydiği çelik yeleği gösteriyordu. - Hımm, anlıyorum. İşte bunu çok iyi akıl etmişsin ağabey. - Evet, sahi Erkan, ne iş yaparsın, tahsilin, mesleğin var mıydı? - Meslek Lisesi mezunuyum ağabey. Torna-Tesviye bölümü. Ama mesleğimde hiç çalışamadım. Son zamanlarda bir garsonluk dahi bulamadım. - Başka sorunun var mı, çünkü salt işsizlikten ötürü insan hayatına son vermek istemez. - Valla ağabey, bana sorarsan başka bir derdim yok. Evden ayrıldım. Çünkü bir yıldır boşum ve pederle her akşam tartışırız. Onun geliri de çok az, aileye kıt kanaat yetiyor. Dün akşam onurumu çok kırdı. Bir daha eve asla uğramak istemem. - Anlıyorum. Merak etme. Evine yine gideceksin, fakat kalmak için değil, veda etmek için. Çünkü seni Antalya’ya göndereceğim. Orada önce altı aylık bir kurstan geçeceksin. Hayatın değişecek ve bir işin olacak. - Deme ya ağabey, ne kursu bu? - Gidince görürsün, şimdi arayıp senden bahsedeceğim. Merak etmene gerek yok. Çok sürmez ben de gelirim. Burada biraz işim var. Konu malum; beni vuranları araştırmak istiyorum. Yemekten sonra, Hüseyin ile irtibata geçen Kazan, aynı gece onu Antalya’ya yolculamış, sonra kalabalık terminalin çıkış kapısına yönelmişti. Bu sırada ona çarpan orta boylu, fötr şapkalı bir adam elinde taşıdığı siyah çantayı yere düşürmüş, açılan çantadan saçılan evraklar arasında bir fotoğraf görülmüştü. Bu onun resmiydi. Yerdeki evrakları toparlamakta olan adamın doğrulmasını beklemeden onu yakasından kavrayan Kazan: -Dur bakalım hemşerim, şu resimdeki adam kim imiş bir bakalım. -Sana ne ondan be birader, bırak yakamı, git işine. - Ne demek bana ne, o resimdeki adam benim, resmim sende ne arıyor, söyle bakalım sen kimsin? Kazan böyle diyince adam bir an kendisine dikkatle bakmış ve panikleyerek, onun elinden kurtulmak için hamle etmişti. Lakin Kazanın çelik pençelerinden kurtulması kolay değildi. Onun bu halinden iyice kuşkulanan Kazan; - Dur hele yav, ben seni bir yerden tanıyacağım galiba. Evet, evet sen Şehmuzsun, değil mi? Mardinli Şehmuz. - Yok kardeşim, benim adım Ahmet. Şehmuz küçük kardeşimin adıdır. - Tamam işte, Şehmuz çok iyi dostumdur. Demek ondan almıştın resmimi? - Ben almadım. O koymuş olmalı. - Neyse, kusura bakma, gel şurada bir çay içelim. Şehmuz nerde, ne alemde? - O Unkapanı’nda, orada bir kaset şirketi var. Böyle konuşarak yakında ki kafeteryaya gitmiş ve çay içerek bir süre daha konuşmuşlardı. Kazan Şehmuz diye birini tanımıyordu. Rast gele atmış ve muhtemelen tutturmuştu. Ya da tutturmamış, lakin adam kurnazlık edip, onu savsaklamak istiyordu. Nitekim ayrılmak vakti gelmiş ve Kazan, Şehmuz’a selam söyle, diyerek, onu göndermişti. Adam dışarı çıkarken o da ardından çıkmıştı. Onu kaybetmek istemiyordu. Şimdi bırakmasının tek nedeni daha iyi bir yerde yakalamak içindi. Adının Ahmet olduğunu söyleyen adam dışarıda bir taksi çağırıp, binmişti. Kazan parkta bekleyen motosikletin direksiyonunda takılı miğferi başına geçirip, hemen takibe başlamıştı. Önünde iki motosikletli Yunus gidiyordu. Yanlarından geçerken ona bakıyorlardı. Caddeler nispeten trafik bakımından sakindi. Taksi elli metre kadar öndeydi. Ara yoldan sağa, E5 kara yoluna çıkıyordu. Onu izledi ve Avcılarda parkın yanında ki yeşil apartmana girdiğini gördü. Adam ikinci kata çıkınca, orada ki dairenin ışığı yanmıştı. Onu bırakıp, Unkapanı’na, Şehmuz diye biri var mı diye bakmak istiyordu. Şehmuz gerçekten vardı. İçeri girince hemen kalkıp elini sıkarak, hoş geldin etti. - Vay, Kazan gardaş, seni hangi rüzgar attı buralara. - Beni tanıyorsun demek. Fakat ben seni neden tanıyamadım? - Nasıl tanımazsın, hatırlasana. - Neyi? - Ben hapishane arkadaşın Şehmuz. - Peki ya o Ahmet denen adam kim, kardeşin olduğunu söylüyordu. Ahmet diye bir kardeşim yok, yanılıyorsun Reis. - Peki yanılıyorum da o neden resmimi senden aldığını söylüyor? - Benden mi almış? - Hem, senin var mıydı ben de, ki benim de sende ola? - Olabilir, hem neden olmasın, beraber çektirmiştik ya? - İyi ama beni vuran adamlara bu resim nasıl gitti? - Ne diyorsun Reis? - Evet, maalesef. - E, eh sonra, nasıl oldu? - Nasıl olsun, hamt olsun ayaktayız. Tekerrür ihtimalini yok etmek için de, işte yoldayız. - Hımm, anlıyorum. Bir yardımımız olabilirse buyur, emrine amadeyiz her zaman. - O halde düşün ve düşmanım kimse söyle. - Fakat önce albüme bakmalı, sonra bu konuyu düşünmeliyim. Biraz zaman lazım anlayacağın Reis. - İyi, düşün ve şu numarada beni ara, oldu mu? - Tamam. Kal biraz oturalım, bir şeyler içelim desem? - Yo, işim var. Sonra olur. Ama sen albüme bakmayı sakın unutma. Hadi eyvallah. Kazan artık doğru yol üzre olduğunu biliyordu. Ahmedi gözden kaybetmemeli, ama Şehmuz’u daha önce izlemeliydi. Karanlık bir köşede durup, onun çıkmasını beklerken, motorun yan çantasındaki kamuflaj malzemesinden yararlandı. Artık başka biri olup, çıkmıştı. Bir gün sonra, gazeteler İstanbul’da iki ceset bulunduğunu, faili meçhul cinayetlerin aynı tarzda katledilmiş olduklarını duyuruyordu. Haberin detayında, bu kişilerin sabık tetikçi oldukları ve hayatlarını bu yoldan kazandıkları yazılıyordu... Kazan üç gün sonra yine Antalya’daydı. Zaviyedeki dersler devam ediyordu. Yeni kursiyerler bu kez yirmiyi bulmuştu. Hüseyin’e telefon açan Fırat ise, Istanbul’da hareketli günler yaşandığını, ve nedense, Kürt Memedin mekanı ona devredip, aniden ortadan kayıp olduğunu söylüyordu. Yeni öğrenci grubu arasında bulunan Erkan, Kazanın önceden tanıdığı tek kişi idi. Bütün zamanını ayırdığı edebiyat, tarih, felsefe ve davranış bilimleri çok ilgisini çekiyordu. Buna paralel olarak, başarılı bir öğrenci olacağı belliydi. Kazanın verdiği dersler davranışı ve felsefeyi içeriyordu. Bedensel olarak yapılan hareketlerden sonra branda kaplı bölüme bağdaş kurup, sıra halinde oturan öğrenciler onun yaptığı açıklamalara ilişkin sorular sorarlardı. Yine böyle bir ders saatinde soru soran Erkan: - Hocam, girdiğimiz ortamlarda sakin, özgüvenli ve muntazam, özlü cümlelerle, kısaca meram anlatmağı başarılı bir diyalog için yeterli sayıyorsunuz, ama bu her yerde geçerli olabilir mi? -Genelde evet, ama müstesna yer ve durumlar elbette ki vardır. Ortamına göre davranış türü seçilmelidir. Biz burada muhtemel davranış tarzlarının temel kurallarını ve bazı istisnai örnekleri vermekle yetineceğiz. Geri kalan durumlara dair davranış düsturlarınızı keşfedip, uygulamak sizlere düşecek. Çünkü, “Tahsil kuralları, tecrübeler istisnaları öğretir”. Başka sorusu olan var mı? - Hocam, kullandığımız dilin vurgu ve telaffuz bakımından muntazam olmasına dikkat edilmesini öneriyorsunuz, lakin, diyelim ki, biz bunu göstermeği başardık, fakat ya muhataplarımız bunu anlayacak denli bilgi sahibi değillerse ne yapacağız? - O bakımdan, ne yazık ki pek talihli değiliz. Çünkü toplu nüfusumuzun yarıdan çoğu gelişi güzel, kaba taslak cümlelerle ve topu birkaç yüz kelimeyi bulmayan bir dağarcığı kullanmaktalar. Şu halde bize düşen görev daha da artacaktır. - Hocam, bu durumda işimiz çok zor demektir. - Doğru, ama, her şeye rağmen sizler, altı ay sonra buradan bütün davranışlara karşı geçerli ve etkili cevaplar verecek duruma gelmiş olarak topluma katılacaksınız, umarım. - Hocam, katılış merasiminde “Sizler yaşadığınız toplumsal çevrede bütün davranışlarınızla ister istemez dikkat çekecek ve bundan ötürü size yönelecek her türlü tepkiyi göğüsleyerek, en uygun karşılığı vereceksiniz”, denmişti. Bu karşılıklar arasında, gerekince metazori davranış, yani Karate de olacak mı? - Tabii ki. Ama bunun ölçüsü iyi ayarlanmalı, mümkün olan en az hasarla rakip teskin edilip, dizginlenmelidir. - Hocam, bizim toplumun kişileri, çoğunluk mağrurdurlar, yani bırakalım zorla dizginlenmeyi, sözlü bir müdahaleye karşı bile silahla cevap vermek isteyenler çıkar. Bu durumda ne yapmalı, biz de silah mı kullanacağız? - Siz buradan en tehlikeli, görünmez bir silahla müsellah olarak ayrılacaksınız. Bundan başka silaha muhtemelen ihtiyacınız olmayacaktır. - Böyle diyorsunuz ama Hocam, diyelim ki bir adam sözden de, sükuttan da anlamadı ve onun tecavüzünü Karate ile önlemek zorunda kaldık, adam dayak yedi. Sonra gidip silah getirdi, o zaman ne yapacağız. Bu durumda ateşli-ateşsiz silah taşımak zorunda değil miyiz? - Bu kuşkuya kapılmanızın nedeni, bu tecrübeye henüz erişmediğiniz olsa gerek. Bana kalırsa, başka silah kullanmak zorunda kalmanız milyonda bir ihtimal olacaktır. Kaçınılmazlık bir durum oluştuğunda, bunu erken anlama yetisini kazanmanız daha sonra edineceğiniz başka bir beceri olacaktır. - Yani? - Yani yerine göre ve nasıl davranılacağını henüz yeterince bilmiyorsunuz. Bilmelisiniz ki, yumruk atılacak yere kurşun, kurşun atılacak yere yumruk atılmaz. Bazen bu işi halletmek için rakibe , vurmaksızın, bir bakışla, bazen rakibe elle dokunarak, bazen şiddetli bir tokatla ve bazen bir yumrukla halledebileceğinizi göreceksiniz. Burada mühim olan husus; haklı olmanın yanında, o ölçüde ve tam ayarında davranmanızdır. - Hocam, diyelim ki silah kullanmak zorunda kaldık ve adam öldü. O zaman katil olmuyor muyuz? - Silah kullanmayı yakın ihtimal sayıp, silah taşıdıkça adam vurmanız çok olasıdır. Şu halde açık ve zorunlu bir neden olmadan asla silah taşımayacak ve silah kullanmayı gerektirecek ortamlardan uzak durmaya gayret edeceksiniz, demektir. - Hocam, adam öldürmeye, sizce ne zaman izin vardır? - Sadece sizi öldürmek niyetli bir saldırı vuku bulup, kendi hayatınız veya başkalarının hayatlarını korumak söz konusu olduğunda. - O zaman katil, olmuyor muyuz hocam? - Bana göre bu durumda katil olmak, maktul olmaktan iyidir. Yok ama illa da ben katil olmak istemem diyen olursa, ona da bir diyeceğimiz yok tabii. Herkesin takdir hakkı vardır. - Hocam burada aklıma bir soru geldi. Hıristiyanlıkta kendini savunma yokmuş, sana bir tokat atılırsa, diğer yanağını da çevir, demiş H.z İsa. Bu sizce doğru mu? - Bu onların bileceği bir şey. Biz Hıristiyan değiliz. Ama burada söz konusu olan tokat yeme değil, hayatın tehlikeye girmesi veya öldürülmektir. - Doğru, fakat hocam tokat deyip geçmeyelim. Hiç bir tokadın ölüme yol açmayacağı iddia edilemez. Örneğin, bir Osmanlı tokadı, öldürücü darbe olarak yetermiş. - Hal böyle olunca Hıristiyanların durup, kendilerini tokatlatmadıklarını, Osmanlı tarihi ve hepsi birer Hıristiyan devleti olan Avrupalılarla yapılan savaşlar da göstermiştir. O dediğin, sadece Hıristiyan misyonerlerin propaganda sözüdür. Çünkü başarabilen her canlı kendini mutlaka savunmak ister. Evet, hep sen sordun Erkan, biraz da sizler sorun, sorusu olan yok mu? Bu davet üzerine el kaldıran Kenan: - Hocam, vücudumuzun tabii araçları “Atemi”leri, yani el, ayak ve kafamızı nasıl hazırlayacağız ki, bunlar birer gerçek silah durumuna gelsinler? - İyi, nihayet pratiğe yönelik bir soru geldi. Bunun için şu kum torbalarını, duvarlardaki sabit makivaraları kullanacaksınız. Önce yavaş, sonra artırarak çalışmaya devam ederseniz, atemilerin zamanla ne kadar güçlenip, sertleştiklerini göreceksiniz. - Hocam, adamın biri, bir Tv sunusunda gördüm, yumrukla bir düzine kiremidi kırabiliyordu. Bunu biz de başarabilir miyiz? - Kuşkusuz, ama buna hiç gerek yok. Zira, iyi çalıştırılınca atemileriniz şimdiki hallerinin iki-üç katı güce erişir ve bu size yeterlidir. Çünkü hedefiniz bir yerde sabit duran eşyalar değil, hareket halindeki et-kemikten mamul mütecaviz varlıklar olmalıdır. Bir adamı tek darbe ile saf dışı bırakmak için uygun noktaya, tek vuruş yapmak yeterlidir. Onlar böyle konuşurken, salona gelen Hüseyin Kazanı dışarı çağırmış ve çıkarlarken: - Hocam, İstanbul’dan geldiğini söyleyen bir emniyet mensubu sizinle görüşmek istediğini söylüyor. Diyordu. Kabul salonunda bekletilen kişi komiser Refikten başkası değildi. Kazanı görünce oturduğu yerden kalkmış ve masa başına gelince onunla tokalaşmıştı. Kazan: -Buyurunuz, benimle görüşmek istediğiniz konu nedir? - Ben İstanbul İl Cinayet masasından komiser Refik, siz Kazan Atılgan’sınız değil mi? - Evet, mesele nedir Komiserim? - Bir cinayet olayı. Derken, çıkardığı bir portre taslağını masaya koymuştu. Buna dair ilk görüş belirten Hüseyin: - Komiserim, siz şaka yapıyor olmalısınız. Bunun neresi Kazan hocaya benziyor, anlayamadım? -! Buna ilaveten gülerek söze başlayan Kazan: - Affedersiniz komiserim ama, resim teşhisiniz bence de yetersiz. Gelişi güzel görüş belirtmek adet ise, ben de, bu size benziyor, diyebilirim. - Bu nihayet görgü tanıklarının tariflerine göre ressam tarafından çizilmiş muhayyel bir taslak tabii. Her halde vesikalık resminiz gibi olmayacaktır, Kazan bey. Ama bundan yola çıkarak mesnetsiz istihza yapmanıza gerek yok. - Neden mesnetsiz olsun komiserim? - Ben bir devlet memuruyum, görevim suç faillerini bulmaktır, cinayet işlemek değil. - Lütfen gücenmeyin Komiserim, ama, ilk cinayet işleyen polis her halde siz olmazdınız. Kaldı ki, onu söz gelişi söylediğimi biliyorsunuz. Bana soracağınız ne varsa buyurun, sorun, yoksa dersim var, ona devam edeceğim. - İyi, o halde, lütfen söyleyin, geçen Çarşamba günü gece saat onbirde neredeydiniz ve bunu kanıtlayabilir misiniz? Yani cinayetlerin işlendiği sırada? - Tabi ki, boğazda demirli bir dostumun yatında verilen bir partide davetliydim. - Buna dair şahitleriniz olsa gerek? - Elbette, bütün davetliler ve Kemal Bey buna şahittirler. - Kazan Bey, dosyanızı inceledim. Tekin biri olmadığınızı biliyorum. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, sizi suçlayan somut bir delil henüz yok elimizde. Bu yönden şanslısınız. - Başka sorunuz yoksa gidebilir miyim? - Evet, ama yaşantınıza dikkat edin, bilhassa Istanbul’a geldiğinizde. - Tamam, merak etmeyin, dikkat ederim. Ha bu arada sayın komiserim; biliyorsunuzdur, bir ay önce şahsen suikasta uğramış, ölümden kıl payı sıyırmıştım. Bu olayın failleri hakkında emniyetin ne yaptığını sorabilir miyim? - Evet, ama bunu benim ekip soruşturmadı. Konuyu Antalya teşkilatından sormanız gerekiyor. Sanırım halen bir ip ucuna rastlanamadı. Salondan ayrılan Kazan, derse dönmüş, kaldığı yerden devam etmişti. Akşam yemeğini Nurcun ile yemiş, kahve içerek konuşuyorlardı. Nurcan Serap ile telefonda görüştüğünü ve onu ziyarete gitmek istediğini söylüyordu. Bunu anlayışla karşılayan Kazan, onu bir haftalığına göndermeğe razı olmuştu. - Tamam, telefon et, uçak varsa seni alana bırakırım. - Senden ayrılmak istemiyorum, ama zavallı bir türlü kendine gelemedi. Akşam olunca ana kız oturup, ağlıyorlarmış. Kazan duyduklarına üzüldüğü halde, gülerek: -Az kalsın tam dert ortağı olacaktınız, fakat Azrail hazretleri son anda bundan vazgeçmiş olmalı. Nurcan sathi bir kırgınlıkla: - Aşk olsun sana hayatım. Buna bile gülebiliyorsun. - Ne yapalım güzelim, insan ölmek için doğar. Oturup, bir ömür boyu ağlamanın ne faydası var? - Yok, ama insanın elinde değil aksini yapmak. - Neyse, hadi seyahat acentesini ara da, seni bırakayım. Nurcan’ı alana götürmek için yola çıktıklarında arabayı Hüseyin kullanıyordu. İstanbul uçağı saat 23.00 de kalkıyordu. Hüseyin gülerek: - Senin aynasızlar boş durmuyor ağabey, ama boş atıp dolu tutturmak mümkün değil. - Demek Memo İstanbul’u terk-i diyar etmiş. Acaba bu herifin bir bildiği mi vardı? - Doğrusu hiç anlam veremedim. Ama durduğu yerde bunu neden yapsın ki? - Sebebini bilmiyorum, ama içimden bir ses, bu adamın bir töhmeti olduğunu söylüyor. Onu bulmak ve görüşmek istiyorum. - Ben de öyle düşünüyorum, ama nasıl bulacağız, hiç fikrim yok. En iyisi, Fırat’a soruşturmasını söyleyelim. Bakarsın bir bilene rastlanır. - Hüseyin, dostum bu konu geçiştirmeğe gelmez. Adamın niyeti bozuksa, onu bir an önce bilmeliyiz. - Haklısın ağabey, lakin bizim şu an yapabileceğimiz bir şey yok. Olabildiğince dikkat edip, bir an önce araştırmağa başlamasını söyleyeceğiz. -Alana varınca Fırat’ı ararım. Yarım saat sonra alandaydılar. Hüseyin Fırat’ı ararken, Kazan Nurcan’ın uçuş işlemlerini yapmış, kucaklaşarak ayrılmışlardı. Şehirde dolaşırken uğradıkları bir otel lobisinde bir grup insan, yüksek sesle tartışıyorlardı. Konu Avrupa Birliği. Konuşmacı orta yaşlarda iri yarı, kültürlü görünen biriydi. Türkiye’nin bu birliğe mutlaka tam üye olması gerektiğini savunuyordu. Dışardan yeni gelenlerle tartışmağ ortamı büyüyor, herkes kendi görüşünü dile getirmek için sabırsızlanıyordu. Kazan ve Hüseyin boş bir masada oturmuş, konuşmacıları izliyor, zaman zaman kendi aralarında konuşuyorlardı. Dışardan gelenler arasından bir bayan, konuşmacıya hitaben: -Size çoğu konularda katılıyorum, lakin Avrupalıların din konusunda ki tutumları beni kaygılandırıyor. Çünkü Türkiye’nin Avrupa değerlerini paylaşması lazım, derken, esasen çoğunluk Müslüman olan halkın din değiştirmesi, aksi halde üyeliğin mümkün olamayacağı ima ediliyor. - Hanım efendi, bence bunu ciddiye almasanız daha iyi. Çünkü böyle diyenler marjinal kesimlerin sözcüleridir. Oysa Avrupa’da daha güçlü sesler, dinin bir üyelik kıstası olmadığını, yazılı kurallarda buna yer verilmediğine dikkat çekiyorlar. Söze katılan esmer, kilolu bir adam: - Türkiye’nin tam üye olmasına, orada olduğu gibi, burada karşı çıkanlar da çok ve bunlar haklı. Çünkü biz Avrupa’dan ziyade, Asya kültür ve medeniyetinin bir parçasıyız. Coğrafyamızda bunu gösteriyor. Haksız mıyım? - Bayım, siz kendinizi o aidiyette hissediyor olabilirsiniz, bu çok normal. Lakin çoğunluk, hatta Osmanlı anlayışı dahi Avrupalıydı. - Osmanlı da mı Avrupalıydı? Güldürmeyin adamı. Türkiye ve Osmanlı niyetleri esasta taban tabana zıt iken, bu gerçeği ya zihinsel körlükten ötürü görmüyor veya bilerek çarpıtıyorsunuz. - Fakat rica ederim bey efendi, bu nasıl olur? - Osmanlının Avrupalı olduğunu mu iddia etmek istiyorsunuz yine? - Elbette öyle idi efendim. Düşünsenize, sınırı Macaristan iken Avusturya ve Fransa ile komşu değil miydi Osmanlı? Osmanlı dediğimiz kimdi? Biz değil miydik? -Fakat biz oraya niçin ve nasıl gitmiştik, hangi üyelik anlaşmasına imza atmıştık, kim kime nasıl olması ve davranması gerektiğini dikte ediyordu, onlar mı yoksa bir Kanuni mi? - O konular farklı tabii... - Sizler farkında olmadan veya kasten, fetih statüsü ile anlaşma şartlarının gereği bir statükoyu karıştırıyorsunuz. Aslen Asyalı olan Osmanlı Sultanları, Avrupa’ya ait ülkeleri fethettikleri zaman, onlara tabi olmayıp, aksine, çoğunu kendine tabi kılmışlardı. Sizin desteklediğinizin bununla ne ilgisi var? Bu tez karşısında sükut eden konuşmacının yanında duran kravatlı bir adam söze katılarak: - Esasen beyefendinin sözleri doğruydu. Lakin o zaman Avrupa da bu Avrupa değildi. Malum ülkelerin hepsi müstakil krallıklardı. Şimdi ki Avrupa devleri önce kendi aralarında karşılıklı anlaşmalarla bir araya geldiler, sonra da Türkiye Cumhuriyeti bu birliğe katılmak istemini açıklayarak, Avrupa birliğinin ilgili idari organlarıyla Ankara ve Roma anlaşmalarını imzaladılar. - Demek ki Osmanlı Avrupalı değilmiş. - Evet, Osmanlının Avrupalılığı çok daha farklı bir yapı arz etmekteydi, zira Avrupa Osmanlıydı… Bunun üzerine önceki konuşmacı: - Osmanlının sonradan uğradığı yenilgilerden ötürü yapısal olarak değiştiğini ve İstanbul da bir zamanlar Fransızca konuşma modasının ne kadar yaygınlaştığını unutmamalı. Kilolu adam cevaben: - Biz o zaman ki Osmanlıyı zaten Osmanlıdan saymıyoruz. Zaten aslından sapıp, soysuzlaşmış olduğu için sonunda yıkılıp gitti. Onun yerine kurulan Cumhuriyetin şiarı “Tam bağımsızlık” iken, şimdi siz Atatürkçüler “Tam bağımlılık” diyorsunuz. Ne garip ki? - Hayır, karşılıklı bağımlılık, diyoruz. Onlar ne kadar, biz o kadar... - Öyle olsa iyi, ama gerçek öyle mi? - Bizim amacımız böyle ve bunu kabul ettirmek için çaba sarf etmeliyiz. - Onlar bizden daha müreffeh ve bu bakımdan daha güçlü olduklarına göre, eşdeğer olmak iddiamızda başarı şansımız az değil mi? - Evet, hayli az. Ama yine de yok değil. Çalışıp, başaralım ve onlara kendimizi kabul ettirelim. Bu durum böyle, yerinde saymaktan ve yine de onlara bağımlı kalmaktan daha iyidir. - Fakat onlar başka bakımlardan da çelişki içindeler. Çünkü bir taraftan farklı ırk ve kültürlerin birleşmesini teşvikten öte, önerirlerken, diğer yandan Türkiye’yi bölme anlamına gelen işlere destek vermekteler. - Evet, maalesef bu tür çelişkiler yok değil. Lakin yine de bu bizim dirençli çabalarımız karşısında hükümsüz kalır, yeter ki biz kendi ülkemizi,sözde kalmayan, adil hukuk kurallarıyla teçhiz edip, vatandaşı devletin kölesi durumundan kurtarıp, ona asli görevini verebilelim. Devletin asli görevi; vatandaşa samimiyetle hizmet götürmek ve bunu yönetmektir, onu ezmek ve ezdirmek değil. Amaçları bir kahve içmek olan Kazan ve Hüseyin, tartışmayı ilgiyle izlemiş, sonra oradan ayrılıp, sokaklara dalmışlardı. Hüseyin onu daha önce tanıştığı birinin yanına götürüyordu. Kale içinde bir çok köşe dönerek, eski bir yapı önünde durmuşlardı. Ana kapı asmalar arasında, görkemi dikkat çekecek denli usta işi, kadim işlemeler taşıyordu. Hüseyin ona mekan sahibi hakkında kısaca; - Sana birini tanıştıracağım. Müthiş tarafını hemen söyleyeyim; bu öyle ilginç biri ki, ne olduğuna bir türlü karar veremez, çoğu gibi, sen de onu sadece Ressam zannedersin. Oysa hayatta anlamadığı konu yok gibi. Ona sorarsan ama, bütün bildiğinin birkaç ilke olduğunu söyler...” Demişti. Kapının hemen yanında ki ışığı yakarak içeri girmişlerdi. Önlerine loş bir koridor çıkmış, onu geçerek ilerliyorlardı. Koridor boyu bir kaç kapalı kapı önünden geçmiş, sağ kol yönünde dirsek yapan ikinci koridorun sonunda ışık yandığı görülen başka bir odaya girmişlerdi. Usta onları ayakta karşılamış ve ocak başında ki sehpaya buyur etmişti. Kazan onu tanır gibiydi. “İnanılmaz bir şey!” Diyordu. Böylesini görmemiştim. Bir süre havadan sudan konuşup, saat gecenin üçüyken ayrılmışlardı. Geri döndüklerinde kimi öğrenci ve Hocalar toplanmış, ülkeyi ilgilendiren güncel konuları görüşüyorlardı. Üzerinde yoğunlukla durulan, Türkiye’de ki misyoner faaliyetleriydi. Tarihçi: - ABD ve Avrupa kökenli Hıristiyan Misyonerler, Türk gençlerine kanca atmış, kendi hikayelerini belletiyorlar. Bu durumda, siyasi iktidar tek kelime ile sorumsuz davranıyor. Tarihte benzerleri var. İktidarlar hükümet çarkını çevirebilmek için, ayni ve nakdi kaynaklara gereksinim duyar ve bunu sağlamak için de Misyonerleri besleyen yabancı vakıfları destekleyen büyük şirketlerin şantajlarına ister istemez boyun eğerler. Bir öğrenci: - Uzun sözün kısası, yabancılar, önce iktidarı belirliyor, sonra da diledikleri gibi at oynatıyorlar bu ülke topraklarında, değil mi? Bir başka öğrenci: - Öyle ama, bakıyorsun birileri çıkıp; aynı işleri Fethullahcılar yapıyor, bu durumda biz de onların çalışmalarına göz yummak zorundayız, diyorlar. Tarihçi: -Fakat nedense, misyonerlerde olduğu gibi, Fethullacı, diye tanımlanan eğitim teşebbüsçülerinin faaliyet içinde bulundukları ülkelerin vatandaşlarını kendi toplumlarına karşı kışkırttıklarını iddia eden kimse yok. Tuhaf değil mi? Hüseyin: -Fethullacı, diye bilinen cemaatin, gerek ülke içi ve gerekse dışında bir çok faaliyetleri olduğu bilinmektedir. Ancak bunların kimlik ve amaçları hakkında görüş birliği sağlanmış değil. Kimine göre, devletçe yasaklanmış olan, Nurculuk adı verilen, Said-i Nursi tarafından başlatılmış bir İslam şeriatçısı akımın yandaşları, kimine göre ise başta Türklerin yaşadığı ülkeler olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde eğitim hizmeti vererek, Türkiye’nin tanıtımına katkı sağlayan, iyi niyetli teşebbüslerdir. Kazan: -Kimileri de onların ABD tarafından, dünya çapında ki istihbari amaçları doğrultusunda (CIA mensubu öğretmenler vasıtasıyla) çalışmalara yönlendirilip, bu nedenle desteklendiklerini iddia ediyor. Her halükarda, bunların Misyonerlere benzemedikleri halde, onlarla kıyaslanmaları yanlış ve yanıltıcıdır. Kazan istirahat için çıkmış, devresi gün Ustaya uğramıştı. Usta buna çok memnundu. - Saklamağa lüzum yok, seni bekliyor, geleceğini umuyordum. - Sağ ol Üstat. - E, eh, nasılsın Kazan Hoca, Hüseyin nerde? - Sağ ol Hocam, iyiyiz. Onun biraz işi vardı. Daha sonra uğrar. - İstersen içeri geçelim. Orada sohbet için ortam daha müsait. Ustanın özel misafirlerini kabul ettiği hususi mekanına geçmişlerdi. Burada loş ışıklı, mistik bir hava hakimdi. Duvarları yağlı boya tablolar süslüyordu. Sağ köşede maun bir masa, antika tabureler ve önünde sandalye bulunan resim şövalesi vardı. -Burası benim yaşayıp, işleyerek pas tutmadığım, huzur, mutluluk ve çileyi yaşadığım mekandır Kazan. Nasıl buldun? - Üstat tam sana göre. Başka türlüsünü hayal edemezdim… - İstersen sulu veya susuz bir şeyler alabilirsin, beyin ve hafızayı cilalamak için yani. Bak burada bir nargile ve şu dolapta içeceklerimiz var… - Çok güzel… Üstat, ben sana tabiyim, ne önerirsen onu almağa hazırım… - Tamam. o halde önce şu nargileyi yakalım… - Hay hay… Bir süre sonra sohbete başlamışlardı. Ama bu öyle alışıldık bir sohbet değildi. Biri birini eksiksiz anlayan iki kişinin sohbetiydi. -Üstat, bizi karşılaştıran Hüseyni Tanrı görevlendirmiş olmalı. - İnan, aynı şeyleri düşünüyordum. Sahi siz nereden tanışıyordunuz? - Demek anlatmadı… İçerde tanışmıştık, beş yıl önce… Hüseyin değerli bir kişi, onu ilk gördüğümde ısınmıştım… - Bunu sadece sanıyor ama emin değildim. Sormadım da. - Farkındayım. Siz ne yapıyorsunuz? Hüseyin bir tür Zaviye işlettiğinizi söylemişti. - Evet, bir Zaviye denilebilir. Bakış açısı, malum. - Sen ve arkadaşların buna rehberlik ediyorsunuz. - Evet, öyle Üstat. - Ya öğrenciler, onlar kim, Türk mü, yoksa karışık mı? - Çoğu aslen Türk, ama Anadolu’da mevcut bütün oymaklardan talebe var. - Peki başarı oranı ne durumda, hiç sonuç alındı mı? - Şu ana kadar iyi. - Bir başka sorum da şu ki; Öğretinizin temel felsefesi Türkçü mü, yoksa İslamcı veya hangi bakış taraflısı? - İkisi birden. - Fakat bu çok zor, değil mi? - Evet, ama yürüyor. Yedi yüz yıldır böyle değil miydi? - Yürüyor muydu, sence? - Aksi olsa bir arada bulanabilir miydik? - Tanrı bilir, ama bana kalırsa, buna yürümek değil, emeklemek, dense yeridir. - Nasıl yani? - Kazan, bilirsin ki buna yürümek değil, bilakis, son üç yüz yıldır emekliyoruz böyle. - Doğru, ama yine de bir aradayız. Yani Kürt, Laz, Abaza, Çerkez, Gürcü, Ermeni, Yahudi, Arnavut… - Tamam lakin, böyle çok etnik temel ve keza birden çok tabii idealleri bulunan öğrencilerin bulunduğu bir okulun tek amaca erişmekte başarılı olabilmesi mümkün müdür? - Mantıken hayır, ama şimdiye kadar pürüz yaşanmadı. - Yaşanmadı, çünkü henüz öğrenilenlerin tatbik vakti, yeri gelmedi. Her şeye rağmen, aksi olmaz, dilerim. Ama tahminim o ki, önünde sonunda beklenen veya beklenmeyen bir takım pürüzler çıkacaktır. Zira sürünmekten kurtulup, atalarınızdan sizlere miras kalan bu güzel topraklar üzerinde insan gibi, Beğ gibi, yaşaya, yürüyebilmek için daha iyi bir sistem, daha sağlam bir yönetimin anlayışının kurulması şarttır. - Ne diyelim Üstat, daha şimdiden çıkmağa başladı bile. Zira nüfusumuzun küçük bir kısmını teşkil etseler de, Avrupa üyeliği gerekçesi, belki onların kışkırtmasından, başta Kürtler, kendi dillerinin resmi dile alternatif olmasını istiyorlar. Hatta silaha sarılarak, bunu daha ileri götürmeğe, ülkeyi bölmeğe de kalkışıyorlar, ama asiler daima başarısız olup, önderleri Öcalan da halen hapistedir. - Tamam lakin, nasıl olmuştu bu? - Duyduk ki, nereden aklına estiyse, bölgede görev yapan (Atilla Işık) bir komutan, nihayet Sureye’ye, ya bu terörist başını salarsınız veya bu bizim için savaş sebebidir, diye ihtar edince, artık kendisine yol görünen terör elebaşçısı dünyada sığınacak yer, kaçacak delik aramağa başlamış. Önce Moskova, sonra Yunanistan, İtalya derken, kendisini Afrika ülkelerinden Kenya’da bulmuş ama, bu sırada Türkiye hükümeti bu nedenle ABD ve Israil’den (CIA ve MOSSAD) ricacı olmuş… Derken bunlar hemen yerini tespit ile muhtemel devir teslim şartlarında anlaşılıp, bizimkilerde uçakla giderek, elleri ile koymuş gibi, onu bulup, salimen ve de bir sürü çalımla, “ülkene hoş geldin Öcalan” diyerek, buraya getirmişler… Sonrası malum… Mahkeme, müstehak gördüğü için kendisini idama mahkum ediyor lakin, Avrupa bastırıp, idama cevaz veren ceza yasasını değiştirip, en yüksek cezayı müebbet yaptırınca, bu hüküm uygulanamayıp, elebaşı bu kez örgütünü içerden yönetip, zavallı milletin evlatları, vakitli vakitsiz ölmeğe, (tepkiler yükselip, halk isyan etmesin diye bu cinayetlere şehit sanı veriliyor) devam ediyor… Bu şekilde sorun çözüldü mü peki? - Hayır. Ne yazık ki değil. Çünkü malum, AB-D kuvvetleri Irak’a saldırırken, karşı koymak yerine, komşuluk hak ve hukukuna ihanetin yanında, kendi geleceğini de tehlikeye atan Türkiye, Kuzey Irakta yaşayan Kürt aşiretlerin bağımsız güç oluşturmalarına katkı yapıp, derken sağlanan her türlü dış yardımla orada, sözde bir Kürt devleti kurmağa çalışıyorlar. - Tabii, bu da sizlerin amaçladığı yararın gerçekleşmesine engel teşkil edecek bir ortama yol açıyor, değil mi? - Evet. Orada kurulan kamplarda yetişen teröristler her fırsatta Mehmetçik kanı dökerken, ikide bir şehirlerde toplanan terör örgütü sempatizanları, yaşasın Apo ve Kürdistan, diye bağırıp, şu veya bu şekilde bir Kürt Devleti kurulabilirse, onunla birleşmek niyetlerini gösteriyorlar. Bu ise malum, ülkenin Güneydoğusunun elden çıkması demektir. - Evet, bence de vaziyet aynen böyledir… - Bu, yerine göre gayet mahrem şeylerden söz ediyoruz lakin, hakkınızda fazla bir malumatım yoktur şahsen. Biraz kendinizden bahsetmek istemez miydiniz? - Öncelikle, sizli-bizli hitabeti bırakıp, senli benli olalım, derim. Sonra, soruna gelelim. Tabii ki, neden olmasın. Ben aslen bir Uygur Türküyüm. Çinlilerle giriştiğimiz son bağımsızlık savaşından beri, ikinci yurdum, Türkiye Cumhuriyetinde yaşamaktayım. - Kemal Beğ’e senden bahsedeceğim. Bizim Zaviye’de ders vermek ister miydin? - Olabilir, ama Kemal Beğ dediğin nasıl biri, görüşlerimiz uyar mı? -Bundan şüphen olmasın, kabul edersen bu iş oldu demektir. - Ama bir şartım var; bundan sonra öğrenciler sadece Türk aslından olacak. - Tamam Üstat. Yeni kayıtlarda buna dikkat ederiz… Ustanın zaviye erkânına tanıştırıldığı akşamdı. Kemal Beğ ve hocalar toplanmış, Kazan takdimi yapmıştı. Kemal Beğ ona hitaben; - Hocam, bize katılmanıza çok sevindik. Çalışmalarınızı kolaylaştırmak için ne gerekirse, bildirmenizi rica ederim. - Teşekkür ederim Kemal Bey. - Sizi aramızda görmekten ne kadar onur duyup, iş birliği yapmanın kıvancını duyduğumu öncelikle ifade etmek isterim. Bu sözler Tarihçi hocaya aitti. Usta ona cevaben; - Sağ olunuz hocam. Bu onur bana ait. Bütün hocalar bu ve benzeri sözlerle hoşnutluklarını dile getirdikten sonra, söz Ustanın stratejisi ve bunun gerekçelerinin izahına gelmişti. Kemal Beğ: -Sayın Hocam, bize katılmak şartınız açıklandığında hem şaşırdım, hem de çok memnun oldum. - Evet Kemal Beğ, kuruluş amaçlarınızı öğrenince, bu günkü yapısıyla, bu dergahın, ihtiyaca cevap vermekten uzak kalacağını düşündüm. Zira milli hedefler, yapısı itibarı ile, daima ayrı takip edilir. Aksi durumda olan bir kuruluş zaten milli olmaz. - Tabii ki, burada, bundan böyle, bu ülkenin milli ad ve yüksek menfaatlerine uygun, kendi davranış ve rekabet becerileri öğretilmelidir… Derken yeni kurs dönemi ve kayıtlar başlamış, öğrenci adayları Anadolu’nun dört bucağından sökün edip, gelen öğrenci adayları ile kursiyer toplam mevcudu bu defa yetmiş öğrenciyi bulmuştu. Usta ilk dersinde, genel içtimai hayat ve ülkede olan bitenleri hülasa ederken, öğrencilerden biri söz isteyerek, şöyle soruyordu: - Hocam adım İhsan, sizce bu Ergenekoncu denilen şahıslar, ki malum tutuklu veya umum sanıkları içinde bir çok ve hemen her rütbeden asker var, bahsedildiği gibi, yanlış işler mi yapmışlardır, yoksa bu işin içinde başka işler de mi var? - Bu soru nereden aklına geldi bilmem de, iyi ki sordun. Bu konuya dair bilinmeyen veya bizim bilmediğimiz durumlar, hususlar olabilir elbet lakin, önce size şöyle bir soru sorarak, konuya başlamak istiyorum; Sizlere göre, Türkiye’nin, daha doğrusu, Türk milletinin düşmanı veya düşmanları var mıdır, varsa bunlar kimlerdir? Bu soru üzerine ilk el kaldırıp, söz almak isteyenlerden birine başıyla işaret Üstat, ona hitaben; - Evet, söyle bakalım evladım… - Hocam benim adım Şamil, aslen Karslıyım. Bana göre Türk milletinin bir çok düşmanı vardır. Bunların başında, komşumuz ve stratejik menfaatlerimiz çatıştığı için Ruslar gelir. Bunları Ermeniler izler. Daha sonra da Yunan, Bulgar ve sair Avrupalılar… Bir başka söz isteyen öğrenci: - Hocam ben Erzurumluyum ve adım Cengiz. Arkadaşımın söyledikleri doğrudur ama, düşman denince, herkesi değil, sadece güç yetirmekte zorlanacağımız millet veya devletleri saymak gerektiğini düşünürüm. Şu halde arkadaşın zikrettiği Ruslar’a ilaveten, Çinliler, İngiliz ve Amerikalıları, sonra önde gelen Avrupa devletlerini saymak gerektiğini düşünüyorum. - Her ikinizi de tebrik ederim. Söyledikleriniz doğrudur ve ben dahi katılıyorum. Şimdi ikinci soru; bu düşmanlar Türk milletini alt edip, yurtlarını peyder pey ele geçirerek, Anadolu topraklarında hükümran olmak isterler mi, istemezler mi? Bu soruya adeta bütün sınıf aynı anda cevap vererek; - Elbette ki isterler ve istedikleri de her hal-tavırlarıyla zaten belli oluyor…. Demişlerdi. - Bunun üzerine Üstat; - Evet gençler, haklısınız, çünkü bu böyle değildir, diyebilecek durumda değilken, bu böyledir demek için elimizde her türlü gerekçe ve tavır örnekleri mevcuttur. Hal böyle olup, düşmanlar emellerine erişmek için peki, ilk iş olarak ne yapar veya burada neyi neyi bertaraf etmek, ortadan kaldırmak veya teslim almak isterler? Bu soruya yine bütün sınıf aynı cevabı vererek; -Tabii ki ülkenin milli ordusunu, demişlerdi. - Peki ama, ya buna ihtiyaç duymayacak tedbirleri çok daha öncesinden alarak, ordunun kendilerine bırakın müdahale etmesini, katkı sağlamasının şartlarını hazırlamış iseler? Örneğin onu NATO üyesi yaparak, o zaman ne yaparlar? Bu soruya ısrarla cevap vermek isteyen Erzurumlu öğrenci söz alıp: - Evet hocam, aynen dediğiniz gibi olup, o yüzden yabancılar (Avrupa Birliği ve IMF) özelleştirme adı altında, devlete ve millete ait bir çok önemli milli kurumun enternasyonal alanda ihale ile satılmasını dayatmış ve hükümette bunları kabul etmiştir. Yani, ülke ekonomik anlamda dışardan yönlendirilebilir, bağımlı hale getirilmektedir. Geçenlerde okuduğum bir dergide gördüğüm liste karşısında hayretler içinde kalmıştım. Çünkü dün düşman saydığımız bir çok ülkenin şirketleri ülkemizde ki her bakımdan çok önemli ve zarar değil, kâr eden, para kazandıran milli işletmelere yüzde elli veya kimi durumda daha fazla oranda, sahip olmuşlar. Bunlar arasında neler yok ki? En dikkat çekenler de Tüpraş, Türk Telekom ve OYAK… Oyak’ın, ki şimdi adı artık AXA&OYAK olmuştur, “Türkiye, 1915 sonrasında yaşanan olaylarda Ermenilere soy kırım yapıldığını kabul etsin, biz Ermeni tazminatını ödemeğe hazırız, dediği bile haber konusu olmuştur. OYAK’ın Ordu Yardımlaşma Kurumu adını taşıdığını da hatırladıktan sonra, düşünebiliyor musunuz bunun anlamını arkadaşlar? Bu durumu havlası alıp, mantığı kabul etmeyen bir başka öğrenci tepki ile: - Bu nasıl olur hocam? Demin ordunun niye müdahale edemeyeceğine ilişkin açıklama yapmıştınız lakin, bırakın gidişata müdahale etmesini, bizzat ve en ifrati konuda kendi şirketinin şimdi ki Fransız Ermeni’si olduğu söylenen Genel Müdürünün yaptığı bu açıklama ve teklife ne demeli şimdi? Diye sormuştu. Bu duruma bir başka öğreci şöyle bir izah getirmişti: - Bütün bunlardan anladığım o ki, her nasılsa NATO’ya dahil ederek, bir şekilde tesir altına aldıkları ordu yönetimi, daha doğrusu Genel Kurmayımızı, bu oldu bittileri millete daha kolay hazmettirmekte kullanıyorlar…?! Bir başka öğrenci: - Önce Milli İstihbarat Örgütünün bizzat kurup (Apo bir MIT Ajanı imiş), sonra iplerini yabancı servislere kaptırdıklarını itiraf ettikleri (bu sanki geçerli bir bahane imiş gibi, M.Kaynak söylemişti) PKK terör örgütü, aradan yirmi beş sene geçtiği ve binlerce sivil ve devlet memurunun hayatına ilaveten milyarlarca dolar paraya mal olan mücaleye rağmen, hala etkisiz hale getirilemeyişi tevekkeli değil imiş, demek ki?! Bir başka öğrenci; - Bütün bunlar yola çıkarak; asker, polis ve sivil vatandaşların yıllardır sürdürülen kalleş teröre kurban edilmesinin arkaik amacı aslında, mamkünse bütün Türk milletinin direnç ve inancının yıkılıp, pkk örgütünün bitirilip, niyetlerinin yok edilemeyeceğine genel inanışın sağlanması için imiş, dersem, yanlış mı anlamış olurum? Diye sormuştu…. Bir başka öğrenci bu yaklaşımdan hareketle; - Gelinen duruma bakınca, belli ki, aynen böyle imiş. Millet, yani asker ailesi halk, çocuklarının iki de bir şehit gitmesinden o kadar bıkıp, usanacak ki, artık orduya asker dahi vermek istemeyecek duruma gelerek, böylece ve kendiliğinden, Türkiye’yi ele geçirmek isteyen düşmanlara karşı hiç savaşmaksızın, ordusu dağılıp, egemenliğini istese dahi koruyamayarak, nihayet bunu AB-D’nin başkenti Brüksel’e devretmek zorunda kalacak… Diye, bir sonuç çıkarıyorum. Bir başka öğrenci: - Peki ama, ya bu günlerde tutuklanan eski veya elan dahi görevde olan Generaller niye cezalandırılmak isteniyor? Görevlerini hakkıyla yapmayıp, ordu ve milleti bu durumlara duçar ettikleri için mi, yoksa bilakis, millet ordusunun (Ki bu malum milletin onur ve namusu, yegane dayanağı sayılmaktadır) generallerinin dahi pespaye edilerek, ordunun fiilen yenildiğinin millet nezdinde ispatı ve kabul edildiğinin somut göstergesi veya sonucu sayılsın diye mi, bu tutuklamalar yapılıyor? Bütün bunların üzerine Üstat şöyle diyor; - Gençler, bireysel muhakeme ve durum değerlendirmeleriniz takdire şayan, lakin hadisatın detaylı gerekçelendirilmesi için daha bir çok soru ve cevaba ihtiyaç vardır. Onun için, herkesten ricam, yeri geldiğinde, uygun soruların buna göre ortaya sürülmesidir. Bunun üzerine öğrencilerden biri söz isteyerek: - Değerli Hocam ve arkadaşlar, gelinen bu noktaya kadar şahsen anladıklarımı özetleyince, bütün sorumluluğun bu ülkeyi korumak, kollamak ve vakti geldiğinde hayatları pahasına savunmak görevi üstlenmiş, bu yetkeye sahip olan askeri erkan, yani subaylar ve onların tutumlarına (ki bu maalesef ki, şimdiye kadar menfi bir mahiyet arz etmiştir) dayandığını anlıyorum. Yanılıyor muyum? Diye soruyordu. Buna cevap vermek için konuşan Üstat şöyle diyordu: - Evet, gelinen bu nihai çıkarım ilk etapta yanlış değil ancak, tam doğru olduğu da söylenemez. Çünkü ordu içinde görevli binlerce subayın mevcut askeri hiyerarşi içinde, bırakın alenen veya gizlice bir araya gelip, düşünce paylaşarak, hayati önemi haiz teşhis ve tespitler yapmakla kalmayıp, ona göre önlem alıp, tavır koyabilmelerini, buna çok uzaktan yaklaşan tutum ve eğilimleri görülür görülmez, kayda geçirilip (gizli muhbirler vasıtasıyla) ilk fırsatta ordu ile ilişiklerinin kesilebildiği unutmamalı. Bu demek oluyor ki, elan veya geçmişte, orduda subay olarak görev yapmış gerçek anlamda vatan ve milletini düşünen Atatürk anlayışında olanlar, birlikte karar alıp, tavır koymak fırsatına belki hiç erişememiş de olabilirler. Dolayısı ile, bu işleri asıl yapmaları gerekenler, gizlice takip edilmeleri nispeten zor olan bizim gibi sivil vatanseverler (buna ordudan atılan veya emekli olanlar da dahildir) olsa gerekti, muvazzaf subaylar değil. Bunun üzerine bir başka öğrenci: - Şu halde bu demek oluyor ki, şimdilerde içeri alınan ve kendilerine Ergenekoncu denilenler (ki malum, bunlar arasında bir çok ve her meslek-meşrepten siviller de vardır) bu düşüncede olan kişilerdir. Öyle mi Hocam? - Öyle olması, daha doğrusu, böyle olmaları gerekirdi lakin, söz konusu kişilerin gerçekten bu niyet ve tavır içinde olduklarını gösteren somut delil olmadığı gibi (çünkü şimdiye kadar ihtilal veya darbe düşünülüp de fiiliyata geçmeden ve böylesine tersine evirildiği vaki değildir), tam aksi, (ki, yeni düzenin kurulabilmesi için, bu bozulum veya yenilginin Türk milleti ve ordusu adına birileri tarafından yapılması gerekiyordu, fiilen kabul ve üstlenilmesi anlamına gelir,) durumu işaret ediyor, her ne kadar bu tez şu an için kesin bir tespit olmasa bile. Bunun üzerine söz alan bir öğrenci: - Şu halde bu durumda gerekeni vaktinde ve uygun şekilde yapmak yerine, kasti hatalar (elzem olan önlemleri almayıp, hareketi dumura uğratarak) yapılmıştır, diye mi anlamalıyız hocam? - Evet, buna dair kuşku maalesef ki, kesin bir tespit olmasa da, elan dahi geçerlidir. Bir başka öğrenci: - O zaman bu durumu kısaca şöyle özetleyebiliriz: - Ordu yönetimi (GKB) malum harici tesirlere (AB-D NATO) maruz olarak, daha baştan aleyhte bir yapı arz ederken, bu durumu değiştirmek isteyenlerin acizlik veya beceriksizleri sonucu bu durum oluşup, TSK elan mevcut olsa bile, bu yapı ve görev anlayışı ile bağımsız hareket edebilmek yetisini sahip, kendi ve vatanını bekasını temin etmekten uzak bir Türk ordusu sayılmayıp, ne zaman hepten dağıtılacağı dahi muğlak bir durumdadır. - Evet, maalesef ki gelinen vaziyet aksini gösterir bir durum arz etmiyor… Bunun üzerine söz alan bir öğrenci: - Vaziyet bu kadar vahim olduğuna göre, bu duruma vakıf olan bütün vatanseverlere olduğu gibi, bizlere de yapacak iş düşüyor, demektir. - Evet ve işte iştirak ettiğiniz bu kursun esas gayesi bu hizmette görev alabilecek duruma gelmenizi sağlamaktır. Mesele anlaşıldığına göre, çalışmalarınıza bundan böyle ne kadar önem vereceğinizi ayrıca tembihe gerek yoktur… Bu dersten sonra kursun anlam ve önemi daha bir mana kazanıp, çalışmalar ona göre bir gayret ve dikkat ile sürdürülüp, her altı ayda mezun vererek, memleketin geleceğine yön verecek yüzlerce eleman yetişmiş ve yurdun dört bir yanına dağılarak, o kutsal gayenin tesis ve temini için gün saymağa başlamışlardır… -Son- Husrev Özel
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hüsrev Özel, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |