"Leyla'nın işi naz ve işve; Mecnun'un gözü yaşı çeşme çeşme..." -Fuzuli (Leyla ile Mecnun) |
|
||||||||||
|
Bedenimi Buraya Nasip Et Hafif sisli, kayın ağaçlarıyla bezenmiş,kuzgunların uçuşup durduğu Aktöbe’ye geleli dört yıl olmuştu Orhan Bey’in.Bakakaldığı aynada sanki geçmiş günleri seyredercesine,eski hatıraları bir bir sıralıyordu.Soğuk bir mevsim ve iklime rastlamasına rağmen,sıcacık ümitlerle çıkmıştı Anayurt’tan Atayurt’a. Türkiye’deki öğretmenliğini geçici olarak bırakmış, bir eğitim şirketinin teklifiyle Kazakistan’ın Aktöbe (Türkçe ‘Aktepe’ anlamında) şehrinde yeni kurulacak olan Kazak Türk kolejine kurucu müdür olarak atanmıştı 1994 sonbaharında.Buna bir çılgınlık,macera diyenler olmuştu arkadaşlarından.Orhan Bey onları kırmadan ‘Ben bir deneyeceğim’ demekle yetindi kibarca. Ahmet YESEVİ Hazretleri’nin kıssasını duymuştu oysa. Yeni atılmış pamuk öbekleri gibi, içi içine sığmıyordu heyecandan. Bir gün Ahmet YESEVİ Hazretleri yetiştirdiği talebelerini toplamış ve onlara bir iki nasihatten sonra, elindeki asasını fırlatarak ‘Bunu nerde bulursanız orada kalın, yerleşin ve insanlara öğrenip yaşadıklarınızı anlatın.Zira buraları çoraklaşınca, sizin yetiştirdiğiniz insanlardan, beş asır sonra ,yine bu topraklara dini,kültürü anlatmaya gençler gelecek oralardan.’ demiş. Orhan Bey de, ‘Belki onlardan biri olabilirim.’ ümidiyle yola çıkmıştı, ilk defa geldiği bu diyarlara.Fakat kuruluş demek,ıstırap,meşakkat ,çile demek.Hele bilinmeyen,tanınmayan,üç yüz binlik nüfusuyla Aktöbe,onu yutacak gibi gelmişti başlarda.Üstelik Kazakistan Sovyetler’in dağılmasından sonra yeni bağımsızlığını kazanmış,insanlar,yumurtadan yeni çıkmış deniz kaplumbağalarının denizi bulmak için sağa-sola koşturmaları gibi panik içinde bir durum arz ediyordu hayatta. Ama o,niyetini Türkiye’den itibaren değiştirmişti zaten. ‘Ben dönmeye değil,ölmeye geldim buraya.’ diyordu.Peygamberimizden on dört asır sonra,eğer hicret sayılacaksa,bunun bir şartı da dönmemek,geldiği diyarda kalmaktı ölene dek. Öyle ya, pes girdabına yenilseydi Ferhat,dağları delebilir miydi? Her şeye rağmen Aktöbe Kazak-Türk Lisesi açılmış,ilk senelerini hummalı çalışmalarla ve başarılarla tamamlamıştı.Türkiye’den gelen eğitim gönüllülerinin neler yapabileceğini kestiremeyen,biraz da tereddütle karşılayan Kazak veliler,ilk altı ay sonunda karşılarında Türkçe,İngilizce,Rusça konuşan,skeçler oynayan,bilim olimpiyatlarında dereceler alan,her şeyden öte terbiye ve edep abidesi haline gelmeye başlayan çocuklarını görünce,inançları kat be kat artmıştı bu okula karşı. İkinci ve üçüncü seneler okula talep o kadar artmıştı ki,artık öğrencileri sınavla almak zorunda kalıyorlardı.Okulun ününü,Türkiye’den gelen öğretmenlerin fedakarlık ve samimiyetini duymayan kalmamıştı neredeyse Aktöbe’de.Hemen her okul velisi,yemekli davetlere alıyordu Türk öğretmenleri.Baştan sona inci gibi dizdikleri sofralarıyla nasıl teşekkür edeceklerini bilemiyorlardı,çocuklarının incileşmesini sağlayan bu öğretmenlere. Okulun matematik öğretmeni Muammer Bey,Kazakistan içi ve uluslar arası çapta büyük başarılara imza atmıştı zeki Kazak öğrencileriyle.Kazakistan tarihinde ilk uluslar arası matematik altın madalyasını kazanmışlardı.Gümüş ve bronz ödüller sıradanlaşmıştı adeta. Ben de okulun dördüncü yılında katılmıştım bu kervana 1997 yılında.Gerçi 1992 yılında Rusya-Sibirya bölgesinde öğretmenlik yapmıştım bir seneliğine .Bu bölgeleri tanıma fırsatım olmuştu diliyle,kültürüyle,çok yabancı değildim.Lakin her ayrı belde ayrı bir dünyaymış,her insanın ayrı bir alem oluşu gibi.Fakat burada sanki dört ayak üstüne düşmüştüm.Hazır,başarılı,tabir yerindeyse ‘tıkır tıkır’ işleyen bir okul .Ben de coşkun akan bu ırmağın gayret dolu sularına kaptırıvermiştim kısa zamanda kendimi. Bir toplantıda,yaklaşık 4-5 aydır Türkiye’den gönderilemeyen öğretmen maaşlarına çözüm yollarını araştırıyordu arkadaşlar.Burası Türkiye değil ki borç bulasın,akrabalara sorasın.Tarih öğretmenimiz Hüseyin Bey dayanamayıp ‘Arkadaşlar sabahtan beri on Tenge (bir-iki ekmek alacak kadar Kazak Lirası) arıyorum bulamadım sizlerden.Evde pirinç,yağ,yoğurt,domates yok.Sadece bir ekmek almak için istiyorum.O da kendime değil,çocuk bekleyen eşim için.’ deyince ,evlisiyle,bekarıyla birçok arkadaş kendini tutamayıp ağladı.Bu tabloyu görünce,dönmemek üzere ölmeye gelmenin ne anlama geldiğini azıcık da olsa hissettim yüreğimde.Bu ne samimiyetti ki,asla dönme lafı çıkmayan ağızlardan, ‘Kalıp her şeye rağmen koşturacağız,hizmet edeceğiz,güzelliklerimizi paylaşacağız bu insanlarla.’ sedaları yükseliyordu.Bıçağın kemiğe dayandığı bu noktada Orhan Bey,lokanta işletmeciliği yapan,yeni gelmiş bir Türk insanından aldığı yüz elli dolar borç parayı,onar dolar evlilere,üçer dörder dolar bekarlara vererek,en azından acil durumları rahatlatmıştı,maaşlar yetişinceye kadar. Bu gösterişten uzak,fedakarane davranışlar Türk öğretmenlerimizi öylesine sevdirmişti ki Kazak veli ve öğrencilere,daha önce nasıl bakarsa baksınlar,şimdi deliler gibi birer Türkiye ve Türk sevdalısı olmuştu her biri .Müdürümüz Orhan Bey’in baştan beri babacanlığıyla,artık onu kendilerinden biri gibi görüyor ve seviyorlardı.Zira Peygamberimizin ‘Bir kavmin efendisi,o kavme en çok hizmet edenidir.’ buyruğuyla adeta özdeşleşmişti Orhan Bey.Bazı malzemeler Aktöbe’de bulunmadığından,başkent Almatı’ya (o tarihlerdeki başkent,şu an Atsana.) her gidişinde nohut,mercimek,kuru fasulye paketleriyle dönmeyi ihmal etmez;özellikle evli olanlara birer ikişer paket dağıtır,bekarların yemekhanelerine bırakır,kendi evine ayırdığını da ancak misafir gelince pişirttirirdi hanımına. Orhan Bey o günlerde dördüncü çocuğunun doğmasını bekliyordu.Üç erkek evladına dördüncü erkek eklenecekti.Okulun kapanması ve yaz tatiline de az kalmıştı.Almatı’daki eğitim merkezinden Orhan Bey’in Çimkent şehrine tayininin çıktığını bildirdiler. O günden sonra Orhan Bey’i daha düşünceli ve üzgün görmeye başlamıştık.Hak veriyorduk.Dört koca yıl,zorluklarla,kuruluşlarla,dil-töre öğrenmeyle;ama bir o kadar da güzellikleriyle, lezzetleriyle,bağlayıcılığıyla akıp gitmişti.Acı tatlı birçok hatıra bırakacaktı şimdi arkada,ancak hayallerde temessül edebilecek. Bu hatıralar anaforu sürüp giderken,gelen bir telefonla Orhan Bey apar topar hastaneye gitti.Bizler de hayırlı haberi beklemeye başlamıştık.Fakat gelen telefon acı çalıyordu.Çocuk dünyaya gelmiş,bağırsak düğümlenmesi sebebiyle vefat etmişti.Tıbbi sebebini bilemiyor,fakat kadere rıza ile dua ediyorduk sadece.Orhan Bey işlemleri tamamlayıp cenazeyi eve getirmiş,dua ve defin işlemleri için beni çağırmıştı.Arkadaşlarla toplanıp gittik evine.Çocuk canlı doğup vefat ettiği için normal ölüm gibi adını koyduk,yıkadık,kefenledik küçücük, tertemiz bedeni. ‘Nice şer gözüken işler hayır olarak biter.’ ilahi beyanına göre,ölüm şer gibi gözükse de,küçükken ölen çocukların öteki alemde anne-babaları dahil, on kişilik şefaat hakkı vardır,peygamber öğüdüne göre.Bu konuşmalarla teselli etmeye çalıştık Orhan Bey’i.Her şeye rağmen onun çok metanetli bir hali vardı. Yarım saat süren bir araba yolculuğundan sonra Aktöbe mezarlığına gelmiştik.Daha önce kazdırılan mezarlığa,dualarla indirdik bir tutam bebeği.Önce babası atmak kaydıyla toprakla doldurduk kabrin üstünü.Ne garip dünya kuralı ki -herkes yaşıyor- en sevdiğinin üstüne toprağı atıp kapatıyorsun,çekip gidiyorsun kalbini orda bırakarak,ebedi alemde buluşmak üzere. Normal hazinli tören bitince,Orhan Bey duygu dolu kısa bir konuşma yaptı mezar başında.Terütaze yavrusunu kaybetme ıstırabı yanında,bir şeyleri kazanma parıltıları vardı Orhan Bey’in gözlerinde. -Arkadaşlar,ben Aktöbe’ye hicret duygularıyla geldim.Bunun için de ölünceye kadar burada kalıp dönmemeye ahdetmiştim.Tayinim Çimkent’e çıkınca,Allah dualarımı kabul etmedi,Aktöbe’de kalamayacağım diye çok üzüldüm.Şimdi şunu anlıyorum ki,Rabbim bedenimi buraya nasip etmedi ama,benden bir parçayı Aktöbe’ye bıraktı.Herhalde duamı bu şekilde kabul etti. Orhan Bey konuşmasını bitirmeden birçoğumuz,nemlenen gözlerimizle toprağı ıslatmaya başlamıştık.Gözyaşlarımız küçük bebeğin kabrine,rahmet yağmurlarını andırırcasına dökülmeye başlamıştı.Ölüme bile rahmet nazarıyla bakabilme bu olsa gerekti.Her şeyin hayırlı tarafını,bardağın dolu kısmını görme ve bunu fedakarca yapma,okuyacağımız ciltler dolusu kitaptan daha tesirli olmuştu bizlere. Orhan Bey’i halen hayırla yadediyorum.Onda gördüğüm olağanüstü fedakarlığı,hizmet aşkını,başkaları için yaşama ve yaşatma zevkini,anlayabildiğim kadar uygulamaya çalışıyorum.Biliyorum benimki doğal olmayan,taklitten öte geçmeyen bir şey.Naparsın,güzelin taklidi bile hoş,belki birgün fıtrat haline gelir de,duyarak yaşamaya başlarız hayata renk katan bu gökkuşağını.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Rasim KOCABAŞ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |