Fırtınalar insanın denizi sevmesine engel olamaz. -Maurois |
|
||||||||||
|
Ulus devlet kurulurken, Devlet’ in ekseninin de, seküler ve lâik dünya görüşünden yola çıkılarak yapılaştırılmasına karar verilmişti. Böyle bir sistemin meydana getirilmesi için de, yerleşik değerler ve kurumların bir çoğundan vazgeçmek gerekecekti. Ancak, şu da bir gerçekti ki, ümmet temelli toplumu, ulus temelli bir topluma dönüştürmek her halde pek kolay bir şey olmayacaktı. “…Başarıya ulaşabilmek için Osmanlı, hatta İslâm öncesi Türk ve Anadolu tarihleri ön plâna çıkarıldı. Osmanlıca büyük ölçüde tasfiye edilmeye çalışıldı. Kemalizm, Türk insanının kendilerini tanımlayış biçimini değiştirmek amacıyla yeni bir alternatif kimlik sunmak istedi…” (1) Değerler A’ dan Z’ ye değişecek, kutsallar atılacak; yerine yeni kutsallar konacaktı. Bunun için de özellikle din ve kültür ana eksen alınarak, bu eksen etrafında şekillenmiş ne kadar kurum ve kavram varsa hepsi, bir bir yürürlükten kaldırılacaktı. Yani; “…Osmanlı’ ya ait ne var, ne yoksa silip süpürmeye kararlı yeni yönetim, her halde bu konuda dünya üzerindeki en kararlı ve en telaşlı yönetimdi.Toplumu tepeden tırnağa değiştirmek için alfabesine, kılık kıyafetine, dinî müesseselerine, yüzyılların birikimi olan temel değerlerine müdahale ederek, bunları bir gecede değiştirmeye zorlayan yeni anlayış aslında Rusya’ da devrim yaparak, Çar ve ailesini öldüren Bolşevikler’ den daha radikaldi…” (2) Osmanlı Alfabesi yerine Lâtin Alfabesi; Osmanlıca yerine “Arı Türkçe” yi tercih eden rejim, Osmanlı sanatının en kadim ve popüler dalı olan mûsikîsine de elbette izin vermeyecekti. O zamana kadar bestelenmiş 20.000’ den fazla esere sahip repertuarıyla, Osmanlı’ nın adeta melodik tarih ve geleneği olan mûsikî de unutturulmalı ve tarihin karanlıklarına gömülmeliydi. “…Hititler’ in, Sümerler’ in sahneye çıkarılışı, sırf Osmanlı’ yı unutturmak içindi…” (3) Gerçi daha önceki yıllarda; hatta yüzyıllarda, aşağı yukarı 18.yüzyılın başından beri yani “Lâle Devri”, ”Tanzimat”, ”Meşrutiyet” gibi dönem isimleri veya “III. Selim”, ”II.Mahmud”gibi padişah isimleri ile de tanımlanan devirlerde de başlatılan “yenileşme”hareketlerinde de bir takım “kıyım”harekâtları olmuşsa da ; “…Cumhuriyet,Tanzimat’ a kıyasla, radikal bir devrimciliği sergilemekte, Cumhuriyet,Tanzimat’ ın ikircikli yapısına son vermeyi amaçlamış ve bunda da başarılı olmuştur. Bu amaçla Cumhuriyet, geçmişle ve gelenekle köprülerin atılması anlamına gelmektedir…” (4) Bu zihniyetle yapılan inkilâplar içinde hemen hemen çoğu istenilen amaca aşağı yukarı yakın bir şekilde ulaşmıştır. Ancak başta “Türkçe Kur’an”,”Türkçe Ezan” ve “Türkçe ibadet”le birlikte “Polifonik müzik”projeleri Türk insanının ezici çoğunluğunca kesin olarak reddedilmiştir. Ülkenin yönetimi serbest iradesiyle seçtiği insanların eline geçtiğinde, tek parti döneminde yapılmış değişiklikler zaman geçirmeden, hemen aslî haline dönüştürülmüştür. 1950 senesinde, CHP’ nin demir yumruklu yönetiminin sona ermesiyle; takriben 15 senelik kesintisiz bir süreklilikte , Türkçe okunmasına rağmen, ezan’ da ve ibadette herhangi bir geçiş süreci yaşanmadan yeniden Arapça aslına dönülmesinde herhangi bir zorluk yaşanmamıştır. Bu da zorlamalarla ve yapay bir şekilde oluşturulan inkılâpların, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, başarı şansı olmadığını, şartların elverdiği takdirde hiç yaşanmamışcasına terk edileceğini ortaya çıkaracaktır. Özellikle Atatürk’ ün ölümünden sonra, İnönü’ nün “Millî Şef”lik döneminde Cumhuriyet’ in kuruluşu ile birlikte yapılan doğru ve yanlışlar bir bütün olarak “Kemalizm”adı altında tabulaştırılacaktır. O zamana kadar yapılan bütün uygulamalar, tartışmaya, hatta eleştiriye kapalı tutularak Cumhuriyet’ in kutsalları haline getirilecektir. Öyle ki; bu uygulamalardan dönülmesi Atatürk devrimlerine yapılan ihanet olarak adlandırılacak, neredeyse cezâ kanununda yeri olmayan bir suç unsuru haline getirilecekti. Oysa, daha Atatürk sağlığında, müzikte inkılâp olamayacağını anladığını itiraf etmesine rağmen , Batıcı elitlerimizin hâlâ Türk milletinin geleneksel mûsıkisine dönme çabalarını, Cumhuriyet devrimlerine ihanet olarak görmelerini anlamak mümkün değildir. Buna rağmen, özellikle 27 Mayıs 1960 darbesi ile başlayan askerî müdahaleler ile, bu müdahalelelerin ara dönemlerinde Türkçe ibadet ve çok sesli müzik istekleri, tekrar tekrar servis edilecektedir. Ne gariptir ki; bu isteklerde bulunan kişiler, Türkçe ibadet etmek istediklerinde veya çok sesli müzik dinleyecekleri zaman, hiç kimse onlara engel de olmamaktadır. Bu durumda ortaya çıkan durum, toplumdan buna dair herhangi bir talep olmamasına, hatta böyle düzenlemelere Türk toplumunun açıkça karşı çıkmasına rağmen , bir takım çevrelerin, 1930’ ların şablonlarına göre gelenek ve maziden kopuk bir Türk toplumu özlemlerinin olanca şiddeti ile devam ettiğidir. Hatta bir takım akl-ı evveller, Geleneksel Mûsikî’ nin tek sesli olduğundan antidemokratik, çok sesli müziğin ise demokratik olmasından dem vuracak kadar saçmalamaya başlayacaklardı. Bu söylemleri de, ne bireysel ve toplumsal psikolojiyi, ne müziği, ne de demokrasiyi tanımadıklarının bir ikrârı değilmiydi? Çok sesli müzik konusunda fikir ortaya koyan müzisyenler ve fikir adamları, hâlâ Cumhuriyet’ in bir müzik devrimini gerçekleştirdiğinden , müzikte tekrar tek sesliliğe dönüşün olamayacağından ciddî ciddî söz edecek idiler. Meselâ bir profesör : “…Türk Müzik inkılâbıyla müzik kültürümüzde eski bir çağ kapandı,yeni bir çağ açıldı…” (5) Sözlerinin yaşadığımız gerçeklerle uzaktan yakından bir ilgisi varmıdır? Böyle bir inkılâp düşünülmüş ve uygulanmıştır. Bunları kimse inkâr edemez. Ancak gerçekleştirildiğinden bahsederseniz size gülerler; veya size “Bunların yaşandığı ve bizim bilmediğimiz bir Türkiyemi var?” diye sorarlar. Yine aynı yazarın bununla da kalmadığı , hiçbir şekilde hedefine ulaşmayan bir devrimi ; “…bu güne kadar gerçekleşen aşamalarıyla Cumhuriyet döneminin en zor, fakat aynı zamanda en önemli ve başarılı inkılâplarından biri olarak nitelendirilebilir… Dünya müzik tarihinin kaydettiği, ya da kaydetmekte olduğu en çok yönlü, en çok boyutlu, en geniş kapsamlı ve en karmaşık müzik inkılâplarının başında gelmektedir…” (6) şeklinde mübalağanın da ötesinde ütopik bir dille anlatması gerçekleri değiştirmediği gibi, bu tasarımın ne kadar gerçekleşmesi imkânsız bir hayal olduğunu da doğrular. Yukarıdaki satırların yazarı kitabının bir başka yerinde ayakları yere basmakta, seksen küsur senedir harcanan çabanın bir sonuca ulaşmadığını zımnen ifade etmekteyse de, her şeye rağmen kendisi gibi düşünenlere şu züğürt tesellisini vermektedir : “…inkılâbın tüm amaçlarına ulaşması 2000’ li yılların ilk yüzyılında; yani 21. yüzyılda gerçekleşecek gibi görünmektedir…” (7) Bu cümle zaten çok sesli müziğin Türkiye’ deki durumunun ne kadar zor ve “ümitsiz vak’a” olduğunu da ortaya koymaktadır. Her halde 2200’lü, 2300’lü vd. yüzyıllarda başka Ali Uçan’ lar, aynı ütopyayı dile getirmeye peş peşe devam edeceklerdir. Ali Uçan, bu tezlerinde yalnız değildir. Batı müziği konusunda çok yararlı kitap ve ansiklopedilere imza atan Ahmet Say da bu konuda “habbeyi kubbe yapmakta”oldukça mübalağalıdır. İşte söyledikleri: “…Türkiye’de çok sesli müzik, Atatürk’ün yukarıdaki görüş ve ilkeleri doğrultusunda özgür düşünce temelindeki yaratıcılık ortamına ilerlemiştir. Buna ‘Türk Müzik İnkılabı’denir. Müzik devrimi, müziğin kapsam, boyut, içerik, üslup, biçim, araç, yöntem ve teknikler bakımından ‘eski durum’dan yeni durum’a köklü ve hızlı bir dönüşüm olarak tanımlanabilir… …Osmanlı müziği,Türkiye Cumhuriyeti’ndeki büyük devrimleri anlatabilecek güçte değildir…” (8) Tezlerinde hiç de gerçekci değildir. Ortada bir “inkılâb”çabasının olduğu doğrudur; Ancak bu ne özgür düşünce ortamında yapılmış, ne de ülkede kabul gören müzik, yöntem ve teknik bakımdan eski durumdan yeni duruma köklü ve hızlı bir dönüşüm getirmiştir. Ayrıca kendisi gerçekleşmeyen bir müzik devrimi, hangi “yapıtları”nda diğer büyük devrimleri anlatmıştır ? Anlattıysa, bunu kaç kişi dinlemektedir? Bunların somut verilerle açıklanması gerekir ki; adı geçenlerin böyle bir kaygıları yoktur. Bu belki şöyle doğru olabilir: Türkiye’nin müzik plâtformunu CSO’nun konser salonundan ibaret sayar, bunun dışındaki mahalleri yok sayarsanız, dedikleriniz tamamiyle doğrudur ve size de kimse itiraz etmez. Bu düşüncenin labirentine sıkışıp kalmış olanların , olmasını düşündüğü şeyler gerçekleşmediğinde, yani “vuslatın bir başka bahara”kaldığını hayal edenlerin daldıkları hayal aleminden çıkarılıp, gerçeklerle yüzyüze gelmeleri için , söylenecek söz : “…Popülist bir yöntemle ‘halkın beğenileri’ni olumlu anlamda değiştirmesi amaçlanan ‘musiki inkılâbı’ bir türlü gerçekleşememiştir. Halk beğenisi, 50’li yıllardan itibaren, bir devlet kurumu olan TRT’ de bile belirleyici olmuştur. Önlenmesi için soldan sağdan aydınları bir araya getiren, TRT’nin ‘acısızını’ bile denediği arabesk, 70’lerdeki ‘önlenemez yükselişi’ile durumun vehametini göstermiştir.Turgut Özal, bir başbakan olarak, henüz 80’lerin başında,’uzun yolda araba kullanırken arabesk dinlemek iyi gidiyor’diyerek inkılâbın bittiğini tescil etmiştir…” (9) olacaktı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ nın eski Şeflerinden Gürer Aykal’ ın iddiaları da bayağı abartılıdır. Bakınız neler diyor Sayın Aykal : “…Çok sesli müziğimizi olanakları içerisinde hemen bütün dünyada icra ederek çağdaş sanatımızı çok kısa bir zaman içerisinde ulusumuz adına onur verici bir düzeye çıkartmıştır… …Ulusal müziğimize evrensel boyutlar kazandırdı .Bestecilik ekolümüzü getirdi. Uluslararası düzeyde senfoni orkestralarımızı, yorumcularımızı yetiştirdi. Onları evrensel sanatı, geniş halk kilelerine götürmekle görevlendirdi…” (10) Aynı Gürer Aykal, yukardaki yazısından 13 yıl önce, yani 1985 senesinde Cumhuriyetle projelenen Klâsik Batı Mûsıkîsi ekseninde oluşturulacak olan “millî mûsikî” değil de, günümüzde iyiden iyiye şirazesinden çıkan ve Türkiye’deki müzik kirliliğinin göstergesi olan “pop müzik” le teselli bulur ve demagojik çerçevede, bakın neler söyler : “…Çok sesli müzik birdenbire gelmez, bu bir emek işidir, çalışma işidir. Bunu bir eğlence müziği olarak görmemek gerekir. Müzik eğlence değildir; birikimle, katılımla elde edilen bir şeydir. Ayrıca çok sesli müzik Türkiye’de yaşanmaya başlamıştır.Türkiye’de en çok dinlenen müzik, hafif müziktir. Ve hafif müzik bildiğiniz gibi çok sesli müziktir.Türkiye’de hafif müzik yapan pek çok grup vardır ve bu çalışmaların çok sesli müziğin gerektidiği sistem içinde yapmaktadırlar. Bazıları da çok başarılı olmaktadır…” (11) Yani,teşbihte hata olmaz hesabı, fıkradaki tezgâhtarın dediği gibi: ”Tuvalet kâğıdımız kalmadı, zımpara kâğıdı verelim”zi Aykal’ ın yukarıdaki satırlardaki ifadeleri, insanı hem acı acı güldürüyor, hem de düşündürüyor. Çünkü söyledikleri ile, yaşananlar birbiri ile hiç örtüşmüyor. Bunlar ülkeyi konser verdikleri salon içerisindeki kalabalıklardan ibaret görüyorlar ve dışarıda yaşananlar, dinlenenler kendilerini pek de fazla ilgilendirmiyor diye düşünmemek elden gelmiyor. Türkiye’ de batı yanlısı müziğin radikal savunucularından Nevid Kodallı da, bu konuda oldukça saygısız ve bir sanat adamına yakışmayacak üslûpla,1988 Birinci Müzik Kongresinde sunduğu bildiride ve daha sonraları aynı üslupla basına verdiği röportajlarda, adeta kin ve nefret kusacaktadır: “…Atatürk’ ün ölümünden sonra O’ nun ilkelerine ve devrimlerine ilk ihanetler başlamıştır ve günümüzde en şiddetli devresini yaşamaktadır. 1940’ lı yıllarda devreye Devlet Radyosu girmiş, sistemli bir şekilde alaturka dediğimiz ”meyhâne-gazino” türü müziği her gün biraz daha artan oranla halkımıza aşılamağa başlamıştır. En gözde sanatçılar, İstanbul’ un Kristal, Maksim vb. içkili gazinoların hanendeleri, sâzendeleri ve repertuvarları da oraların gereği meyhâne repertuvarıdır. O günlerde ünlü halk ozanımız Âşık Veysel tehlikeyi görerek: Dizeleriyle gerçeği dile getirmiş…60’ lı yıllarda transistörlü, pilli portatif radyoların yurda girmesiyle, köylüsüyle, kentlisiyle artık, Türk halkı TRT’ nin beyin yıkama alanı içindedir ve alaturka müziğe alıştırılmaktadır… …Atatürk’ ün daha 1924’ den başlattığı müzik devrimine ihanet, daha önce de değindiğimiz gibi, 1940’ lı yıllarda başlamıştır. Önceleri saman altından sessiz sedâsız yürütülen bu eylem,1960’ lı yılların sonunda artık su yüzüne çıkmıştır. Sinsice ve Makyavelist bir sistemle Atatürk’ ün söylev ve demeçleri kasten çarpıtılarak müzik devrimini yok etme, belirli tutucu zihniyetteki kimseler tarafından programlı bir biçimde yürütülmeye başlanmış ve halen de yürütülmektedir…(12) Kodallı’ nın bu bildirisi üzerine Cahit Atasoy kendisine, “Klâsik mûsikîmizi Bizans’a mal etmiş olmakla Halk Müziğimizi de otomatikman Bizans’ a mal etmiş olduğunu” , bu konuda H.Sadeddin Arel’ in “Türk Musıkîsi Kimindir?”isimli kitabını okuyup okumadığını soruyor. Kodallı bu soruyu bir takım yuvarlak laflarla geçiştiriyor. Akabinde Necdet Varol kendisinden millî kültürün tanım ve tarifini istiyor. Kodallı bu soruya karşılık çaresizliğini : “Millet kültürü dediğimiz zaman ,o kültür yaşıyorsa, o kültür vardır, millet kültürüdür ve ulusal kültürdür.”cümlesiyle itiraf ediyordu. Şimdi ortaya bir takım iddia ve tezlerle çıkacaksınız, ancak bunları açıklayamayacaksınız, isbat edemiyeceksiniz. Bu milletin altı asırlık hayatında kendisine mal ettiği mûsikî için hiç sıkılmadan meyhane mûsikîsi yakıştırması yapacaksınız; öbür taraftan Batı’ dan hiçbir altyapınız olmadan , bir başka toplumun müziğini ithal edip, ona “ulusal müzik”gömleği giydireceksiniz. Devletin en totaliter dönemlerindeki dayatmalarına rağmen, milletin kabul etmediği müzik için , devrimlerden geriye dönüşü,Atatürk’ e ihanet şantajı yapacaksınız. Ondan sonra halka, bu müziği dinletemediniz diye TRT’ ye veryansın edeceksiniz. O zaman adama derler ki: “Marifet iltifata tabiidir.Müşterisiz metâ zayîdir” Bu iddialarda bulunanlara en güzel cevabı, yine o müziğin bu ülkedeki önemli isimlerinden biri olan Muammer Sun veriyor : “…Okullarımızda bu güne kadar öğretmeğe çalıştığımız neydi? Batılı ulusların okul şarkıları; Türk bestecilerinin batı dizilerinde ve ölçülerinde yaptıkları, çoğu onlara benzer okul şarkıları ve kuram, kuram, kuram…Ülküyle beklediğimiz sonuç neydi? Her okullu, okul dışında da SCHUBERT’ leri, CHOPİN’leri, BEETHOVEN’leri sevecek, dinleyecek ve anlayacak. Bu ekimin sonunda ne biçtik? Bol bol piyasa müziği, sevgilisi ile dans müziği özenticisi…Niçin Türkiye’ de batı müziğini yaymak? Sayalım ki yaydık. Artık herkes Batı uluslarının okullarında söylenen şarkıları söylüyor, hatta bir çok kimse bunları çalıyor olsun! Ne olacaktı yani bununla? Batılılaşmış olacakmıydık gerçekten?...” (13) Derken, aslında kendi çok sesli özgün müziğimizi geliştirememekten yakınıyor ve bu güne kadar yapılanların sadece bir taklitten öteye gidemediğini söylüyordu. Çok sesli müziğin bu günkü durumunu da mizahî bir üslûpla şöyle anlatıyordu: “…Bizim müzik öğretimimiz bana bir karikatürü anımsatıyor. Karikatür şöyle: Havaalanı yolunda reklâm tabelaları var; AİR FRANCE ile uçunuz; imza Fransız Hava Yolları , PAN AM ile uçunuz; imza Amerikan Hava Yolları, LUFTHANSA ile uçunuz; imza Alman Hava Yolları…Ve bunlar gibi birkaç tabela daha. Son tabela bizim: AİR FRANCE ile,PAN AM ile,LUFTHANSA ile uçunuz;imza Türk Hava Yolları…Tutumumuzu anlatıyormu?..” (14) Bu çarpıcı ve ironik tabloya itiraz edebilmenin pek mümkün olabileceğini sanmıyorum. Olayın rasyonel olarak analiz ve sentezini yapanların her halde söyleyebilecekleri sözler: “…Çok sesli müziğin Türkiye’deki gelişmesi coşkulu olmuş, fakat yaygınlaşması istenildiği gibi olmamıştır.Temel ve orta öğretimdeki müzik eğitimi de çok sesli Batı müziği usullerine dayandırılmıştır. Ancak mutlak bir sonuç alınamamıştır. Toplumların müzik kullanımı ve ihtiyacı, çok çeşitli müzik türlerinden oluşmaktadır. İnsan hayatının, günlük yaşamının çok çeşitli anlarında değişik türlerde müzik ‘tüketimi’ yapılır….Yani özellikle alt ve orta kültür tabakalarının ve hatta üst kültür gruplarının günlük yaşamında da yer tutan müzikler, genellikle hafif müzik türleridir…” (15) in benzeri ifadelerden başka bir şey olmayacaktır. 2007 yılından baktığımızda, kültürümüze asırlar öncesinde başlayan yapay ve despotik müdahaleler, yöneticilerin istediği sonucu vermediği gibi, bütün geleneksel değerlerin erozyona uğramasından başka bir işe de yaramamıştır. Musıkînin de bu durumdan etkilenmemesi mümkün değildi. 1930’ lardan bu yana “Türk Sanat Mûsikîsi” adı altında üretilen eserlerde, istisnalar dışında, genellikle büyük bir kalite kaybı görünüyor. Hatta Amerikan aksanıyla hafif müzik söyleyen pop şarkıcılarının, klâsik besteleri komediye çevirdiklerine de sık sık şahit oluyoruz. Ancak yaşanan bunca olumsuzluklara rağmen bugün klâsik, neo-klâsik, romantik ve Cumhuriyet sonrasının geleneksel tarzdaki eserleri, TRT ve birkaç özel radyoda sabah-akşam çalınmaktadır. Kaliteli müzik firmaları, geçmişteki kayıtları temizleyerek, dinleyicilerine sunuyorlar. Türkiye genelinde ve İstanbul özelinde Belediyelerimiz sıkça ve düzenli olarak Türk musıkisi konserleri düzenliyorlar. 1950’ den bu yana, siyasete yapılan bir çok müdahaleye rağmen, Türkiye’de demokratikleşme çabaları, şartların elverdiği ölçülerde devam ediyor. Bunu bütün çabalarıyla önlemek isteyenler, çabalarının günden güne bunu değiştirmeye yetmeyeceğini anlamakta ve hırçınlıkları gitgide artmaktadır. Türk insanı bünyesine uymayan müziğe hiçbir zaman, zorla da olsa, evet demeyeceğini açık bir şekilde ifade etmiştir. Halâ ve ısrarla, müzik kültürümüzü 1930 ve 40’lı yıllara döndürme çabaları “havanda su dövmek” ve “abesle iştigâl”olarak nitelendirilebilir. Uzun senelerin ve belirsiz ortamların yeşertip geliştirdiği arabesk, pop-arabesk türler bugün için her ne kadar başat müzik görüntüsü veriyorsa da, yeni nesiller geçmişlerinin müziğini tanıdıkça ve meyilleri öz musıkilerine döndükçe, bu yoz müzikler tamamen geldikleri yere döneceklerini umud ediyoruz. Çünkü bir yaradılış kuralıdır ki; yapay temeller üzerine inşa edilen hiçbir şey kalıcı olamaz. Toplum müziğin eğlencelik yanı dışında, duygu ve düşünce işlevini tanıdıkça,müzikteki bu deformasyon da onarılmaya başlayacaktır. Sözün özü : “….Türkiye toplumu, Batılılaşma sürecinin yarattığı, aslında doğal sayılması gereken bir olgu olan ikiliğin 1920’lerde resmî ideolojinin elinde keskinleştirilmesiyle kurgulanan ‘alaturka-alafranga’soyutlamasını yıkmış, aşmıştır.Yanlış bir biçimde ortaya sürülmüş bir sorun üzerinde kopan bu tartışma günümüzde artık anlamını büsbütün yitirrmiş; mûsikî sanatı yönünden de, halk katında da geçersizleştirmiştir. Eski kutuplaşmayı hortlatmak isteyenler çıksa bile, bu tavır itibar görmüyor. Mûsîkîsever yeni Türk dinleyicisi Batı sanat mûsîkîsini dans müziğinden, hafif müzikten ayırt edebildiği gibi, beşyüz yıllık bir geleneği olan Osmanlı okumuş çevre mûsikisini de bu mûsikînin son dönemde piyasaya düçmüş haliyle tanımlamıyor. Biliyor ki, Batı sanat mûsikîsi de, Klâsik Osmanlı musıkisi de belirli bir musıkî bilgisi ve birikimi olmadan zevkine varılamayack,’zor’ sanatlardır. Cumhuriyet tarihinin geride bıraktığımız yetmiş beş yılının en dikkate değer olgusu mûsikîde merkezin parçalanması,yerini hem çoğul, hem de karmaşık bir yapıya bırakmasıdır…” (16) (1) Levent KÖKER,”Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi”, İletişim Yayınları, İstanbul 1990, s.81 (2) Levent ELPEN,”Kaybettiğimiz Medeniyet”,Tarih ve Düşünce Dergisi, Nisan-Mayıs 2001, s.42 (3) Cemil MERİÇ,”Mağaradakiler”, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1978, s.24 (4) Kadir CANATAN, ”20.Yüzyıl Türkiye’sinde Tarih ve Gelenek Sorunu” Bilgi ve Düşünce Dergisi, Ekim 2002, s.55 (5) Ali UÇAN,”Geçmişten Günümüze,Günümüzden Geleceğe”Türk Müzik Kültürü, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2000, s.63 (6) Ali UÇAN, ”a.g.e”, s.64 (7) Ali UÇAN, ”a.g.e”, s.65 (8) Ahmet SAY,”Türkiye’nin Müzik Atlası”, Borusan Kültür Yayınları, İstanbul,1998, s.33 (9) Orhan TEKELİOĞLU, ”Terk Edemediğimiz Halka Güzellik Taşıma Sendromu”, Radikal Gazetesi-Cumartesi eki, 25 Ocak 2007 (10) Gürer AYKAL, ”Cumhuriyet ve Müzik”, Yeni Türkiye, Cumhuriyet Özel sayısı IV, Eylül-Aralık,1998, s.2983 (11) Bülent AKSOY, ”Cumhuriyet Dönemi Musıkisinde Farklılaşma Olgusu”, Cumhuriyet’in Sesleri, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul,1999, s.32 (12) “ BİRİNCİ MÜZİK KONGRESİ”, Ankara,14-18 Haziran 1988, Kültür-Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Gn.Md.Yayınları, Ankara, 1988, s.109-111 (13) Muammer SUN, ”Türkiye’ nin Kültür, Müzik ve Tiyatro Sorunları”, Ajans Türk Yayınları, 1969, s.1 (14) Muammer SUN,”a.g.e”, s.2 (15) Sina AKŞİN,”Yakınçağ Türkiye Tarihi” (1908-1980), Milliyet Yayınları, İstanbul, C.1, s.505 (16) Bülent AKSOY, ”Cumhuriyet Dönemi Musıkisinde Farklılaşma Olgusu”, Cumhuriyet’in Sesleri, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s.35 Salih Zeki Çavdaroğlu 28 Haziran 2009 https://ferahnak.wordpress.com/2021/09/25/cumhuriyet-in-radikal-inkilaplari-surecinde-tarihi-musikimiz-de-payini-almisti/
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Salih Zeki Çavdaroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |