Başka dillerle ilgili hiçbir şey bilmeyenler, kendi dilleriyle ilgili de hiçbir şey bilmiyorlar. -Goethe |
|
||||||||||
|
Bu başlık size neyi hatırlatır bilmiyorum ama ben bu anı yazımı; Eğitim Bir-Sen’in düzenlediği; “Ödenmiş Bedeller Unutulmasın” konulu yarışma için kaleme almıştım… Yarışmanın sonuçları 6 Ocak 2012 tarihinde Eğitim Bir-Sen Malatya Şubesi tarafından muhteşem bir törenle açıklandı. Sonuçlar açıklanınca “birinci seçilen” değil, dereceye bile giremeyen bu anı yazımı sizlerle paylaşmak istedim. Yani anlayacağınız; “28” başlıklı bu yazımı bir de, siz değerli okurların bilgisine sunarak değerlendirmenizi istedim. Eğitim Bir-Sen beğenmese de; bedel ödemiş birisi olarak kendimi ancak bu kadar ifade edebildim ne yapıyım?... Şimdi, virgülüne, noktasına dokunmadan sizleri o yazı ile baş başa bırakıyorum… 28… 28 Şubat Post modern darbesinden en çok darbe alanların başında Malatya gelir. Zira senaryosu inanmış/Müslümanlar üzerinde kurgulanarak sahnelenmişti bu malum sürecin. Hakeza, “28 Şubat darbecileri” Malatya’yı pilot bölge seçmişlerdi… Bizler de, Malatya’da 28 Şubat’ın kurbanlıkları idik… Dimağımda silinmez izler bırakan bu vahim sürece geçmeden önce, 28 Şubat post modern darbesinin nereden başlayıp nasıl geliştiği ile ilgili kısa bir hatırlatmada bulanmak istiyorum… Tarihe “28 Şubat Kararları” olarak geçen ve 9 saat süren 1997 Şubat ayı MGK toplantısı sonrasında açıklanan bildiriyle başlamıştı her şey... Cumhurbaşkanı olarak o gün MGK’ya başkanlık eden Süleyman Demirel; “Bu bir süreçtir. Yani Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlamış ve devam eden bir süreçtir, devam da edecektir. Bu böyle gidecek.” (29 Şubat 2000, Milliyet Gazetesi) demişti… MGK’da belirleyici güç durumunda olan ve 28 Şubat’ın hazırlayıcısı olmakla övünen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da, Demirel gibi; 28 Şubat süreci’nin 1923’ten bu yana sürdüğünü ifade ederek şunları kaydetmişti: “İrtica ne zaman palazlansa bu süreç kendini gösterir... İrtica tehdidi bin yıl sürse 28 Şubat süreci de bin yıl devam edecektir. Bitmiş değildir.” (28 Şubat 2000, Akit Gazetesi ) Hatırlarsanız; o günkü MGK tarafından, İslamcı kesimleri izlemek, önlemler almak hatta daha bariz bir ifadeyle sindirmek amacıyla “Batı Çalışma Grubu” oluşturulmuştu. İnançlı kesimler hedef alınarak, bizzat Genelkurmay tarafından hâkim ve savcılar başta olmak üzere değişik kesimlere brifingler verilmişti. İslami kesimin denetim altına alınıp sindirilmesi; İmam Hatip Okulları ve Kur’an kursları gibi kurumları sıkı denetime tabi tutup, takibe almışlardı. “8 yıllık kesintisiz eğitim” ile 28 Şubat darbecileri, İmam Hatip Okullarının orta kısmını kapatarak, çocukların küçük yaşta din eğitimi almalarını engellemek istemişlerdi. Böylece 28 Şubat tarihli MGK toplantısının ardından alınan kararlarla ilgili olarak ülkemiz yoğun tartışmalara sahne olup bir kaos ortamı oluşturulmuş oldu… 28 Şubat süreci, Malatya’da; İnönü Üniversitesi Senatosunun 21 Nisan 1999 tarihinde aldığı “Kılık kıyafet mevzuatına uymayan öğrencilerin okula alınmaması” kararıyla fiilen başladı… 28 Şubat darbecileri, bilinçli ve planlı olarak bu süreci Malatya’da başlatarak -kısmen de olsa maalesef- emellerine ulaşmış oldular… İşte post modern darbecilerin işgüzarlığıyla, Malatya’da başlatılan 28 Şubat’ın kurbanlarından biri de bendim… O dönemde Malatya’da yerel bir gazetenin yazı işleri müdürü olarak görev yapıyordum. O gün (27 Nisan 1999) gazetemde haber yapmak amacıyla Malatya’nın Akpınar semtinde hıçkırıklara boğulmuş bir grup mağdur başörtülü öğrencinin fotoğraflarını çekmiştim. İnönü Üniversitesi Senatosunun aldığı “kılık kıyafet mevzuatına uymayan öğrencilerin 26.04.1999 tarihinden itibaren üniversitenin kapalı mekânlarına girişlerinin yasaklanmasıyla olaylar başladı/başlatıldı Malatya’da. Okulun bahçesinden içeri (sınıflarına) alınmayan öğrenciler, çareyi şehir merkezine dönmekte bulmuşlardı. Başörtülü öğrenciler, şehirde (Malatya Adliye kavşağında) iner inmez, kimileri polis tarafından tutuklanarak Merkez karakoluna götürülmüş, kimileri de polisten kaçarak Akpınar’da bulunan esnaf ve çay ocaklarına sığınmışlardı. Polisler, şehre inen başörtüsü mağduru öğrenciler protesto eylemi yapmasınlar diye, takviye ekipler isteyerek Malatya Akpınar’da mağdur öğrencileri adeta muhasara altına almışlardı. Bütün bu olup bitenleri haber yapmak amacıyla bir gazeteci olarak, fotoğraf çekmek ve bir iki de öğrenciyle konuşmak, “başörtülü öğrencilere yardım” gerekçesi gösterilerek ertesi gün (28 Nisan 1999), henüz şafak atmadan, terörle mücadele ekiplerince evime baskın yapılarak meşhur “2911 maddesi”yle gözlem altına alındım… Henüz evden çıkartılmadan gözlerimi bağladılar ve beni “TEM”’e götürdüler. (TEM’e götürüldüğümü çok sonradan öğreneceğim) TEM’de gözlerim kapalı, hiçbir yeri göremiyordum. Tamamen verilen talimatlar doğrultusunda hareket edebiliyordum. “Başını eğ” diyorlardı, eğiyordum, “kaldır başını!” kaldırıyordum. “yürü” diyorlardı, yürüyordum, “dur”, diyorlardı, duruyordum. “Önünde duvar var, kaldır ellerini!” diyorlardı, kaldırıyordum. “Ellerini duvara daya, bekle öyle…” Aynen filmlerdeki esirler gibi… Duvara ellerimi dayayıp beklemiştim saatlerce. Diğer taraftan işkence yapılan insanların feryatlarını dinletiyorlardı bana… Sanki bir rüyadaymışım gibi, uyanırsam bütün bu olup bitenler bitecekmiş gibi geliyor bana… Ama bu rüya bitmiyordu, maddi ve fiziki işkencelerle bir kâbusa dönüşüp geçmiyordu zaman… Ve CEZAEVİ… Dört heceli bir kelime ama hiç kimsenin söylemediği / sevilmeyen soğuk bir kelime… “Cezaevi” denilince -o güne kadar- sırf suçluların bulunabileceği bir yer olarak çağrışım yapıyordu bende… Ama o günden sonra, cezaevinin yalnız suçlular için olmadığını, suçsuz insanların da bu zindanlarda tutulduğunu, hapsedildiğini gördüm tıpkı Hz. Yusuf gibi.. Polislerden Jandarmalar devraldı bizi. Üstümüze demir kapıların kapatılmasıyla “Allah kurtarsın” denildi. “Allah kurtarsın” kelimesi cezaevine has bir tabir olduğu için cezaevine ilk adım attığımı ancak o an anlayabilmiştim... “Peki neden? Hangi suçtan dolayı demir kapılar arkasına kapatılmıştım?” şeklinde kendi kendimi sorgularken bir taraftan da Malatya’da gelişen ya da gerçekleştirilen olaylar bir film şeridi gibi zihnimden akıyordu… MGK kararları… İnönü Üniversitesi Senato kararları… Öğrencilerin kampüse ve derslere alınmaması… Ve malum olaylar… Aslında ben ilk TCK’nın 2911. maddesinden tutuklanmıştım. Ardından, dışarıda iki hafta, her Cuma namazından sonra devam eden olayların dozuna göre suçum sırasıyla TCK’nın 2911, daha sonra TCK’nın 312. maddesi ve bilahare TCK’nın 146/2 maddelerinden idamla yargılanmıştım… Ancak bu havadan-sudan bahanelerle yapılan tutuklanmalar, Malatyalılara bir türlü inandırıcı gelmemişti. Malatya E-Tipi Kapalı Cezaevi bu soğuk süreci yaşayanlara dar gelmişti. Tutuklular ardı ardına guruplar halinde gönderiliyordu. Öyle ki, cezaevinde yatılacak yer kalmamıştı. O güne kadar hiç açılmayan, paslanmış demir kapılı koğuşlar bile ihtiyaca binaen bizim için açılmıştı. O günkü gazeteler yüzlerce insanın tutuklandığından bahsediyordu; “Başörtülüler tutuklandı”, “Geçtiğimiz Cuma günü binlerce Malatyalının başörtüsü yasağını protesto etmesinin ardından 44’ü bayan 236 kişi gözaltına alınmıştır” şeklinde manşet atıyordu gazeteler. Kimi gazeteler,“Malatya patladı.” kimisi, “Malatya da seri tutuklamalar” kimisi de “Malatya E-Tipi Kapalı Cezaevi hakkını arayan insanlar ve onlara destek olanlarla doldu.” şeklinde haberlerle çıkıyordu. Hakikatten Malatya patlamıştı ve halkın infiali kelimelerle ifade edilecek gibi değildi. Malatya E-Tipi Kapalı Cezaevi hakkını arayanlar ve onlara destek olanlarla dolup taşmıştı. Kimi gazeteler de, gelişmelerden haberleri yokmuş gibi asparagas haberlerle; “Malatya’da şeriatçı kışkırtması” şeklinde manşetler atıyordu. Aradan kırk gün geçtikten sonra, başörtüsü yasağı sebebiyle tutuklanan bizlere de, cezaevinde haftada bir gün görüş günü olarak hak tanınmıştı. Bu karardan sonra o günü iple çeker olmuştum. O gün geç vakitlerde ancak ismim okunmuştu.. Annem gelmemişti. Eşim ve yengem gelmişti. Yengem beni görür görmez gözyaşlarına boğulmuştu. Anlaşılan o malum haberi onlar da duymuş. Eşim bir dirhem et kalmıştı çarşafın içinde, beni görür görmez; “haberi siz de duydunuz değil mi?” dedi. Bilmezlikten gelerek: “Ne haberi?” dedim. ‘Hadi hadi saklama öyle, biz zaten biliyoruz. Geçen gün sabah haberlerinden öğrendik. Hasan Abine söyledim. Hemen gitti bir gazete aldı, okuduk… Hem duymayan mı kaldı; siz idamla yargılanıyormuşsunuz….’ (konuşurken sesi titrek eşimin…) Anlaşılan dualarındaki “şehitlik talebin” kabul görülmüş Mevla tarafından…” Konuyu değiştirmek için çift camlardan seslenerek; “Sen konuş yenge, sizden ne haber, abim nasıl? Annem niye gelmedi?!” dedim ve sözcükler boğazımda düğümlendi, ne yutabildim, ne de konuşabildim… Annem yoktu, anlaşılan anneme bir şeyler olmuştu… (Çok sonradan öğrenecektim ki; annem idamla yargılanma haberini duyar duymaz düşüp bayılmış, kalp krizi geçirmiş. O gün ilk haberi mahalleli kadınlarından duymuş fakat inanamamış, sonra radyoyu dinletmişler. Sanki bir müjdeli habermiş gibi.. annem radyoda okunan idamlık listede benim ismimin geçtiğini duyar duymaz düşüp bayılmış. Hastaneye kaldırmışlar, oradan da yoğun bakıma alınmış, üç gün, üç gece baygınmış, kalp krizi geçirmiş. Anne yüreği, dayanır mı ciğerparesinin idamla yargılanma haberlerine…) Görüşmecilerimden ne kadar gözyaşlarımı saklamaya çalıştıysam da becerememiştim… Onca konuşacak meseleler varken, konuşacak tek kelime bulamamıştım. Konuşacak hiçbir şey yokmuş gibi aynı şeyleri tekrarlayıp durmuştum… “Eee..başka ne var, ne var, ne var ne yok? Annem nasıl? Abim de iyi değil mi? Annem niye gelmedi? Annem iyi değil mi? Annem niye gelmedi? Annem niye gelmedi? Annem niye gelmedi? …” Diyerek adeta akıl tutulmasına uğramıştım. O gün Malatya’da idamla yargılanan yalnız ben değildim. Benimle birlikte 53’ü idam, 22’si 5 yıldan 15 yıla kadar hapis talebi ve 161 kişi de 2911 Yasaya (izinsiz gösteri) muhalefetten yargılanacaktık… Tutuklandığım sabah, üzerimde ceket vardı, hava çok soğuktu. O gün yağmur yağmıştı... Yüreğimdeki ızdırabı dile getirircesine bir sağanak yağmur yağmıştı. İfademi verip hemen dönecektim. Eşimin tahminiyle; geç kalmayacaktım. Hatta gazeteye bile uğramadan eve dönecektim. Çabuk dönecektim. Eşim öyle demişti, “çabuk dön emi”, demişti… Şairin tabiriyle; “Zindanda dakika farksızdır aydan” Ve mahkemeye çıkartılmıştık… “Tutuklandığım gün hava soğuk”, demiştim ama bugün çok sıcaktı. Üstümde ceket yoktu, kısa kollu bir gömlek olduğu halde terliyordum. Anlaşılan, tutukluluğumuzun üzerinden çok zaman geçmişti… Sirenler… Sirenler çalıyordu. Konvoy halinde mahkûm taşıyan arabalar siren çalarak ilerliyorduk… Mahkûm taşıyan (ring) araçlarda ellerimiz kelepçeli, dudaklarımız kupkuruydu. Susamıştık Hüseyn’nin Kerbelası misali… Tükrüğümüz maya tutmuş ağzımızda… “Tükür”, deseler; tükürük çıkmaz hiçbirimizin ağzından. Bu esnada milli şairimizin bir mısrası gelmişti aklıma: “Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne/Acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne” “Hava sıcak” demiştim, içimiz yanıyor ve sirenler çalıyordu. Yol boyu hep sirenler çalıyordu. Aklıma “çöl fırtınası” dedikleri Amerika’nın Irak halkını bombaladığı sırada çalınan sirenler gelmişti… Sirenler çaldı mı bomba var demekti. Halk sığınağa kaçardı… O sahneleri televizyonlarda izledikçe o zamanlar, bize bir film gibi gelirdi. Çocuk kadın genç- yaşlı demeden Irak halkı bombalanırken biz o kış, sıcak odalarımızda bir film seyreder gibi izlerdik onları… Sahi aklıma neden o anlar geldi (durup dururken) ne ilgisi vardı?… Sirenler çalıyordu, sirenler ki sıkıntının, savaşın, gözyaşın ve kanın habercisi onlar… “SUSUN!” sesiyle toparlandık. Irak’ta falan değildik. Savaş da yoktu. Üstümüze bomba da yağmıyordu. Bilakis eli silahlı askerler tarafından korunuyorduk, korunmaya alınmıştık… . Ring aracının o daracık penceresinden dışarıya bir göz atmıştım… O da ne? Adliye binasının önü, arkası, etrafı, kısacası her tarafı… Bir kalabalık, bir kalabalık ki mahşeri andırıyordu... Alkışlıyorlar, el sallıyorlardı bize… Yerel ve ulusal basın oradaydı, bütün televizyon ve gazeteler oradaydı… Bizi karşılamaya gelmişti halk, görüntülemeye gelmişti basın… Nedense aklıma, bazı televizyonlarda, bizimle ilgili yapılan haberleri izlerken ‘zom’ yaparak verdikleri “ip” ve “sehpa” geliverdi.. Kendi kendime; “yoksa bütün bu televizyonlar onun için mi buradalar.” şeklinde düşünmeden edememiştim. Günlerden 22 Haziran 1999, birazdan, savcılar, hâkimler “İDAM” kararını okuyacaklardı yüzümüze. Ve ardından -muhtemelen- Akpınar meydanında sehpalar kurulacaktı… Kadir’in (Kadir bizimle birlikte yargılanan bir arkadaş) rüyası gerçekleşecek mi yoksa? Sehpalardan nasıl sallandığımızı görüntülemek için mi bu kadar basın burada? Ve bu kadar vatandaş bizi izlemek için mi toplanmıştı buraya? El sallayanları, alkışlayanları görmüştüm, tekbir getirenler bile vardı… Derken adliye binasının bodrum katına hızla daldırmışlardı bizi konvoy halinde. Öyle hızlı ve çabuk bodruma indirmişlerdi ki bizi; sanki kaçırılmıştık birilerinden. Önce koyu bir karanlık, sonra lambaların yanmasıyla soluk bir aydınlık belirdi. Komutanlar emir vermişti. Ringlerden, önce jandarmalar inmişti. Komutanların talimatı gereği jandarmalar yerini almıştı. Adeta mevzilenmişlerdi… Koca adliyenin bodrum katı. Kapılar kapalı. Üstümüze demir kapılar kapandığı halde etrafımızı jandarmalar sarmıştı… Jandarmalar -güya- can emniyetimiz için bu önlemleri alınmış… Bilek kalınlığındaki demir parmaklıklarla örülü nezarethanelerden birine alınmıştık. Hemen bitişiğindekine de bir kadın ve üç kızı almışlardı… Aramızda duvar vardı. Birbirimizi göremiyorduk. Ama aynı duygu ile çarpıyordu kalplerimiz. Rutubet kokuyordu, nem kokuyordu. Kirli nezarethanenin duvarlarında ayakkabı izleri vardı. Günahı var ya da yok, suçlu veya değil ama içinde bulundukları duruma isyan edercesine yer yer yazılar, sloganlar yazılıydı duvarlarda… “Duvar, kirli duvar / yolumu biçtin” diye haykırmak geliyordu içimden Ve Yusuf’u (A.S) düşünmüştüm Yakup’un (A.S) sabrını dilemiştim Allah’tan… Suratlar sirke küpü; herkes heyecanın en doruk noktasındaydı… Üç yanımız beton duvar, bir yanı demir parmaklık. Demir parmaklıkların arasında uzatmıştık bileklerimizi. Jandarmalar diğer taraftan, açmışlardı bileklerimizdeki kelepçeyi. Kelepçe ete binmişti. İz bırakmıştı. Mosmor olmuştu bileklerimiz ama aldırmamış, direnmeye çalışmıştık. Kelepçenin bileğimde bıraktığı izin silinmesini hiç istememiştim. Kendi kendime; “Şahit ol ey kelepçe! Kelepçenin izi… Duvar, kirli duvarlar, nem ve rutubet kokan nezarethaneler, dev binaların bodrum katları ve demir parmaklıklar! Şahit olun… Şahitlik yapın bize…” diye mırıldanarak halet-i ruhiyemi Allah’a arz etmiştim. Bekletilmiştik, demir parmaklıklar arkasındaydık. Parmaklıkların diğer tarafında jandarmalar bizi beklemekteydiler… Sonra jandarmalar nezaretinde, bodrum kattan DGM salonuna çıkan bir merdivenden çıkartmışlardı bizi yukarıya. Yani mahkeme salonuna… Hâkim karşısında, tutuksuz yargılananlarla beraber yine 75 sanıktık… Mahkeme salonu tıka basa doluydu. Salonda sanıklardan başka kimsecikler alınmamıştı o gün. Biz sanıklar ancak sığabiliyorduk kocaman duruşma salonuna… Salonda gözlerimiz kamaşıyordu. Kim bilir belki de loş bir ortamdan aydınlığa çıkartıldığımız içindi. Karşı taraftaki pencereye bakmıştım. Hava sıcak olduğu için pencere açıktı. Cezaevine düştük düşeli ilk kez dışarısı ile aramızda açık bir pencere görmüştüm. Sanki özgürlüğe açılan bir kapı gibiydi. Bir an kalkıp o pencereden kaçmak istemiştim. Bu düşünceyle iyice bakmıştım ki; onun da demir parmaklıklarını görebilmiştim. Hem de bilek kalınlığında demir parmaklıklarla… Hayalim yarım kalmıştı… Oysa dışarısı ile aramızda ne kadar da az bir mesafe kalmıştı... “Bir kuş olsaydım” diyordum, kendi kendime. Bir kuş olsaydım ve bir kanat çırpmayla özgürlüğe kanat çırpsaydım, çıkabilseydim buradan… Bir kuş olsaydım şimdi, dışarıdaki havayı özgürce teneffüs edebilseydim… Bir kuş olsaydım, bir kanat darbesiyle gökyüzünün maviliğine dalabilseydim... Bir kuş olsaydım, uçup uçup gezseydim gökyüzünün sonsuz maviliğinde… Bir kuş olsaydım, sert kayalıkların bağrından çıkıp akan soğuk sulardan içebilseydim… Bir kuş olsaydım, bir kayısı ağacın gölgesi altında yatıp dinleseydim… Ama bir kuş değilim, özgürse hiç değildim… Hayalimde bir kuş olup, her kanat çırpmak istediğimde demir parmaklıklara takılmış, uçup özgürlüğe kanat çırpamamıştım…. İlk duruşma olduğu için önce kimlik tespiti yapılmıştı. Sonra ifadelerimiz alınmıştı. Sıra avukatlarımızdaydı… İstanbul, Ankara, Adıyaman, Elazığ ve Malatya barolarından 25 avukat katılmıştı, duruşmada, savunmalar uzun sürmüştü. … Zaman zaman müdahalede bulunuyordu mahkeme heyeti. Başkan hep kısa kesmek istiyordu ama uzun sürmüştü savunmalar. Öğlenden sonra bir ara verilmişti. Tekrar nezarethaneye indirmişlerdi bizi. Susuzluktan dilimiz damağımız kurumuştu. Hepimiz birden lavaboya, çeşmeye hücum etmek istemiştik. Jandarmalar engel olmuştu… Kimi, “tahliye var” kimi “yok” diyordu kendi aralarında. Her kafadan bir ses çıkıyordu... Tekrar çağırmışlardı… Öyle yorgunduk ki; merdivenlerden zor çıkmıştık. Mahkeme heyeti oturmuştu, biz de oturmuştuk. Kaldığı yerden devam edilmişti…. Ben dalıp gidiyordum yine… O gün akşam geç saatlere kadar devam etmişti mahkeme… Ve karar verilmişti; “5 tahliye”, demişti savcı, heyet onaylamıştı…. Bir sonraki duruşma 22 Haziran 1999 tarihine ertelenmişti. Tekrar cezaevindeki koğuşlarımıza bırakılmıştık… Koğuşlar küçülmüş, bahçe daralmıştı sanki… Cezaevi, kelimenin tam anlamıyla bir zindan oluvermişti. Bu kez 22 Haziran’ı bekleyecektik… “Hele bir gelsin” demiştik ve gelmiş-geçmişti 22 Haziran… Lakin yine sonuç yoktu. Şimdi de 22 Temmuz’u bekleyecektik. Bekleyecektik ve yine günler geçmeyecekti. Dakikalar günler, günler aylar, aylar yıllar gibi uzun gelecekti… Aslında idamla yargılanan hiç hiçbirimiz düzeni değiştirecek, devrim yapacak insanlar değildik. Varoşların çocuklarıydık hepimiz. Ve devletine, milletine sadık babaların çocuklarıydık… Aslında biz devlete ihanet eden değil, ihanete uğramış bir nesildik. Her türlü ezilmişliği ve yoksulluğu görmüş yoksulluklarla büyümüş, ezilmiş insanlardık.. İçimizde zengin veya bürokrat çocuğu hiç yoktu. Hepimiz Allah’ına, kitabına ve devletine bağlı ailelerin mazbut çocuklarıydık. Ama biz mevcut düzeni değiştirmekle suçlanıyorduk. Aslında değiştirilen düzen bizim düzenimizdi. Bizim düzenimiz değiştirilmişti. Ne var ki; varlığımız, post modern darbeciler nezdinde potansiyel bir suçtu. Aslında biz var olmakla suç işlemiştik. Ama vardık işte… 22 Temmuz 1999... Yine hâkim önündeydik. Mahkeme salonu tıklım tıklım doluydu... Çıt yoktu. Duruşmada yine tam tekmil 53’ü idam, 22’si 5 ile 15 yıl hapis istemiyle yargılanan 75 kişi sanık ve İstanbul, Elazığ, Adıyaman ve Malatya barolarına bağlı 25 avukat… Malatya 1 Nolu DGM salonu belki ilk kez bu kadar hınca hınç sanık ve sanık avukatlarıyla dolup taşıyordu. Hepimiz iki dudak arasından çıkacak sözü bekliyorduk. Mahkeme Başkanı Şahin KURT, savcı GÜNDÜZ’ ün davadan çekilmesi nedeniyle GÜNDÜZ’ün talebini onaylanmak üzere Malatya 2 Nolu DGM’ye ileteceğini açıklıyor ve mahkemeyi 11 Ağustos 1999 ertelenmişti… Bilinmedik veya benim bilemediğim bir sebeple kulaklarım çınlamıştı... Ve gayrı ihtiyarı ağzımdan “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” diye bir cümle çıkıvermişti. Hava zaten sıcaktı… Ve ben susamıştım. Havanın bu kadar sıcaklığını ilk kez hissediyordum. Dilim, damağım kurumuştu. Ağzımda yine tükürük maya tutmuştu. Yutkunuyordum. Yeni sütten kesilmiş bir çocuk gibi farkında olmadan yutkunuyor ve dudağımı gelişi güzel dişliyordum. Ne var ki, imtihanım uzamıştı; nasip kısmet yine kalkmamış, bu kez duruşma 11 Ağustos 1999 tarihine ertelenmişti… Dedim ya biz sistemi değiştirmekle suçlanıyorduk. Kimimiz tahliye olmuştuk kimimiz de hiç cezaevine gönderilmeden yargılanıyorduk. 39 kişi aynı koğuşta kalıyorduk. Bir kişi de revirde yatıyordu. Bayanlar koğuşunda da üç kızı ile beraber bir anne vardı, toplam 44 kişi idik. Yani tahliye edilenler dışında toplam 44 kişi kalmıştık Malatya E Tipi Kapalı cezaevinde. Aslında bizler, önceden hazırlanan bu senaryonun gönülsüz oyuncularıydık. İstesek de istemesek de bu oyunu biz oynayacaktık. Zira bu oyunun oynanması için yer ve zemin de önemli idi ve senaryosuyla müsemma bir mekânda Malatya… Oyuncular gönülsüzdü ama oyun aynen oynanıyordu. Malatya çalkalanıyordu. Bir kovalamacadır almış başını gidiyordu. Belki de görev verilmişti birileri tarafından her polis bu kadar insan yakalamalıdır diye. Ve polislerimiz görev başındaydı. Emredilen sayısınca insan yakalamalıydılar. Adeta insan avına çıkmıştı Malatya’da… Malatyalıları, tutuklamak için gündüzler yetmemişti. Gece operasyonlarıyla takip edilmişti. . Gösterilere katıldıkları gerekçesiyle gece yarısı operasyonlarıyla gözaltına alınanların sayısı hakkında bilgi alınamazken, vatandaşlar sıranın kendilerine ne zaman geleceği konusunda tedirgin bir bekleyiş içerisindeydiler… Kadın erkek, genç yaşlı fark etmiyordu. Sayı lazımdı. Verilen emir sayısınca insan yakalanmalıydı Malatya’da. Türkiye’de ilk defa bir gösteri nedeniyle bu kadar tutuklanma yapılmıştı. Tutuklananların sayısı -üç hafta her Cuma namazından sonra yapılan gösterilerle- 200-300’e ulaşmıştı… Malatya E tipi Cezaevi, hakkını arayan insanlar ve onlara destek olanlarla doldurulmuştu. 11 Ağustos 1999... 11 Ağustos benim için tarihi bir gündür. O gün Türkiye’de güneş tutulmuştu ama benim için güneş yeniden doğmuştu ve ben 14 arkadaşımla birlikte tahliye edilmiştim. Tahliye edilmiştim ama mahkemeler dört-beş yıl sürdü… Dört-beş yıl süren mahkemelerin soğuk koridorlarında yıllarca süründükten sonra idamla yargılanma talebim beraatla sonuçlanmıştı. Ama herkes benim kadar şanslı -belki de şansız- değildi… Bir yıldan başlamak üzere üç-dört yıla kadar ceza alan, hapis yatan arkadaşlarımız oldu bu olaylardan… “28 Şubat Post modern darbesinden en çok darbe alanların başında Malatya gelir” demiştim. Çünkü 28 Şubat darbecileri, 1999 Malatya olayları’yla Malatyalılara çok ağır bedeller ödettiler… O gün Malatya’da tutuklananlardan kimisi işini, kimi aşını, kimisi eşini-yuvasını kaybetti. Kimileri de okulunu, eğitim-öğretimini, kariyerini ve istikbalini kaybederken, kimisi de sağlığını… 28 Şubat post modern darbesinde Malatya çok ağır bedeller ödedi… Biliyorum; “9” rakamın içinde sonsuza uzanan tüm sayılar ne kadar masumsa, “28” sayısı da o kadar masum ve makuldür ancak benden bir fobi oluşturmuş olacak ki; “28” sayısı bana hep o malum süreci hatırlatır… 28 Şubat Sürecinden sonra, her “28 sayısı”nı gördüğümde ve duyduğumda; bende bir çarpıntı, dermansızlık, nefes darlığı, ağız kuruması ve titreme hâsıl olur, hatta zaman zaman bayıldığım bile vakidir… Demem o ki; 28 Şubat post modern darbecileri, belki idam etmediler ama idamdan beter ederek; (belki de bir ömür boyu sürecek) fobik bir hastalığa duçar ettiler beni… Bu sebeple; bence de darbelerin, baskıların yaşattığı mağduriyetler unutturulmamalı ve “ödenmiş bedeller unutulmasın”, hatta hesap sorulsun…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şevket Başıbüyük, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |