İçine koyabileceğin bir karanlığın olmadan, bir ışığın olamaz. -Arlo Guthrie |
|
||||||||||
|
New York Amerika Birleşik Devletlerinin en kalabalık şehri, nüfusu 20 milyonun üzerinde. Birleşik Devletler ilk kurulduğunda 2 seneliğine başkentlik yapmış bu şehir, şu anda da ticaret, finans, medya ve sanat gibi konularda ki liderliğiyle dünya başkenti konumunda. İstanbul’la arasında 7 saatlik zaman farkı olan New York’a 10 saatlik uçak yolculuğunun ardından ulaştım. Kalacağım adrese gitmek için taksiye bindim, hava alanından şehrin neresine gitmek isterseniz isteyin ücret aynı, 52 dolar. Taksi şoförüne adres olarak Allen ve Delancey’in köşesi demek yetiyor da artıyor bile, 15 dakika sonra adresteyim. İnternetten görüşerek dairesini kiraladığım ev sahibime cep telefonundan mesaj atarak haber verdiğim için köşedeki Starbucks dükkânında benim gelmemi bekliyor. Kalacağım daireyi bana teslim ettikten sonra parasını alıp ayrıldı. Yol yorgunluğu, biraz internete girip fazla oyalanmadan vurup kafayı yattım uyudum. New York’taki ilk sabahın heyecanıyla kargalar kahvaltı etmeden sokağa atılıyorum. Bir iki sokağı geçiyorum, caddeleri boyluyorum. Amerikalıların, Amerikalıya benzer bir tarafı yok! Karşıma çıkan hep çekik gözlü Çinliler, birbiriyle İngilizce konuşan yok etrafta, sanki New York’ta değil Şangay’dayım. Kamyon kasasına bindirilip Almanya’ya götürülme vaadiyle kandırılmış Kemal Sunal hissiyatıyla neden sonra tablet bilgisayarda ki küresel konumlama özelliğine kullanmak aklıma geldi. Bir de ne göreyim, meğerse Manhattan’da, Çin Mahallesi’nin (China Town) tam göbeğindeymiş tuttuğum daire, biraz daha yürüyerek uzaklaştıkça, filmlerde gördüğümüz Amerikalılarla karşılaşmaya başlayıp rahatladım. Gözüme kestirdiğim bir kafeye girdim kahvaltı için. İsmi “Sugar Cafe”, bir peynirli omlet bir çay istiyorum. “Hangi çay?” diye bir soru geliyor, tam çaykur demeye niyetliyken son anda siyah çay diyerek cevaplıyorum. Garson hanım kontra bir soruyla iyice köşeye sıkıştırıyor beni, “çay nasıl olsun?”. Demli olsun diyemiyorum, savuşturmak için normal diyerek yakamı kurtarmaya çalışıyorum. Biraz sonra siparişlerim geldi, koca bir tabak içerisinde koca bir omlet, yarım kilo patates kavurması, arasına tereyağ sürülmüş kocaman tost ekmekleriyle geliyor. İştahım kabarıyor, ta ki çayımı görene kadar, boz bulanık bir şey! Garson suratımdan anladı herhalde, sütlü dedi. Normal demiştim diyebiliyorum, sütsüz olsun demediniz ki diyor. Cehaletimle baş başa kahvaltımı yapıyorum, demek ki buralarda çayın normali sütlüymüş diye düşünerek… New York’ta ki ilk gün programım yoğun, elimde tablet pc haritadan yolları takip ederek meşhur Times Meydanı’nın yolunu tuttum. Sokaklar bomboş, Pazar sabahı olmasına bağladım kendimce, taytı bacağına geçiren koşuya çıkmış, bazıları da bisiklet sürüyor. Birkaç yüz metrede bir parklara rastlıyorum, buralarda da herkesin elinde bir köpek. Tek bir kişinin elinde 7 köpek gördüm, sonradan öğrendim ki bu insanlar para karşılığında başkalarının köpeklerini gezdiriyorlarmış. Parayla köpek gezdirtilen parklardan birinde tekerlekli sandalyede oturan düşkün bir adam benden sigara istiyor, çıkarıp 2 tane birden vererek yoluma devam ediyorum. Times Meydanı’na vardığımda kalabalığın arasına karışıveriyorum. Dünyanın her yerinden turistler caddeye bakan duvarlardaki dev ekranları seyredip resim çekiyorlar. Ben de birkaç kişiden rica ederek Sarıyer atkımı açıp resim çektirdim. Times Meydanı eskiden New York’ta fuhuş ve uyuşturucu ticaretinin adresiymiş ancak sonradan bölge ıslah edilmiş. Şimdi dünyanın en ünlü sanat gösterileri bu bölgede ki irili ufaklı onlarca tiyatroda icra ediliyor. Biraz etrafı seyrettikten sonra, bu sefer istikamet Central Park. Yolum üzerinde Rockefeller Center var, burası dünyanın en zengin ailelerinden biri olan Rockefellerlara ait. Rivayet o ki, perde arkasında dünya bu binadan yönetiliyor ve dünyada ki tüm kötülüklerin kaynağı burası. Ben söyleyenlerin yalancısıyım. Burada bir puz pateni alanı var ve etrafında onlarca ülkenin bayrağı göndere çekilmiş. Türk Bayrağı’nı bulup dibindeki banka oturuyorum, bir sigara tellendirip buz pateni yapanları seyrediyorum. Saat 12:30 olmuş bile, yürümeye devam. Central Park’a gelmeden hemen önce Pulitzer Fıskiyesi var. Gazeteci Joseph Pulitzer tarafından 1916 yılında yaptırılmış. Burada yaklaşık 100 kişilik bir izleyici grubu Jamaikalı dansçıların gösterisini izliyorlar. Ben de durup biraz izliyorum, sonuna yetişmişim, 5 dakika sürmeden bitiyor. Oradan ayrılıp caddeyi geçiyorum, Central Park’ın girişindeyim. Burada süslü püslü faytonlar sıra sıra dizilmiş, sürücülerinin genelde Türk olduğunu söylediler. New York’ta devasa binalar ve caddelerde uzun süre dolaştıktan sonra Central Park’a geçince insan başka bir dünyaya taşınmış gibi hissediyor kendini, şehir ne kadar canlı ve hareketli ise Park’ta bir o kadar sakin ve huzurlu. İnsan saatler ve hatta günler boyunca bu devasa parkın içinde kalmak istiyor. Park’ın içinde Rockefeller Center’da gördüğümden daha büyük bir buz pateni pisti var. Belki 200 kişiden fazla bir kalabalık durmaksızın dönüyor, sanırsın tavaftaki hacılar. İçinde 21500’ün üzerinde ağaç bulunduğunu öğrendiğim Central Park yürüyüşümü, Metropolitan Sanat Müzesi’ne gelince sonlandırıyorum. Park’tan çıkıp Müze’nin girişine geliyorum, binanın öyle bir mimarisi var ki bina kendi başına bir şaheser. Kapısından girer girmez müzenin ambiyansı insanı kontrol altına alıyor. 1870 senesinde kurulan müze 190bin metrekarelik bir alana sahip. Antik Mısır’dan tutun, modern sanatlara, İslami eserlerden tutun da Okyanusya yerli halklarına ait sanat eserlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan on binlerce eseri barındıran koleksiyonlar ziyaretçilerin hiç sıkılmadan saatlerini müze içerisinde harcamasını sağlıyor. Göz açıp kapayana kadar 3 saate yakın süreyi tüketmişim, salonlar birer birer boşaltılmaya başlıyor. Bazı bölümleri de göremeden saat beş buçukta kendimi kapıda buluyorum. Aman Allah’ım! Gündüz ki güneşli ve sakin hava, yerini buz gibi bir rüzgâra bırakmış. Nefes almak bile güç, günün yorgunluğuna soğuk hava da eklenince hiç oyalanmadan yol kenarında ki bir taksiye kendimi atıyorum. Taksiciye evimin adresini söyledim, anladım dedi ve yola devam ettik. Herhalde telaffuzumdan yabancı olduğumu anlamış olacak ki, biraz gittikten sonra nereli olduğumu sordu. Türkiye dedim, adamdan ses çıkmadı bir iki saniye, ben de Türkiye’yi biliyor musun diye sordum. Kafasını arka koltuğa doğru çevirip, “Abi madem öyle Türkçe konuşsana, ne diye İngilizce konuşuyorsun” demez mi! Üç senedir New York’ta yaşadığını okulunu yeni bitirdiğini ve harçlığını çıkartmak için taksi şoförlüğü yaptığını anlattı. İsmi Serkan, telefon numarasını verdi, bir ihtiyacın sıkıntın olursa ara diye tembihledi. Serkan’ın taksisinden indikten sonra karnımı doyuracak bir yerler bulup eve çekiliyorum. Pazartesi sabahı kahvaltıdan sonra ilk hedefim 2001 senesinde ki 11 Eylül terör saldırısıyla yıkılan ve 3000’e yakın kişinin can verdiği Dünya Ticaret Merkezi’nin olduğu yere yapılan “9/11 anıtı” oldu. Anıta girmek hava alanında kontrolden geçmekten çok daha zor! Önce bir kuyruğun peşine takılıyorsun, labirent gibi yolları görevlilerin, şuradan-buradan devam edin gibi yönlendirmeleri ile geçtikten sonra birinci kontrol noktasında resimli kimlik gösterin diyorlar. Anlı şanlı pasaportumuzu yapıştırdık suratlarına. Sonra ikinci kontrol noktasında önce kapalı bir alana alıyorlar, burada üst baş araması, xray cihazından geç, ayakkabını çıkart, şapkanı çıkart, hatta o kadar ileri gittilerki boynumda ki Sarıyer atkımı bile çözmemi istediler! Burayı da sağa salim atlattıktan sonra, artık anıt bölgesinin girişinde son kez pasaport ve ücretsiz olarak verilen giriş biletimizi takdim ettik ve içeri girebildik. Tüm bu güvenlik önlemlerini geçmek yaklaşık 250 metre mesafe ve 15 dakika içinde gerçekleşti. Büyük zahmetlere katlanarak giriş şerefine nail olduğumuz anıt görsel olarak çok fazla bir şey içermiyor. İkiz kulelerin bulunduğu yere derin havuzlar yapılmış. Havuzun etrafındaki plakalarda hayatını kaybedenlerin isimleri var. Bir de müze alanı oluşturulmuş, burada da hatıra eşyaları var ve ziyaretçilere saldırıda yakınlarını kaybedenlerle röportajların yapılmış olduğu filmler izlettiriliyor. Başta Amerika’nın ve dünyanın birçok yerinden gelmiş insanlar var, bunların içinden Ruth isimli yaşlıca bir hanım bir çok Amerikalının yaptığı gibi gülümsüyor ve nasılsınız diyerek sohbete başlıyor; “Ne kadar acıklı değil mi?”. Sohbet biraz koyulaşınca, nereli olduğumu, nereli olduğumu öğrenince de Türkiye’deki insanların 11 Eylül saldırılarıyla ilgili ne düşündüğünü soruyor. Ben de dilim döndüğünce PKK teröründen bahsedip, sonra da El Kaide terör örgütünün İstanbul’da da HSBC, İngiliz Konsolosluğu ve Sinagoglara yaptığı bombalı saldırıları anlatıp, Türk’lerin amacı ne olursa olsun terörden yana olamayacaklarından bahsediyorum. Kadıncağız Mars’ta hayat keşfedildiğini duysa, El Kaide’nin İstanbul’da terör eylemi yaptığını duyduğunda şaşırdığı kadar şaşırmazdı herhalde. “Ben de sizin ülkeniz de terörden zarar görmüş insanlar anısına yapılmış anıtları bir gün ziyaret etmeyi isterdim” dedi Ruth Hanım. Birkaç saniye boş boş kadının suratına baktıktan sonra, umarım deyip, vedalaşarak ayrılıyorum yanından. Ayrılıyorum ama kadın çiviyi çaktı bir kere kafama! Yüzüne söylemeye utandıklarım kafamda dönüp duruyor, “Bizim ülkemizde terörden zarar görenler kimsenin umurunda değildir ki onların anısına anıt yapılsın, hem de sizde ki gibi 3000 değil 30binden fazla kurban olmasına rağmen. Hatta bizim Başbakanlarımız, terör cenazelerinde “yaygara” kopartılmasından şikayetçilerdir. Ve hatta biz ülkemizde terörü yapanlarla masabaşına oturur pazarlık bile ederiz.”… 9/11 anıtından ayrılıp, bu sefer Modern Sanat Müzesi (The Museum of Modern Art) ya da ingilizce orijinal isminin baş harflerinden türetilmiş bilindik ismi ile MoMA’ya doğru yola çıkıyorum. Epey mesafeyi yürüye yürüye gittim. Üşüdükçe bir Starbucks bulup giriyorum, bir sıcak çikolata molası, sonra yola devam. MoMA’ya vardık. Girişi Metropolitan ve 9/11’in aksine çok mütevazi sanki icra dairesinin girişi. İçeri girdikten hele hele bilet fiyatını öğrendikten sonra gözümdeki bu küçülme kayboluyor. 25 doları ateşleyip dolaşmaya başlıyorum. Hiç kıvırmadan itiraf edeyim, sıkıntıdan patladım. Eğer Philadelphia’dan ailesiyle New York’a gelmiş olan Lizbeth’le tanışmış olmasam ikinci kata bile çıkmazdım. İlk başta ben “ne lan bu şimdi saçma sapan şeyleri resim diye buraya koymuşlar” diye düşünürken, Lizbeth bana her tabloyla her eserle ilgili bilgiler veriyor. Çoğunu anlamış numarası yapıyorum. Bana da hak verin, sonuçta sanatının içine tükürülen , ucube heykellerin ülkesinde yetişmiş bir vatan evladıyım. MoMA ile ilgili Lizbeth dışında size anlatmaya değer bulduğum çok fazla bir şey yok maalesef. 25 dolar boşa gitti anlayacağınız. Akşam ayazı New York’u ele geçirmiş, o kadar da soğuk bir hava ki elimi değil dışarıda, montun cebinde bile ısıtamıyorum. İşporta tezgâhına yaklaştım, zenci satıcı elindeki telefonla İngilizce dışında bir dilde konuşuyordu. Beni görünce telefonu bırakıp bana yaklaştı, eldiven lazım dedim. Eldivenlerden bir kaçını gösterdi. Birini aldım, 5 dolar ödedim. Ellerim dondu, benim memlekette böyle soğuk olmuyor deyince, nerelisin diye sordu. Ben Türküm, sen? diye ben de sordum. Amerikan’ım dedi. Adama olur mu kardeşim, sen Amerikan’ım dersen öbürü de ben Jamaikalıyım, Meksikalıyım, Afrikalıyım demez mi? Diye çıkışmak geliyor içimden. O sinirle uzaklaşıp bir İrlanda Pub’ına giriyorum. Yiyecek bir şeyler sipariş ettikten sonra, hem karnımı doyuruyorum, hem de Tv’yi izliyorum. Başkan Obama’nın yemin töreni gibi bir şey varmış. Obama konuşmasında “Ben Amerikan’ım” diyor. Buyur buradan yak! Sinir tepeme çıkıyor, adamın babası bile Amerika’da doğmamış, yani daha dün gelmiş Amerika’ya ama ben Amerikan’ım diyor. Hepsi bu kadar mı? Bütün otobüslerin kapısında Amerikan bayrakları, tüm binaların üzerinde en az 8-10 tane Amerikan Bayrağı hem de abartı büyüklükte. Kimse buna faşistlik demiyor, Latini, Çinlisi, Afrikalısı kökeni ne olursa olsun kimse Amerikan olmaktan rahatsız değil. Yani “Amerikan’ım diye diye ülke ilkelleşmemiş”. Neyse Teksas usulü bifteğimi yiyip karnım doyunca biraz daha sakinleşiyorum… Salı sabahı uyandığımda umutla beklediğim şey oluyor, New York’a kar yağıyor. Doğru Sugar Cafe’ye yollanıp kahvaltımı yapıyorum. Bu sefer tabletteki haritadan rota tarifi aldığım yer Amerikan Doğa Tarihi Müzesi. Pazar günü hafta sonu, pazartesi de “Martin Luther King” günü olduğun için resmi tatildi, benim kendi yorumuma göre caddeler bunun için bu kadar boş ve sakindi. Salı sabahı her taraf insan dolacak sanıyordum, ama trafik rahat, etraf sakin, o kadar ki merkezi sayılmayacak bazı yerler de sokakta yürürken ayak sesleri bile duyuluyor. Sonradan öğrendim ki, New York benim sandığımın aksine çoğunlukla böyle sakin ve sessizmiş, çünkü insanların büyük bölümü gün boyunca gökdelenlerin içindeki ofislerinden hiç çıkmadan gün boyu çalışırlarmış. Bu açıklamayı Fransız bir emlakçı yaptı, doğru bir açıklama mı bilmiyorum, ben O’nun yalancısıyım. Çin mahallesinden, Doğa Tarihi Müzesi’ne kadar yaklaşık 8 km. yolu yürüyerek tükettikten sonra Müzenin önündeyim. Müzenin kapısında Theodore Roosvelt’in at üzerinde bir heykeli var, Kızılderililer de Roosvelt’in eteğine yapışmış yanında dikeliyor, buna biraz içerleyip, müzeye giriyorum. Diyebilirim ki New York’un en etkileyici mekânı benim için bu müze. Tam 6 saat içinde dolaştım ki bu müzeyi doya doya görmek için çok yetersiz bir süre. O kadar çok fotoğraf çektim ki önce fotoğraf makinemin sonra da cep telefonumun şarjı tükendi. Girişte verdikleri bilgi kitapçığında müzenin yılda 5 milyon üzerinde ziyaretçiyi ağırladı, birbirine bağlı 25 bloktan oluştuğu ve 46 adet sürekli sergi salonu olduğu yazılı. Dile kolay tam 32 milyon eser sergileniyor. Müze’de gerçek boyutta yapılmış yüzlerce hayvan maketi var, mavi balinadan tutun da Bengal kaplanına kadar. İslam Halkları’na ayrılmış bir salon da var. Burada aralıklı olarak ezan okunuyor, büyük bir Kabe tablosu ve eski bir kuran yaprağı var. Müzede Dinozor İskeletleri, İnsan Biyolojisi ve Evrimi, Mineraller ve Değerli Taşlar, Meteorlar ve Gezegenler bölümleri de ilgimi çeken sergiler oluyor. Bir ara kaybolduğumu aynı iskeletlerin önünden üçüncü kez geçtiğimi fark edince anlıyorum. Müzede ki kafeteryalardan birine oturup biraz dinleniyorum, Central Park manzarasına karşı bir kahve içiyorum, sonra da yorgunluğa pes edip asansörle soluğu zemin katta alıyorum. Soğuk aman vermiyor insana. Sıcaklık sıfırın altında 5 derece civarlarında, buna bir de okyanustan gelen dondurucu soğukta eklenince akşamları dışarıda dolaşmak büyük eziyet. Taksiyle Times Meydanı’na kadar geliyorum, saat akşam 6’ya geliyor. Etrafı dolaşırken ne göreyim, bir yerde Türkçe bilen eleman aranıyor yazıyor. Cesaretimi toplayıp sormaya karar veriyorum. Muhtemelen Türklerle karşılaşırım diye bekleyerek içeri daldım, bu ilan için geldim diyorum. İkinci kata çıkmamı istiyorlar, ikinci kata çıkıp bir daha soruyorum, bu sefer birisi kafa sallayarak beni yanına çağırıyor. Tokalaştıktan sonra Türkçe ana dilin mi diye soruyor, Evet diyorum. Adamlar Avrupa’daki aşağı yukarı tüm dillerden insanlar çalıştırıyor ve o ülkelerden, ticaret, seyahat veya tedavi gibi amaçlarla Amerika’ya gelen insanlara her türlü rehberlik hizmeti veriyorlarmış. Sürekli iş olmayabilir ama her ay ortalama 15 gün çalışırsın, ücrete gelince, saat başı 20 dolar diyor. Biraz daha konuştuktan sonra, yeşil kartın var değil mi diye soruyor, hiç bozuntuya vermeden, yok ama kız arkadaşım var 1-2 ay içerisinde evleneceğiz diye atıyorum yalanı. Biraz düşünerek tamam ama yeşil kart alana kadar saati 15 dolar olur diyor. Pazartesiye kadar düşünüp tekrar geleceğimi söyleyip ayrılıyorum. New York’ta Çarşamba günü önceden sözleştiğim bir arkadaşla buluşup Özgürlük Antı’na gidecektik. Seneler önce İstanbul’da tanıştığım arkadaşım Briana, ABC kanalında kameraman olarak çalışıyor. Öğleden sonra gelip beni kaldığım yerden alıyor, aslında daha önceden Özgürlük Anıtı’na gitmeyi kararlaştırmıştık ama bir süre önce yaşanan kasırgada anıt hasar almış ve tamirata alınmış bu yüzden ziyarete kapalıymış, onun için Bayan Liberty’yi göremiyorum. Briana, Pazartesi günü Başkan Obama’nın yaptığı yemin törenini görüntülemek için Washington’da imiş. Ne kadar kalabalık olduğunu vs. anlattı. Hamilton Fish Park diye bir yere gittik, kapalı ve açık havuzlar, basketbol, hentbol ve tenis sahaları, vücut geliştirme için spor araçları, fıskiyeler ve daha bir sürü şey, insanlar buradaki programlara üye olup tüm bu tesis olanaklarından faydalanabiliyormuş. Ne yalan söyleyeyim imrendim. Sonra Briana cebinden iki tane bilet çıkartıp gösteriyor, sinema bileti. Amerika’da gösterime bugün giren bir Fransız filminin biletleri, ilk seyredenlerden olacağız diyor. Sinemanın yolunu tutup gidiyoruz. Filmin ismi The Pirogue yani kano. Senegal’den bir kanoya binerek, daha iyi bir hayat için Fransa’ya doğru yola çıkan bir grup Afrikalı’nın başına gelenler anlatılıyor. Sinemadan çıkıyoruz, güzel bir akşam yemeği. Fransız filminin üzerine Fransız şarabı iyi gidiyor. Geç saate kadar sohbet ediyoruz. Perşembe gününü genelde dinlenerek geçirdim. Bir iki ufak alışveriş yaptım. Deniz kenarında biraz fotoğraf çektim. Kaç gündür evden çıkınca tam karşımda ışıkları gözüme çarpan masaj salonuna gitmeye karar veriyorum. Çekinerek kapısından girdikten sonra, Çinli çalışanlar karşılıyor, restoranda nasıl menü veriliyorsa burada da aynı öyle menü verdiler. Hamam, sauna, sıcak taş masajı, derin doku masajı, İsveç masajı, kafa masajı daha anlamını bilmediğim bir sürü servis var. Ben kaç gündür yol yürümekten harap düştüğüm için spor sonrası masajından istiyorum. 90 dakika 30 dolar. Masajı, Lina isimli Çinli bir bayan yapıyor. Bir senedir Amerika’daymış ama İngilizcesi yok denecek kadar az. Türkiye’de bu yaptığın masajın 90 dakikası 200-250 dolar diyorum. Ben de ki göbeği gördüklerinden olacak, 9 seansta 9 kilo verdirten akupunktur terapisi isteyip istemediğimi soruyorlar. Onunda seansı 45 dolarmış. İki gün sonra New York’tan ayrılacağımı söylüyorum. Cuma günü sabah soluğu yine Sugar Cafe’de alıyorum. Çalışanlarla ahbap olduk zaten. Artık çayım da sütsüz geliyor. İnternetten Cuma namazı nerede kılınır onu araştırıyorum. Assafa İslam Merkezi diye bir yer buldum, bulunduğum yere çok yakın. New York için öğle namazı vakti 12:30, yeri bulmam zor olur belki diye erkenden çıkıyorum. Sandığımın aksine çok kolay elimle koymuş gibi buluyorum saat daha 12:00, içeri girdiğimde karşıma sakallı bir amca çıkıp, selam aleyküm diye karşılıyor. Namaz için geldim diyorum. Saat 1’de kılınıyormuş Cuma namazı, ben de abdest alıp başlıyorum beklemeye. Spor salonundan biraz daha küçük bir salon, yanlarda başka salonlarda var yavaş yavaş cemaat artıyor. Cemaatin çoğunluğu Güney Asyalı, içlerinde birkaç zenci var. Bir tane de sarışın orijinal Amerikalı’ya benzer biri vardı. Etrafımdakiler ben de bir yabancılık olduğunu anlamış olacaklar ki, sürekli gülümseyerek selam veriyorlar, birkaç kişi de elimi iki elinin arasına alıp sıkıyor. Ve bitmek tükenmek bilmeyen losyon ikramları, bizdeki hacı yağına benzer bir şey, ne yalan söyleyeyim kokusu da çok ağır, ayıp olmasın diye hepsine elimi uzatıyorum. Her gelen losyonu basıyor bileklerime. İmam anlamadığım bir dilde vaaz veriyor, sonra aynı konunun özetini bu sefer İngilizce anlatıyor, neye hadis denir, hadislerin güvenilirlik dereceleri hakkında bilgiler veriyor. Namazı kılıp bitirdik Allah kabul etsin. Toparlanmaya başlayınca beremi kaybettiğimi fark ediyorum, abdest aldığım yerde mi unuttum, yoksa mescidin içinde bir yerlere mi düşürdüm hatırlayamıyorum. İlk karşılaştığım Hacı Ağabey’i bulup soruyorum, haberi yok sonra uğrarsan çıkar bir yerlerden, biri bir tarafa kaldırmıştır diyor. Başlıyoruz konuşmaya, klasik memleket nere sorularından sonra anlatıyor; Assafa İslam Merkezi Bangladeşli müslümanların kurduğu bir dernekmiş, New York’ta büyük bir mescid inşaasına devam ediyorlarmış. Bunun için toplam 2 milyon dolar harcanacakmış ve şu ana kadar yardımlarla bunun 1.25 milyonunu toplamışlar, 2013 senesi içerisinde hizmete açmak istiyorlarmış. Ben de yardım sandığına 5 dolar atıyorum ayrıca islami duvar takviminden de 2 dolar verip satın alıyorum. İmam’ın hangi dilde konuştuğunu sordum Bengalce dedi. Bengal diye ülke var mı dedim, Bengal, güney asya’da bir coğrafi ve tarihi bir bölge imiş Hindistan ve Bangladeş topraklarında yer alıyormuş ama burada yaşayan Bengal halkı Bengalce konuşurmuş. Bunların hepsini öğrendikten sonra Kashem kardeşimle helalleşip ayrılıyorum. Biz bereyi kaybettik ya, akşam üzeri kar yağmaya başlıyor. Karla birlikte dondurucu soğuk kırılıyor, sokakta dolaşmak daha kolay artık. Karda biraz dolaşıyorum, Amerika’ya kadar gelip “fast food” yemeden olur mu, Burger King’ten nevaleyi alıp akşam yemeği işini hallediyorum. Sonra da evimin sokağında bulunan, bir haftadır akşamları takıldığım “Grey Lady” ve “Lolita” ismindeki mekanlarda ahbaplık kurduğum kişilerle gidip son kez görüşerek yarın ayrılacağımı haber veriyorum. Cumartesi sabahı New York’ta son kez uyanıyorum, ayrılış günü geldi. Bir daha nasip olur mu göreceğiz. Gece yağan kar hala sokaklarda ama arabalar rahat işliyor. Her şey insanları daha rahat ettirmek, güvenliğini sağlamak üzerine kurulmuş. Mesela dükkanın önünden geçerken buzda kayıp bacağını kıran biri o dükkanın sahibine dava açabiliyor. Çünkü o dükkanın çevresinin temizliği ve güvenliği dükkan sahibine ait, evinizin etrafında bulunan ağaçlar bile sizin sorumluluğunuzda birinin kafasına bir dal düşerse ev sahibinin başı ağrıyabilir. Amerika’da her şeyin bir kuralı var, herkes de kurallara uymaya çalışıyor, çünkü kuralları çiğneyenlerin başı dertte demektir. Mesela bizde ki metrobüs mantığının aynısı orada da var. Ama otobüs için ayrılmış olan şeritle normal şeritler arasında bir engel yok buna rağmen trafik ne kadar sıkışık olursa olsun, hiç kimse “sadece otobüsler için” yazan ve bomboş bekleyen şeride dalmayı aklından bile geçirmiyor. New York’tan bahsederken burayı kültürel anlamda Amerika diye isimlendirmek aslında çok doğru değil, çünkü New York ve benzeri metropol şehirler aldıkları büyük göçle kendine has bir kültürel yapıya sahip olmuşlar. Gerçek Amerikan yaşamı ve kültüründen bahsetmek için ülkenin güney ve iç bölgelerini incelemek lazım. “Hiç uyumayan şehir” lakaplı New York’tan ayrılmak için John F. Kennedy hava alanında kontrollerden geçerek THY uçağının kapısına doğru yaklaşıyorum. Son olarak beni bir hafta ağırlayan New York için; Sen bilmesen de ben geldim, Ve gidiyorum veda etmeden sessizce, Sokaklarında dolaşmak üşüyerek ve kimsesizce, Bir gün yine olur, kısmetse…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kıvanç Ekinci, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |