Kabuklarından çıkarıp düş tarlasına ektiği hayalleri, gerçekliğin bir fidesi olmamışken o tarlaya gün yüzü görmemiş hayaller ekmekten vazgeçtiğinden bu yana isteyerek alışkanlık hâline getirdiği işi yapıyordu yine. Ölü Deniz’in batısında bulunan mağaraların yakınındaki o bol otlu arazide hayvanlarını otlatıyordu. Burada her yan göz alabildiğine yeşildi. Yaratıcı, yeşil rengin buradan tanınmasını istercesine yaratmıştı bu otlağı. Ot çoktu çünkü kimse hayvanlarını burada otlatacak kadar cesur değildi. Belki de köy halkının birçoğu bu bölgeye adımını dahi atmamıştı. Oradaki mağaralarla ilgili yüzlerce efsane anlatılırdı. Hepsi birbirinden farklıydı belki ama tümünün iki ortak noktası vardı. Biri hazine diğeri vahşet idi. Kimi çok başlı ejderha kılıklı ateş saçan canavardan kimi vücudunun bir kısmı insan bir kısmı yılan devasa bir yaratıktan bahseder bu efsanelerin. Ama Bedevi Çoban çareyi çaresizliğin içinden çekip çıkartmak zorundaydı. Öyle de yaptı, her zamanki gibi elinde bir asa; üzeri budaklı, ucu sivri, kalın ve parlak… Bir taşın üzerine amaçsızca oturmuş ve toprağa anlamsızca şekiller çizmekte. Öylesine dalmış ki kendini de mekanı da hayvanlarını da unutmuş. Düşünmüyor bile sadece elindeki asası hareket halinde ve bir de bir müzik aleti edasıyla ritmiksel bir biçimde inip çıkan göğsü… Göz kapakları dahi açılıp kapanmıyordu. Yeşil renk gözünün önünde sakin sakin canlanmaya başlarken fark etmişti, kendisi için bir ilk olan ve her ilk gibi değerli olan kuzusunun o karanlık mağaraya girdiğini. Önce olayın ciddiyetinin farkına varmaksızın şaştı kendine. Nasıl bu kadar dalabildiğine bir anlam vermeye çalışırken içinde bulunduğu durumun ehemmiyeti yavaş yavaş beyninde şekillenmeye başladı. Evet, hayatında ilk kez kendi başına doğurttuğu o kuzusu mağaranın içine girmişti. İşte tam o anda korku duygusunu en derinliklerine varana kadar hissetti her yanında. Nefesi korku kokarken, beyni korku düşünüyor, elleri korku içinde titriyordu. Ne yapacağını bilemez haldeydi. Ve yapabileceği şeylerin neler olduğunu düşünmeye odaklanamıyordu bile. “Neden bu kadar dalgın davranmıştım ki? Benim burada varlığımın başka bir sebebi var mıydı? Neden vardım? Çünkü bu hayvanların bu mağaralara girmesini engelleyecektim. Ama ben ne yaptım? Hiçbir şey düşünmeden daldım gittim.” Korkuya yoldaş kızgınlık Bedevi Çoban’a bunları düşündürmüştü. Sakin kalması gerektiğinin farkına varınca bu duyguyu daha önce nerede hissettiğini ve kurtuluş yolu olarak ne yaptığını düşünmeye başladı. En son o mağaraya koşar adımlarla giren kuzuyu doğurturken bu kadara yakın bir korku hissetmişti. Gerçi o anda korkunun yanında panik de vardı ama olsun bu durama çok yakındı. Peki, ne yapmıştı? Durumu kabullenip neler yapabileceğini düşünmüş ve kuzuyu doğurtmuştu. Şimdi de bunu yapmalıydı. Bu sakinlikle neler yapabileceğini düşündü ve ihtimalleri aklında sıralamaya başladı. İlk aklına gelen, ki ona göre en tehlikelisiydi, mağaraya girip kuzuyu aramak oldu ama hemen bu düşünceden vazgeçti. Bu olabilecek en son ihtimaldi. Bunun için bedeni de ruhu da henüz hazır değildi. Başka ihtimaller aramaya koyuldu. Beynini en son ne zaman bu kadar yoğun çalıştırdığını düşünerek düşünüyordu ihtimalleri. Aklına gelen ikinci ihtimal mağaraya bir şeyler fırlatıp kuzusunun dışarı kaçmasını sağlamak oldu. Bu ihtimali beğenmiş olacak ki yüzünde masum bir tebessüm belirmişti. Önce asasını fırlatmayı düşündü ama asa ona bir nevi yoldaştı. Zaten de asasını hem çok uzağa atamazdı hem de yeterince ses çıkartmazdı. O anda yerdeki o pürüzlü kaya parçasını fark etti ve onu atmaya karar verdi. Olanca gücüyle fırlattığında öyle bir şangırtı duyuldu ki kendisi dahi buna şaşırmıştı. O sesin ne olabileceğini tahmin edemiyordu. Birden kuzusu geldi aklına ve büyük bir ümitle bir müddet kuzusunun çıkacağı düşüncesiyle mağaranın yakınında bekledi. Ama o şangırtıdan başka hiçbir ses çıkmamıştı. Tekrar o sesin ne olabileceği üzerine odaklanmaya çalıştı. Evet evet, bu ses bir küp ya da çanak kırılması sesine benziyordu. Birden aklına duyduğu efsaneler geliverdi. Efsanelerde bir küp içinde hazineden bahsediliyordu. Doğru olabilir miydi? O kırılan bir hazine dolu küp olabilir miydi? Bu düşünce dahi vazgeçtiği düş tarlasını yeniden faal hale getirmeye yetti. Zengin olmak.. Hayallerini anında bu duygu ile süsledi. Elindeki asasını bıraktı ve gün boyu yavrusundan uzak kalmış bir annenin yavrusuna kavuşmak için koşar adımlarla gidişini andırır bir yürüyüşle mağaraya yaklaştı. Önünde durdu. Bu bile onun için büyük bir cesaret örneği idi. Uzun uzun baktı mağaraya. O tüm bedenini saran korku; vücudunu terk etmiş değildi henüz ancak ondan daha ağır basan ümitleri vardı, mağaranın ağzında savaşı kazanmış bir lider edasıyla dururken. Her doğan gün kimileri için ümitlere kimileri için hayallere kimileri içinse kabuslara gebedir. Bedevi Çoban için artık ümitlere gebe olacaktı. Sahip olacaktı dünyevilik olan lakin onda o zamana kadar hiç olmayan zenginliklere. Bu kargaşalı durumda bu zenginlikle neler yapabileceğini dahi düşünmemişti. Mağaranın içi görünmüyordu. Durduğu yerden gözüne ilişen tek şey koyu siyah karanlıktı. Birden elinde yoldaşının olmadığını fark etti ki ne zaman bıraktığını dahi hatırlayamıyordu. Ümit, heyecan ve korku gibi birbiri ile tezat ve bu sebepten zihinde kargaşa oluşturabilecek olan duyguları hep beraber hissederek asasını almaya yöneldi. Bu kez adımları olabildiğince yavaştı. Giderken karar doğruluğu terazisinde kararını tartıyordu. “Ne kazanırım, ne kaybederim?” soruları ile meşguldü beyni. Kaybedeceği şeyler listesi çok da kalabalık değildi. Kazanacağı şeyler listesi ise bir hayli kalabalık olduğu gibi sonu da gelmek bilmiyordu. Tüm bunlara rağmen maddesel olarak az olan kaybedeceği şeyler listesindekiler değer bakımından oldukça üstündü. Fakat yine de o mağaraya girmeyi ve anlık olarak düş tarlasına ektiği yeni, gün görmemiş hayallerinin gerçekleşmesini istiyordu. Hasılı zenginliği canından üstün tutup her şeyi göze alarak o mağaraya girmeye kararlıydı. Hafifçe eğilirken bedeninin çıkarttığı rüzgarla ruhu titremişti Bedevi Çoban’ın. Fazla düşünmeden yoldaşını yerden aldı. Onu bir baston gibi kullanarak yürüyordu. Sadece zenginliği düşlüyordu. Bir ara durdu ve derince soluklandı. Arkasını dönüp hayvanlarına bakma gereği hissettiğinde onların çok uzaklaşmış olduğunu gördü. Asasını tutmadığı elinin ayasına boynunu hafifçe bükerek başını koydu. Bunu dışarıdan gören “Ben ne yaptım?” diye düşünüyor sansa da aslında o “Bunu nasıl yapacağım?” diye düşünüyordu. Yapması gerektiğine inandığı şeyi yapacaktı. Ancak nasıl yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Mağara karanlıktı, yolunu bulmakta zorlanacaktı, hele bir de içinde bir vahşi yaratık varsa… Telaşa kapılıp hata yapmak istemiyordu. Önce başlamalıydı gerisi kendiliğinden iyi ya da kötü gelirdi. Öyle de yaptı. Yüreği sessiz çığlıkları kıskandırırcasına çarpıyordu. Kararını anlık olarak sorgulasa da vazgeçmedi. Asasını gözleri görmeyen bir kişinin yolunu bulmak için kullandığı bastonu gibi kullanıyordu. Şiddetlice sağa sola sallıyordu. Bir müddet bu şekilde ilerledi. Ortalıkta ne efsanevi bir canavar ne bir küp dolusu hazine ne de kuzusu vardı. Açıkçası kuzusu o anda düşündüğü şeylerin en sonunda yer alıyordu. Çok değil daha birkaç dakika öncesine kadar hayatının en değerli bazı varlıklarından biri olan kuzusu şu anda düşünce haritasının merkezine en uzakta olanıydı. Bu duruma şaşmadı değildi. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü. Artık bir şeyler bulmak ya da görmek istiyordu. Bir müddet sonra asası tahmin edemediği bir şeye çarptı. O anda durdu ve bir kere daha asasını hızlıca salladı. Yine kırılan bir küp sesi geldi kulağına. O anda içini tümüyle saran tek şey sevinç olmuştu. Sevinç çığlığı atmamak için kendisini zor tuttu. Yoldaşını yine istemsizce yere bıraktı hatta ki yere attı. Elleriyle sesin geldiği yeri yoklamaya başladı. Kendisine torba olduğu hissini veren bazı şeylere çarptı eli. Birden fazlaydı bunlar. Etrafı biraz daha yokladı. Kırık küp parçaları ve o torbalardan başka bir de asası eline çarptı. Önce o torbaları sonra da asasını eline aldı. Bir de kırıklardan küçük bir parça aldı. Çünkü o kırılıp bir şangırtı çıkaran sesin tam olarak ne olduğunu da merak ediyordu. Tahminlerinde yanılmadığını düşünerek zenginliğin en yeni sahibi olduğu inancı içinde coşkuyla ve koşar adımlarla dışarı çıktı. Birden gözlerinin işlevine aykırı hareket ettiğini daha doğrusu işlevini yapmakta zorlandığını fark etti. Hemen gözlerini yumdu. Yavaş yavaş gözlerini açtı ve gözlerinin teferruatlı bir şekilde görmeye başladığını anlayana kadar gökyüzünü seyretti. Bundan emin olur olmaz önce elindeki kırık parçaya baktı ve yanılmamanın verdiği haklı gururla küçük bir tebessüm ederken o parçayı anında yere bıraktı. Beraberinde asasını da bırakmıştı bile. Elinde üç adet torba olduğunu gördü. Toplarken bunun farkına varmadığını anladığında kendisiyle alay edercesine gülümsedi. Hemen torbaları yokladı. Hepsinin de içinde aynı boyutta ve sert bir cisim olduğunu anladı. Bir torbayı sıkıca kavrarken diğerlerini az önce asasına ve kırık küp parçasına yaptığının tam tersince yavaşça yere bıraktı. Elleri heyecandan terlemiş, buz gibi olmuş ve şiddetlice titriyordu. Bu titremesi yüzünden torbayı açmakta biraz zorlandı. Yine de başardı. İçinden metal renkte, üzerine değişik figürlerin işlenmiş olduğu ve kapağı olan bir demir parçası olduğunu düşündüğü nesne çıktı. Bu nesne o torbadan çıkmasını istediği, hayal ettiği şeylerden biri değildi. Ama hâlâ o nesnenin içinde hayal ettiği bir şey olabileceği düşüncesi içinde kapağını açtı. Kapağı başparmağı ve işaret parmağı arasına sıkıştırıp avuç içine doğru çekerek diğer eliyle de nesneyi tutarak içine baktı. O anda tüm hayallerinin tek düze bir kulak çınlamasından farksız olduğunu anladı. Ne zaman başladığı bilinmeyen hiç bitmeyecek sanılan ve ne zaman bittiği ise belli dâhi olmayan bir kulak çınlaması. Yerde duran diğer torbaları ise kızgınlıkla dolu bir hâlde bir çırpıda açıverdi ve ikisinden de aynı şeyler çıktı. Kutuların içinden çıkardığı şeyleri elinde topladı. Kısa süre önce gerçek olduğuna inandığımız belki de inandırıldığımız bu zamana inat bir hayal dünyasında az da olsa yaşamıştı Bedevi Çoban. Her yıkılan hayal sonrası yaşanılan üzüntüyü kendince haklıca yaşadı Bedevi Çoban. Kuzusu da yoktu ortalıkta. Bir geçeği kaybettiğine mi yoksa binlerce hayali yıkıldığına mı üzülmesi gerektiğine tam olarak karar veremese de sonuç üzüntü olacaktı, o kesindi. Gözünü kızgınlıkla dolu bakışlarla yeniden elindekilere çevirdi. Ve kendisine şu soruyu sordu: “Hani hazine? Bunlar da ne?” Altın çıkmasını beklerken küpün içinden çıkanlarsa üzeri yazılı kağıt parçalarıydı. Bu yüzden üzgündü, bitkindi. Ama bilmiyordu ki Bedevi Çoban “Yazı” paha biçilemez bir hazineydi.