Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Uzun süredir, yazılarım, güncel politikalara aykırı düştüğü için pek çok blog ve sitede ya sansüre uğruyor ya da hiç yayınlanmıyordu. Bu süreçte, yaşamını gazetecilik yaparak sürdürmüş, sürekli sarı basın kartının geçmişteki anlamını hak etmiş biri olarak yazılarımı demokrasi, düşünce ve ifade özgürlüğünden ödün vermeden severek yayınlıyordu, yayınlıyor. Atilla Bey’in bu saygın yaklaşımı, beni onun dünkü yazısını eleştirmekten alakoymuyor elbette. Bana göre söz konusu yazı pek çok açıdan eleştiriyi hak ediyor. Atilla Bey diyor ki “Çalışma koşullarının iyileştirmesini isteyen işçilere, işveren karşı çıkıyor. İşçiler grev kararı alıp hayata geçirecek... Polis, işverenle anlaşıp fabrikada yangın çıkartıyor... Ve o yangında 120 kadın işçi cayır cayır yanarak ölüyor...” Evet, 8 Mart 1857’de New York’ta, 40.000 dokuma işçisi kadın birleşip çalışma koşullarının iyileştirilmesi amacıyla greve başlar. Kapitalist devletin vazgeçilmez yöntemiyle polis, işçilere saldırır, patronla işbirliği yaparak fabrikaya kilitlerler. Tüm işçiler için örnek oluşturacak bu direniş, en korku verici, cesaret kırıcı biçimde cezalandırılmalıdır. Fabrikada yangın çıkartılır. Elbette suç işçilerin üzerine atılacaktır. Oysa can havliyle kilitli kapıyı kırarak, oradan buradan kendilerini dışarı atan işçiler, polis barikatı ve alevler arasında kalırlar, 120 kadın işçi can verir, yani alışık olduğumuz gibi işbirliği ile katledilirler. Ama kadınların bu olağanüstü birliği, cesareti, yığınsallığı ile gerçekleştirilen direniş, bu boyutuyla dünyada bir İLKtir. Atilla Bey yazısında devam ediyor: “Ve biz, bu günü; huşu içerisinde "kadınlara" adayarak onlara sevgimizi göstermek için 32 dişimizin göründüğü bir sırıtma ile ve de karanfillerle kutluyoruz! 120 kadının yanarak can verdiği gününüz kutlu olsun!” Olaya, salt duygusal açıdan bakınca, geçen yıllar boyunca bu müthiş başkaldırıyı kimlerin sahiplendiğini, kapitalist sistemin, emeğin bu görkemli direnişini unutturma çabalarını düşünmezsek Atilla Bey’in bu ironik yaklaşımını, tepkisini haksız sayamayız. Tarih akıp gidiyor. Biz sosyalistler, komünistler, devrimciler, emekten yana olanlar henüz, binlerce yılın sınıflı, sömürücü sistemlerle toplum yönetmenin deneyimini miras alan kapitalizmi yenecek güce ulaşmasak da yenile yenile onun oyunlarını öğrendik. Bunlara karşın nasıl düşünmemiz, nasıl eylememiz gerektiğini tarih açısından yüz yaşımızın gençliğiyle, hatta bebekliğiyle pek ağır ağır olsa da biraz öğrendik, öğrenmeyi sürdürüyoruz. 1910 yılının Ağustos ayında, Marks ve Engels’in teorisini oluşturduğu sosyalizmin yeni doğduğu yıllarda, Danimarka’nın Kopenhag kentinde 2.Enternasyonalizme bağlı olarak Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı toplanır. Kendilerini, sömürülenlerin haklarına, işçi ve emekçilerin uyanışına, savaşımına adamış kadınlar… Bu konferansta, Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857’de katledilen kadın işçiler anısına bu günün Dünya Kadınlar Günü olarak kabul edilmesini önerir. Öneri, oybirliğiyle kabul edilir. Elli yıl geçmiş, 120 kadın unutulmamıştır. Öneride anma tarihi tam belirtilmemiş ama ilkbahar olarak saptanmıştır. 1921’de, 3. Enternasyonel Komünist Partiler toplantısında, Uluslararası Kadınlar Konferansında, tarihi tam olarak 8 Mart, adı da Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak belirlendi. Bu kısa tarihçeyi, 8 Mart’ı ilk sahiplenenlerin kimler olduğunu ve amaçlarını anımsatmak için vermek zorunda kaldım. O tarihten bu yana, işçi ve emekçi kadınlar, tüm dünyada günün, ülkelerinin gereksinimlerine uygun istemlerini dillendirmek, başlarına gelen belaların sorumluluğunun kapitalizmin sömürüsünden kaynaklandığı bilincini yaygınlaştırmak, uyanışı sağlamak amacıyla anarlar 8 Mart’ı. Anmalar, zaman içinde burjuvazinin engelleme çabalarını aşmak için kutlama adını almıştır. Biz biliriz ki, her olgu, olay zıttını içinde barındırır. Burjuvazinin, zenginliğin, sömürünün, kâr etmenin doğası, her ülkede kendine karşı başkaldırıyı, her yola başvurarak, şiddete, vahşete sarılarak, acımasızca engellemektir. Bu nedenle tarihçemiz içine burjuvazinin 8 Mart’a yönelik eylemlerini de katmak gerekecek. 8 Martlarda sosyalist ülkelerde, zaman içinde bayrama dönüşerek anma ve kutlama etkinlikleri yapıldı, yapılmakta. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında, savaş bahanesiyle neredeyse tüm kapitalist ülkelerde 8 Mart eylemleri yasaklandı. 1960’lara gelindiğinde, Avrupa ülkelerinde, savaş karşıtlığı, emek eksenli kutlamalar güçlendi. ABD’de 8 Martlarda çeşitli gösteriler düzenlenmeye, yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlandı. 1970’lere gelindiğinde, Sosyalist Bloğun varlığı, Ulusal Kurtuluş Savaşı vermiş olan ülkelerin uyanışı, 8 Mart anmalarının, tüm dünyada, giderek yığınsallaşan biçimde, savaşsız, sömürüsüz bir dünya istemini yükselterek yaygınlaşmasına neden oldu. Baktılar ki o katledilen 120 yiğit kadın unutulmuyor, yasaklar sökmüyor, kadınların bilinci yükseliyor, eylemler artıyor, yığınsallaşıyor. Önce 1975 yılında, sosyalist ülkelerin girişimiyle Birleşmiş Milletler, Kadın On Yılı Programını kabul ederek dünyadaki kadınların eğitim, sağlık vb sorunlarına dikkat çekmek zorunda kaldı. 16 Aralık 1977’de ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasına karar verdi. Ne ki “Emekçi” sözcüğü uçup gitmiş, özünden koparılma girişimi başlatılmıştı. Ayrıca, görüşmelerde anılmasında karşın, resmi olarak yapılan yayında, günün tarihçesine dair açıklamada New York’ta katledilen kadın işçilerden hiç söz edilmedi. Türkiye’de ise ilk kez 1921 yılında, reji (Tütün) işçilerinin, sosyalist, ilerici kadınların düzenlediği toplantıda 8 Mart tarihçesi ve amacıyla gündeme geldi. 1925’te Cumhuriyete karşı çeşitli yerlerde dinsel gericiliğin irili ufaklı başkaldırılarıyla, emperyalizm desteklediği çeşitli isyanlarla başa çıkmak amacıyla çıkartıldığı söylenen, bugünkü Olağanüstü Hal Yasasına benzeyen Takrir-i Sükun Kanunu (Huzurun Sağlanması Yasası) çıkartıldı. Ardından 2. Dünya Savaşı patladı. Her zaman olduğu gibi önce susturulması gerekenler de aydınlar, işçiler, emekçiler, onların savunduğu düşünceler, onların yaptığı hak arama eylemleri oldu. 8 Martlar, 1 Mayıslar çok uzun yıllar boyunca polis baskınına uğramazsa gizli gizli, küçük gruplar arasında anılmaya, kutlanmaya çalışıldı. 1965 yılında, kuruculuğunu daha sonra İlerici Kadınlar Derneği kurucusu ve başkanı olacak değerli, sevgili Avukat Bakiye Beria Onger’in yaptığı İleri Kadınlar Derneği vardır. Ancak bu dernek kısa ömürlü olmuştur. 8 Mart Dünya Emekçi Günü’nün gerçek anlamı, içeriğiyle anılması, ilk kez 1975 yılında, Türkiye’nin bugüne değin gördüğü en yığınsal, emek-emekçi eksenli kadın örgütü İlerici Kadınlar Derneği’nin kuruluş çalışmaları sırasında oldu. 3 Haziran 1975’te, üyeliğini, il şubesi ve bölge yöneticiliğini yapmaktan ömür boyu onur duyacağım İlerici Kadınlar Derneği (İKD) resmen kuruldu. 12 Eylül faşizminin ayak sesleri, sıkıyönetimlerle duyuluncaya, faaliyeti yasaklanana değin hemen hemen tüm Türkiye çapında il, ilçe ve temsilcilik düzeyinde örgütlendi. On binlerce üyesi oldu. Başta “Evlat acısına son” temalı, diğer kadın sorunlarını da gündeme getiren, binlerce kadının katıldığı toplantı, miting, yürüyüş düzenlendi. 12 Eylül’ün vahşetinden pek çok yöneticisi, üyesi nasibini aldı. 12 Eylül faşizmine hazırlık olan sıkıyönetim döneminde, 28 Nisan 1979’da faaliyetten ilk men edilen kadın örgütüdür İKD. Daha sonra bu örgütün, örgütlenme biçimi, çalışma yöntemleri, ne yazık ki en iyi biçimde Siyasal İslam’ın kadın örgütlenmelerinde kullanıldı, çok da başarılı oldular. Bunda 12 Eylül siyasal İslam’a kapıyı açtığı gibi İKD’nin yanı sıra diğer tüm demokratik örgütleri çökertmesinin rolü çok büyüktür. 12 Eylül faşizmi, görece olarak atlatılınca, yeni kadın örgütlenmeleri, sistem-emek-emekçi-kadın ( Bizim, kadın sorunlarına yeterince ağırlık veremediğimiz eleştirisini saklı tutuyorum) ekseni yerine, kadınlık durumu, salt kadın sorunu ya da salt emek-sosyalizm biçiminde daraltıldı kanımca. Neyse bunlar konumuz dışında. Yine de dağınık, çok renkli olmalarına karşın bu örgütlenmelerin yeri ve önemi yadsınamaz. Genç kuşaklar, bir gün daha gerçekçi, ülke koşullarına daha uygun örgütlenmeleri de yaratacaklardır kuşkusuz. 12 Eylül’den günümüze değin, fırsattan istifade, iktidarlar, belediyeler, ticarethaneler, çalgılı çengili, cicili, gerçek amaçtan, içerikten uzak her türlü etkinlikle kadınları uyutma çabalarına hız verdiler. Atilla Bey’in yazısından nerelere geldik. Ama ikna edici olmak için bunlara girmek zorundaydım. Sonuçta çok deneyimli bir gazeteciyi eleştiriyoruz, değil mi? Atilla Bey yazınızda “Ve biz, bu günü; huşu içerisinde " kadınlara" adayarak onlara sevgimizi göstermek için 32 dişimizin göründüğü bir sırıtma ile ve de karanfillerle kutluyoruz!” diyorsunuz. Hayır Atilla Bey! Dün böyle kutlamadık, bugün de böyle kutlamayan on binlerce kadın var. 8 Mart’a lanet olmasın! Olmasın! Atilla Bey, büyük puntolarla diyorsunuz ki. “ÖZELLİKLE DE 8 MARTLA İLGİLİ GÜZEL DİLEKLERİNİ SUNAN İŞADAMLARINA TEŞEKKÜR EDİYORUM Sizin fazla kâr için yapmayacağınız şey yok gibidir. Tam bir oportünistsiniz sizler... Öncüleriniz 120 kadını yakacak; Sizlere de bu günü kutlamak düşecek. Şu anda aynı istekler işçiler tarafından yinelense... İnanıyorum ki; YİNE YAKMAKTAN İMTİNA ETMEZSİNİZ. KAHROLSUN SİZİN KUTLADIĞINIZ 8 MART'A...LANET OLSUN” Bu cümleleri neden yazdığınıza epeyce kafa yordum. Kadın olmadığınıza göre kutlama size değil, gazetenize, kadın okurlarınıza gelmiştir. Kaz gelecek yerden tavuk esirgemez işadamları. Büyük olasılıkla ilan vermişlerdir. Gazetede ilan göremediğime göre ilanı almak yerine, sosyalizmle yeni tanışan gencecik bir insanın duygusal tepkisiyle “Alın paranızı da…..” deyip bu yazıyı döşenmiş olmalısınız. Yanlış sanıda bulunmuşsam düzeltin lütfen. Kusura bakmayın, revizyonist, oportünist vb. ne derseniz deyin ama bu da yanlış bir davranış. Burjuvazi, onun devleti doğasına, kârını yükseltecek sisteme uygun davranacak. Gazeteniz okunuyorsa elbette reklam vermek isteyecek. Kaşınıza gözünüze mi veriyor parayı? Yok, yarın demokratik bir halk devrimi yapılacak, devlet özgürce yazıp çizmeyi sağlayacak desteği verecek de para gerekmeyecekse onu bilemem. Biz, sistemi kavrayan emekçiler de kendi doğamıza uygun davranacağız, savaşımdan vazgeçmeyeceğiz. Bakın bu yaşta kırmızı çatkımı takıp 8 Mart’ı 32 dişimi bileyerek anıyor, kutluyor, yazıp çiziyorsam ben de doğamla bilincimin karşı konulmaz itimiyle davranmıyor muyum? Orada burada göbek atmak yerine, olağanüstü hale karşın sokaklara dökülen, bildiriler, gazeteler dağıtan, cop, biber gazı, tazyikli su yiyen, gözaltına alınan yüzlerce, binlerce kadın da her türlü zorbalığa karşı hâlâ 32 dişini biliyorsa, doğasıyla uyumlu bilince ulaşmışsa bu eylemleriyle ona uygun davranmıyor mu? Peki, ne yapmalı? Hangi sistemde yaşıyoruz? Dini, imanı ille de para, kâr olan bir sistem değil mi? Düşüncelerinizden ve gazetecilik ilkelerinizden ödün vermeden, gece gündüz çalışıp bu gazeteyi çıkarmak için, yaşamak için para denen zıkkım size gerekli değil mi? Eğer ilan verip de “Şunu yaz, yazdır; bunu yazma, yazdırma” komutu vermedikçe ergence yanıt yerine parayı alıp gazeteyi geliştirmek, kendi yaşamınızı hiç değilse kafanızı yol, fatura vb. giderlere takmayacak hale getirmek kötü mü olur? Eğer öyle bir komut veren olursa o zaman parayı kafalarına atamaz mısınız? Hatta arsızlık olacak ama saatlerce kafa patlatıp yoğun emek veren yazarlarınıza sembolik de olsa şevke getirecek o para denen zıkkımdan sizin daha iyi bileceğiniz bazı ölçütler koyup yazı başına ufak ödemeler yapsanız daha doğru olmaz mı? Valla o zaman aşka gelip “Hiç değilse bir faturayı aradan çıkarırım.” Moraliyle adrenalinim artar, okundukça haftada hiç değilse iki yazı bile yazarım. Nasıl fikir ama? Emeği savunup da en başta kendi emeğinizi hiçe saymak çelişkili bir tutum değil mi? Değerli Atilla Bey, hem 8 Mart’ı tek yönlü ele alıp hem de işadamlarına yaklaşımınız, varsayımlarımı da katarak bana bunları düşündürdü. Başı dik, ilkeli bir biçimde yaşamını sürdürmesini şiddetle arzu ettiğim gazetemize de yararı olur düşüncesiyle 7 saatte bu eleştiri yazısı ortaya çıktı. Umarım sizi üzmemişimdir. Ama pek çok yazımı yayınladınız, dilimin sivriliğini de biliyorsunuz. “İnsan yedisinde neyse, yetmişinde de oymuş” sözü sanırım doğru. Dostlukla… 08.03.2017 Vildan Sevil
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Vildan Sevil, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |