"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Ön koltuklardan birine oturmuş cama yansıyan tezahürünün hayatını seyrederken odasında yanında oturan tıpkı camdaki yüze sahip kendisine dönmüştü ancak çok öfkeli görünüyordu.Kendisinin yansıması bir anda onun bakışlarını makas ararken odanın köşesinde bulunan askılığa yönlendirdi. Askılığı gördüğü anda yanındaki elindeki makası aynaya fırlattı. Askılık, çocukluğunun nefret ettiği dört yılı misali dört ayağa sahipti ve onlar tabana dokunuyordu.Makas, babasının yaralayıcı sözleri gibi aynaya doğru ok misali ilerleyip çarptıktan sonra askılığın ayaklarının tabana değen uçları yere paralel uzamaya başladı. Odasının ortasında bulunan rengine baktıkça hem dedesinin hem de kurstaki hocasının sopasını hatırlattığı tahta kanepe tavana yükselirken onun boşaltmaya başladığı yere makas çarptıktan sonra parçalanıp dağılan aynanın dört parçası yerleşiyordu.Bunlar tamamen sahiplenince bölgelerini birbirlerine olan uzaklıkları ilk durumda farklıyken askılığın ayakları tabana,duvarlara,tavana sarmaşık misali uzayınca yerdeki kırık parçaların birbirlerine olan mesafeleri eşitleniyordu.Bir süre sonra onlar bir kare oluşturdu.Kırık parçaların tabana değen yüzleri parlak ve tavana bakanlar ise mat olup kanepe yükselip tavana vurup dağıldıktan sonra savrulan dört uzun tahta parçası karenin köşegenlerindeki ayna parçalarının üzerine oturmuştu. Askılığın ayakları dört taraftan ayna parçalarının üzerinde duran tahtaların bulunduğu kareye tıpkı çocukluğunun kalabalık yalnızlığının çığlıkları misali yaklaşıyordu.Tahta parçalarının orta kısımlarının dördüyle de aynı seviyede küçük içi oyuk çemberler oluşmaya başlıyordu.Sanki bir arabanın park etmesi gibi onların yanına iyice yakınlaşınca durdu askılığın ayakları.Yükselerek çemberlere ulaştı.Oyuk olan bunların içini tahtaların dokunan uç kısımları doldurduktan sonra hem parçalanan kanepenin tahtalarından hem de askılığın ayaklarından mamul çıkan iplikçikler diğerlerinin aynı seviyesindeki çemberlerine ulaşıyordu.Bu durum arkadaşlarıyla Orhan ve Memduh ile birlikte mahallesinde diğer mahallenin çocuklarıyla futbol maçı yaparken o esnada yaşadıkları yere taşınan Derya adındaki kızı görüp tekrar tekrar ona bakması misali devam etti. Ayna parçalarının tabana değen parlak yüzeyleri tıpkı aşkına sarılmak istemeyip de onun başkasına kollarını sarması misali tahta parçalarına dokunup bağlanmaya başlarken onun dışı aynanınki gibi parlak bir yüzeye dönüşüyordu.Öte yandan kopan iplikçiklerin dışları katılaştı ve sonra çözündü.Bunlar yere düşerken çocukluk arkadaşlarıyla geçmişte kopması misali küçük parçalara ayrıldı ve karenin merkezine doğru akışa geçip birbirleriyle tıpkı gelecekte bir olay sonucu tekrar kavuşacakları gibi birleşti.Oluşan birikintinin içinde yavaş yavaş görüntüler meydana gelmeye başlıyordu. Görüntülerden çıkan saydam yüzleri görünce odasının içinde ağlamaya başladı.Bunlar o kadar çok canını acıtıyordu ki daha fazla bakamadı.Tahta parçalarının dışını kaplayan aynalara yansıyordu bu saydam yüzler.Bir kez daha baktığında hepsi öfkesinden suçluluğuna dönüşen yanındaki gibi gitmiş ve tahtalardaki aynaların içine girmişti. Adam geçmişinin treniyle yolculuğunda ilk vagonlarda diğer tarafa geçti.Cam da gördüğü anne ve babasının yüzüydü… “Kemal, artık çocuğumuz büyüdü.Ben diyorum ki; Ahmet’ i dini eğitim veren bir kursa verme zamanımız geldi.” Dedi annesi. “Haklısın Hatice, ben de sana bu konuyu açmayı düşünüyordum ki sen benden önce davrandın.Hemen yarın bu işe al atayım ve kursu araştırayım da oğlumuz dinine bağlı ve Kuran okumasını bilen biri olma yolunda ilerlesin.” Dedi babası Aslında çocuğun anne babasının düşüncesi oğullarının ilk önce hafız olması yönündeydi ve aile çevresi de ikisiyle hem fikirdiler. Onun dini kurallara göre yetişmesini,namazlarını kılan ve Kuran okumasını bilen biri olmasını,dini vecibelerini tam anlamıyla yerine getirme yolunda ilerlemesini arzuluyorlardı.Yaşı ilkokuldan sonraki dönem olan orta okul evresindeydi ancak ailesi onun okula gitmesini değil yatılı kursa gitmesini istiyordu.Öte yandan Ahmet, ailesiyle hem fikir olmayıp onların öngördüğü gibi yatılı kursa gitmeyi değil orta okula gidip okumak istiyordu.İdealinde aile efradının düşündüğü gibi hafız daha da ilerisi yüksek bir din görevlisi olmak gibi bir kısım yoktu. Çocuğun babasıyla arasında sıcaklıktan ziyade biraz mesafe vardı.Bu uzaklığın kapsamı ise büyükler ve onların düşündükleri ile davranışlarıydı.Aile ne isterse çocuk onu yapmak zorundaydı.Bu düşünce ise ailenin büyüklerine saygı ve onların istediklerine söz söyleme ya da onlara karşı çıkmama yaptırımını öngörüyordu.Büyükler söylediklerinin hemen yapılmasını ister –küçüğe göre doğru ya da yanlış- çocuklar söylenenleri zamanında yapmazsa azar yiyerek,kimi zamanda onların tabiriyle ‘beş parmak’ ile tanışarak ya da ufak çaplı şiddetle muhabbet ederek onları dinlemeleri gerektiğini öğrenirlerdi.Çocuğun geleceği ile kararı aile verecekti şayet uymazsa kendisine ‘manevi yaptırım’ uygulanacaktı. Ahmet’ in ailesi akşam yemeğindeydi.Hem yemeklerini yiyor hem de televizyon izliyorlardı.Bütün haberlerde Turgut Özal’ ın öldüğü söyleniyordu.Babası yemekteyken annesine; “Hatice, yatılı kursa gittim ve sorumlusuyla görüştüm.Yarın inşallah Ahmet ile oraya gideriz.” Dedi Ahmet’ in yüzü kurs lafını duyduktan sonra ekşidi.Bunun getirisi ise onun yemek yemeyi bırakması oldu.Ailesine göstermediği içinde yanan öfkeyle; “Ben yatılı kursa falan gitmek istemiyorum.Memduh, Orhan ve diğer arkadaşlarım gibi okula gitmek istiyor—“ “Sus bakayım! Ne demek gitmek istemiyorum. Sen daha yumruk kadar çocuksun,ne bilirsin.Dinini ve Kuranı öğrenmen lazım.Bunun akabinde biz senin yüksek bir din görevlisi olmanı da istiyoruz ki dedenler de bizimle aynı fikirde.” diye baba noktayı koydu.Konunun sonuçlandığını sandı; “Ama baba kuran öğrenmek için neden kursa gidiyorum ki.Ben yüksek bilmem ne görevlisi olmak istemiyorum.Ben okula gidip—“ “Ahmet! Sus artık zira sabrımı taşırıyorsun ve beni sinirlendirmeye başlıyorsun.Ne zamandan beri büyüklerin dediklerine karşı çıkılır oldu.Biz senin kötülüğünü ister miyiz, dini vecibelerini bilen biri olmanı istiyoruz.Bu kursta sana onları öğrenme yolunda bilgiler verecekler… Daha fazla söz duymak istemiyorum.Bu konu burada kapanmıştır.Büyükler ne derse o olur ve küçüklere laf düşmez!” “Ama ben—“ Ahmet tamamlayamadan karşılık olarak beş parmakla münasebete girişti.Eğer biraz daha üsteleseydi babasının eliyle sohbetine belindeki kemer de dahil olup daha da koyulaşabilirdi. Sonuçta büyüklerin dediği olmuş ve Ahmet ile babası yatılı kursa yaklaşıyorlardı.Önlerinden küçük bir kız çocuğu ve onu kovalayan diğeri geçti.Kovalayan kız; ‘Hey Derya! Dur yoruldum.’ diyordu.Onun kaçan kız çocuğu Derya’ yı bu son görüşü olmayacaktı.Baba, yürürken mutlu mesut diğer taraftan oğlu üzgün ve kızgındı.Kursa yaklaştıkça öfkesi daha da artıyordu.Arkadaşlarından Orhan ve Memduh okulun yolunu tutmuşken Ahmet kurs yoluna düşmüştü daha doğrusu buna mecbur edilmişti.Binanın dışı onu huzursuz ediyor ve itici geliyordu.Yapının şekli kareye yakındı.Babasının yanında ayaklarını sürüye sürüye tıpkı bir kağnı gibi ilerlerken ebeveyninin buna aldırış ettiği yoktu.Onun bu ‘büyükler sistemi’ nde elinden gelen bir şey yoktu ve uymak zorundaydı. Biçimi kareye yakın yatılı kurs dini bir gruba aitti.Babası, oğlunu bırakıp kurstan ayrıldı.Gitmeden konuştuğu hocaya ‘eti senin kemiği benim’ demeyi de unutmadı.Kursun sabit kuralları vardı; belli giriş çıkış saatleri olacak,istenilen kıyafetler giyilecek, her zaman namaza kalkılıp beş vakit hiç geçirilmeyecek,hocalara karşı saygılı olunacak ve onlara hiçbir şekilde karşı gelinmeyecekti. Buraya ebeveynler çocuklarını belli bir ücret karşılığında veriyordu zira kursun da belli ihtiyaçları vardı. Nitekim onlar dini eğitim alacak ve Kuran-ı Kerim’ i öğreneceklerdi.Öte yandan da o gruba ait bilgiler de bunların yanında servis edilecekti.Kursun amacı bilinen itibariyle dini bilgileri örgülerken düzen ve kurallar belirlenen yönde gösterilecekti.Çocuklar dini kurallara göre yetişmek için filizleneceklerdi. Ahmet, burada bulunmaktan hiç hoşnut olmayıp kurallarından,yaptırımlarından,hocaların konuşmalarından ve verilen yemeklerden memnun değildi.Kendisini kafese kapatılmış gibi hissediyor ve bunun suçunu da anne babasına ve çevresine buluyordu.Dün hocalarından birinin sopasıyla koyu bir sohbete dalmıştı bile.Yalnız bu muhabbetten ayakları hiç de mutlu olmamıştı.’Sopa’ açısından ise hangi ayak olursa olsun fark etmiyordu. Ha Ahmet’ in ayakları ha Mehmet’ in. Kursta çok bunalıyordu.Burada olmaması gerektiğini düşünüyor ve okulda, tahta sıralarda oturmuş arkadaşlarına küçük kağıt parçaları atarken kendini hayal ediyordu ki buna müdahale hiç gecikmeden gelmişti. “Hey çocuk! Dersi dinle uyuma! Burada düşüncelere dalmana gerek yok. Biz sizlerin hayatta en iyi şekilde gidebileceğiniz yolu almanızı sağlamaya çalışıyoruz.Bizler sizin yerinize düşünürüz,” demişti suratsızca hoca. “Çocuklar bügün ihfa kuralını öğreneceğiz.Beni dkkatle dinleyin!” diye de devam etmişti sözlerine. Ahmet herhangi bir kurala uymamakta kararlıydı.Burada kendini tıpkı dışarıda kalmış bir evsiz gibi hissediyor ve hocaların anlattıklarını hiç mi hiç önemsemiyordu.Eve gidiş zamanı geldiğinde ailesi ne derse desin kesinlikle buraya geri dönmeyecekti.Kurstaki bir odadan öyle çok nefret ediyordu ki… Orada dini bilgilerden ziyade ‘başka bilgiler’ de veriliyordu.Bu anlatımda din ‘başka bir yol’ un açıklanmasında kullanıyordu.Odanın kapısının yanında muhafız gibi duran dört ayağa sahip konuşmacıların anlattıklarının rengi kadar mat olan elbiselerin asılı olduğu görmekten hazzetmediği askılık vardı. Konuşmacılar dini, amaçlarına giden araç olarak kullanıyordu.Gayelerinin ne olduğu belliydi: Çocukların beyinlerine küçük yaşta ilerleyen zamanlarda gruba hazır hale getirmek için onların direktifleriyle büyüyecek ve filiz verecek olan tohumlar atmaktı.Grubun başı da bu meyveleri menfaatine toplayacaktı.Ahmet, hangi askılığı görürse görsün hep buradaki olanı hatırlayacaktı. Bu odadan ve cehennemdeki zebanilere benzeyen askılıktan nefret ediyordu.Onların neye benzediğini bilmiyordu ama içindeki ses öyle olduğunu söylüyordu ki ilerideki yaşamında cehennemdeki zebanilerin neye benzediğini yaşadığı çevreden ve attığı adımlardan öğrenecekti.Aynı ses bu odadan hemen çıkıp gitmesini ve bayat yaş pasta tadındaki konuşmacıların anlattıklarını daha fazla dinlememesini söylüyordu.Anlatılanların hiçbirine kulak vermezken öte yandan diğerlerinin bir çoğu onları dinliyordu.Bütün konuşulanların amacı çocukların dini anlamaları yönündeydi.Dinden yola çıkılıyordu ama yolun sonu başlangıçtakinin bitişi değildi.Birileri kendi düşüncelerinde köprülerle ve tali yollarla anayolu değiştirip başkalaştırıyordu.Gerçek dinden bahsetmek asfalt yol iken ve o şekilde çıkılmışken anlatılanlarla tozlu,topraklı,taşlı ve mucurlu hattı bazı yerlerde çukurlu oluyordu yol. Kendini mahkum gibi hissediyor görüş günü geldiğinde yani dinlemek zorunda bırakıldığı konuşmalar bittiğinde seviniyordu.Kendisine birisinin şunu yap bunu yap demesinden nefret eder bazılarının söyledikleriyle bir kalıba sokulmayı hiç istemezdi.Bir de bu söküklerin dinle yamanmasından hiç hoşnut değildi. Ranzada yatarken bu kursa daha fazla dayanamayacağını anlayıp içindeki aynı sese uyup kaçmaya yeltenmişti.Ses karşısında ona ranzanın parlak demirlerinde yansıyan –eğer buradan kaçmazsan ilerki hayatın bu şekilde olabilir- kıvamındaki görüntüyü gösteriyordu.Ahmet bir süre izledikten sonra hayatının rotasını değiştirecek o adımı atmak için hareketlendi… Ahmet geçmişinin treninde birinci vagondaki camdan yansıyan görüntülerden gözlerini alıp ikinci vagona şimdiki yaşadığı zamana gençliğinin ikinci perdesinin ortalarına doğru ilerledi.Orada bir koltuğa oturmak için yürürken tutunmayı sağlayan demirlerdeki görüntülere takılmıştı gözleri… Kendisini kilitli taşlardan yapılmış kaldırımlarda yürüdüğünü gördü… Bulunduğu yerdeki kaldırımların üzerinden hiç ayrılmayan kuru yemiş kabukları: fındık,fıstık,ceviz,ay çekirdeği umursamaz insanlar misali sefalarını sürüyordu.Yürüyenler ellerinde taşıdıkları kese kağıtlarının içinden birkaç tane kuru yemiş alıyor; kimileri sapsarı dişlerinin,kimileri yarı çürük yarı sağlam olanlarının (bu modeller biraz zorlanıyordu), kimileri bembeyaz olanlarının arasından yere atıyordu.Kimlerininki ise ünlü bir mağazanın her zaman temizlenen yerleri gibiydi.Nasıl bazen müşterilerin silik de olsa ayak izleri yerde kalıyorsa yapıştığı dişten ayrılmak istemeyen bazı fıstık kabukları da öyleydi. Nasıl ki yerdeki izlere hizmetlilerden hemen müdahale geliyorsa ağızda da dil bu pozisyona girip yapışkanları dişten söküp kişinin dudakları arasından hızla kaldırımlara defediyordu tıpkı bir patronun yatağın ters tarafından kalkıp bir çalışanını umarsızca kovması gibi.Ağızdan dışlanan bu istenmeyen kabuklar bazen arzulanan hedefe ulaşmıyordu.Rüzgar devreye girip bunları yere düşmeden kilitli taşların arasına sıkıştırıyordu tıpkı hayatını doğru ve yanlış kelimelerine indirgemiş bir insan gibi. Kaldırımlarda ikamet ettirilen başka bir topluluğun üyesi de sigara izmaritleriydi.Onlar (kavuniçi,beyazı,incesi,kalını,uzunu,kısası…) da bedavacı insanlar gibiydi. Daha yeni ince ve narin olanı sinirli bir el tarafından yere çarpılmakla kalmamış bir de bu yetmezmiş gibi üzerine basılmıştı.Bunu fark eden bir diğer kilitli taş ilerisindeki komşusu ceviz kabuğu tıpkı bir çocuğu ezip arkasına bakmadan kaçan bir insanı gören şahit gibiydi.Kaldırımın üzerindeki diğerleri ise vurdumduymaz duyarsızlar gibi hallerinden memnundu.Onlara dokunulmamıştı zira devlet kadrolarına yerleştirilen bazıları gibi kayrılmıştı.Çeşitli renklerdeki bazılarında öpüşünün izi olarak kalan ruj lekesi olan izmaritler seçim öncesi oy kapmak adına devlete ait arazi üzerine kurulan gece kondular misaliydi.En nihayetinde kaçınılmaz olarak onlar da kaldırımlardan süpürülüyordu. Kilitli taşların üzerinden atamadığı patronuna yağ çeken dalkavuk misali bir yapışkan vardı ki o da tükürüktü.Neyse ki rüzgar onu kurutuyordu.Bazı yerlerde ise atılma tarzı benzer, rengi ve kıvamı daha yoğun bir yapışkan olan sümkürüğün savruk serpintileri bulunuyordu ki bunlar yüzsüz insanlar gibi her yerde karşına çıkıyordu.Birkaçının üzerinde ise yıpranmış,hiç acımadan buruşturulmuş içi boş ambalajlar vardı ki bunlar daha fazla yer kaplıyordu tıpkı içi boş beyinler gibi.Bir çikolata ambalajının üzerine sakız yapışmıştı ve poşet bu sakız sayesinde ayakkabıya tutunarak ilerliyordu birilerinin fikirlerini çalıp kendi düşüncesiymiş gibi geçinenler misali.O yoldan gelip geçenler buraya atılanlara hiç dikkat etmiyor yürüyordu.Bazıları onlara vuruyor ve nesne yine ‘bazıları’ gibi kıvırıp tekrar taşların üzerine düşünüyordu.Bazılarıysa bu müdahale sonunda kaldırım taşlarından dışlanıp yol kenarına konuyordu tıpkı… Teni soğukla titreyen bir gece aralığın koynunda hüzünlü bakışları ile yatıyordu.Mahsun bedeninin titreyişi sadakati unutulmuş dost gibi olan hislerini barındırırken son ayın kesif suskunluğuna koynundaki gecenin kırık yaşları sarılıyor ve yüzü neşesi satılık eskici hatırasına dönüyordu… Ahmet,kaldırımın sonundaki marketin birine girerken ufak ufak damlalar havada yol almaya başlıyordu.Oradan sigara alıp çıktıktan sonra damlalar biraz daha fazla taraftar toplayarak onunla beraber kırık bir düş patlamasından yeni dönmüş tavırları hiç arkadaş canlısı olmadıklarını belli etmesine rağmen naçar yıldız ışıltıları da onu karşıladı.Bundan memnun olmadığını sigarasını yakarken biraz zorlandığı için ağzından çıkan birkaç kelimeyle dile gtirmişti.Sigarayı içişinden sıkıntılı oladuğu anlaşılıyordu.Mutsuz bir görünüme sahip gözleri yürürken etrafa boş boş bakıyordu.Damlaların artışındaki yoğunluk gittikçe çoğalıyorken uzun saçları da bu artışın getirisinden nasip alıyor yüzüne yerleşmeye çalışan bir an kaçmayı başarabilmiş gülüşlerini de defediyordu somurtkanlığı.Kot pantolonu dört gündür yıkanmıyor ve üzerine yağmur damlaları düştükçe daha da kötü bir görünüm alıyordu.Sonunda yürüyüşüne bir otobüs durağına sığınarak son verdi. Oradaki gri renkteki banka oturdu.Ahmet, yere bakarken ‘benim ruhumda böyle gri ve yaptıklarım da üzerinde…’ diye düşündü.Hüsranla sarmalanmış anılarının deposu misali sigara paketinden bir sigara daha aldı ve bu sefer ki kolay yandı.Külü pejmürde pantolonunun üzerine düştü ve ıslaklıkla oraya yapıştı.’Hay kahrolası!’ diye görünüşü alçak ve kaypak patronunun yüzüne benzeyen duraktaki camda bulunan afişteki yüze söylenip dumanı savururken durağa bir bayan gelmişti.Bankta oturdukça ayaklarını sallayıp ucu sivri ayakkabıları yere değerken ses çıkaranın üzerinde koyu renk deri bir ceket vardı. Bir anda kaşları çatıldı, bu kadının ayakkabılarını yere vurdukça çıkan sesin tonu ona ne kadar da tanıdık gelmişti.Kadının ıslanmış saçlarının ucundaki damlalar koyu mavi ceketine düşüyor ve anında buharlışıyordu sanki.Kadın bir anda yüzünü dönünce Ahmet şaşaladı bulundukları yolda in cin bile gönlünü eğlendirmezken.’Bu kadın,bu kadın…’ diye dili tutulmuştu adeta.Hemen yerinden kalkıp hızla oradan kaçtı.Kadının o yalvaran sesi uzaklaşırken hala aklındaydı.Koşarken düştüğü zaman otobüs üzerine çamur birikintisi boca ettikten sonra durağın önünden geçip gitmişti.Aracın arka camından bakan kadının saydam yüzü gözlerini acıtıyordu. Islaklığa aldırmadan yol kenarındaki duvardan birine dayandı.Ay bile çoktan şavkını yüklenmiş tüyerken kadının ona baktıkça değişen yüzü aklına geldikçe çıldıracak gibi oluyordu.Kadının yüzünün derisindeki bıçak kesikleri kabuk bağlamış ve onların üstü çorak topraklar misali çatlamıştı.Kırıkların içinden çıkan kanlı iğrenç sıvılar yüzünün coğrafyasında ilerleyip dudaklarından ağzına ve burnuna girmişti.Kanlı, pis sıvı akmış ve lapalaşmış gözlerinin içindeki göz bebeklerinden dışarı çıkmış ve saçları matlaşıp parçalanmıştı.Dağılanlar kanlı sıvının oluşturduğu arkın içine düşmüş ve sal misali yol almıştı.Ahmet, bu arkın içinde kareye yakın bir binanın penceresinden kaçan bir ocuk görmüştü.Kadının yüzü baktıkça ona işkence etmişti. Başka şeyler düşünüp kadınla ilgili aklına gelenlerden kurtulmaya çabalarken karanlığı yaran, yağmur sularını etrafa saça saça hızla gelen yarış yapan iki arabanın farları gözlerine çarptı.Onları görünce hızla oradan kaçtı ama yakın zamanda bu arabaları kullananları bir kez daha görecekti.Bilinçsizce koşa koşa eski, görünüşü terk edilmiş olan bir binaya benzeyen deponun yanına gelmişti.Hiç vakit kaybetmeden herhangi bir düşünce barındırmadan hareketi nefes nefese kapısını açıp içeri girdi.Deponun tavanında bulunan kırık lambaların karanlıkta sinir bozucu sallanıp duran seslerini duydu.Cebinden çakmağı çıkardı telaşla bir sigara daha yaktı ve sakinleşmeye çalıştı.Etrafı yoğun karanlıkla çevrilmişti ama ikinci sigarayı yakarken gözleri endişeli bakışlar yaymıyordu artık.Oturduğu yerden kalktı ve çakmağıyla yürümeye başladı.O esnada çakmağın cılız ateşiyle yerde birkaç cam kırığı ve rastgele savrulmuş gazeteler olduğunu gördü.Ateşi biraz yaklaştırınca gazeteye, çakmağı yakınlaştırıp okudukça ilerleterek ruh ve sinir hastalıkları hastanesinden kaçan bir hastanın Üsküdar’ da geçirdiği kazadan bahsedildiğini gördü. Kazazede hastaneye kaldırılmıştı.Ahmet yazan ismi görünce oldukça üzüldü. ‘ Ben dedim sana Orhan, Ezgi denen o kızın peşinden İstanbul’ a gitmeyecektin , tımarhaneye düşmekle kalmadın bir de kaza yaptın,’ diye düşündü yüzünde acıyla. Sigarasından bir nefes daha çekip yerden bir başka gazeteyi alırken deponun içine tıpkı geçmişi gibi zemheri bir soğuk hücum etti.Bir kısmı dudaklarına sırnaşırken kalanı karanlığa kapılıp giderken içindeki karamsarlığı yüklenmiş sigaranın dumanında bir anda asap bozucu saydam yüzler süzülmeye başladı.Bunlardan bir tanesi yerdeki bir cam kırığını ona gösterdi.Yansıyan görüntüde bir akşam vakti yağlı ve pis bir yolda bir kadın ve bir adam ele ele tutuşmuş gidiyordu.Onların biraz gerisinde de bir başkası takip ediyordu. Ahmet kızgınlıkla saydam yüzlerin parlak gözlerinin rahatsız edici ışığında görünen cam kırığını tekmeledi ama görüntü değişmedi ve yansımaya devam etti… Kalbinin parçalanmış hayal kırıklığından mamul kapısından kayıp ruhuna yol alırken kendisinin bir başka tezahürünün gri gözlerinin bakışlarına yansıdığını gördü.Her attığı adımla ona yaklaştığını düşünürken yankısı uzaklardan gelen ağlayan bir çocuğun hüsranlarını yüklenmiş hüzünlü yaşlarının, yakınlardan tınısı büyüdükçe duygusal bir yalnızlığa götürdüğü, hayatı hiç anlayamadığı bir kapıdan, geçmişti.Aslında isimsiz korkularının çizdiği çemberin merkezinde dolanıp durmuştu.Gittikçe büyüttüğü korkuları ona yollar çizmişti ve cam kırığından yansıyan da onlardan birisiydi. Gece,ucuz ve nahoş rayihalarla doluyken ay işveli ve oynak bir kadın edasında tavırlar sergiliyor ışığı müstehcen ve davetkar öpücükleri yolun kıvrımlarında arsız bir sırıtışken bir de yağmurun sesleri rüküş havanın kokoşluğunda kendine yer ediniyor anıların fısıltıları rüzgarın kahkahalarında boğulurken adamın adımları unutulmaya yüz tutmuş birininki gibiydi. Yürüdükleri zamanın dili yaşı geçgin pavyon şarkıları gibi pörsümüş, eskimiş gürültüleriydi adeta etrafta duyulan kulaklarının kapısına vuran sesler.Arkalarında ise onları takip eden gölgemsi bir şekil vardı.Adamın bir sonraki adımları anlık bir mutluluğa kapılmış birininkine dönüşürken yanındaki kadın onun yürüyüşündeki karaktere göre ilerliyordu.Takip eden ikisine yakınlaşmaya başlayınca onun yürüyüşü yavaşladı.Halinden yorgun,üzgün,kırgın ve karamsar olduğu anlaşılabiliyordu.Aynı zamanda yanındakinin yürüyüş karakteri de onunla aynı seyirdeydi.Kadın onları takip eden yaklaştıkça saydamlaşmaya başlıyordu.Arkadakinin yaklaşma hızına göre değişmeye başlayan saydam kadın bir kristal vazo gibi parçalandı.Adamın yürüyüşü aynı seyrinde devam ederken saydam kırık parçalar da onunla beraber ilerlerken gölgemsi şekil yani duygusal yalnızlığı bunların içine girdi.Kadın ise cisimleştirdiği avuntulardan birisiydi.Saydam kırıklar birleşip bir bütün oldu.Onun psikolojisine göre duygusal yalnızlığı bazen uzaktan takip eder,bazen çok yakınlaşır, bazen de avuntusunun yansıyan yüzü olarak kimi zaman da yanında giderdi.Cam kırığı ise onun kırık gözyaşlarından birisiydi. Deponun dışından ayak sesleri geliyordu.İçeri giren tanıdık narin ayak sesleri Ahmet’ e kimi zaman renkli,kimi zaman siyah beyaz çoğunlukla gri anıları getiriyordu. Derya deponun karanlığında adımlamaya başladı. Arkadaşı Orhan’ ın kazasını haber almış ve İstanbul’ a gelmişti… … Ben, sen olduğumu kendimde olmadığımda anladım,Ne olduğunu kendimden sana kaçarken kavradım... Birinci Ana Kısım Sonu Eylül 2009 SAVRUK BULUTLARIN YAĞMURLARI: BİRİNCİ KİTAP GELGİT BİRİNCİ ANA KISIM: AHMET ALT BAŞLIK GRİ
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Osman Altınbaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |